JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Devamlı ve ısrarlı bir şekilde kendisine yalvarılan ve bütün isteklerin ötesinde kendi isteğini ve muradını insan için hayırlı kılan,  hiç kimsenin beklemediği zamanda ve mekânda kuluna bol lütuflarda bulunan Allah’a (celle celaluhü) hamd olsun. Selât u selam gönül sandukasına açılan yolu insanlığa öğreten ve oradan gizli hazineleri çıkaran Efendimiz’e, (sallallahu aleyhi ve selem) O’nun âline, ashabına ve etbaına olsun.

Bu sayımızda, Hâce Hazretleri’nin, (kuddise sırrıhu) kulun Rabbi’nden istekte bulunurken hangi anlayış üzere, hangi niyet ve edeple bunu yapması gerektiği hususundaki düşünceleri üzerinde durmaya çalışacağız. Gayret bizden, tevfik âlemlerin Rabbi olan Allah’dan.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) buyurur ki: “Derdi olmayan ya ölüdür ya da delidir.” Onun sohbetleri dert arayanlar içindir. Derdi Allah (celle celaluhü) olan, derdi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) olan, derdi İslam, derdi insanlığın derdi olanların yeridir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) Peygamber-i Zişan Efendilerimiz’in (aleyhis selam) Cenab-ı Hakk’a (celle celaluhü) münacat etmelerindeki     edepleri ile saadat-ı kiram efendilerimizin onları takip etmelerindeki usûlün örnek alınmasını tavsiye eder.

Zira insanlığın atası Hz. Âdem’in (aleyhis selam) affı için -bir rivayette altmış sene- ağlayarak, ısrarla ve sabırla nasıl münacat ettiği ayet ve hadislerle bizlere bildirilmiştir. Affına vesile olan şey ise o Zât-ı mukaddesin (sallallahu aleyhi ve selem) ism-i şerifleri idi. O ismi vesile kıldı. Vesileye de gözyaşını, ihlâsını ve acziyetini kattı. Şükrünü şevkle belirtti ve insanlığa ebedi olarak istifade edebileceği hayırlı bir yol açtı. İşte bu yoldan gelen diğer Peygamber efendilerimiz her an bu yolu açık tutarak Allah’a yakınlığın usûlünü taşıdılar.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) bu hususta en güzel örneğin Cenab-ı Hak (celle celaluhü) tarafından mübarek Kitabı’nda kendisinin kıssa ettiği örneklerde olduğunu belirtir. Zira Hazreti İbrahim (aleyhis selam) ile Hazreti Eyyub (aleyhis selam) kıssasında kulun, Rabbine nasıl münacat etmesi ve Hakk’ın takdir ettiğini kulun nasıl karşılaması gerektiğine dair örnekler Rabbimizi tanımamız için bahşedilen lütuflardır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) her fırsatta örnek olması için Hazreti Eyyub (aleyhis selam) kıssasını anlatır. Zira bedenen ve ruhen tertemiz, pak bir şekilde yaratılan bir Peygamberin bütün vücudu yara, bere içinde kalmış ve bir insanın yardımına muhtaç bir şekilde hayatını sürdürme zorunluluğunu hissetmiştir. Cenab-ı Hak, kendisine neden bu kadar zor bir durumda iken bu hastalığın giderilmesini istemediğini sormuş ve yanıt olarak :  “Şayet ben iyileşirsem belki de bana halimi bir daha sormayacak ve benimle sohbet etmeyeceksin. Böyle bir endişe ile halimi sana arz edemiyorum.” der. İşte yukarıda Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırrıhu) ifade buyurduğu gibi “Bir derdi olanlar gelsin, bî-derd olanlar değil.”, yine kendi ifadesi ile  “Derdin en güzeli, aşkı olandır.”

En sonunda, hastalık Hazreti Eyyub’un (aleyhis selam) diline ve kalbine nükseder de o zaman “Âh!” der. Cenab-ı Mevla sorar ki: “Neyin var?” Hazreti Eyyub : “Ya Rabbi! Ben dilim ve kalbim ile Seni zikrediyordum. Şimdi yapamaz oldum. Bu yaranın bu organlara zarar vermesini ve beni zikrimden alıkoymasını istemem.”

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) Rabbimiz’in geç yaptığını ama güç yapmadığını ifade buyurur. Hazreti Eyyub kıssasında olduğu gibi on sekiz senelik çilede, hastalığın sızmadığı bir yer kalmayıncaya kadar bekledikten sonra duaya yapılan icabet gibi.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) Kâinatın Efendisi’nin dualarda ısrarcı olunmasını ve en az üç kere duaların tekrarlanmasını emrettiğini bildirir. Hâlikımız’ın en çok hoşuna giden şeylerden biri de kulun O’na olan iştiyakı ve muhtaciyetini aşırı şekilde hissetmesidir. Böyle muhtaciyetle yapılmayan dualar elbette karşılık görmez. İhtiyacını Rabbine acziyeti ile iletmeyene meleklerin bile lanet ettiği büyüklerimiz tarafından belirtilmiştir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) hadis-i şerifte de belirtildiği gibi meleklerin yeryüzüne inerek rızık ve şifa isteyen kulları aradıklarını belirtir. Evet, yüzümüz yok Rabbimiz’den istemeye, ama başka da isteyecek İlâhımız yok. Hâce Hazretleri buyurur ki: “O’nun affını isterken yüzümüzün yokluğunu, suçu işlerken gösterelim.”

Her hususta bize örnek olan, önder olan ashab-ı kiram efendilerimiz, akıllarına takılan her konuyu gidip Efendimiz’e arz etmişler ve O’ndan istekte bulunmuşlardır. O’ndan bol rızık isteyenden, gözünün açılmasını, unutmamayı; ibadete düşkünlüğü isteyenden, cennette O’nunla olmayı talep edenlere kadar türlü türlü istek ve arzular O’na iletilmiş ve kabul görmüştür.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) buyurur ki: “Senin duana olan icabetteki gecikme seni yanıltmasın ve bir ümitsizliğe düşürmesin. Senin duanda ısrarcı ve devamlı oluşun O’nun kibrini arttırmaktadır.” Zira böyle oluşu insandaki kibrin kalbinden çıkmasına ve irşad olmasına vesile olmaktadır. Rabbimiz’in her isteği ve muradının bizim için hayırlı olması, O’nun tercihinin neticesidir. Kâinatın Efendisi’nin buyurduğu gibi; “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez.” Bizi her fırsatta temizleyen, mürşidler mürşidi olan Allah’a hamd ederiz.

Akşemsettin Hazretleri’nin kıssasını hepimiz biliriz. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’ne ilk gittiğinde onu tarlada çalışırken görmüş ve “Bu mu beni irşad edecek?” diye kibirlenmiş. Başka bir mürşid bulmak kastıyla Suriye’ye doğru gitmeye karar vermişti. Gel gör ki manen boynuna takılan bir iple sıkılan ve nefesi her geçen an daralan Akşemsettin Hazretleri, nihayette Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin gitmeden önce kendisine söylediği sözü hatırlayarak geri dönmüştür. Hocasının kendisine iltifat etmediğini gören Akşemsettin Hazretleri, çareyi kendisini bu hale getiren kibrini, köpeklerle birlikte aynı kaptan yemeye başlayarak kırmasıyla bulur. Nefsine yaptığı bu muhalefetle hocasının gönlünü hoşnut etmiş ve gönül sarayına girmesi için izin verilmiştir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) kibirle Hakk’a varılamayacağını, kibirli iken yapılan duaların müstecab olmayacağını söyler. Kibirli insanın Rabbin’den istemeye muhtaciyeti olmaz. Kul olan ve kullukta gayret edenler ise Allah’dan istemeli ve ihtiyacını arz etmelidir. Allah’tan, önce kalpteki kibrin çıkartılması istenmeli ve bunun için bir Hacı Bayram-ı Veli aranmalıdır. Bu zalim nefsi aşağıların da aşağısına layık gören Akşemsettin olunmaya gayret edilmelidir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) yaratılmış her şeyin bir kaderi olduğunu hatırlatarak duaların kabulünün de bir zamana ve şekle bağlı olduğunu söyler. İşte bu zaman ve şekil Allah’ın isteğine bağlıdır. Hazreti Âdem’in duasını atmış sene sonra kabul etmesi gibi. Hazreti Yûnus’u balığın karnında kırk gün tutması ve öyle affetmesi gibi.

Hâce Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın, kendisinden samimiyetle isteyen kulun duasına icabet edeceğini ve mutlak karşılık vereceğini bildirir. Lakin burada önemli olanın dilinin ucu ile değil de kalp ile isteyen, isteğinde samimi olanın dualarına icabet edileceğini ifade eder.

Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri’ne kendisine mana âleminde velayeti ve kerameti büyük bir veli gösterilir. Kendisi o zatı merak eder ve nihayette bulur. Görür ki o şahıs keramet yerine istidrac gösteren bir Hindu rahiptir. Buna çok şaşırır ve taaccüp eder. Kendisine bu hali nasıl elde ettiğini sorar. O zat, yaptığı her fiilde yapıp yapmama hususunda nefsine muhalefet ettiğini ve böylece doğruyu bulduğunu kendisinde gözüken bu istidracında bu muhalefetten kaynaklandığını bildirir. Bunun üzerine Mevlana Hazretleri kendini İslam’a davet eder. Şahıs bir miktar düşünür ve kabul eder. Mevlana Hazretleri bu gecikmenin nedenini sorduğunda ise yine nefsine sorduğunu ve nefsinin kabul etme diye telkinde bulunması üzerine tevhidi kabul ettiğini bildirir. Bunun üzerine Mevlana Hazretleri kendisine yerin üzerine hükmetme yetkisi verildiği gibi yerin altına da hükmetme yetkisinin verildiğini müjdeler. Ayrıca kendisini yüce Nakşibendî yolunun halifelik tacı ile taçlandırır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) buyurur ki; “Allah eğer sana yakınlığını açmışsa bunu ibadetinin çokluğuna bakarak yapmaz.” İnsan hiçbir şey gözlemeden, hiçbir beklentiye sapmadan hizmetine bakmalıdır. Gücü neye yetiyorsa, nasıl bir hizmetin içine girebilmişse onu canla başla devam ettirmelidir. Hizmeti nimet bilmeli, Hakk’ın vereceğini de asla kendisinin yaptıklarıyla özdeşleştirmemelidir. Allah insanın yaptıklarına bedel olarak vermez. O’nun istemesi de murad etmesi de vermesi de kendindendir. O’nun verdikleri hiçbir şeyle kıyas edilmez. Hâce Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Gönül şehrinde sultanlık ancak seçimle olur.” İnsanın gayreti ile değil, Hakk’ın dilemesi ile olur.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) Esma-ı Şerif’in dört yüz adet olduğunu söyler. Hakk’a giden yol ise mahlûkat adedincedir, der. Bu kadar yolun oluşu insan için nimettir. Hâce Hazretleri ibadetlerin de böyle değişik oluşunun, bu yolların âdeta anahtarı gibi olduğunu söyler. İbadetlerin çokluğu, O’nun her bir sıfatının tecellisidir. İnsanın farklı ibadet ve taatlerden beslenerek olgunlaşması, bu ibadetleri Hakk’a vesile kılması ile olur. İbadetin de özü duadır. Allah’tan, O’nun istediği gibi istemenin şeklidir. Cenab-ı Hak kendisine namaz ve sabırla yaklaşmamızı emreder. Öyle ise insan, gönül şehrini farklı renklerin, farklı mevsimlerin ve farklı meyvelerin güzellikleri gibi farklı ibadetler ile süslemeli ve devamlı kılmalıdır. Gönülde ne kadar çeşit Cenab-ı Mevlamız’ın tecellisi olursa, insan o kadar yakîne erer ve insanın Hak’tan isteği, bizzat Hakk’ın insandan isteği olur.

Hakikatte Mevlamız’ın emrettiği her amel bizim için O’ndan bir isteyiş, bir yakarıştır. Çünkü her bir amelin tecellisini istemek Hakk’ı tanımanın ve O’nunla yaşamanın anahtarıdır. Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) her zaman Hak’tan istenecek şeyin ancak O’nun Zâtı ile olmak, Zâtî muhabbeti ve aşkını talep etmek olduğu üzerinde önemle durur. Çünkü Allah’tan istenecek şey; O’nun şanı ve şerefine uygun olmalıdır. Bir yaratılmışın yapabileceği şey, O’ndan asla istenmez.

İşte, Hâce Hazretleri’nin buyurduğu gibi ruh nasılki bedeni canlı tutan şey ise; amellerdeki niyet de ameli canlı tutar. Nasıl ki ruh bedenden ayrıldığında ona ölü denirse; niyeti sahih olmayanın ameli de ölü olur. Niyet daha işin başında Hak’tan ne isteneceğine karar vermenin adıdır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırrıhu) şeriatın insanın amellerini düzenlediğini, tasavvufun da amellerin niyetlerini düzenlediğini ve talibi bu yönde yetiştirdiğini bildirir. Salih amel salih niyete, salih niyet ise salihlere muhtaçdır.

Hâce Hazretleri buyurur ki: “Allah’ı zikretmek, zikir değildir. O’nu anmak da değildir. Zira Allah demek, O’nun ismini demektir. İsim demektir. Zikir O’nu zikrettikten sonra kalpte beliren korku ve haşyettir.” İşte sohbet bunu sağlar.

Ariflerin, kâmillerin sohbeti, onların bir nazarı, paslı tenekeyi mücevher yapar bi-iznillah. Bir damla alaktan, çamurdan yaratılmış bu insanı, Allah seçti mi, eşref-i mahlûk olur, Peygamber olur, Allahu Zü’l-celâl Hazretleri’ne halife olur.

Allah’tan senin kalbine kendisinden ne istemen gerektiğini sana ilham etmesini iste ki, geri çevrilen hiçbir münacatın olmasın.

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hamdların ve övgülerin en güzeli yakınlığını ve muhabbetini insan-ı kâmillerin gönlünde, rızasını onların hoşnutluğunda, likasını dostluklarında ifşa eden âlemlerin Rabbine (celle celalühû) olsun. Selât-u selam vuslatı arzulayan her müminin O’nunla başladığı ve O’nda vasıl olduğu Resul-u Ekrem, Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem), O’nun sevgili âline, ashabına ve etbaına olsun.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) zamanımızı; her asırdaki tüm kötü hasletlerin, şirklerin, tugyanların aynı anda zuhur ettiği, bütün zalimlerin, Firavunların, Nemrutların ve Ebu Cehillerin sanki anlaşırcasına buluştuğu ve insanlıktan son kez intikam almak için kin ve nefretlerini kustuğu bir dönem olarak tarif ederler. Böyle bir asırda hangi mümin ya da mümin toplulukları bunlarla baş edebilir, galip gelebilir ki? İnsanlık tarihi ashab-ı kiram kadar sadık, sevilen ve seven, feda da ve cesarette emsalsiz olan bir topluluk görmemiştir. Onlar dahi zalimlerin zulümleri karşısında: “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye beklerken bir taraftan bu küfür ve cehalet batağına nasıl düşmeyiz diye çırpınan bizler, nasıl olurda diğer taraftan yaratılış gayesinin rabıtası ile dosta kavuşmayı, O’nunla vuslatı arzularız?

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Hazreti Âdem’in (as) zamanındaki kardeş katlinin, Nuh ve İbrahim (as) zamanındaki putperestliğin, Lut (as) zamanındaki ahlaksızlığın, Musa (as) zamanındaki küfür ve şirkin, İsa (as) zamanındaki hırs ve tamahın, Kâinatın Efendisi’nin (sav) dünyayı şereflendirmiş oldukları zamandaki cehaletin çağdaş ve modern kelimelerinin insanı tarifte sıklıkla kullanıldığı bu dönemde fazlası ile insana hucum ettiğini ifade eder.

Geçmiş ümmetler böyle bir bela ve musibetten ancak Allah’ın (cc) yardımı ile kurtulmuşlar, felaha ermişlerdir. Allah’ın (cc) yardımı ve felahı nedir? Elbette ki Allah’ın (cc) Peygamberleridir. O ümmetler Allah’tan kendilerine bir dost, bir yardımcı, bir önder göndermesini istediler. Cenab-ı Hak da (cc) kabul buyurdu. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmada katından onlara bir dost gönderdi.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); ümmet-i Muhammed olmayı, Müslüman olmaktan daha efdal görür. Zira gelmiş geçmiş tüm Müslüman ümmetler içinde en hayırlısı ümmet-i Muhammed’dir. Hâce Hazretleri’ne göre böyle duası makbul, sevilen, ihsanı ve irfanı bol olan bir toplum, özellikle son bir kaç asırdır zulüm ve işkenceye maruz kalmakta, her haksızlığa ve ahlaksızlığa boyun eğmektedir. Bunca dua ve yakarışlar karşılıksız çıkmakta, yapılan her kurtuluş çabası harekete geçenlerin daha da çok dünyevîleşmesine neden olmaktadır.

Yukarıda tek tek ifade edilen her küfür, şirk, ahlaksızlık ve cehaleti yıkmak ve bertaraf etmek için her ne kadar o Peygamberleri çağırsak da gelmemekteler, adeta bizleri kendi başımıza bırakmaktadırlar. Nehir kenarında otlayan bir kuzunun hesabını düşünenler, kendilerine uzattığımız ellerimizi sanki geri çevirmektedirler.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Allah’ın yardımının gecikmesini,  Peygamberlerin ruhaniyetlerinin gelmemesini; Müslüman toplumun iman olarak, ahlak olarak, yaşantı olarak Firavunlara, Nemrutlara, Karunlara, Şettatlara, Ebu Cehillere ve Yezitlere benzemesinden kaynaklandığını belirtir. Daha dünyayı şereflendirdiğinde “Ümmeti, ümmeti” diye feryadı figan eden bir Peygamber nasıl olurda ümmetini topyekûn ateşe atar. Değilmiydi ki O; kendini ateşe atanların bellerinde ki kuşaktan tutupta kurtaran…

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh); göre zamanın tüm zalimlerine ve onların zulüm dolu sistemlerine karşı yanında Allah’ı ve Resulü’nü ve diğer Peygamberlerin ruhaniyetlerini görmek isteyenin ancak niyette, özde, amelde ve harekette onlara benzemekten başka çaresi olmadığını belirtir.

Sadat-ı kiram Efendilerimiz (ks) buyurmuşlar ki: “Ya Allah ile ol, ya da ehlullah ile ol.” Kendi nefsine ve İslam düşmanlarına karşı Allah’ı ve Resulü’nü yanında hazır görenlere ne mutlu. Ne mutlu böyle devletli olana. Evliyanın sözleri marifet ve hakikat denizinden çıkarılmış değerli inciler gibidir. Allah (cc) ile olamayanlar ehlullah ile dost olmalı, ahbap olmalıdır.

Nuh (as) zamanında yalnız ve yaşlı bir kadın her gün hazreti Nuh’a (as) taze sağdığı sütten ikram eder ve hatırlatır: “Aman ha! Beklenen tufan olmadan evvel mutlaka bana haber ver ve beni çağır. Ben yaşlı ve kimsesiz biriyim.” der. Her nasılsa Cenab-ı Hakk’ın cilvesi Hazreti Nuh (as) unutur. Gemide iken hatırlar ve o kadının selameti için âlemlerin Rabbine dua ve niyazda bulunur. Tufan bitip her şey normale döndüğünde merak eder ve yaşlı kadının evinin olduğu yere gider. Kadını salimen görür, böylece hayret eder. Kadıncağız her zamanki gibi Hazreti Nuh’a (as) tufan olmadan evvel mutlaka kendisine haber vermesini ve gemiye alınmasını rica eder. Hazreti Nuh (as) olan bitenden haber verir ve Cenab-ı Hakk’ın (cc) kendisinin samimiyeti, ihlâsı ve Peygamberine olan dostluğunun hatırına onu muhafaza ettiğini bildirir.

Ashab-ı Kehf hadisesi ise Kur’an da bize emr u ferman olarak bildirilmiştir. Zalim bir hükümdara karşı imanlarını muhafaza eden gençlerin Allahu Teâlâ’nın (cc) yardımı ile nasıl korunduğu zikredilmiştir. Mağarada kendilerini almaya gelen insanlara karşı âlemlerin Rabbine niyazda bulunup “Bizi bunlara teslim etme.” diye yalvarırlar. Sonra sır olurlar.  İslam uleması onların ölü ya da diri olup olmadığı hususunda farklı görüş bildirmişlerdir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); hayırlı bir vasıta olmaksızın böyle felaketler ve kötülükler dolu bir asırda kurtuluşun imkânsız değil ama çok zor olduğunu bildirir.

Ehl-i zikiri, muhabbeti, insan-ı kâmilleri bulup onlarla birlikte olmaktan başka çare yoktur. Kâinatın Efendisi (sav):“İyilerle birlikte olan her kötü iyidir.” “Kişi sevdiği ile beraberdir.”(Buhari) buyurmuşlardır. Allah’ın (cc) yardımı da nusreti de iyilerin yanındadır.

Kâinatın Efendisi (sav) Tebük gazası için emir buyurup ashabı davet ettiğinde münafık iki kişi haricinde üç mümin -Ki bunlardan biri Hazreti Kaab bin Malik’tir. (ra) değişik mazeretlerinden dolayı bu gazaya katılmamışlardır. Resûlullah (sav) onlara selam vermeyi, komşuluk ve akrabalık haklarını yasaklamış, eşlerine bazı zorunlu hizmetleri dışında onlara hizmet etmeyi yasaklamışlardır. Allah’ın (cc) onlar hakkındaki hükmünü bildirinceye kadar böyle muamele edilmesini bildirmişlerdir. O üç sahabe ki Allah ve Resulü’nü sevdiklerinde hiçbir şüphe olmayan müminlerdir. Elli beş gün sonra onlar hakkında gelen ilk ayet “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe 119)” ayetidir. Onların affı, mağfireti için önerilen tavsiye Allah’ın sadıklarıyla birlikteliktir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); bu örneği verirken adeta bize de bu üç ashaba konan gibi bir yasağın konduğunu, onlarla birlikteliğe, sır dairesine, mahrem odaya alınmama cezası uygulandığını teşbih eder. Unutulmalıdır ki Kâinatın Efendisi (sav) bu gaza dönüşünde; “Küçük cihad bitti, şimdi büyük cihada gidiyoruz.” diye buyurmuşlardır. Küçük cihada katılmayanlara elli beş gün Allah ve Resûlü’nden ayrılık cezası verilmişken bizler cihad-ı ekberden kaçmaktayız. Bize verilecek ceza Allah korusun. Onlar’dan ebedî mahrumiyet olabilir. Peygamberlerin ve saadat-ı kiram efendilerimizin ruhaniyetlerinin bizlere gelmemeleri, yardım etmemeleri adeta o üç sahabeye verilen selam yasağı gibidir. Hazreti Kaab’ın (ra) tevbesi, yalvarışı, yakarışı ve samimiyeti Cenab-ı Hakk’ın (cc) rahmetini, mağfiretini celbetmiş ve taşırmıştır. Allah Resûlü (sav) bu müjdeyi verirken onlara olan özleminden heyecanlanmıştır. Doğruca mescide koşan Hazreti Kaab (ra) yüzünü, gözünü mescidin yerlerine sürmüş, kendini Resûlullah’ın (sav) önüne atmıştır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); mümin için en efdal ameli, Allah dostlarını sevmek olarak görür. Zira Cenab-ı Hak (cc) bir keresinde Hazreti Musa’ya (as) nida etmiş ve kendisi için hangi ameli getirdiğini sormuştur. Hazreti Musa (as) yaptığı ne kadar amel ve taat varsa bildirmiş ama her biri için aldığı cevap “O amel kendin içindir, bize değildir.” olmuştur. Çaresiz kalan Hazreti Musa (as) Cenab-ı Hakk’a (cc) kendisi için yapılabilecek ne tür bir amel olduğunu sormuş ve karşılığında “Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek.” cevabını almıştır. Öyle ise Allah için yapılabilecek en efdal amel “Allah dostlarını sevmektir.”

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); ashab-ı kiramı değerli kılan şeyin kâinatın Efendisi’nin (sav) bir nazarı, bir bakışının onlara değmesinden kaynaklandığını bildirir. Gökteki yıldız olmanın sırrı yalnızca onu görmek veya ona görünmektir. Resûlullah’ın (sav) varisleri de öyledir. Onların nazarlarının değdiği, himmetlerinin tesir ettiği her şaki, zakir olur, şakir olur, fadıl olur, arif olur. Çünkü o nazar ki Efendimiz’den kıyamete kadar sadırdan sadıra akan bir mirastır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); insanın dünya menfaati ve istikbali için çalmadığı kapı, boyun büküp mahzun ve mahcup olmadığı idareciler kalmadığı halde imanı ve ahreti için bir Allah dostuna gidip onun dizinin dibinde tevbe edip onu şahit tutmadığından yakınır. Hâşâ ki Allah dostları dünya sultanları ya da idarecileri ile kıyaslansın. Onları sevmek imanın gereklerinden iken böyle davranılması onların gönül şehrini kırmakta, bilerek ya da bilmeden de olsa onları incitmektedir.

Müminler olarak bizler, yalnızca; “Allah’ım seni istiyorum.” demekle olmayacağının farkına varmalıyız. Hakiki talipler gibi Allah (cc) yolunda her şeyimizle bulunmakla doğru ve sahih olur. Bütün varlığımızı bezl etmekle (bol bol vermekle), nefsini Allah’a adamakla olur.

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Kulunu kendine vasıl etmek için mahlûkat adedince yollar halk eden Allah’a (celle celaluhu) hamd olsun. Her bir yolu bir Peygamberinin şahsıyla ve ahlakıyla özdeşleştiren ve bütün bu yolları nihayette Kâinatın Efendisi’nde (sallallahu aleyhi ve selem) toplayan ve onu vesile kılan, bizleri onun irşadına ve şefaatine muhtaç eden Allah’a nihayetsiz hamdü senalar olsun. Salatü selam nuru ile kâinatı aydınlatan, sevgisi ile ısıtan, muhabbeti ile hayata vesile olan Efendimiz’e, (sallallahu aleyhi ve sellem) ehli beytine, ashabına ve etbaına olsun.

Hâce Yakûb-i Hâşimi (kuddise sırruhu) Hazretleri Hâcegân yolunda Allah’a (celle celaluhu) vuslatı ancak “Usul, Husul, Vusul” düsturu ile emir buyurmuşlar ve saadat-ı kiram efendilerimizin takip ettiği bu yoldan gitmenin, Hak talipleri için vazgeçilmez olduğunu ifade etmişlerdir. Bir sohbetlerinde “Bir dağ ne kadar büyük olursa ne kadar heybetli olursa olsun mutlaka ona çıkan, onun etrafında ona ulaşan bir yol bulunur.” diye Hakk’a vasıl olmak için gayret eden, bir yol arayan, ümit ile bekleyen müminlere böyle bir örnekle teşbihte bulunmuşlardır.

Allah’a ulaşmada her zaman bir yol bulunur, vuslat vardır. Allah’a ve Resûlü’ne iman eden her müminin buna inanması ve bu uğurda yaşaması ona farz kılınmıştır. Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu): “Allah’a vuslat olmasa (hâşâ ve kella) Allah olmaz. Onun ulûhiyetine böyle bir yaklaşım terstir.” buyurmuşlardır. Rabbimiz kendi bilinmekliğini murad etmiş ve insanı yaratmıştır. Hal böyle iken Allah’a (celle celaluhu) giden yolları kapatan, insanları ümitsizliğe sevk eden ancak kendi musavver ilâhını yaratmış ve ona tapınmakla kendini avutmuş olur ki, bu da önce helvadan put yapıp sonradan acıktığında onu yemek gibi bir şeydir. Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) geldiği, yaşadığı bir kâinatta kıyamete kadar vusul vardır ve bu yol açıktır.

Hazreti Ali (radıyallahu anh) “Ben görmediğim bir ilâha ibadet etmem.” buyurmuşlardır. Söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüzde sözün manasını anlamak bize daha kolay gelecektir. “Ali bendendir, ben Ali’denim.” (Tirmizi) “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır.”(Cemu’l-Fevaid) gibi ve daha nice Allah ve Resûlü’nün iltifat ve övgüsüne mazhar olan “ Şah-ı Velâyet”, “Haydar-ı Kerrar.” İşte böyle bir zat aynı zamanda “Gözümden perde kalksa Rabbime olan imanımda zerre kadar artış olmaz.” buyurmuşlar. Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) bu dünya hayatını her zaman bir imkân âlemi olarak görmüştür. Ne varsa ne elde edilecekse burada olacağını ifade etmişlerdir.

Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri (kuddise sırruhu) de sohbetnamesinde “Burada Hakk’ı göremeyenler orada da göremeyecektir.” buyurmuşlardır. Bir kudsi hadiste kör olarak diriltildiği haber verilen kişi bu halinden şikâyet ederek dünyada iken kör olmadığını, niçin böyle olduğunu Rabbine sorduğunda, dünya da iken Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine karşı kör ve sağır olduğu için böyle diriltildiği bildirilmiştir. Hatta mahşerde hesabı görülüp de ziyana uğrayanlar, “Ateşin karşısında durdurulup da ‘Ah, keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak’ dedikleri vakit (hallerini) bir görsen!” (Enam–27) bu imkân âleminin önemini nasıl da anlamışlardır. Bunu söylerlerken bu isteklerini Rablerine iletirken onun huzurunda bulunmakta oldukları ve onunla vasıtasız konuştukları halde böyle istekte bulunmaları, üzerinde tefekkür edilmesi gereken bir husustur. Farz edelim ki bize bu fırsat verildi ve buradayız. İşte bunu değerlendirmenin tam zamanı, ne yapalım ne edelim de Rabbimize, Allah’ımıza (celle celaluhu) vasıl olalım bunun yolunu arayalım.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) Allah’ın zahir(görünen, aşikâr, besbelli) oluşunun şiddetinden batın (gizli, sır, esrar) olduğunu ifade etmişlerdir. Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) miraçta iken Hakk’ı görmüş ve müşahede etmiştir. Cenab-ı Hak ayet-i kerimede “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.” (Necm–18) buyurarak sanki onun gözü önceden de başka hiçbir şeyi görmediği, ondan başkasına hiç bakmadığı, o yüzden şaşırmadığını ifade etmektedir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine lütfedilen her nimeti ümmetine açmış, onlarla paylaşmıştır. O’nun şahs-ı mânevisinde kendi varlığından geçenler aynı müşahedeyi O’nunla yaşamışlardır.

Niyaz-i Mısri hazretleri buyurmuşlar;
İşit Niyazi sözün
Bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan ayan bir nesne yok
Gözsüzlere pinhan imiş

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) görenin de görünenin de Hak olduğunu ifade eder. Bu görmeyi ancak insanın cahilliği, cehaleti engeller. Hâce Hazretleri: “Her şey bir şeydir, cahillik hiçbir şeydir.” buyurarak insanın Rabbine olan vuslatındaki engeli göstermiş olur. Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ya Rabbi! Beni cahillerden kılma.” diye dua buyurmuşlardır. Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) cahilliği okuma yazması olmamak olarak değil, Hakk’ı, hakikati, edebi, yolu, yordamı, büyüğü, küçüğü, nerede, ne zaman, ne yapacağını bilmeme olarak açıklar. Cehalet aynı zamanda gaflet, dalalet, hıyanet ile bir bedende, bir anlayışta, bir fikirde birleştiğinde olacak şey; bu kadar zahir olan Rabbini görmeyecek kadar kör eden şeydir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) ayrıca, insanı bu vuslat nimetinden mahrum eden engellerin, din anlayışındaki farklılıktan kaynaklandığını işaret buyurur. Günümüz toplumunda üç değişik din anlayışı oluşmuştur. Bunlardan

Birincisi; bürokrasi dinidir. Bürokrasinin insana, topluma dayattığı bir din ki bunun helal ve haram diye bir kavramı yoktur. Her şey helaldir, mübahtır. Namaz salâttır. Salât da duadır. Dua ise her zaman her yerde yapılabilecek bir ibadettir. Belirli bir zamanı, mekânı yoktur. Böyle bir dinin birçok kitapsız, şeraitsiz peygamberleri bile vardır.

İkinci din anlayışı; adet haline gelmiş, örfîleşmiş, türbelere çaputların asıldığı, bezlerin bağlandığı, dileklerin tutulduğu, cinli, perili, medyumlu bir din anlayışıdır.

Üçüncüsü ise; bir avuç Müslüman’ın inandığı ve inancını hayatına aktarmaya çalıştığı ahireti ile dünyasını ayırmadığı, Kur’an’a ve sünnete göre yaşamaya çalışan insanların inandığı bir din.

Bu üç din anlayışının ilâhlarının sıfatları farklı olup ilk ikisindeki ilâhın mesela hiç azap edici, cezalandırıcı, intikam alıcı, adaletle hükmedici sıfatları yoktur. Her zaman affedici, bağışlayıcı, emirlerine itaat edilmeyip isyanda ısrar edenlere dahi rahmeti ile muamele eden bir ilâh anlayışı vardır. İlk iki din anlayışındaki ilâhlar insanların sıfatlandırdığı ilahlardır. Böyle sapık, çarpık bir din anlayışı ile Allah’a (celle celaluhu) vasıl olma imkânı var mıdır?

Bir hadis-i şerifte “Mümin müminin aynasıdır.” buyrularak Hakk’ı nerede aramak gerektiğine dair inanan insana yol gösterilmektedir. Hadisin zahiri manası çok açık olup dikkatle üzerinde tefekkür edilmesi gereken batınî manasıdır. İnsan fanidir. Bakî olan tek varlık Allah’dır. İnsan ancak öldüğünde bedeni toprak olup yok olduğunda Rabbine kavuşur, onun huzuruna ulaşır. Günahkârda olsa ateiste olsa onu Rabbinin huzuruna götüren şey ölümle gelen yokluktur. Bir de ölmeden önce yokluk vardır ki o da ancak kâmil bir mürşidin yanında usul, husul ve vusul ile elde edilir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) yukarıdaki hadisi açıklarken “Mümin yanında olan ile kıymetlidir.” buyurur. Eğer müminin dostu müminlerse salihlerse âlimlerse kâmillerse onun kıymeti de dostu olduğu kimseler gibidir. Dahası var; müminin yanında melaike-yi kiramlar var. Hafaza melekleri, kiramen kâtibin melekleri var. Eğer Allah dostlarına yakınlığı varsa onları sevenlerdense mesela Abdulkadir Geylanîlerin, Şah-ı Nakşibendîlerin, Hasan-ı Şazelîlerin ve nicelerinin ruhaniyetleriyle ünsiyeti varsa o mümin dünya sultanlarını kıskandıracak bir zenginliğin sahibi gibidir. Peki, ya o mümin yanında ki Allah (celle celaluhu) ise kalbinde, gönlünde, sırrında hep Allah ile birlikte ise onun kıymeti ne kadardır? Bu kıymet ölçülebilir mi? İşte Hâce Hazretleri bahsi geçen hadiste ilk mümini insan, ikincisini ise El-Mümin olan Allah (celle celaluhu) olduğunu belirtir. İki kişinin olduğu yerde üçüncünün Allah olduğu söylenmemiş mi? Mümine bakıldığında Allah hatırlanır denmemiş mi? Kamil insan, olgun insan, münevver insan El-Mümin’nin aynasıdır. Şairin buyurduğu gibi;

Can gözüyle âleme bak ki
Nice manalar gözükür.

Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuş ki; “Beni gören Hakk’ı görmüştür.” O’nun yüzünün aydınlığı âlemi gündüze çevirir, güneşe ışık verir. Gecenin karanlığı onun saçının rengidir. Gülümsemesi ile kışlar bahar olur, bütün cansız varlıklar hayat bulur. O’nun dilsiz âşıkları nice hoş namelerle ona yol bulur. Hakk’ın bütün sıfatları ile tecelli ettiği, insana gözüktüğü pak aynadır o.

Hâce Hazretleri, Allah’ın aranması gereken yeri, yine bir hadis-i kudsiyle insana öğretir. “İnsan bizim sırrımız, biz insanın sırrıyız.” Mevlamız insanda saklamış kendini. Doğru yerde O’nu (celle celaluhu) aramak insanı vuslata taşır. O’nu camide, tekkede, Mekke’de arayanlar birazda aşığının, seveninin, mahviyet sahiplerinin, mahzun gönüllerin, hüzünlü gönüllerin içinde aramaları gerekmez mi?

Nasreddin Hoca’yı bir gece bir şey ararken görenler ona ne aradığını sormuşlar. O da: “Anahtarımı kaybettim onu arıyorum.” demiş.”Nerede kaybettin?” demişler. “Samanlıkta kaybettim”. demiş. “Hocam samanlıkta kaybettin ama dışarıda arıyorsun bu nasıl iş? demişler. O da: “Orası çok karanlık, burası aydınlık.” demiş. Bizim Hakk’ı arayışımız bu menkıbede olduğu gibi. Bulmak istediğimiz yerde, işimize gelen, kolayımıza gelen yerde onu arıyoruz. Bir türlüde bulamıyoruz.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) Cenab-ı Hakk’ın meleklere Âdem’e (aleyhisselam) secde etmelerini emrettiğinde; bu secdeyi ona mutabaat etmeleri, ona muhabbet etmeleri, onu sevmeleri, onu anlamaları ve onunla birlikte olun manasında emrettiği şekilde yorumlar. Çünkü Hazreti Âdem’in gönlünde Allah vardı. Melekler o gönülde olana secde ettiler. Müminin kalbi Allah’ın (celle celaluhu) beytidir. Allah şah damarımızdan bize daha yakındır.

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruhu) buyurduğu gibi: “Gönül kırma, gönül köşkünü imar et.” Kimin kalbinde Allah (celle celaluhu) varsa iki cihanda onun dostu ve yardımcısı Allah’tır. Kimin kalbinde de Allah yoksa iki cihanda da hasmı, düşmanı Allah’tır. Rabbimizin bilinmekliği için yaratılmış olmamıza rağmen, O’nu her an kesintisiz müşahede etmek için her türlü donanıma sahip olmamıza rağmen, O’na vuslatımız neden hala olmamaktadır? Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) bunu bir ayet-i kerimeyle şöyle açıklar. “Hevasını ilâh edinenleri görmedin mi?” (Casiye–23) Bizde ki bu istekler, bu beklentiler, nefs ve heva oldukça işimiz zor gözüküyor. Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Sizden biriniz hevasını, (arzusunu) benim getirdiğime uyduruncaya kadar iman etmiş olmaz.” İşte insanın reçetesi burada. Hevasından, arzusundan kurtulan ancak esaretten kurtulmuş ve özgürlüğüne kavuşmuştur. Onu yenen “abd” olur. Efendi olur. İşte Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) gönül gözünü kör eden, Rabbini görmesine, müşahede etmesine engel olan şeyi bu heva, bu enaniyet ve bu arzular olarak belirtir.

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruhu) duasında buyurduğu gibi: “Rabbimiz bize feth-i mübîni nasip etsin. Kendi bedenimizde, kendi gönlümüzün fethini nasip eylesin. Rabbimizi kendimizde aramayı, kendimizde bulmayı ve anlamayı nasip eylesin. O fethi görmeden ölmemeyi nasip eylesin. Bizi bu fetihten engelleyen arzularımızı, hevamızı, kendi zatî muhabbetine ve aşkına, Kur’an’a ve Habibi’nin sünnetine uydursun.”

İstanbul gibi bir beldenin fethini gerçekleştirerek Allah ve Resulü’nün isminin zikredildiği bir mekân yapan Sultan Muhammed Hanı müjdeleyen bir peygamber, bilmem ki; Hakk’ın teşrif ettiği, nüzul edip nazar ettiği gönül şehrini fethedip heva ve heves putlarından temizleyip Hakk’ı davet eden mümine nasıl bir müjde verir?

Rabbimiz; bizleri, cömertliğini kendi zatından alan sultanlar Sultanının şefaatini, ancak O’nun sünnetinde, rızasında bulan; onu seven âşıklarının, dostlarının, sadıklarının hizmetinde ve sohbetinde bulunan, kâmillerle hem dem olan ümmetinden eylesin.

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’lâlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Rahman ve Rahim olan Allah’a (celle celelehu) hamd ederiz. Allahü Teâlâ’dan Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) kendi yanındaki mertebesi hatırına, Efendimiz’in kendi zatına, kendisinin de Efendimiz’e olan muhabbetinin, sevgisinin ve sırrının hatırına Efendimiz’e, âli ve ashabına salât ve selam etmesini, bize de o kutsi şahsiyeti tanımayı, yolundan gitmeyi, edebini ve sünnetini yaşamayı nasip eylesin. Rabbimizden gözlerimizi onun mübarek cemalini görmek ile kulaklarımızı onun mübarek, tatlı hitabıyla, kalbimizi onun ilim ve irfanı ile ruhumuzu da pak ruhuna rabt eylesin.

Allah ve Resulü’nün nispet kokularının çağlayarak aktığı, kelimelere dökülüp coştuğu, sevgi ve muhabbete hasret gönüllerle buluştuğu Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nde Hâce Hazretleri’nin (Kuddise sırruhu) şahsiyeti, fikriyatı ve anlayışı üzerine on üçüncü yazımızı yazmak bizlere nasip oldu.

Çağdaş dünyanın ve onun aydınlanmaz aydınlarının yaydığı karanlıklara rağmen talip ve tabi olanların gönüllerinde ve dimağlarında hiç sönmeyecek Muhammedî nurun ateşini yakan, ölü kalpleri ihya eden, fikrî inkılâplarla değişimin ve gelişimin yolunu açan, insanın varlık âlemine gelişinden bu güne kadar doğru yola iletilen her risâlet, kemâlât ve velâyet sahibi yüce önderlerin ruhâniyetleri ile insanlığı buluşturan Hâce Hazretleri’nin (Kuddise sırruhu) sohbetini yapmak ve yazmak için siz değerli okuyucularımın her zamankinden daha fazla dualarına ve desteğine ihtiyacımın olduğunu bildirmek isterim. Onun şahsiyetine, anlayışına ve fikriyatına muhtaç olan her insana karşı buna vesile olmadaki nakisiyetimin mahcûbiyeti ve acziyetini de itiraf ederim.

Seyr-i sülûk mevzuu tasavvufun temelini teşkil eden bir konu olup kelime anlamı itibari ile takip edilecek usul, bir terbiye yoluna girip devam etme, tarikate devam etmedir. Şan ve şerefleri âlemi kuşatmış, insanlığı irşâd etmede bütün beklentileri aşmış Nakşibendî Saadat-ı Kiramı, seyr-i sülûku; “Ruhu maddeden temizlemek, Allah’tan (celle celalühu) başka her şeyden yüzünü çevirmektir. Bunu gerçekleştirmek için sünnete mutabaat, bidatlerden sakınma, azimet ile amel etme ve emrolunduğu üzere dosdoğru yaşamaktır.” diye tarif buyurmuşlardır. Nakşibendî Saadatları’nın sözleri şeriat, özleri de Kur’an ve hadisle yaşamaktan ibaret bir hakikattir.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) seyr-u sülûku tarif ederken “kün” emri şerifi ile başlayan bir hakikat olduğunu ifade eder. Hatta bundan öncesinin de var olduğunu ancak bunun insana bildirilmediğini, Hakk’ın ilminde saklı olduğunu söyler. İnsanın seyri buradan başlamış, adeta yarışa burada katılmıştır. Evvelde seyir, murad-ı ilahi olarak başlamıştır. Bir murad var, dolayısı ile bu muradın tahakkuku için altyapı oluşturulmuş, insanın yaratılışı ile bu proje hayata geçirilmiştir. Cenab-ı Hak bir ayeti kerimesinde “Her ecelin bir kitabı vardır.” (Rad–38) buyuruyor. Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) buradaki kitap ifadesini; kuralı, yasası, kanunu, nizamı, usulü, bir programı anlamında yorumlar. Yani her sonun bir kuralı, kaidesi, kanunu var. Öyleyse her sonun bir başı vardır. Başlamayan bir şey bitmez. Eceli, sonu olan ve kitapta yazılı olan bir şeyin evveli, başı da vardır ve o da bir kitapta yazılıdır. Kur’an ve Levh-i Mahfuz buna delildir. Cenab-ı Hak bazı ayeti kerimeler ile bunu bize bildirmiştir. Her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz Rabbimizin muradının, programının yazılı olduğu yerdir. Cenab-ı Peygamber (sallahu aleyhi ve sellem) bize bunlardan haber vermişlerdir.

Her insanın bir eceli olduğu gibi, hayvanatın, nebatatın, bitkilerin, canlı cansız ne varsa her mahlûkatın da eceli vardır. Her canlı ya da cansız bu varlıklar ancak “kün” emri ile bu seyre dâhil olmuşlardır. Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) insanın varlık âlemine evre evre gelişini, yaratılışını ve bu yaratılıştaki hikmetleri hep bu seyrin bir parçası, bir cüzü olarak görür. Âdem ismini özel bir isim olarak değil, ancak insanı tanımlamada kullanılan bir sıfat olarak açıklar. Âdem bir şahıs adı olmayıp bütün insanlığın adıdır. Bütün insanlığın çıktığı noktadır. Âdem insanlığın çıkış kaynağıdır. Yani o çıkış kaynağından şekillenerek insan ismini almıştır. Ademiyet bu projenin adıdır. Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) bu seyri evre evre tanımlarken, insan hangi noktada bilinçlenmişse o marifete ermişse Rabbini tanımışsa ona kulluğa başlamışsa kesret libasından sıyrılıp vahdet kapısını dövmeye başlamışsa seyr-i sülûkun oradan başladığını belirtir. İmanî hakikatler, imanın şubeleri bu noktada başlıyor. Taharet-i bâtıniyye (iç, kalb, gönül temizliği) buradan başlıyor ve gerekliliği buradan çıkıyor. Hitab-ı izzete mazhar olmak, ümmet-i Muhammed’den olma şerefini idrak etmek,Muhammedî ahlak ile ahlaklanmaya başlamak bu noktada gerçekleşiyor.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) bu noktadaki seyrin imanın kemali üzerine başladığını ve devam ettiğini ifade eder. Bu hakikatlerin anlaşılması ve yaşanması için, murad-ı ilahinin gerçekleşmesi için tasavvufi bir terbiyenin zorunluluğunu ve farziyetini bildirirler. İslam fıkhında bir farziyetin oluşması, tahakkuku için gerekli olan her şeyin farz oluşu nazar-ı dikkate alınmalıdır. Mesela namazın farz oluşu, gusulü, tahareti, abdesti ve setrü’l-avreti farz kılmaktadır. İnsan nasıl ki bir padişahın huzuruna saçını sakalını, kıyafetini düzeltmeden temizlenmeden ne konuşacağını hazırlamadan bilmeden çıkamazsa; âlemlerin padişahı olan Allahü Zülcelâl (celle celalühu) Hazretleri’nin huzuruna da bedeninin ve kalbinin taharetini yapmadan çıkamaz. Bu temizliklerin yapılması mecburidir. Hiçbiri bir diğerinden küçük görülemez. Bunların yokluğunda ya da eksikliğinde yine Rabbimizin bize öğrettiği şeyle ve şekilde bu temizliklerin yapılması gerekmektedir. Mesela; suyun yokluğunda toprakla teyemmüm etmek veya vücudumuzu örtecek derecede yeterli mesturemiz yoksa avret mahalleri kapanacak şekilde veya hiç olmadığı takdirde oturarak ibadetlerimizi yapmamız emredilmiştir. İnsanı kendi başına muhayyer bırakmamışlardır. Yukarıda Hâce Hazretleri’nin (Kuddise sırruhu) ifade buyurdukları örnekte olduğu gibi maksat namazdır. Namazdan da öte maksat başta ifade edilen o seyrin devamıdır. Allah ile olan seyrin, yakınlığın, yakîn dediğimiz o halin zedelenmemesi, zarar görmemesi, sekteye uğramaması için bütün hükümler asıl gaye için farz kılınmıştır. Namazı veya bu seyri engelleyecek hiçbir şeye müsaade etmemişler veya engelleri insana ve şartlara en uygun araçlarla aşmışlardır.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) insanın; ademiyetten insaniyete, insaniyetten hakikat-i Muhammediye’ye terfi edebilmesi, mutmain bir kalbe ulaşması, fenafillâh makamına ermesi, imanını o noktada tazelemesi, sanki Resûlün zamanına yetişmiş gibi imanını tazelemesinin farz olduğunu bildirir. Yani böyle kâmil bir imana sahip olmak, nefsi mutmaine sahip olmak kulluk için gereklidir. İmam-ı Gazâlî’nin İhyâsı’nda belirttiği gibi böyle bir seyir için, böyle bir iman için, böyle bir kulluk için ne gerekiyorsa farzdır. Bu tarikatsa tarikat, mürşitse mürşit, seyr-i sülûksa seyr-i sülûk.

İşte insan, Allahü Teâlâ (celle celalühu) ile yakîne ermek, geliştirmek istiyorsa; şuhuta (şehadete, müşahedeye) ermek istiyorsa; Hakk’ın ve hakikatin gerçek şahitlerinde olmak istiyorsa irfana ihtiyacı vardır. Yakîn ancak irfanla başlar. Yani irfanda en az yakîn kadar ilahi bir vasıftır, bir kavramdır. Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) meşhur Cibril Hadisi’nde irfanın kemalini bize mükemmel şekilde öğretmiştir. İrfanın kemali ihsanla açılmıştır. İhsan bulmadıkça irfan kemale ermez. İrfan tamam olmadıkça kişinin yakini tamam olmaz.

Kur’ân-ı Kerim’de “Ve sana yakîn gelinceye kadar (ölüm gelinceye kadar) Rabbine ibadet et.” (Hicr–99) buyruluyor. Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) ayeti kerimeyi; “Dünyadan kurtulup
gerçek hayata vasıl oluncaya kadar, yani vad-i ilahi açıklanıncaya kadar Rabbine ibadet et.” diye açıklar ve burada geçen yakîni (ölümü) bir çeşit yokluk, kişinin iflahı ve fenası olarak yorumlar.
İşte bu fenanın nihayetinde o yakin hâsıl olur ve kişi burada itimad ettiği, güvendiği, gönül verdiği, bel bağladığı her şeyden iflah olur. Yani ölümle bütün bunlardan ümidini keser, bütün bunları bırakır ve tek şeye yönelir. O da Rabbin cemâl-i bâ-kemâlidir. Onu O’ndan başka hiçbir şey mesul etmez, sevinç kaynağı olmaz. Onun için işte bu fena gelinceye kadar Allah’tan (celle celalühu) gayri her şeyden fani oluncaya kadar, iflah oluncaya kadar ibadetine, kulluğuna devam et. Ona olan itaatine devam et. Bilindiği üzere bu da ancak
irfanla mümkün olabilir. Yakîn kadar onu tetikleyecek şey de onu sağlayacak şey de en az onun kadar meşru olması lazımdır.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu); “kün” emri ile başlayan bu seyirde, seyrin bilincine varmayı, kâmil bir imana erme ve ihsan sırrı ile sanki O’nu görüyormuşçasına ibadet etmeyi bu yolculuğun safhaları olarak tarif eder. İnsan Rabbini unutsa da Rabbi ona kendini unutturmadan sonsuzluk kapısından içeri girmeyi, seyrini tamamlamayı öğretiyor. Seyrin bittiği noktada yeni bir seyir başlar ki o da Muhammedî bir ahlak ve anlayışla insanlara rehberlik yapmak ve onları da kendi gittiği yoldan Hakk’a vasıl etmektir. Daha önce bu yoldan vasıl olanlar gibi bu yolu sürekli olarak kıyamete kadar açık tutmaktır. Hâce Hazretleri’nin (Kuddise sırruhu) buyurduğu gibi: “Seyir amelde değildir, fiilde değildir. Amelsiz olmaz ama amelde de değildir. Amel, insanın bu seyrini teşvik eden, motive eden çabalamadır, gayrettir. Bu seyir anlayıştadır, şuurdadır, idraktedir, bilgidedir. Yani irfanın bu boyutlarındadır.”

Tasavvuf tarihinde çok defa görülmüştür ki kemâlatı çok büyük olan bazı evliyaullah tanınmamış, yeteri kadar kendilerinden istifade edilememiştir. Çünkü insanlar büyüklüğü çok ibadet etmede görmüşler o bakışla kâmil insanları tanımaya çalışmışlardır. Maharet keramette değil, kemâlattadır. Kemâlat da tekrar ifade edecek olursak anlayıştadır, huşudadır, şuurdadır, idraktedir, bilgidedir. Allahü Teâlâ (celle celalühu) ile birlikteliğin kesintisiz sürekliliğindedir. Zikrin çokluğundan ziyade kaliteli (huzurlu, ihlâslı, huşulu) oluşu, amelin çokluğundan ziyade ahlakın güzelliği esas alınmalıdır.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruhu) Kâinatın Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) miracının tüm insanlığa örnek bir seyir teşkil ettiğini ifade eder. Miraç iyi tetkik edilir, iyi anlaşılırsa insanın mirac-ı manevisi de kolay olur. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) miraca çıkmadan evvel bütün peygamberlere imam olarak iki rekât namaz kılmış ve miraca başlamıştır. Miracının her safhası ibadetlerin farz ve açılımından ziyade imani hakikatlerin ve irfanın açılmasına, açıklanmasına vesile olacak şekilde gelişmiştir. Miraç dönüşünde bizlere namazı hediye olarak getirmişlerdir. Çünkü namaz ve namazla ima edilen tüm ibadet ve taatler kulun yakîne erdiği kalp, sır, ruh, beden ve fikir gibi letaiflerinin birleştiği bir zemindir.

Canlı cansız her mahlûkun hayat içindeki seyri devam etmekte ve hızla menziline varmaktadır. İlahi muraddan habersiz ve gayesiz, Muhammedî bir anlayış ve nurdan nasipsiz seyrini tamamlayanlar neyi yıktığını, neyi zayi ettiğini bilmemektedir. Kendisine emanet edilen ve mahlûk olmayan iman gibi, aşk gibi, ilim gibi kıymetini dahi anlamaktan aciz olduğumuz bu değerleri zayi etmemek ancak ve ancak kâmil bir insan ile bu seyre bir an evvel başlamak ve bu seyri tamamlamak için mücadele, mücahede etmekle mümkündür. Unutulmamalıdır ki; Rabbimiz bu seyri bizim yapabileceğimiz ve onun rızasına ve hoşnutluğuna erebileceğimiz şekilde yaratmıştır. Kendi zatına ermede bizden daha fazla bizi arzulayan ve bunun için her türlü kolaylığı bize gösteren ve engelleri ortadan kaldıran bir Rabbimiz vardır. O asla zorlaştırmaz, daima kolaylaştırır. Zaman ve mekân kavramlarını aşarak ümmetinin kıyamete kadar her fiiline, her ameline şahitlik eden “Yüce Rehber”in yoluna mensup olmanın, onu sevebilmenin ve onun tarafından sevilebilmenin zenginliği ile bize miras bıraktığı Kur’ân’a, ehl-i beytine ve varisi ekmellerine tabi olarak bu seyir neticelenecektir. Allah nurunu tamamlayacaktır diye gelecek hakkında beklentisi olanların bu nurun tamamlanmakta olduğunun ne zaman farkına varacaklardır?

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’lâlemin. Ve sallallahu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

İnsanı yaratmakla kâinatı ve mahlûkatı şereflendiren, kendi sıfatlarının en önceli ile bize hayat veren, hayatı bizim için mânâlı kılan Allahu Teâlâ’ya (celle celeluhü) hamd olsun. Selât-u selâm insanları karanlıktan aydınlığa, cehalatten irfana, dalaletten hidayete, sefaletten huzur ve refaha, esaretten istiklale çıkaran ve hayat dediğimiz şeyin ancak kendisinden hayat bulduğu Resul-u Ekrem, Nebi-i Muhterem Efendimiz’e (Sallallahu aleyhi ve sellem), diğer Peygamber-i Zişan Efendilerimiz’e (Aleyhimüsselatü ve’s-selam), O’nun şanı, şerefi büyük Ehl-i Beyti’ne, Ashabına ve O’nun yolundan O’nun ahlakından zerre miskal ayrılmayan, onun davasını binlerce yıl sonra bile ilk günkü kadar taze, canlı ve heyecanlı tutan mürşid-i kâmillere olsun.

“Hayat ilimden öncedir. İnsan için de hayat diğer sıfatlardan öncedir. Hayat doğru anlaşılırsa, gayesi bilinirse, murad anlaşılır. İlim, bilgi hayattan neşet eder. Cenab-ı Hakk’ın “Hayat” sıfatı, “İlim” sıfatından kadimdir."

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) insanın en büyük sorumluluğunun bedeninde bir insanı taşımaya başlamasıyla başladığını ifade eder. Yani akıl bâliğ olarak tanımladığımız şey, artık insanın çoğalması için gerekli olgunluğa ermek olarak da söylenebilir. İnsanın ergenliğe ulaşması; niçin yaratıldığını, kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu anlayabilecek ve yorumlayıp hayatını yönlendirebilecek bir takım bedeni ve ruhi değerlere sahip olduğu anlamına gelir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) hayatı tarif ederken, insanı da aşan ve Hakk’a ait olan bu ifadenin de kaynağına inerek şöyle açıklar: “Hayat ilimden öncedir. İnsan için de hayat diğer sıfatlardan öncedir. Hayat doğru anlaşılırsa, gayesi bilinirse, murad anlaşılır. İlim, bilgi hayattan neşet eder. Cenab-ı Hakk’ın “Hayat” sıfatı, “İlim” sıfatından kadimdir." Görüldüğü gibi hayatı doğru tarif etmek doğru bir başlangıç olur. Tarif ederken de bize bahşedilen imanla bunu yapmak esastır. İman ise bir yönüyle Muhammedî bir anlayış, inanış ve yaşayıştır. İşte bu yaşayış hayatın mânâsıdır. Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) bir şiirlerinde;

Kâinatın aynasıyım,
Mademki ben bir insanın.
Hakk’ın varlık deryasıyım,
Mademki ben bir insanım...

buyurarak insanın mânâsını çözümlemektedir. Hayatı kendi kısır bakışımızla değil, Rabbimizin bize anlatmak istediği gibi bakmayı öğrenmeliyiz. Rabbimizi anlamanın en güzel yolu yaşamaktır, hayattır. Allah için yapılacak en güzel, en hayırlı amel yaşamaktır. O’nun istediği gibi, O’nunla birlikte… O’nun (celle celâluhu) hayat sıfatı ancak hayatta olmakla anlaşılır.

İnsan kendisinden bekleneni yerine getireceğim diye dünya ve ahiret hayatına çok ciddi zararlar verebilir. Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) hayatı bir diğer ifadeyle “Kendinden önce gelene uymak, onun izinden gitmektir.” diye de tarif eder. Böylece mânâlandırmak, zorunda olduğumuz ve bize yaşamımız boyunca ışık tutacak temel değerleri nasıl öğreneceğimizi gösterir. Çünkü bugünün insanı için bilgi sorunu yoktur. Hatta fazlası vardır. Ama bilinç sorunu vardır. Belki de tarihte hiç bu kadar insanlık bilgili olduğu kadar da bilinçsiz olmadı. Bize farz olan bir ibadette dahi eğer niyet etmezsek, yani niçin bu ibadeti yaptığımızı bilmezsek o ibadetin bizi götüreceği yeri göremezsek, kısacası bu ibadetin bilincinde değilsek en başa dönmemiz esastır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu)’nin buyurduğu gibi: “İyyake nestain’e erememişsek hemen İyyake na’budu’ya geri dön.”

Dünya hayatı insan için esarettir. Nefsinin, arzularının, beklentilerinin esiridir. Esaretten kurtulmanın yolu ise kâmil bir mürşiddir. Mürşid, insanı insan yapan değerlerle onu buluşturur. Bu değerler; kalp gibi, sır gibi, ruh gibi letaiflerdir. İnsanı esaretten kurtaracak bu letaifleri bugün kaç insan bilmektedir, merak etmektedir? Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) batı felsefesi ve uygarlığını sanal bir uygarlık olarak tarif eder. Çünkü onları sanal yapan şey yukarıda belirttiğimiz insanı insan yapan değerlerden yoksun olmasıdır. Asıl zillet, esarette iken kendisini özgür zannetmektir. Bunu da “Demokrasi” gibi bir takım tanımlamalarla ifade etmektir. Özgürlük, insanın kendi hesabına yaşamaktan kurtulup Allah’ın (celle celâluhu) kendisini gördüğünü bilerek yaşamasının neticesiyle elde edilir. Özgürlük, bilinçli bir şekilde Allah’a kul olmaktır. Kulluk ise Allah’a ihtiyaç duymak, muhtaciyetini ve ihtiyacını, onsuz olamayacağını bilerek yaşamaktır. Allah’ı her işine katmak, her şeyine yeterli olduğunu bilmek, yalnızca ona güvenmek ve ondan beklemektir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) hayatın kendisini salih amel olarak görür. Hayat, ona göre başlı başına bir zikirdir. Hemde zikr-i kesirdir(en büyük zikirdir). Zikr-i kesir huzurla O’nu anmaktır. O’nun (celle celâluhu) sohbetini çokça yapmaktır. Çünkü hayatın mânâsını anlamak murad-ı ilahidir. Sanki saklı bir hazinenin anahtarını bulmak gibidir.

hayatının talim, tatbik ve tebliğden ibaret olduğunu bildirir. O’na göre hayat; Hakk’ı tanımak için bir okuldur. O’nunla (celle celâluhu) dost olmanın O’nu anlamanın yeridir. Hayatı doğru anlamanın, algılamanın yolu ise vahdet-i küsût’tur. Yani her şeyde ve işte Rabbimizin muradını bulmaya veya anlamaya çalışmaktır. İnsanı değerli kılan, Allah’ın tercihi olmasıdır. Bunda kendisinin hiçbir dahli yoktur. Ashab-ı kiram efendilerimizi değerli kılan şey Kâinatın Efendisi ile olan yaşanmışlıklarıdır. Sonradan gelenler her ne kadar üstün sıfatlara ermiş olsalar da onlar gibi olamamışlardır. Bir insan için hayatı, Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) birlikte yaşamak kadar değerli bir şey olamaz. Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) hayatı; “Bir gönüle girmek” olarak tarif eder. O’da Efendimiz’in gönlüdür. Çünkü hayat olan, canlı olan tek yer orasıdır. “Allah ve Resulü sizi hayat veren şeylere çağırır…” ayetindeki tarif edilen yer Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gönlüdür.

Bugün o gönül, O’nun varisleri olan kâmil müşidlerin gönlüdür. Çünkü gönlündekini kendisinden sonra gelene aktardığı, onların da kendilerinden sonrakilere aktarmasıyla bize ulaşan bir gerçektir. Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) buluşacağımız has oda orasıdır. Orası mahrem odamızdır bizim.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) sık sık ihvanına “Bizim yaşamımız sevildiğimizi bilerek başlar. İlk öğreneceğimiz şey budur. Sevildiğini bilmek… Sorumluluğun da başlangıcı burasıdır.” diye tavsiyede bulunurlar. Şu zor ve sıkıntılı dünyada insanı hayata, yaşama davet eden ve yaşamını sürdürmeye yarayan şey aşk ve muhabbettir. O’nunla beraberliğin zevkine dalmaktır. Hâce Hazretleri sevgiden daha büyük bir ibadet görmez. İnsanın yaratılışı ise ibadet ve taat içindir. Öyleyse ibadet ve taat sevgi demektir. Sevgiyi öğrenmenin yolu ise yaşamaktır. Allah (celle celâluhu) için ölmeyi en efdal amel bilenler, birazda onun için yaşamayı denemeyi tercih etmelidirler.

Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün mescitte temiz giyimli ve nurani birisi sorar: “İslam nedir ya Resulullah?” Cevaben: “İslam; kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir.” buyurur. Şahıs tekrar “İman nedir ya Resulullah?” diye sorar. “Allah’a, Peygamberlere, kitaplara, meleklere, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’ dan geldiğine iman etmektir.” diye cevap verirler. Ve nihayet “İhsan nedir ya Resulullah?” diye üçüncü kez sorar. Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem): “Sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Bilesin ki O seni görür.” diye cevap verirlerken, o şahıs her seferinde Efendimiz’in cevaplarını tasdik etmişler ve sonra müsaade alarak gitmişlerdir. Efendimiz, o şahsın Cebrail olduğunu ve insanlara dinlerini öğretmek için bu şekilde geldiğini bildirmişlerdir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruhu) işte bu Hadis-i Şerifi insanın hayata bakışının, hayat içindeki seyrinin safhaları olarak görür. Yaratılış gayesini bilen insan İslam’ın şartlarını ifa ile hayatını şekillendirir. İslam’ın emirleri ile bedeninde güzel bir terbiye ve aydınlanma olur. İşte bu mekândaki amel ve sözler ona gece karanlığında bir yıldız gibi fayda verir. Bu emirlerle yoğrulan ve şekil alan insan artık iman ocağında, imanî hakikatler ile kalbini süsler. Rabbine hazırlar. Artık tek beklentisi mâşukudur. Onu davet eder. Onun yolunu gözler. Bu mekândaki amel ve sözler ise ona ay gibi aydınlık verir. Nihayet ihsan durağında birbirini gözleyen âşık ve mâşuk bir olur. Bu birliktelik insanın gönlünde ve ruhunda gerçekleşir. Bu mekândaki amel ve sözler insana güneşin faydası gibidir. Aydınlığı ve sıcaklığı mutlaktır.

İnsanı insan yapan değerlerden ruh; “Sanki O’nu görüyormuş gibi” ifadesinin, sır ise; “Bilesin ki O seni görür.” ifadesinin mekânıdır. İşte bu, insanın hayatında boşluk bırakmadan dolduran bir irşad metodudur. Bu “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” diye buyrulan Rahmanî bir irşad metodudur. Bir insanın ömrünün sonuna kadar, hiç bıkmadan, aşkla, şevkle hayatı yaşamadaki gayretinin sermayesidir. İslamî ve imanî hakikatleriöğrenerek, onları hayata geçirdikten sonra, onlarla ihsan sırrına ererek kendisinden  razı olunan kullar arasına katılmanın anahtarıdır.

Hayatın mânâsını bilen insan için onu korumak da ona sahip olmak kadar kıymetlidir. Hayatı doğru algılamamıza yarayan akıl, beden ve kalbimiz korunmaya muhtaç şeylerdir. Hâce
Hazretleri (kuddise sırruhu) aklımızı fikr-i sahih (Kur’an) ile bedenimizi helal rızık ile kalbimizi iman ve sevgi ile korumamızı tavsiye ederler.

Hayat; insanın oluşturduğu, kendi değerler manzumesinde doğru yaşamak değildir. Emrolunduğu gibi dosdoğru yaşamaktır. İnsandaki varlık ancak varlık sahnesinde terk edilir. Yani burada, hayatın içinde bu varlıktan geçilir. İman etmek ancak yaşanarak bu hayatın içinde anlaşılacak, kıymeti açığa çıkacak bir sıfattır. Hayatın içindeki her mümin, Allah’ın (celle celâluhu) birbirine hediyesidir. Her canlının insana bir hediye diye sunuluşunu görmek Muhammedî bir anlayış ve yaşayışın neticesidir.

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruhu) göre hayat bir davadır. O’nun davası aynı zamanda O’nun sevdasıdır. Sevdası da sermayesidir.

Bir yönü ile de hayatı “Nuh Tufanı”na benzetirler. Gemiye sığınanın kurtulacağı ve selamet bulacağı bir zaman dilimi olarak görür. O gemi insan-ı kâmillerdir. Dalalet tufanında dalgalara boyun eğmeyecek, sapasağlam limânâ varacak gemi bu gemidir. Bu gemi son gemidir. Bir şiirlerinde insanlığa şöyle seslenmektedir:


Gönül bahçesinin gülü solmadan,
Uyan gözlerim gafletten uyan.
Kâseyi ömrümüz isyan dolmadan,
Uyan ey gözlerim gafletten uyan...

Hâce Hazretleri (kuddise sirruhu) daha önce buyurmuşlardı ki; “Fiiller masumdur. Kerih görülen, günah sayılan şey gaflettir.” diye. En büyük günah, hatta tek günah gaflettir. Şiirindeki insanlığa çağrısı bundandır. Allah’a ve Resulü’ne minneti olanlar, bu çağrıya kulak versin. İslam adına kendi kurduğu ve yeterli gördüğü hayattan memnun olanlar, hayatını değiştirmeden, irşâd olmadan, davet edilen o gönüle girmeden bu dünya hayatını tamamlamasınlar. Bu hayat tevhidin söylendiği ve mânâsının idrakine varıldığı yerdir. İnsanın insanla tamamlandığı yerdir. İnsanın en sonunda insana vardığı yerdir.

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi rabbi’lâlemin. Ve sallallahu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort