JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 19 Haziran 2012 19:40

Hz. ZEYNEB binti CAHŞ (r.anha)

İMTİHAN KADINI
HZ. ZEYNEB BİNTİ CAHŞ

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) Resûlullah Efendimiz’in (sav) yedinci hanımıdır. İslâmiyeti ilk kabul eden hanım sahabelerden, Efendimiz’in (sav) hala kızı, ibadete düşkün oluşu ve cömertliğiyle meşhur, fakirlerin, gariplerin annesi diye anılan takva erlerindendir. Kendi el emeği ile geçinen, dikiş, nakış ve el işi yaparak kazandığı paraları fakirlere infak eden, sehâvet sahibi bir mücahide... Nikâhını Allahu Teâlâ’nın (cc) kıydığı bir bahtiyar... Fahri Kâinat Efendimiz’in (sav) ahirete göç eylemesinden sonra kendisine ilk kavuşan annemiz...

O, peygamberlikten yirmi sene önce Mekke’de doğdu. İlk iman edenlerden oldu. Asıl adı Berre idi. Resûli Ekrem (sav) onu Zeyneb olarak değiştirdi. Babası Beni Esad kabilesinden Burre olup annesi de Resûlullah Efendimiz’in (sav) halası Ümeyye binti Abdülmuttalib’dir. Abdullah İbni Cahş’ın (ra) kızkardeşidir.

O, ilk hicret edenler arasında yer alarak Mekke’den Medine’ye hicret etti. İlk muhacirlerden oldu. Fahri Kâinat Efendimiz (sav) onu evlâtlığı Hz. Zeyd İbni Hârise (ra) ile evlendirmeyi düşündü. Cahiliye devrinin yanlış âdetlerinden birisini daha yıkmak istedi. Kölelerin aşağılanmasını ortadan kaldırmak ve İslâmiyet’in insanları eşit saydığını göstermek üzere Hz. Zeyneb’e (ra) dünürcü olarak gitti. Bu evlilik Hz. Zeyneb’e (ra) ve kardeşine göre imkân dâhilinde değildi. Bunu içlerine sindiremediler. Hatta Hz. Zeyneb (ra) tavrını şu ifadeleriyle ortaya koydu: “Ya Resûlullah! Ben senin halanın kızıyım. Ona varmaya razı değilim. Ben Kureyşliyim.” dedi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ (cc) Ahzab sûresinden 36. âyeti kerîmeyi nâzil buyurdu. Meâlen: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) tekrar Resûlullah’a (sav) sordu: “Yâ Resûlullah sen, Zeyd ile evlenmemi istiyor musun?” dedi. Efendimiz de (sav) “Evet!” buyurdu. Bunun üzerine o: “Resûlullah’a âsî olamam.” dedi ve kabul etti. Hz. Zeyd b. Harise (ra) adına Peygamberimiz (sav) Hz. Zeyneb binti Cahş’a (ra) tayin ettiği mehir: On dinar altın, altmış dirhem gümüş, bir başörtüsü, bir çarşaf, bir gömlek, bir adet entari, elli müd erzak, on müd hurmadır.

Cahiliye devrinde bir zadegân (aristokrat) sınıfı bir de köle sınıfı vardı. Bunlar arasında cereyan eden muamelelerde, bu ayrılık bütün hatları ile ortaya çıkardı. İslamiyet tedrici bir usulle, insanları fikren ve ahlaken yükselterek, bu telakkiyi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Kureyş kabilesinden ve Efendimiz’in (sav) yakın akrabasından bulunan Hz. Zeyneb (ra) ile Hz. Zeyd’in (ra) evlenmelerinde Resûlü Ekrem Efendimiz’in (sav) ısrarını, İslamiyet’in “eşitlik” kaidesini hayata tatbik etmesindeki titizliğe bağlamak gerekir.

Hz. Zeyd (ra) ile Hz. Zeyneb (ra)  artık evlenmiş bulunuyorlardı. Günler ilerliyor fakat aralarında tam bir sevgi ve anlayış hâkim olamamaktaydı. Hz. Zeyneb’in (ra) gönlündeki gizli isteksizlik zaman zaman açığa çıkmaktaydı. Hz. Zeyneb’in (ra) bu soğuk duruşu Hz. Zeyd’i (ra) düşündürmekte idi. Evlilik onlara rahatlık getirmedi, geçimsizlikleri arttı. Bu beraberliğin uzun ömürlü olamayacağını sezen Hz. Zeyd İbni Hârise (ra) durumu Fahri Kâinat Efendimiz’e (sav) açma zaruretini duydu ve Efendimiz’e (sav) gelerek: “Ya Resûlullah! Ben ailemden ayrılmak istiyorum.” dedi. Peygamberimiz (sav) Hz. Zeyd’e (ra) “Sen O’ndan niçin ayrılacaksın? Yoksa kendisinde şüpheleneceğin bir şey mi gördün?” diye sordu. Hz. Zeyd b. Harise (ra): “Hayır vallahi Ya Resûlullah! Ben ondan şüphelenebileceğim bir şey görmüş değilim. Ondan hayırdan başka bir şey görmedim. Fakat o kendisini şerefçe üstün görüyor bana karşı hep büyükleniyor ve dili ile beni hep üzüp duruyor. Kendisi dayanılamayacak kadar hırçın huylu.” diyerek boşamak istediğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (sav): “Tut onu boşama! Allah’tan kork!” buyurdu. Hâlbuki Peygamberimiz (sav) Hz. Zeyd’e  (ra) bunu söylediği zaman onun Hz. Zeyneb’i (ra) muhakkak boşayacağını ve iddeti dolduktan sonra da onun kendisine zevce olacağını biliyordu. Allah (cc) tarafından kendisine böyle haber verilmiş bulunuyordu, fakat münafık halkın “Muhammed, evlatlığının boşadığı karısı ile evlendi.” diyerek, yaygara koparmalarından çekinerek, bunu kalbinde gizli tutuyordu.

Hz. Zeyd (ra) nikâh akdini bozmak zorunda kaldı. Hz. Zeyneb’i (ra) boşadı. Cahiliye devri geleneğine göre, bir kimse birisini evlat edinirse, halk evlatlığı onun adıyla anar, evlatlık öz oğul gibi, o kimsenin mirasından da yararlanırdı. Bir kimse evlâtlığının hanımı ile evlenemezdi. Allah Teâlâ (cc) bu yanlış anlayışların, batıl âdetlerin kalkmasını murad etti. Çok geçmeden vahyini indirdi. Ahzab sûresinin; 4 ve 5. ayetleriyle bu konuyu açıklığa kavuşturdu. Şöyle ki: Meâlen: “Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu, sizin ağızlarınızdaki lafınızdır. Allah, hakkı söyler ve O, doğru yolu gösterir. Onları babalarına nispetle çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” Bu ayetler nazil olunca azâd edilmiş köleler ve evlâtlıklar, öz babalarının adıyla anılmaya başlandı. Öz babası bilinmeyenler de eski efendilerinin dostu ve din kardeşi oldular.

Aradan bir zaman geçti. Daha sonra da ayet, bu konudaki endişeleri açıklayan hükmü bildirdi. Allah Teâlâ (cc) Ahzab suresi: 37-40. ayetlerini inzal buyurdu. Meâlen: “(Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Vahiy tamam olunca Efendimiz (sav): “Kim gidip Zeyneb’e Allah’ın (cc) onu gökte bana nikâhladığını müjdeler?” buyurdu ve gelen ayeti kerimeleri okudu. Hz. Âişe (ra) annemiz bu ayetleri duyduğu zaman: “İşlerin en büyüğü en faziletlisi ona nasib olmuş ve Allah (cc) onu gökte Resûlü’ne nikâhlamıştır. Zeyneb, bize karşı bununla iftihar edecek, öğünecektir.” dedi.

Enes b. Malik der ki: “Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) Hz. Zeyd’den (ra) boşandıktan sonra iddeti tamamlanınca Resûlullah Efendimiz (sav) Hz. Zeyd’e (ra); “Kendime senden daha emniyetli bir kimse bulamadım. Zeyneb’e git O’na benim için dünürlük et.” buyurdu. Hz. Zeyd söyleneni yaptı ve Hz. Zeyneb’e (ra) gidip Peygamberimizin (sav) isteğini bildirdi. Hz. Zeyneb bu duruma çok sevindi. Hz. Zeyneb (ra): “Ben Rabbime danışmadan bir şey yapmam dedi ve namaz kıldı, ardından şu duayı yaptı: ‘Allah’ım! Resûlün beni istiyor. Layık isem beni O’na zevce kıl!’ Hz. Zeyneb Peygamberimiz (sav) ile evleneceğine çok sevindi ve Allah’a (cc) şükür secdesi yaptı. Allah rızası için iki ay oruç tutmayı adadı ve hatta Allah (cc) tarafından nikâhlandığını müjdeleyene ziynetlerini bahşiş olarak verdiği de rivayet edilir.

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) ile iki Cihan Güneşi Efendimiz (sav), hicretin beşinci senesinde evlendi. O sırada Hz. Zeyneb (ra) annemiz otuz beş yaşlarında idi. Yüce Allah’ın (cc) emriyle nikâh yapıldığı için, Hz Zeyneb’in (ra) nikâh akdine mehir de verilmemiştir. Enes b. Malik (ra) der ki: “Resûlullah Efendimiz (sav) olağanüstü bir düğün ziyafeti verdi. Enes b. Malik’in (ra) annesi Ümmü Süleym (ra) o gün Medine hurmasını yağ ile karıştırarak özel bir yemek yaptı. “Hays” adı verilen bu yemeği Enes b. Malik (ra) ile birlikte Efendimiz’e (sav) gönderdi. Yemek iki kişiye zor yeterdi. Ama Allah (cc) di-lerse bir orduya yetirirdi. Enes b. Malik (ra) o zamana kadar hiç görmediği bir manzara ile karşılaştı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) ona: “Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi çağır” dedi. O hayretler içerisinde gitti çağırdı. Efendimiz tekrar Enes b.Malik’e (ra): “Mescidde kim varsa, yolda kimi görürsen davet et!” buyurdu. Enes b.Malik (ra) büsbütün şaşırdı. Bu kadar yemek kime yetecek diye kendi kendine düşündü. Ama emre uyarak dışarı çıktı. Kimi gördü ise düğün yemeğine çağırdı. Ulaşılabilen ashabın hepsi grup grup gelmeye başladı. Habibi Kibriya Efendimiz (sav)  yemek kabını ortaya koydu. Bereketlenmesi için dua etti ve: ‘Onar onar sofraya otursunlar ve herkes önünden yesin.’ buyurdular. Çağırılan herkes o yemekten doyasıya yedi. Enes b. Malik (ra) diyor ki: ‘Yedikçe kaptaki yemek çoğalıyordu. Adetâ alttan kaynıyordu. Davetlilerin hepsi yedi ve doydu. Getirdiğim yemek aynen ortada idi.’ Resûli Ekrem (sav) bana: ‘Yâ Enes! Tabağı kaldır.’ buyurdu. Tabağı zevcesinin yanına koydum ve annemin yanına döndüm. Gördüklerimi hayretler içerisinde anneme anlattım. Annem bana, ‘Hayret etme, Cenâbı Hak (cc) o yemekten bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyardı.’ diyerek bunun bir mûcize olduğunu söyledi.”

Hz. Zeyneb (ra) annemizin düğün ziyafeti hicab ayetlerinin nüzulüne de vesile oldu. Davetliler yemekten sonra kalkıp gitmişti. Üç kişi vardi ki, onlar oturmuş çene çalıyorlardı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) onların kalkıp gitmesi için odaya girip çıkıyordu. Fakat onlar bu hareketten anlamıyorlardı. Efendimiz (sav) annelerimizin odalarını ayrı ayrı dolaştı geldi yine onlar konuşuyordu. Can sıkıcı bu hadise üzerine Allahu Teâlâ (cc) Ahzab Sûresi: 53. ayeti celileyi nâzil buyurdu. Meâlen: “Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe dâvet olunmadan vaktine de bakmadan girmeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamberi üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra O’nun hanımlarını nikâhlamanız aslâ câiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.”

O günden itibaren Resûli Ekrem Efendimizin (sav) aileleri, mü’minlerin anneleri, perde arkasına çekildiler. Kıyamete kadar gelecek İslâm hanımefendilerine örnek teşkil ettiler. İnsanlık haysiyet ve şerefini böyle muhafaza ettiler. İffet timsali nezih bir hayat sürdüler. Gözler ve gönüller İslam’ın bu güzellikleriyle huzur ve sükûn buldu. İnsanlık bu ölçülerle mutlu oldu. İnsan kıymeti ancak bu şekilde bilindi. İnsan insanlığının şerefine erdi. Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) annemiz ibadete düşkün, takva sahibiydi. Çokça nâfile namaz kılar, nafile oruç tutardı. Resûli Ekrem Efendimiz (sav) bir gün mescitte iki direk arasında bağlı bir ip gördü. “Bu ip nedir?” diye sordu. Ashâbı Kiram da: “Hz. Zeyneb annemizin.” dediler. Namazda ayakta durmaktan yorulunca bu ipe tutunur diye ilâve ettiler. Fahri Kâinat Efendimiz (sav) bu hareketten pek hoşlanmadı. Bunun üzerine: “İbadette böyle güçlüğe girilmez. Bu ipi çözünüz. Sizler zinde oldukça ayakta kılın.” buyurdular.

O, vefâkâr bir hanımefendiydi. Hakkı teslim ederdi. Dürüstlükten ayrılmazdı. Bir gün, münâfıklar Hz. Aişe (ra)  annemize iftira atmışlardı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) bu konuda Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali’nin (ra) fikirlerini sordu. Bu arada Hz. Zeyneb (ra) annemizin de görüşünü almak istedi. Bunun üzerine Hz. Zeyneb (ra) annemiz bütün insanlığa örnek olacak şu cevabı verdi: “Ya Resûlullah! Ben işitmediğimi işittim demekten, görmediğimi gördüm demekten kendimi korurum. Onun hakkında vallahi hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” dedi. Bu cevap hem Habibi Ekrem Efendimiz’i (sav) hem de Hz. Âişe (ra) annemizi çok sevindirdi.

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) annemizin en bâriz vasıflarından biri de cömertliği idi. O, dünya malına önem vermezdi. Kendi el emeği ile geçinirdi. Dikiş ve el işi yapardı. Deri tabaklar, onları diker ve deri eşyalar üretip satardı. Elde ettiği kazancı Allah (cc) yolunda fakir ve yoksullara dağıtırdı. Ömrü boyunca sehavet üzere yaşadı. İnfak etmek onun için büyük bir zevki idi. Hz. Âişe (ra) onun cömertliği hakkında şöyle der: “Ben, dini yaşama konusunda Hz. Zeyneb’ten daha hayırlı, ondan daha çok Allah’tan (cc) korkan, ondan daha doğru sözlü, akraba hakkını ondan daha çok gözeten, Allah’ın (cc) rızasını kazanabilmek için fakirlere ondan daha çok sadaka veren bir kadın görmedim.” Yine onun cömertliğini ortaya koyan bir örnek de şudur:

Hz. Ömer (ra) sahabelere hazineden maaş bağlamıştı. Hz. Zeyneb (ra) annemize de bağladığı maaşı gönderdi. Hz. Zeyneb (ra) annemiz bu kadar çok parayı görünce şaşırdı ve: “Allah (cc) Ömer’i affetsin. Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun içinde mi?” diye sordu. Parayı getirenler: “Hayır! Bunların hepsi senindir.” dediler. Bunun üzerine O: “Subhanallah!” diyerek örtüsü ile yüzünü kapadı ve hizmetçisine: “Elini sok, o paradan bir avuç al, falan oğullarına götür. Bir avuç al, filana ver.” diyerek akrabasına ve kimsesizlere dağıttı. Örtünün altında avuçlayacak bir şey kalmadı. Hizmetçisi: “Ey mü’minlerin annesi! Allah (cc) sizi affetsin. Bunda bizim de payımız var.” dedi. Bu söz üzerine Hz. Zeyneb (ra) annemiz örtünün altında kalanlar da senin olsun dedi ve gelen paranın hepsini dağıttı.

Hz. Ömer (ra) annemizin bu davranışından haberdar olunca bin dirhem daha getirdi. Onun kapısında durdu, selâm verdi ve “Gönderdiğim parayı dağıttığını duydum. Bari bunları elinde tut.” dedi. Hz. Zeyneb (ra) o parayı da ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Üstelik ellerini açtı ve bütün samimiyetiyle şöyle duâ etti. “Allah’ım! Bundan sonra beni Ömer’in ihsanını almaya eriştirme. Çünkü bu dünya malı bir fitnedir” dedi.

Kanaat ve cömertlik büyük bir hazine idi. Fakiri, yoksulu sevindirmek iki cihan saâdetini elde etmektir. Vermek, infak etmek, dağıtmak onun en büyük zevkiydi. Bu yüce hasletlerinden dolayı O, Fahri Kâinat Efendimiz’e (sav) vefatından sonra ilk kavuşan annemiz oldu. Peygamberiz’in: “Bana en önce kavuşacak olanınız kolu uzun olanınızdır.” hikmetli sözünün muhatabı olarak anıldı. Kolu uzun olmak cömertlikten kinaye olarak söylenmişti.

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) vâlidemizin yapmış olduğu samimi duası Allah (cc) katında kabul buyuruldu ve hicretin 20. yılında 53 yaşında iken Medine’de vefat etti. Bir daha maaş alamadı. Cenâze namazını Hz. Ömer (ra) kıldırdı. Cennetü’l-Bakî kabristanlığına defnedildi.

Cenâbı Hak şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Yararlanılan Kaynaklar
Hilal Kara, Abdullah Kara, Cennetle Müjdelenen Hanımlar, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007
Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul,
M. Asım Köksal, İslam Tarihi 3-4. Cilt Işık Yayınları, İstanbul, 2008.
M. Yusuf Kandehlevi, Çeviren: Ali Arslan. Hayâtü’s-Sahabe, Merve Yayınları, İstanbul
Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, İstanbul 2009

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) Resûlullah Efendimiz’in (sav) yedinci hanımıdır. İslâmiyeti ilk kabul eden hanım sahabelerden, Efendimiz’in (sav) hala kızı, ibadete düşkün oluşu ve cömertliğiyle meşhur, fakirlerin, gariplerin annesi diye anılan takva erlerindendir. Kendi el emeği ile geçinen, dikiş, nakış ve el işi yaparak kazandığı para-ları fakirlere infak eden, sehâvet sahibi bir mücahide... Nikâhını Allahu Teâlâ’nın (cc) kıydığı bir bahtiyar... Fahri Kâinat Efendimiz’in (sav) ahirete göç eylemesinden sonra kendisine ilk kavuşan annemiz...

O, peygamberlikten yirmi sene önce Mekke’de doğdu. İlk iman edenlerden oldu. Asıl adı Berre idi. Resûli Ekrem (sav) onu Zeyneb olarak değiştirdi. Babası Beni Esad kabilesinden Burre olup annesi de Resûlullah Efendimiz’in (sav) halası Ümeyye binti Abdülmuttalib’dir. Abdullah İbni Cahş’ın (ra) kızkardeşidir.

O, ilk hicret edenler arasında yer alarak Mekke’den Medine’ye hicret etti. İlk muhacirlerden oldu. Fahri Kâinat Efendimiz (sav) onu evlâtlığı Hz. Zeyd İbni Hârise (ra) ile evlendirmeyi düşündü. Cahiliye devrinin yanlış âdetlerinden birisini daha yıkmak istedi. Kölelerin aşağılanmasını ortadan kaldırmak ve İslâmiyet’in insanları eşit saydığını göstermek üzere Hz. Zeyneb’e (ra) dünürcü olarak gitti. Bu evlilik Hz. Zeyneb’e (ra) ve kardeşine göre imkân dâhilinde değildi. Bunu içlerine sindiremediler. Hatta Hz. Zeyneb (ra) tavrını şu ifadeleriyle ortaya koydu: “Ya Resûlullah! Ben senin halanın kızıyım. Ona varmaya razı değilim. Ben Kureyşliyim.” dedi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ (cc) Ahzab sûresinden 36. âyeti kerîmeyi nâzil buyurdu. Meâlen: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) tekrar Resûlullah’a (sav) sordu: “Yâ Resûlullah sen, Zeyd ile evlenmemi istiyor musun?” dedi. Efendimiz de (sav) “Evet!” buyurdu. Bunun üzerine o: “Resûlullah’a âsî olamam.” dedi ve kabul etti. Hz. Zeyd b. Harise (ra) adına Peygamberimiz (sav) Hz. Zeyneb binti Cahş’a (ra) tayin ettiği mehir: On dinar altın, altmış dirhem gümüş, bir başörtüsü, bir çarşaf, bir gömlek, bir adet entari, elli müd erzak, on müd hurmadır.

Cahiliye devrinde bir zadegân (aristokrat) sınıfı bir de köle sınıfı vardı. Bunlar arasında cereyan eden muamelelerde, bu ayrılık bütün hatları ile ortaya çıkardı. İslamiyet tedrici bir usulle, insanları fikren ve ahlaken yükselterek, bu telakkiyi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Kureyş kabilesinden ve Efendimiz’in (sav) yakın akrabasından bulunan Hz. Zeyneb (ra) ile Hz. Zeyd’in (ra) evlenmelerinde Resûlü Ekrem Efendimiz’in (sav) ısrarını, İslamiyet’in “eşitlik” kaidesini hayata tatbik etmesindeki titizliğe bağlamak gerekir.

Hz. Zeyd (ra) ile Hz. Zeyneb (ra)  artık evlenmiş bulunuyorlardı. Günler ilerliyor fakat aralarında tam bir sevgi ve anlayış hâkim olamamaktaydı. Hz. Zeyneb’in (ra) gönlündeki gizli isteksizlik zaman zaman açığa çıkmaktaydı. Hz. Zeyneb’in (ra) bu soğuk duruşu Hz. Zeyd’i (ra) düşündürmekte idi. Evlilik onlara rahatlık getirmedi, geçimsizlikleri arttı. Bu beraberliğin uzun ömürlü olamayacağını sezen Hz. Zeyd İbni Hârise (ra) durumu Fahri Kâinat Efendimiz’e (sav) açma zaruretini duydu ve Efendimiz’e (sav) gelerek: “Ya Resûlullah! Ben ailemden ayrılmak istiyorum.” dedi. Peygamberimiz (sav) Hz. Zeyd’e (ra) “Sen O’ndan niçin ayrılacaksın? Yoksa kendisinde şüpheleneceğin bir şey mi gördün?” diye sordu. Hz. Zeyd b. Harise (ra): “Hayır vallahi Ya Resûlullah! Ben ondan şüphelenebileceğim bir şey görmüş değilim. Ondan hayırdan başka bir şey görmedim. Fakat o kendisini şerefçe üstün görüyor bana karşı hep büyükleniyor ve dili ile beni hep üzüp duruyor. Kendisi dayanılama-yacak kadar hırçın huylu.” diyerek boşamak istediğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (sav): “Tut onu boşama! Allah’tan kork!” buyurdu. Hâlbuki Peygamberimiz (sav) Hz. Zeyd’e  (ra) bunu söylediği zaman onun Hz. Zeyneb’i (ra) muhakkak boşayacağını ve iddeti dolduktan sonra da onun kendisine zevce olacağını biliyordu. Allah (cc) tarafından kendisine böyle haber verilmiş bulunuyordu, fakat münafık halkın “Muhammed, evlatlığının boşadığı karısı ile evlendi.” diyerek, yaygara koparmalarından çekinerek, bunu kalbinde gizli tutuyordu.

Hz. Zeyd (ra) nikâh akdini bozmak zorunda kaldı. Hz. Zeyneb’i (ra) boşadı. Cahiliye devri geleneğine göre, bir kimse birisini evlat edinirse, halk evlatlığı onun adıyla anar, evlatlık öz oğul gibi, o kimsenin mirasından da yararlanırdı. Bir kimse evlâtlığının hanımı ile evlenemezdi. Allah Teâlâ (cc) bu yanlış anlayışların, batıl âdetlerin kalkmasını murad etti. Çok geçmeden vahyini indirdi. Ahzab sûresinin; 4 ve 5. ayetleriyle bu konuyu açıklığa kavuşturdu. Şöyle ki: Meâlen: “Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu, sizin ağızlarınızdaki lafınızdır. Allah, hakkı söyler ve O, doğru yolu gösterir. Onları babalarına nispetle çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmi- yorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” Bu ayetler nazil olunca azâd edilmiş köleler ve evlâtlıklar, öz babalarının adıyla anılmaya başlandı. Öz babası bilinmeyenler de eski efendilerinin dostu ve din kardeşi oldular.

Aradan bir zaman geçti. Daha sonra da ayet, bu konudaki endişeleri açıklayan hükmü bildirdi. Allah Teâlâ (cc) Ahzab suresi: 37-40. ayetlerini inzal buyurdu. Meâlen: “(Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut,      Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Vahiy tamam olunca Efendimiz (sav): “Kim gidip Zeyneb’e       Allah’ın (cc) onu gökte bana nikâhladığını müjdeler?” buyurdu ve gelen ayeti kerimeleri okudu. Hz. Âişe (ra) annemiz bu ayetleri duyduğu zaman: “İşlerin en büyüğü en faziletlisi ona nasib olmuş ve Allah (cc) onu gökte Resûlü’ne nikâhlamıştır. Zeyneb, bize karşı bununla iftihar edecek, öğünecektir.” dedi.

Enes b. Malik der ki: “Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) Hz. Zeyd’den (ra) boşandıktan sonra iddeti tamamlanınca Resûlullah Efendimiz (sav) Hz. Zeyd’e (ra); “Kendime senden daha emniyetli bir kimse bulamadım. Zeyneb’e git O’na benim için dünürlük et.” buyurdu. Hz. Zeyd söyleneni yaptı ve Hz. Zeyneb’e (ra) gidip Peygamberimizin (sav) isteğini bildirdi. Hz. Zeyneb bu duruma çok sevindi. Hz. Zeyneb (ra): “Ben Rabbime danışmadan bir şey yapmam dedi ve namaz kıldı, ardından şu duayı yaptı: ‘Allah’ım! Resûlün beni istiyor. Layık isem beni O’na zevce kıl!’ Hz. Zeyneb Peygamberimiz (sav) ile evleneceğine çok sevindi ve Allah’a (cc) şükür secdesi yaptı. Allah rızası için iki ay oruç tutmayı adadı ve hatta Allah (cc) tarafından nikâhlandığını müjdeleyene ziynetlerini bahşiş olarak verdiği de rivayet edilir.

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) ile iki Cihan Güneşi Efendimiz (sav), hicretin beşinci senesinde evlendi. O sırada Hz. Zeyneb (ra) annemiz otuz beş yaşlarında idi. Yüce Allah’ın (cc) emriyle nikâh yapıldığı için, Hz Zeyneb’in (ra) nikâh akdine mehir de verilmemiştir. Enes b. Malik (ra) der ki: “Resûlullah Efendimiz (sav) olağanüstü bir düğün ziyafeti verdi. Enes b. Malik’in (ra) annesi Ümmü Süleym (ra) o gün Medine hurmasını yağ ile karıştırarak özel bir yemek yaptı. “Hays” adı verilen bu yemeği Enes b. Malik (ra) ile birlikte Efendimiz’e (sav) gönderdi. Yemek iki kişiye zor yeterdi. Ama Allah (cc) di-lerse bir orduya yetirirdi. Enes b. Malik (ra) o zamana kadar hiç görmediği bir manzara ile karşılaştı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) ona: “Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi çağır” dedi. O hayretler içerisinde gitti çağırdı. Efendimiz tekrar Enes b.Malik’e (ra): “Mescidde kim varsa, yolda kimi görürsen davet et!” buyurdu. Enes b.Malik (ra) büsbütün şaşırdı. Bu kadar yemek kime yetecek diye kendi kendine düşündü. Ama emre uyarak dışarı çıktı. Kimi gördü ise düğün yemeğine çağırdı. Ulaşılabilen ashabın hepsi grup grup gelmeye başladı. Habibi Kibriya Efendimiz (sav)  yemek kabını ortaya koydu. Bereketlenmesi için dua etti ve: ‘Onar onar sofraya otursunlar ve herkes önünden yesin.’ buyurdular. Çağırılan herkes o yemekten doyasıya yedi. Enes b. Malik (ra) diyor ki: ‘Yedikçe kaptaki yemek çoğalıyordu. Adetâ alttan kaynıyordu. Davetlilerin hepsi yedi ve doydu. Getirdiğim yemek aynen ortada idi.’ Resûli Ekrem (sav) bana: ‘Yâ Enes! Tabağı kaldır.’ buyurdu. Tabağı zevcesinin yanına koydum ve annemin yanına döndüm. Gördükle-rimi hayretler içerisinde anneme anlattım. Annem bana, ‘Hayret etme, Cenâbı Hak (cc) o yemekten bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyardı.’ diyerek bunun bir mûcize olduğunu söyledi.”

Hz. Zeyneb (ra) annemizin düğün ziyafeti hicab ayetlerinin nüzulüne de vesile oldu. Davetliler yemekten sonra kalkıp gitmişti. Üç kişi vardi ki, onlar oturmuş çene çalıyorlardı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) onların kalkıp gitmesi için odaya girip çıkıyordu. Fakat onlar bu hareketten anlamıyorlardı. Efendimiz (sav) annelerimizin odalarını ayrı ayrı dolaştı geldi yine onlar konuşuyordu. Can sıkıcı bu hadise üzerine Allahu Teâlâ (cc) Ahzab Sûresi: 53. ayeti celileyi nâzil buyurdu. Meâlen: “Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe dâvet olunmadan vaktine de bakmadan girmeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamberi üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra O’nun hanımlarını nikâhlamanız aslâ câiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.”

O günden itibaren Resûli Ekrem Efendimizin (sav) aileleri, mü’minlerin anneleri, perde arkasına çekildiler. Kıyamete kadar gelecek İslâm hanımefendilerine örnek teşkil ettiler. İnsanlık haysiyet ve şerefini böyle muhafaza ettiler. İffet timsali nezih bir hayat sürdüler. Gözler ve gönüller İslam’ın bu güzellikleriyle huzur ve sükûn buldu. İnsanlık bu ölçülerle mutlu oldu. İnsan kıymeti ancak bu şekilde bilindi. İnsan insanlığının şerefine erdi. Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) annemiz ibadete düşkün, takva sahibiydi. Çokça nâfile namaz kılar, nafile oruç tutardı. Resûli Ekrem Efendimiz (sav) bir gün mescitte iki direk arasında bağlı bir ip gördü. “Bu ip nedir?” diye sordu. Ashâbı Kiram da: “Hz. Zeyneb annemizin.” dediler. Namazda ayakta durmaktan yorulunca bu ipe tutunur diye ilâve ettiler. Fahri Kâinat Efendimiz (sav) bu hareketten pek hoşlanmadı. Bunun üzerine: “İbadette böyle güçlüğe girilmez. Bu ipi çözünüz. Sizler zinde oldukça ayakta kılın.” buyurdular.

O, vefâkâr bir hanımefendiydi. Hakkı teslim eder-di. Dürüstlükten ayrılmazdı. Bir gün, münâfıklar Hz. Aişe (ra)  annemize iftira atmışlardı. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) bu konuda Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali’nin (ra) fikirlerini sordu. Bu arada Hz. Zeyneb (ra) annemizin de görüşünü almak istedi. Bunun üzerine Hz. Zeyneb (ra) annemiz bütün insanlığa örnek olacak şu cevabı verdi: “Ya Resûlullah! Ben işitmediğimi işittim demekten, görmediğimi gördüm demekten kendimi korurum. Onun hakkında vallahi hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” dedi. Bu cevap hem Habibi Ekrem Efendimiz’i (sav) hem de Hz. Âişe (ra) annemizi çok sevindirdi.

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) annemizin en bâriz vasıflarından biri de cömertliği idi. O, dünya malına önem vermezdi. Kendi el emeği ile geçinirdi. Dikiş ve el işi yapardı. Deri tabaklar, onları diker ve deri eşyalar üretip satardı. Elde ettiği kazancı Allah (cc) yolunda fakir ve yoksullara dağıtırdı. Ömrü boyunca sehavet üzere yaşadı. İnfak etmek onun için büyük bir zevki idi. Hz. Âişe (ra) onun cömertliği hakkında şöyle der: “Ben, dini yaşama konusunda Hz. Zeyneb’ten daha hayırlı, ondan daha çok Allah’tan (cc) korkan, ondan daha doğru sözlü, akraba hakkını ondan daha çok gözeten, Allah’ın (cc) rızasını kazanabilmek için fakirlere ondan daha çok sadaka veren bir kadın görmedim.” Yine onun cömertliğini ortaya koyan bir örnek de şudur:

Hz. Ömer (ra) sahabelere hazineden maaş bağlamıştı. Hz. Zeyneb (ra) annemize de bağladığı maaşı gönderdi. Hz. Zeyneb (ra) annemiz bu kadar çok parayı görünce şaşırdı ve: “Allah (cc) Ömer’i affetsin. Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun içinde mi?” diye sordu. Parayı getirenler: “Hayır! Bunların hepsi senindir.” dediler. Bunun üzerine O: “Subhanallah!” diyerek örtüsü ile yüzünü kapadı ve hizmetçisine: “Elini sok, o paradan bir avuç al, falan oğullarına götür. Bir avuç al, filana ver.” diyerek akrabasına ve kimsesizlere dağıttı. Örtünün altında avuçlayacak bir şey kalmadı. Hizmetçisi: “Ey mü’minlerin annesi! Allah (cc) sizi affetsin. Bunda bizim de payımız var.” dedi. Bu söz üzerine Hz. Zeyneb (ra) annemiz örtünün altında kalanlar da senin olsun dedi ve gelen paranın hepsini dağıttı.

Hz. Ömer (ra) annemizin bu davranışından haberdar olunca bin dirhem daha getirdi. Onun kapısında durdu, selâm verdi ve “Gönderdiğim parayı dağıttığını duydum. Bari bunları elinde tut.” dedi. Hz. Zeyneb (ra) o parayı da ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Üstelik ellerini açtı ve bütün samimiyetiyle şöyle duâ etti. “Allah’ım! Bundan sonra beni Ömer’in ihsanını almaya eriştirme. Çünkü bu dünya malı bir fitnedir” dedi.
Kanaat ve cömertlik büyük bir hazine idi. Fakiri, yoksulu sevindirmek iki cihan saâdetini elde etmektir. Vermek, infak etmek, dağıtmak onun en büyük zevkiydi. Bu yüce hasletlerinden dolayı O, Fahri Kâinat Efendimiz’e (sav) vefatından sonra ilk kavuşan annemiz oldu. Peygamberiz’in: “Bana en önce kavuşacak olanınız kolu uzun olanınızdır.” hikmetli sözünün muhatabı olarak anıldı. Kolu uzun olmak cömertlikten kinaye olarak söylenmişti.

Hz. Zeyneb binti Cahş (ra) vâlidemizin yapmış olduğu samimi duası Allah (cc) katında kabul buyuruldu ve hicretin 20. yılında 53 yaşında iken Medine’de vefat etti. Bir daha maaş alamadı. Cenâze namazını Hz. Ömer (ra) kıldırdı. Cennetü’l-Bakî kabristanlığına defnedildi.

Cenâbı Hak şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Yararlanılan Kaynaklar
Hilal Kara, Abdullah Kara, Cennetle Müjdelenen Hanımlar, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007
Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul,
M. Asım Köksal, İslam Tarihi 3-4. Cilt Işık Yayınları, İstanbul, 2008.
M. Yusuf Kandehlevi, Çeviren: Ali Arslan. Hayâtü’s-Sahabe, Merve Yayınları, İstanbul
Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, İstanbul 2009

Cuma, 15 Haziran 2012 00:50

Hz. ÜMMÜ HABİBE (r.anha)

Gurbet Gelini Hz. Ümmü Habibe (r.anha)

Asıl adı Remle olup emevi soyunun eşrafından Ebu Süfyan’ın kızıdır. Annesi ise Safiyye binti Ebu'l-As'dır. Resûli Ekrem Efendimiz’e Peygamberlik gelmeden on yedi yıl önce dünyaya gelmiştir. Arap örf ve âdetlerine göre, ilk evliliğinden doğan kızı Habibe'den dolayı “Ümmü Habibe” künyesini almıştır. İlk kocası Ubeydullah b.Cahş idi. İslâm dini gelince, kocası Ubeydullah ile birlikte ilk Müslümanlardan olmuştur. Bu yüzden kocası ile müşriklerin ezâ ve baskılarına en çok maruz kalanların başında geliyorlardı. Ubeydullah, bu sıkıntıdan kurtulmak için hanımı Hz. Ümmü Habibe (ra) ile birlikte ikinci kafile içinde Habeşistan'a hicret etmişti. Dini uğrunda memleketini terk edecek kadar inançlarına bağlı olan Ubeydullah b. Cahş, orada irtidad ederek (İslâm'dan dönme) Hristiyanlığa girmişti. Hz. Ümmü Habibe (ra), Habeşistan'da kocasında yavaş yavaş meydana gelen değişikliklerin farkında idi. Fakat durumu henüz tam bir açıklık kazanmadığı için bir şey diyemiyordu. Nihayet onun (kocasının) “Önceleri din konusunu uzun uzadıya düşünmüştüm, Hristiyanlıktan daha hayırlı bir din görmeyip Hristiyan olmuştum. Sonra Hz. Muhammed (sav)'in dinine girdim ve şimdi tekrar Hristiyanlığa döndüm.” sözleri ile kocasının gerçekten İslâm'dan çıktığını anladı. Bu sözleri duyan Hz. Ümmü Habibe (ra), ona rüyasında kendisini çok kötü bir şekilde gördüğünü anlatmış ise de kocasını tekrar İslâm’a döndüremedi. Buna karşılık Ubeydullah, karısının Hristiyan olması için büyük bir baskı uygulamış, fakat bunda muvaffak olamamıştı. Bu mübarek annemiz, her şeye rağmen dininde sebat gösterdi ve sonunda kocasından ayrıldı. O, Mekke'nin yüksek aristokrat ailesinden birine mensuptu. Bu yüzden de kolay kolay kimse ile evlenemezdi. Bu sebeple yabancı bir diyarda kimsesiz kaldı. Korunmaya muhtaç bir duruma düştü. Babası Ebu Süfyan ise henüz Müslüman olmadığı gibi, Müslümanların da en büyük düşmanı idi. Bu sebeple Hz. Ümmü Habibe (ra), babasının yanına da dönemezdi.


Hz. Peygamberimiz (sav) durumdan haberdar oldu. Onu teselli için Habeşistan'a bir elçi gönderdi. Bu elçinin vazifesine ve Hz. Ümmü Habibe’nin (ra) Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ile evlenmesine temas etmeden önce, onun Müslümanlığı kabul edişinden bahsetmemiz gerekir.

Hz. Ümmü Habibe’nin (ra) hangi yılda Müslüman olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, daha önce de belirtildiği gibi, ilk kocası ile birlikte İslamiyet’i kabul edenlerdendir. Bu sebeple ilk kadın Müslümanlar arasında sayılmaktadır. Kocası Ubeydullah b. Cahş ile birlikte müşriklerin baskılarına dayanamayarak ikinci kafile ile birlikte Habeşistan'a gitmişlerdi. Fakat kocasının orada Hristiyanlığı kabul etmesi ve kendisinin ondan ayrılması üzerine büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kalmıştı. Kocasının bütün teklif ve ısrarlarına rağmen Müslüman olarak kalmıştı. İlerleyen zamanlarda kocası Hristiyan dini üzere öldü. Fakat Hz. Ümmü Habibe (ra) bu diyarda büyük sıkıntılara düştü. Günlerce devam eden bu sıkıntılı anlarında düşünmekten kendini alamıyordu. Memleketini, ana babasını ve yakınlarını niçin terk etmişti? Bütün bu sıkıntılar ne içindi? Kendisi ile birlikte gelen kocası neden Hristiyan olmuştu? Günlerce kafasını ve benliğini meşgul eden bu sorular karşısında, bir gece rüyasında gördüğü ve kendisine “Ya Ümme'l-Mü'minin” diye hitâb eden sesle kendine gelir gibi olmuştu. Hz. Ümmü Habibe (ra), bundan sonrasını ve Hz. Peygamberimiz (sav) ile olan evli-liğini şöyle anlatır: “Habeşistan'da iken Necaşi'nin elçisi Ebrehe adındaki câriyenin getirdiği haber kadar hayatta hiçbir şey beni heyecanlandırmadı. Ebrehe, Habeşistan Kralı Necaşi'nin kıyafet ve kokuları (parfüm) ile ilgilenen birisi idi. Bir gün benden izin isteyerek konuşmak istediğini bildirdi. Ben de kabul ettim. ‘Resûlullah (sav) Kral'a seninle evlenmek istediğini bildiren bir mektup yazmış.’ dedi. Ben de ‘Allah (cc) sana da hayırlı müjdeler versin.’ dedim. Fakat söylediklerinden emin olmak için bunu ona birkaç kez tekrarlattım. Nihayet Ebrehe, ‘Kral nikâhını kıymak için bir vekil tayin etmeni istiyor.’ dedi. Bunun üzerine Saîd b. As'ın oğlu Halid'i çağırdım ve onu kendime vekil tayin ettim. Sevincimden Ebrehe'ye el ve ayaklarımda ne kadar takı varsa hepsini verdim...”

Söz kesildiğinin ertesi günü Necaşî, Cafer b. Ebu Tâlib'e orada bulunan bütün Müslümanları toplamasını emretti. Toplantıda kısa bir konuşma yaptıktan sonra: “Resûlullah’ın (sav) isteği üzerine Ebu Süfyan'ın kızı Hz.Ümmü Habibe'yi 400 dinar mehir ile ona nikâhladım.” dedi. Bu teklif Hz. Ümmü Habibe’nin (ra) vekili Halid b. Saîd b. Âs tarafından da kabul edilerek evlenmeleri gerçekleşmiş oldu. Necaşi, mehir olarak tespit edilen parayı Halid b. Saîd'e teslim ettikten sonra kalkmak üzere olan ashab-ı kirama: “Nikâhtan sonra yemek vermek Peygamber’in sünnetidir.” diyerek düğün yemeği ikram etti.

Nikâhtan sonra ‘Ümmü'l Mü'minin’ olarak sabahlayan Hz. Ümmü Habibe (ra), eline mehir geçtiği zaman kendisine müjdeyi getiren câriye Ebrehe'yi çağırtarak: “O gün evimde olanı vermiştim. Başka param yoktu. Şimdi Allah (cc) bana bunu ikram etti. Mehrimden elli dinar (veya miskal) al.” dedi. Ebrehe, verilen parayı kabul etmediği gibi, Ümmü Habibe'nin daha önce verdiği dört gümüş bilezikle ayak parmaklarındaki gümüş yüzükleri de iade etti. Zira Necaşî, ondan, Ümmü Habibe'den bir şey kabul etmemesini istemişti. O (Necaşî), bununla da yetinmeyerek hanımlarından da ona yardım etmesini istemişti. Ayrıca Necaşî, hanımlarına yanlarındaki bütün güzel kokuları Hz. Ümmü Habibe’ye (ra) göndermelerini emretmişti. Ertesi gün bu parfümleri getiren Ebrehe, Hz. Ümmü Habibe’nin (ra) çeyizinin hazırlanmasında kendisine yardımcı oldu.

Hz. Ümmü Habibe (ra), Medine'ye geldiğinde Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ile nikâh merasimini anlatmış ve kendisine hediye edilen güzel kokuları göstermişti. Resûlullah Efendimiz (sav) bunların kullanılmasını yasaklamadı. Hz. Ümmü Habibe (ra), İslâmiyet’i kabul eden câriye Ebrehe'nin selamını da Hz. Peygamber Efendimiz’e (sav) iletmişti. Hicretin yedinci yılında meydana gelen bu olay, Hz. Ümmü Habibe (ra) annemizin dine bağlanışının bir mükâfatı idi.

Bu evlilik, Ebû Süfyan'ın henüz Müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber Efendimiz’e (sav) olan kin ve düşmanlığının azalmasına sebep olmuştu. Zira bu evlilikten sonra Ebû Süfyan'ın Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ile Müslümanlara karşı yavaş yavaş yumuşadığı görülür. Gerçekten de Hicretin altıncı senesinde Mekke’li müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Medine artık bir devletin başkenti olarak tanınmaya başlandı. Müşriklerle yapılan antlaşma, Müslümanların da artık söz sahibi olduklarının ve devlet olarak tanındıklarının bir ifadesi idi.

Bundan sonra Hz. Peygamber Efendimiz (sav) komşu hükümdarlara elçiler göndermeye başladı. İşte bu elçilerden biri de Amr b. Ümeyye ed-Damrî idi. Amr'ın iki memuriyeti bulunmaktaydı. Bunlardan biri Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) mektubunu Necaşi'ye teslim etmek, diğeri de Habeşistan'a hicret edip henüz dönmemiş olan Müslümanları istemek ve Ebû Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe’yi (ra) Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'e nikâhlamaktı. Rivâyete göre bunun için de ayrı bir mektup götürmüştü. Necaşî, Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) elçisine hürmet ve saygıda kusur etmedi. Cafer b. Ebu Talib'in huzurunda Müslüman olduğunu bildirdi. Necaşi, Hz. Ümmü Habibe’yi (ra) Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ile evlendirdiği gibi Habeşistan'da bulunan diğer Müslümanları da iki gemiye bindirerek Arabistan tarafına gönderdi. Hz. Peygamber Efendimiz (sav), Hayber Gazasında Ketibe kalesinin fethi ile uğraşırken onlar da geldiler. Peygamber Efendimiz (sav): “Bilmem ki bu iki şeyin hangisi ile sevineyim. Hayber'in fethi ile mi, yoksa Cafer'in gelişi ile mi?” diye sevincini belirtmişti. Bu arada Hayber'den alınan ganimetlerden Habeşistan muhacirlerine de hisse verildi.

Arap örf ve âdetlerine göre, kendisi ile evlenmek istenilen kadın için önce babasına, o yoksa amcasına veya amcasının oğullarına müracaat edilirdi. Ancak, Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) Hz. Ümmü Habibe ile evlendiği dönemde Ebû Süfyan henüz Müslüman olmadığı için, bu evlilikten haberi olmamıştı. Kızının kendisine danışmadan düşmanı ile evlenmesinden dolayı Ebû Süfyan'ın kızması beklenirken aksine onun bir bakıma memnuniyetini ifade ettiği ve Hz. Peygamber için “O reddedilemeyecek bir erkektir.” diyerek bu evliliği tasvip ettiği görülür.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Ümmü Habibe (ra) için daha önceden bir oda yaptırmıştı ki, bu oda, diğer hanımlarının odalarına göre mescide en uzak olanı idi. Resûlullah Efendimiz’in (sav) emri ile Hz. Bilâl, Hz. Ümmü Habibe annemizi odasına götürmüştü. Hz. Ümmü Habibe (ra) annemiz, bu yeni evde bir süpürge bulmuş, yanında bulunan köle ile iş bölümü yaparak evi süpürdükten sonra bir yaygı sererek odayı döşemişti. Akşam olup Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ümmü Habibe (ra) annemizin odasına gelince, güzel bir koku hissetmiş ve odanın düzenlendiğini gördükten sonra: “Kureyş kadınları etrafı döşeyen, yerleşik kadınlardır. Bedevî ve a'rabî değillerdir.” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Bu sözleri ile Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ümmü Habibe (ra) annemizin temizlik ve döşeme zevkini takdir etmişlerdir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’in, Hz. Ümmü Habibe (ra) ile evlenmesi, onun sabrının, cihadının ve çektiği sıkıntıların bir nevi mükâfatı idi. Ayrıca bu evlilik fıkhî bakımından da bir önem taşımaktadır. Zira Hz. Peygamber Efendimiz (sav) ile Hz. Ümmü Habibe (ra) annemizin nikâhı, “gıyabî nikâh” şeklinde icra edilmiştir.

Bu, Allah (cc) elçisinin bu sahada da ümmetine örnek olduğunun bir ifadesi idi. Bir gün Ebu Süfyan Medine’ye gelmiş bulunuyordu. Fakat henüz İslam diniyle müşerref olmamıştı. Bu arada kızının evini ziyarete vardığında Resûlullah Efendimiz (sav)’in oturduğu mindere oturmak istemişti. Hz. Ümmü Habibe annemiz hemen babasına mani oldu ve Resûlullah Efendimiz (sav)’in minderine oturtmadı. Ebu Süfyan: “Ey kızım bu minder babandan daha kıymetli mi ki beni onun üzerine oturtmaktan alıkoydun?” Hz. Ümmü Habibe annemiz: “Evet çok değerlidir. Çünkü onun üzerinde Resûlullah (sav) oturmaktadır. Sen müşrik olduğun için onun üzerine oturamazsın.” buyurmuştur.

Hz. Ümmü Habibe annemiz Efendimiz (sav)’den duyduğu ahlaki faziletleri benimser ve yeri-ne getirirdi. Resûlullah Efendimiz’den (sav) otuz kadar hadis rivayet etmiştir. O hadis rivayet edeceğinde abdest alır dinleyen kişinin de abdestli olmasını arzu eder idi. Peygamber Efendimiz (sav) ile dört yıl evli kalmış olan Hz. Ümmü Habibe annemiz, Resûlullah Efendimiz’in (sav) vefatından sonra zâhidâne bir hayat yaşadı. Onun bu hayatı otuz dört yıl sürdü. O, Peygamber Efendimiz’in (sav) diğer hanımları (Ümmehatu'l-Mü'minin) gibi herkes tarafından saygı ile karşılanırdı. Bu sebeple kardeşi Muaviye'ye halife olduktan sonra “mü'minlerin dayısı” diye hitap ediliyordu.

Hz. Ümmü Habibe annemizin, İslâm tarihinde ortaya çıkan fitne ateşinden uzak kaldığı ve siyasî olaylara karışmadığı da bilinmektedir. Hz. Ümmü Habibe annemiz, Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) diğer hanımları gibi bir geçim imkânına sahipti. Allah Resûlü (sav), Hayber gelirinden ona seksen vask hurma, yirmi vask arpa vermişti. Ayrıca Hz. Ömer (ra) zamanında kurulan divan teşkilâtı, Hz. Aişe (ra) hariç olmak üzere Resûlullah Efendimiz’in (sav) hanımlarına onar bin dirhem vermişti. Hz. Ümmü Habibe (ra) annemiz, kardeşi Muaviye'nin hilâfeti (40-69/661-680) devrinde yetmiş üç yaşında iken, hicretin kırk dördüncü senesinde Medine'de vefat etmiştir. Rabbim bu mübarek annemizi bizlere şefaatçi kılsın.

Yararlanılan Kaynaklar
Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul,
M. Asım Köksal, İslam Tarihi 3-4. Cilt Işık Yayınları, İstanbul, 2008.
M. Yusuf Kandehlevi, Çeviren: Ali Arslan. Hayâtü’s-Sahabe, Merve Yayınları, İstanbul
Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, İstanbul 2009

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 06 May 2014 13:51

TEBLİĞ:EMÂNET-İ KUDSİYYEDİR

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a (cc) selâtü selam imanı sevdirip cehaleti ilim ve irfan ile, şirki ve nifakı aşk ve muhabbetle, düzeni ve refahı adaletle tesis eden, bedenlerimizi amellerle, kalplerimizi zikirle, ruhumuzu kendi ahlâkı ile süsleyen fahri Kâinat Efendimize (sav), O’nun hidayet önderleri ve imamları olan ehl-i beytine, ashabına ve etbaına  olsun.

Hâce Hazretleri (ksa) Mü’minin hayatının Talim, Tatbik ve Tebliğden ibaret olduğunu sohbet buyururlar. Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi; her sayısında okuyucularına hayat memat mesabesindeki bu emr-i şerifi hatırlatarak hayatımızın istikamet pusulasının ne olduğunu bize gösterir.

İnsanın var oluş gayesini “Marifetullah ve Muhabbetullah” olarak tarif eden Hâce Hazretleri (ksa) bu gaye ile maksuda ermenin müfredatını yukarıda ifade edilen “Talim, Tatbik ve Tebliğ” hikmetli sözü ile izaha kavuştururlar. Bu veciz ifade Mescid-i Nebevi’ye insan suretinde teşrif buyuran Cibril-i Emin’nin (as) Kâinatın Efendisi’ne (sav): “İslam nedir? İman nedir? İhsan nedir Ya Resûlullah?” diye suâl buyurduğu ve cevabını dinleyerek doğruluğunu tasdik ettiği hadisi şerifini bize hatırlatmaktadır. Hâdisenin sonunda Efendimiz O'nun Cibril-i Emin olduğunu ve ashabına Din-i Mübin'i öğretmek kastı ile geldiklerini izah etmişlerdir. Hâce Hazretleri dini; İslam, İman ve İhsan sırlarından ibaret olup gayesini ise; Mârifetullah ve Muhabbetullah olarak açıklarlar.

Bu yüce gâye doğrultusunda Hâcegân büyüklerinin buyurduğu “Bizim yolumuz öğrenmek ve öğretmekten ibarettir.” öğretisi insanın yürüyeceği hakikât yolunu aydınlatan bir ışık gibidir.

İnsanlık tarihinin bir Peygamber-i Zişan (as) ile başlaması ne kadar vecizdir. Bütün insanların atası ulûl âzim bir peygamberdir. Âlemlerin Rabbi (cc) O'nu yaratacağını  ve yeryüzünde kendisi adına hüküm verecek ve idare edecek oluşunu âleme duyurduğunda, âlemde âdeta deprem etkisi meydana getirmiştir. Kibirlenerek huzurdan kovulanlar olduğu gibi bu hikmeti anlamayan varlıklarda bulunmuştur.

Hâce Hazretleri (ksa) buyururlar ki: “Topluma kendi içinden, onlara tebliğ edecek, onları irşad edecek, sevk ve idare edecek biri lazımdır.” Yeryüzünde insandan önce yedi farklı âlemin yaşadığı ancak hepsinin fitne çıkararak kan döktüğünü, hakları olmadığı halde sağı solu işgal ettiklerini de ifade etmişlerdi. Kendi nefislerine yaptıkları bu zulüm, yine kendi varlıklarının sonunu getirdiği veya bir çok nimetten mahrum kaldıkları sonucunu doğurmuştur.

Hâce Hazretleri (ksa)  Rabbimizin bize olan sevgisini ve düşkünlüğünü meleklere olan hitabında sergilediğini ifade ederler. Zira Rabbimiz insanı henüz yaratmadan evvel methetmiş ve hakkında güzel ifadeler kullanmıştır. Gel gör ki insan buna rağmen O'na isyan etmekte ve sevgisine başkalarını ve başka şeyleri katarak şirk koşmaktadır.

Eğitilmemiş, irşat edilmemiş, Hakk'ı ve hakikati idrak edememiş, sevgi nedir bilememiş, dostluk, sadakat, teslimiyet, aşk ve muhabbetin tesiri altında kalamamış insan; melek de olsa Harut ve Marut gibi yeryüzüne gelir ve nefsine uyarak Hak’tan ve adaletten saparak kendine ve başkalarına zulüm eder. İnsanlık tarihi ve öncesi hep bu gibi tecrübe ve hadiselerle doludur.

Ne mutlu bizlere ki: Rabbimiz bizi yaratmadan bizim mürşidimizi yaratmış, O’nu bizzat kendi irşat etmiş ve hikmeti O'na öğretmiş ve bize seçmiştir. İlk insanın peygamber oluşu ve mürşit oluşu insana verilen ilk hediye ve lütuftur. Yine insana ihsan edilen iman, aşk, akıl ve ahlâk ilahi buluşmanın zemini olmuştur. Peygamberler insanları cehaletten ve esaretten, sapıklık ve başıboşluktan kurtarmış ve irşat etmişlerdir.

Hâce hazretleri (ksa) şu hakikati sürekli olarak tekrar eder: “İrşat edici olan Allah (cc) adına yalnızca insandır. Vahyin gelmesi ve  izahı ile yaşama tatbik edilmesi ancak peygamberlerle olur. Bunun korunması ve nesillere sapasağlam aktarılması onlardan sonra irsalâtı devam ettiren kâmil varisleriyle yürütülür.”

Kâmil bir mürşidin irşadından geçen, emir ve nehiylerle olgunlaşıp kemale gelen  bir mümin, imanını tekâmül ettirmek ve Rabbine yakınlaşmak, marifet nurları ile muhabbetini artırmak gayesi ile tebliğ hizmetine ağırlık vermelidir. Gerçi müminin hayatı emir ve nehiylere uyduğu sürece tebliğ ile iç içedir. Fakat insanların hak ve hakikatlerle buluşması adına, buna vesile olmak niyet ve kastı ile attığı her adım, aldığı her nefes onun için ibadet hükmünde olacağı Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbetlerinden işittiğimiz gerçeklerdir.

Her bir peygamber mükemmel ahlâka sahip olduğu gibi yine bazı özel hususiyetle de ön plana çıkmıştır. Adem (as) yeryüzüne inmesine sebep olan zellenin farkına varmış ve kendi nefsine  tebliğ ve nasihatte bulunarak affına yol bulmuştur. Nuh'un (as) dokuz yüz elli sene insanlara bıkmadan ve usanmadan, sabırla tebliğ yaptığı bilinmektedir. İnsanlık tarihinde her dönemde Allahu Teâlâ'nın (cc) emir ve yasaklarına uyarak insanlara tebliğ eden ve onları uyaran bir topluluk bulunmuş ve eşref olan Ümmet-i Muhammed içinde de kıyamete kadar bir cemaat veya topluluk bu vazifeyi kesintisiz olarak sürdürecek ve bütün peygamberlerin ortak olan bu sünnetini muhafaza edecektir.

İşte o cemaat ve topluluk Kur’ân ve sünnetten kıl payı ayrılmadan eşsiz İslam nizamının müdafaasını her asırda ve senede üstlenen Allah’ın ve Resûlullah’ın kâmil dostları olan evliyaları ve mürşidi kâmilleridir.

İslam bugün yeryüzünde her ülkede ve her coğrafyada bilinen ve yaşanan, hayata yön veren, mutluluk ve huzur veren bir din olarak insanlara ulaşmışsa bu o fedakâr insanların üstün gayretlerinin neticesidir. Bu topraklarda ve yedi kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun evlatları olarak, ecdadımızın şan ve şeref dolu mazisinin İlay-ı Kelimetullâh’ın hakimiyeti için at koşturmuş mücahitler tarafından kazanıldığını idrak edebiliyoruz.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) belirlediği ve uyguladığı Hâcegân yolu esasları ile usûl ve erkanı Asrı Saâdet döneminde ve ona yakın dönemlerdeki uygulamalara dayanır. Resûlullah’a (sav) ve O’nun râşit halifelerine bey’at eden müminler hayatı; iman ve cihat olarak algılamışlardır.Bu düstur ile İlay-ı Kelimetûllah’ın hakimiyeti için çalışmak ve kulluk yapmak imanın vazgeçilmez bir rüknü olarak görülmüştür.

Bu temel değerler üzerinde olmak üzere Hâce Hazretleri (ksa) tebliği şöyle tarif buyurmuşlardır: “Kalpleri vahyin ilâhi ikliminde dirilmiş müminlere Âlemlerin Rabbinin (cc) ihsan ettiği bir vazife ve emanet-i kutsiyyedir.”

Allahu Teâlâ Habib-i Kibriyasını, Kur’ânı ve sünneti seniyyeyi eksiksiz ve mükemmelen göndererek bize olan tebliğini tamamlamıştır. Din kemale gelmiştir. Artık bizlere düşen görev ya bu davete icabet ederek ezelde Rabbimizin meleklere karşı övdüğü müminlerden olarak ebedi saadeti elde etmek ya da Allah korusun bu nimetten mahrum kalarak meleklerin yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birileri diye karaladığı ve kınadığı o kimselerden olmak gibi bir netice karşımıza çıkmaktadır.

Tebliğ edicilerin en güzeli olan yüce Rabbimiz (cc) bütün kullarını Hakk’a, adalete ve huzura çağırarak tebliğini sürekli kılmaktadır.

Ümmet-i Muhammed (sav) vasat bir ümmet oluşu, iyiliği emretmesi ve kötülüğü nehyetmesi ile övülen bir ümmettir. İnsanlığa ve ümmete örnek ve önder olan Muhacirler ve Ensar (ra) ve onlara kıyamete kadar tabi olacak müminler  bu yönleri ile Beyyine suresinde açıkça övülmüştür.

Hâce Hazretleri (ksa); En büyük bid’at olarak İslam dışı yaşamayı görür. Bundan korunmanın tek yolu ise tebliğ olduğunu ifade eder. Tebliğ; En başta ifade edildiği gibi talim ve tatbikatın neticesi olarak belirtilmiştir.

Hâce Hazretleri (ksa); tebliği bir başka ifade ile izah ederken konuşularak yapılan bir fiil olmadığını belirtir. Öncelikle Hakk'ın (cc) mümini görmesi; onun iman, yaşam ve samimiyetine şahit olması üzerinde önemle durur.

İlay-ı Kelimetullah’ın hakimiyeti için gayret gösterilen her dönemde yalnız Müslümanlar değil, aynı zamanda gayri Müslimler de mutlu ve huzurlu olmuşlar, Dünya'da adalet, barış ve sükûnet tesis edilmiştir.

Hâce Hazretleri (ksa) bu amaç için hareket edecek müminlere ilk tavsiyesi şudur: “Söylenen ve anlatılan şeyler öncelikle kişinin kendi dili, yaşamı ve kalbi ile tasdik edilmelidir. Her zaman mümin kalbini diri ve heyecanlı tutması, bilgisini güncellemesi, dilini tatlı ve yumuşak, ahlâkını ise güzelleştirmesi gerekmektedir. Kötü ahlâkın Allah ile kulu arasında engel olacağını, böylece maksadın hasıl olmayacağını unutmamak esastır.”

Her batılın da bir mantığı ve ona inanan kitlelerin de  olduğunu unutmamak gerekir. Gerçek hidayet edici Alemlerin Rabbi olan Allah'tır (cc). Öyle ise tebliğ esnasında, O'nun tevfikini bizlere refik etmesi bizim için elzemdir. Bu sebeple bizlere düşen görev insanlara ulaşmada Hakk'ın emirlerini yerine getirmek ve Hakk'ın hukukunu korumak olmalıdır. Şayet bunda muvaffak olunamazsa, insan kendine dönmeli anlattığı veya tebliğ ettiği şeyi kendi yaşamında aramalıdır. Yoksa hemen tövbe ve istiğfar etmeli yaşantısına geçirmelidir.

Hâce Hazretleri (ksa); Emr-i bil maruf yürümezse, âlem harap olur. Nehy-i münker yapılmazsa âlem tarumar olur buyurmuştur. İnsanlığın ve Müslümanların gazaba uğraması bu sebeple olur. Hakk'ı söylememek ve önceki ümmetler gibi Cenabı Hakk'ın huzuruna bu suçtan çıkmaktan sakınılmalıdır. Allah'a ve Resûlüne bey'at eden her mümin bunun üzerine gayretkâr olmalıdır. İslam düşmanı olan herkes ve her kurum her türlü vasıta ile bu savaşı sürdürürken inanan insanın bundan geri kalması beklenemez. İmanın ve İslam'ın üzerinde hiç bir değer görmeyen her mümin bulunduğu ortamda hakikatleri uygun bir dille ve münasip bir şekilde aktarmalıdır.

Milletin çoğunluğunu arkasına almış temsilciler dahi millet adına, milletin isteklerini ve beklentilerini yerine getirmekten imtina edebiliyorlar. Şuurlu ve bilinçli hareket etmek her mümin üzerine bir borçtur. İnançsız ve arzuları doğrultusunda yaşamayı kendine yol edinmiş bir takım kimseleri memnun etmek adına âlemin alenen ateşe gitmesine göz yumulamaz.

Hâcegân cemaati; tarih boyunca Hakk’ı, hakikati yaşamada ve yaşatmada insanlığa örnek olmuş peygamberler ve onların varislerini kendilerine rehber edinmiş bir cemaattir. Bunlara ve yollarına bağlılığı Allah’a ve Resûlü’ne bağlılık olarak algılamıştır. Bu şuurla hareket eden her salik bu yolun adâb ve esasını öğrenmeye, şeriat-ı Garra’ya mutlak ittibaya ve Sünnet-i seniyyeyi yaşatarak peygamberini yaşatmaya mecburdur.

“İhlasla hareket etmeyenlerin asla murâdı hâsıl olmaz ve onlar menzil-i maksûduna ulaşamazlar.”    
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 30 Nisan 2014 13:10

AMELİ SALİH

Kendisini hamd ve sena etmekte aciz kaldığımız Rabbimizi yine O’nun bize öğrettiği ve beğendiği en güzel ve latif övgülerle hamd ile tesbih ediyoruz. Bütün güzel isimler ve sıfatlar O’nundur. Selâtü selâm refik-i a’lâ ve zatı mücella efendimize (sav), diğer peygamber efendilerimize, ehli beytine, ashabı kirama ve sâdâtı kiram efendilerimize olsun.

Rabbimiz bir ayeti kerimesinde şöyle buyurmuştur: “O gün ne namaz fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalbi selim ile gelenler müstesna.” (Şuara 88-89)  Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde Şahı Nakşibendî Efendimizin(ksa) bir halifesine ait bir menakıptan bahsetmişti. O halifesinin âlim bir babası vardır ve nefs terbiyesi ve tezkiyesi hususunda bir mürşide ihtiyaç duymadığından oğlunun inâbe için yapmış olduğu bütün teklifleri geri çevirmiştir. Ölüm vakti geldiğinde çok ızdırap çeker ve kendine geldiğinde oğluna “Benden selim bir kalp istiyorlar. O da bende yok. Bana yardım et.” der. Oğlu da kendisine yönelmesini ve elini tutarak inâbe etmesini teklif eder. Kabul edip oğluna yönelmesiyle ruhunu huzur içerisinde teslim eder.

İnsanın ameli kendisine gurur ve kibir vererek varlığını arttırıyorsa imanı tehlikede demektir. O amel de ağyardır ve terki mutlak gereklidir. Kim Hakk’a yüz çevirir ve insanın hilafet sırrını görmezden gelirse, var oluş gayesini unutursa, ağyarı kalbine sokarsa, ona dar bir geçim vardır. Bu dar geçimi maddiyat olarak değil de marifetten ve muhabbetten mahrum kalmak olarak algılanılmasında fayda vardır.  Hâce Hazretleri bütün günah ve hataların affedilebilir olduğunu ancak varlık ve benlikle işlenen suçların affedilmeyeceğini buyurmuşlardı. Çünkü böyle yapmakla insan kendine tapınmanın yolunu açtığını belirtmişlerdi.

Bizim kestiğimiz kurbanların ne etlerinin ne de kanlarının rabbimize ulaşacağı, ancak niyetlerimizin ve ihlâsımızın ulaşacağı bize vahiyle bildirilmiştir. Öyle ise amelimizi salih yapan etkene yoğunlaşmak bize fayda verecektir. Kişi kusurunu bilmek kadar irfan olamaz demiş büyüklerimiz. Bizi ele veren, amellerimizi ifsat eden varlık bizim içimizde ve her nefesimizi onunla paylaşmakta ve harcamaktayız. Evimize giren küçük bir haşere olsa çığlık çığlığa bağırıyor, ne yapacağımızı şaşırıyor, yardım istiyoruz. İçimizdeki canavarı görmüyor, hiç oralı da olmuyoruz.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde Niyazi Mısrî’nin(ksa) bir hikâyesini anlatmıştı. Bir gün ormanda dolaşırken karşısına bir ayı çıkar ve Niyazi Mısrî’yi fena halde hırpalar. Perişan bir vaziyette dergâha geldiğinde şeyhi ona bu halinden sorar. O da olayı anlatır. Hocası gülerek “Evladım, o ayı senin içindeydi. İçindeki varlık açığa çıktı ve seni bu hale getirdi.” der.

Hâce Hazretleri mutlak varlık sahibinin yanında, içimizde kendi elimizle beslediğimiz ve büyüttüğümüz bir varlığın, rabbimize karşı en büyük edepsizliğimiz olacağını söylemişti... Şeytan’ın (aleyhillâne) amelinin azlığından değil de, edepsiz oluşundan, ahlaksız oluşundan, inatçı ve büyüklük iddiasından Cenâbı Hakk’ın huzurundan kovulduğunu ifade etmişlerdi.

Hâce Hazretleri şeriatın iki türlü olduğunu zikretmişlerdi. Birincisi; Zayıflar, acizler ve tembeller, ikincisi ise muttakiler şeriatı. Evvelki fetva ve ruhsat ile ikincisi takva ve azimet ile amel ederler. Ruhsat ile amel edenler cennete ve derecâta, azimet ve takva ile amel edenler Cemal-i bâ kemâle ve rızaya nail olurlar. Amel etmek hakikatte Allah ile temas etmek olarak da algılanmalıdır. Kötülükleri verip iyilikleri almaktır. En güzel amel Allah ile yetinmektir.

Hâcegân büyükleri “Salih amelin başı; iman etmektir.” buyurmuşlardır. İmanı ise kalbe yerleşen ve amelle desteklenen bir ilim olduğunu belirtmişlerdir. İmanı besleyen ve destekleyen ameller şekli değil de daha ziyade yine kendi cinsinden yani kalbîdir. Kalp amellerinin başı niyet ve ihlâstır. Marifetullah için gerekli olan ilk nüve ihlâstır.

Her amelin gayesi ihlâsı elde etmektir. Amelin aslı niyet, niyetin aslı ise ihlâstır. İhlâs amel için sual edilen niçin, nasıl ve kim için? sorularına verilecek cevap ve kabul neticesindeki hâsılattır. Tasavvuf ise ihlâsın elde edilmesinde ki usuldür. Usul olmadan vusul (vuslat) olmaz. Hâce Hazretleri amellerin de bir gün yok olacağını ve geriye kalacak tek şeyin ihlâs olacağını ifade etmişlerdi. İhlâs ruhun amelidir. Cesetteki ruh ne ise amelde ki ihlâs da odur. Hâce Hazretleri kalp tezkiye edilmeden ihlâsın oradan çıkmayacağını ifade etmişlerdi. Hâcegân büyükleri kimde nefs kalmış ve diri ise, o kimsenin şirkten kurtulamayacağını ifade etmişlerdir. Yine insanın ehli Hak olmadıkça niyeti billâh (Allah ile) ve lillâh (Allah için) olmayacağını söylemişlerdir.

Herkesin niyet ettiği şey ancak kendisine amel olur. Ecirleri on, yüz, bin ve bigayrihisap olarak gerçekleşir. Efendimizin (sav) günde iki kez; sabah ve akşam Müslüman’ın kendisini muhasebe etmesini istemesi de; amellerde ki ihlâsın kontrolü içindir. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde 20 sene boyunca ilk safta namazlarını eda eden bir kişiden bahsetmişti. Bir vakitte   ikinci safta kıldığı için nefsi ona bunu insanlara nasıl izah edeceği ve insanların kendisini ayıplayacağı vesvese ile kendisine geldiğini ve yirmi yıllık namazı kaza ettiğini anlatmıştı.

Allahu Teâlâ ayeti kerimede sütün oluşumunu fışkı ve kan arasından getirilen tertemiz bir içecek olduğunu tarif etmiştir. Makbul ameller de ancak nefs ve şehvet arasından geçebilen saflığı ile onlara hiç temas etmeyen amellerdir. Bu da ancak insanın kendi iradesini terk, alçakgönül ve tevazu ile elde edilebilir.  Cemaatle kılınan namazda imama uyulur ve irade devre dışı bırakılır. Böyle nefs aradan çıkarılarak yapılan ibadetlerin ecri, kabulü ve sıhhati hakkında Kâinatın Efendisinin belirttiği ve övdüğü birçok hadis mevcuttur.

Ashabı Kiram Resulullah Efendimize (sav) hangi amelin daha hayırlı olduğunu sorduklarında, cevaben: “İlmi billâh” buyurmuşlardır. Üç defa daha aynı soru tekrar edilmiş ve Efendimiz hep aynı cevabı vermiştir. Onlar da “Ya Resulullah biz amelden soruyoruz, siz ilmi billâh diye cevap veriyorsunuz. Nedir bu ilmi billâh? demişler. Efendimiz: “İlmi billâh ile yapılan az amel binlerce ameli salihten daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır.

Hâce Hazretleri insanın amel yapmadan önce kim olduğunu bilmesi, yaratılışındaki şerefi bilerek başlaması gerektiğini önemle vurgular. Asil bir varlık olduğunu bilerek bir işe başlamak, yapılacak amelin kalitesini de doğuracaktır. İkinci safhada insanın yapması gereken, ameli Rabbimizin niçin istediğini bilmesi, yani Allahu Teâlâ’nın kastını (niçinini ve neticesini) anlayarak ameli yapmasıdır.

Şeklî olarak yapılan amellerin insanın hidayetine delil teşkil etmeyeceğini büyüklerimizden işitmiştik. İnsanın hidayete ermesi veya hidayette hissetmesi ancak Allahu Teâlâ’ya olan sevgisi ile ölçülür. Hidayete ermek sevmenin kemale gelmesidir. Amel etmek ise sevemeye başlamanın alametidir.

Hâcegân yolu büyüklerinden Beyazidi Bestami (ksa) Hazretleri bir hac farizası esnasında nefsi kendisine ne kadar hayırlı bir insan olduğunu söyler ve amelinin çokluğu ile onu metheder. Nefsinin varlığını gören Hazret hemen oradaki bir ekmekçiye giderek kendisini tanıyıp, tanımadığını sorar. Ekmekçi: “Siz ulemadan ve sulehâdan filancasınız. Sizi hiç tanımaz olur muyuz? der. Beyazidi Bestami Hazretleri bunca yıllık amelini bir ekmek karşılığında kendisine vermek istediğini bildirir. Bir ekmek karşılığında bütün ömrünün amellerini bağışlar. Sonra o ekmeği de orada bulunan bir deveye yedirir. Ve gönlüne dönerek: “Şükür ameller de aradan çıktı ve baş başa kalabildik.” der.

Amellerin en büyüğü nefsi aradan çıkarmak ve Allah ile baş başa kalabilmektir. Tasavvuf ve mürşidi kâmil bunun gerçekleşmesi için elzemdir. İnsan onlar vasıtası ile ilahi ahlak ile ahlaklanır, ilahi sıfatlar ile muttasıf olur. Zikir, fikir, mücahede, mücadele tahliye, tezkiye ile huzuru Mevla, aşk, şevk, muhabbeti ilahiye, masivadan inkıta eder. Onlar yetmiş sene veya yetmiş bin sene ibadetten daha hayırlı olan bir saat tefekkür etmeyi insana öğreterek Hakk’ı tanımalarına vesile ve vasıta olurlar.

Hâce Hazretleri farzlardan evvelki farz, nefsin tezkiyesidir buyurarak kalbin ıslah oluşunun önemini vurgulamıştır. Çünkü ayette Allahu Teâlâ insanların suretlerine ve mallarına bakmayacağını, fakat kalplerine ve niyetlerine bakacağını bildirmiştir. Kalbi ıslah olup da, Hakk’ın tecellisine mazhar olan için Allahu Teâlâ bir kutsi hadiste şöyle buyurmuştur: “Kim Benim için olursa, Ben de onun için olurum. Ben kimin için olursam, benim için olan onun için olur.” buyurarak kalp ıslahının ve irşadının önemini vurgulamıştır.

İbni Arabî Hazretleri (ksa) zamanında âlim iki kardeş yaşarmış. Bunlardan birisi ahirete irtihal etmiş. Hayatta olan bir gece rüyasında vefat etmiş olan kardeşini görür ve kendinse nasıl muamele ettiklerini, ne ile karşılaştığını sorar. O da kendisine iyilikle muamele edildiğini bildirir. Kardeşi Cemâlullah ve visalden sual edince; vefat etmiş olan: “Aman o konuda hiç sual etmeyin. Çünkü batınî terbiyeden mahrum olanın Cemâlullah ve visalden de mahrum kaldığını bildirerek mahzuniyetini ve mahcubiyetini arz eder. Rüyasından uyanır uyanmaz doğruca İbni Arabî Hazretlerine gider ve rüyasını anlatır, kendisine inabe ederek nefsini terbiye ve kalbini tezkiye ile meşgul olur.

“İnsanları Allaha davet eden, salih amel işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” övgüsüne mazhar olan kâmil insanlar insanı Allah ile buluşturmak ve gönül yapmak için her daim büyük gayret içerisindedirler. Hâce Hazretleri Allah ile tanışmayan birinin imanının kâmil olamayacağını ifade etmişti. O’nunla tanışma fırsatı varken, alacağımız her nefesi, hasseten son nefesi onunla olmanın bilinci ile almak varken bu lütfu kaçırmayalım. Kâmil bir mürşidin sohbetinde bulunan insanın amellerin; kulu Allah’a yaklaştırdığını anlasa da hakikatinde O’nun hiç bir zaman kendisinden uzaklaşmadığını idrak eder.

Ameller bizde güzel ahlâkı oldurmalı ve olgunlaştırmalıdır. Yapmış olduğumuz her amel bizi takvaya ve veraya götürmelidir. Çünkü Kâinatın Efendisi buyurmuştur ki: “Her takva sahibi Muhammed ailesindendir.” Kim bu mübarek, muallâ aileden olmak istemez ki?

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 16:15

İLİM KENDİN BİLMEKTİR

Hamd, her türlü noksanlıklardan ve şerikten münezzeh olan Allahu Teâlâ’ya, salâtü selam O’nu en güzel şekilde tanıyarak öven, hoşnut eden Nebi-i Âzam Efendimiz’e (sav), diğer peygamber efendilerimize, ehli-beyte, ashabı kirama ve saâdatı kiram efendilerimize olsun.

Kâinatın Efendisi; “Âlimin ölümü; âlemin ölümü gibidir.” buyurmuştur. Haziran ayı içerisinde Hakk’a vasıl olan muhterem İsmail Çetin Hocaefendi Hazretleri’ne Allah’tan rahmet, geride kalan aile ve ihvanına sabır ve metanet dileriz.

Ümmet-i Muhammed, çok zor şartlar altında yetiştirdiği âlimlerini son zamanlarda ardı ardına kaybetmekle yetim kalmaktadır. Peygamber Efendimiz’den bize miras kalan şey ilimdir. Âlim ise o mirasa bütün varlığı ile sahip çıkan, insana hikmeti ve bilmediğini öğreten bir rehber ve kılavuzdur. Allahu Teâlâ; Kâinatın Efendisi bütün yakınlarını yitirip yetim kaldığında O’na nasıl sahip çıktığını ve O’nu nasıl terbiye ettiğini Duha Suresi’nde açıklamıştır. İnanıyoruz ki bizler ne zaman aramızdaki peygamber varislerinin azalması ile yetim kaldığımızı görürsek, Rabbimiz bize hayırlı bir sahip gönderecek ve bizi mahzuniyetten kurtaracaktır.    

İbn-i Mesud (ra) Hazreti Ömer Efendimiz (ra) sırlandığında “İlmin onda dokuzu göçüp gitti.” buyurmuş, bazıları bu söze itiraz ederek, aralarında çok sayıda âlimin var olduğunu bildirmişlerdir. Fakat İbn-i Mesud (ra): “Hâlbuki ben bu sözümle marifet ilmini kastetmiştim.” buyurarak hem ilmin hem âlimin önemini vurgulamıştır.

Hâce Hazretleri ilmin bir nur olduğunu, Allahu Teâlâ’nın o nuru, sevdiklerinin kalbine akıttığını ifade buyurmuşlardı. Malumat sahibi ilim erbabı çok olmakla beraber, Allahu Teâlâ’yı tanıyan âlim sayısı azdır. Hâce Hazretleri: “Âlim olan zatlar kendilerindeki marifet bilgisinin yanında yüzlerindeki huşu, tevazu, sekinet ve alçak gönüllülükle yoğrulmuş ve kemâl bulmuş kimselerdir. Onlar ahiretini dünyaya, Allahu Teâlâ’yı ise nefsine tercih eden kimselerdir.” buyurmuşlardı. Buradan anlıyoruz ki; ilim imanı ve ahlakı ile kemal bulmuş mümin ve muttakilere verilen bir şeref payesidir. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde de şöyle tarif etmişlerdi: ” İlim ne taşıdığını bilmektir. Sendeki muradı anlamak ve ona göre yaşamaktır.”

Hâce Hazretleri bir kibarı kelâmlarında; “İnsanların en cahili ne olduğunu, kim olduğunu bilmeyendir.” “Cahillik bilgisizlik değil, bilinçsizliktir.” diye cahili, cehaleti tanımlarken  “İlim şerri tanımaktır. Şerri tanımayan hayrı tanıyamaz. İlim harama ve şüpheliye düşmekten korkmaktır.” diye de ilmi ve âlimi tanımlamışlardır.

Hâcegân yolunun büyükleri ilmin üçayağı olduğunu buyurmuş, bunları “bilgi, ihlâs ve amel” olarak tanımlamış, âlâmetini ise Allah’ı tanımak, Allah’ın sevdiği şeyleri ve sevmediği şeyleri bilmek olarak belirtmişlerdir. Mümini Allah’a yakınlaştıracak şey ancak bu marifet ve ilimdir. Hâlbuki biz bunu çok amel etmekle elde edeceğimizi zannediyoruz. Her amelin hakikati ihlası elde etmektir.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde Abdullah bin Revaha (ra) Hazretleri’nin ilme iman ismini verdiğini; “Gelin bir saat iman edelim.” sözünü naklederek iman ve ilmi aynı olarak zikretmişti. İlim, hikmeti bilmektir. Hikmet ise doğru anlayış ve güzel kavrayıştır. Gerçek ilim sahibi olanlar ilmi imanın zahiri; imanı da ilmin batînı olarak tarif etmişlerdir. Böylece birbirini tamamlayan iki kutsiyet belirtilmiştir.

Hâce Hazretleri Hâcegân yolunu “iman, ilim ve aşk” olarak belirtmişlerdi. Yukarıda belirtilen ve birbirlerinin zahiri ve batînı olan kutsiyetlerin, özü ve hakikati olarak da “aşk” tarif edilmiştir. Çoğu zaman imanın çıplak, libasının takva, süsünün hayâ ve meyvesinin ise ilim olduğu sohbetlerde aktarılmıştır.

Ahmed bin Hanbel (ra) gerçek ilmin herhangi bir talim almaksızın ilham yoluyla kalbe gelen olduğunu belirtmişlerdir. Gerçek ilim kitaplara yazılan değil kalbe yazılandır. Çünkü ayeti kerimede; “Allah onların kalplerine imanı yazdı ve onlar tarafından bir ruh ile destekledi.” (Mücadele 58/2) buyrularak imanı ve imanı tamamlayan diğer kutsiyetlerin kalbe yazıldığını, ayrıca sürekli olarak desteklediğini ifade etmiştir. Şu bir gerçektir ki ilim iyilere ilham edilen şeydir.

Hâce Hazretleri; “Allah şayet sana kendisine ait marifet ve bilgileri vermek isterse muhakkak seni bunlara sahip kâmil bir mürşide gönderir.” buyurmuşlardı. Kur’ân’da geçen Musa (as) ve Hızır (as) kıssalarını bize hakikati en güzel şekilde beyan etektedir. Musa (as) peygamberler içerisinde Efendimiz (sav) müstesna en âlim olanı idi. Çünkü tahrif edilmemiş Tevrat, bin sureden oluşmakta ve her bir sure bin ayetten müteşekkil idi. Buna rağmen Musa (as) Allah (cc) bilgisine muhtaciyetini arz etti ve bu ilmi talep etti. Kendisi; Musa Kelumullah idi. Hakk’ın tecellisini görmüş ve Tur dağında her seferinde vasıtasız konuşmakta iken talebe olmak, talib olmayı murad etti. Allah (cc) kadiri mutlak ve mürşid eken onu ilim tahsili için kullarından bir kul olan Hızır’a (as) gönderdi. Buradan anlaşılıyor ki; insan peygamber de olsa, peygamberlerin en âlimi de olsa ilme muhtaçtır. Evet, her şey ilme muhtaç, ilim ise Allahu Teâlâ’nın tevfikine muhtaçtır. İlim, Musa (as) olsan da istenecek şeydir. Ama hangi ilim?

Hâce Hazretleri; “İmanın şartı ikidir: marifetullah ve muhabbetullah.” buyurmuşlardı. Bizi bizden, bizi nefsimizden ve onun aşağılık istek ve arzularından kurtaracak olan ilim; marifet ve muhabbet ilmidir. Biz de Rabbimiz’e Musa (as) gibi yönelsek ve bu ilmi talep etsek, talib olsak bizi de Hızır (as) gibi kullarından bir kuluna gönderir mi acaba? Cevap, ihlâs ve samimiyetle talep ettiğimiz sürece elbette ki: “Evet” olacaktır. Çünkü Hâce Hazretleri; “Ne yersen ye, mutlaka aç ye! O zaman tad alırsın.” buyurmuşlardı. Hızır (as) gibi bir mürşidi açlıkla ve arzu ile talep edelim.

Din eğitilmek isteyen insan içindir. İnsan, öğretmeni Allah olan varlıktır. Her kim Allah tarafından eğitilmişse o üstündür. Allah (cc) el-Mürşid olduğu sürece her insan, her mümin irşada muhtaçtır. Kim Musa (as) kadar âlim olabilir ki? Bu ihtiyaçtan uzak kalsın. Allah kendi zatına ait olan ilmi talep edene kendisinin irade ettiği bir yolla ona ulaştırır. Bazen bu Hızır ile bazen de hazır olanlarla. Hâcegân yolunun büyükleri elhamdulillah hem Hızır hem de hazır olanlardan olmuşlardır.

Hâce Hazretleri ilim talep etmenin her ne kadar mükemmel bir başlangıç olduğunu belirtse de; elde etmesi için gerekli olan usûlün de bir o kadar önemli olduğu üzerinde durur. Çünkü “Usul, husul, vusul!” demiş büyüklerimiz. Vuslata giden yol usule uymaktan geçer. Musa (as) ile Hızır (as) arasındaki alışverişin usûlü ilimlerin efendisi olan marifet ilminin adeta kaidesi olmuştur.

İlim elde etmenin başlangıcı elbette ki kendi eksikliğini bilmek, acziyetini itiraf ile başlar. Musa (as) da böyle bir başlangıç yapmıştı. Samimiyetle Allah bilgisine ulaşmak ve talib olmak isteği kıssada geçen hususiyetlerdir. Allah’ın takdir ettiği bir rehbere, kılavuza olan itaat ve teslimiyet belki de en zor merhale. Çünkü Allah ile konuşan, Tevrat gibi mübarek bir kitap sahibi ulûl azim bir peygamber; hiç tanımadığı, peygamber olup olmadığı bile ihtilaflı olan birisine itaat etmek üzere söz verdi. Ne olursa olsun sabredeceğini ve itaat edeceğini belirtti. Bu ilmin kitaplarda yazılı olmadığını ancak gönülden gönüle aktarılacak bir ulviyyet olduğunu bilmek; büyüklerimizin önemle belirttiği hususiyetlerdir.

Kıssada geçen hadiselere bakıldığında yolculuğun her merhalesinde geçen ve üzerinde en çok durulan şey sabırdır. Sabretmek, ne için ve neye sabır göstermek, ta hammül etmek? Bilinmesi gereken, yaşanılması gereken en zor tecrübeler…

Yol arkadaşlığını güzel yapmak ve asla isyan etmemek. Hızır (as) her hadisenin hikmetini açıklayıncaya kadar kendisine herhangi bir şey sormamasını ve isyan etmemesini istemişti. Nihayet yolculuk sonunda her şeyin manasını ve hikmetini izah ve ifşa ile yapılan zikir. Zikir; O’nun marifetine ulaştıktan sonraki her nefes ve her fiil… Her eşya ile yapılan bir seyir…

Hâce Hazretleri, Allahu Teâlâ’nın ilim verdiği her kuluna ilimle birlikte hilm, tevazu, güzel ahlak ve rıfkı da vereceğini beyan etmişlerdi. Bütün bu özellikler Kâinatın Efendisi’ne bir benzeyiş ve O’nu hatırlatışıdır. Sureten O’na benzeyişimiz, böylece ahlâken de tamamlanmış olur. Bütün çirkinlikleri örtecek elbise marifet ilmidir. Bu elbisenin üzerine takılacak ziynetler ise ykınlıkla kemal bulan güzel ahlaktır.

Hâce Hazretleri kibir ve bidat ehli olanlar hariç her Müslüman’ın bu ilme talip olabileceği ve nasiplenebileceğini buyurmuşlardı. İlmin görevi ancak kulu Allah’ı ile buluşturmaktır. Âlim ise bu ilmi insanlara açıklamak ve öğretmekle emrolunmuştur. Bu dünyayı ayakta tutan şey: “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerdir.” Hâce Hazretleri buyurmuştu ki; “Hayra davet ve tebliğ olmazsa âlem harap olur, kötülüklerden alıkoyma ve men etme olmazsa âlem tarumar olur.”

Hâce Hazretleri birkaç sene evvel geçirmiş olduğu ağır bir kalp ameliyatından sonra boğazına takılan hortum nedeni ile sesini bir süre kaybetmiş ve konuşmakta çok zorluk çekmişti. Allah’ın izni ve yardımıyla sıhhat bulduğu ve sohbete çıktığı ilk haftada ilk duası, ilk yakarışı, yalvarışı ve teşekkürü Allahu Teâlâ’yı anma ve O’ndan bahsederek insanlara O’nu anlatmaya çalışmada kendisine verilen bu fırsatın son nefesine kadar devamı olmuştu.

İlim baş üstüne konmuş Zümrüdü Anka kuşu gibidir. Onu korumanın ve muhafaza etmenin tek yolu; onunla amel etmektir. Aksi takdirde o kuş uçuverir. Büyüklerimiz ilmi tarif ederlerken çokça rivayet etmek değil, haşyet duymaktır. Allah’ın emri şeriflerine azametle uymaktır diye tarif etmişlerdir. Çok amel ve fayda vermeyen ilim yerine azıcık da olsa ilahi tevfik, bizim için daha hayırlı ve elzemdir. Doğadaki bir çiçek nasıl ki toprak, su ve güneşle hayat buluyor ve açıyorsa; mümin de toprak yerine iman, su yerine ilim ve güneş yerine aşkla beslenerek yaşamalı ve hayat bulmalıdır. Hayatı tanımlarken iyiliği emir, kötülüğü nehiy ve Allah’ı zikir olarak algılamak doğru bir anlayış olur. Anlayış ise ancak kâmil bir peygamber varisinden alınır. Çünkü Allahu Teâlâ’nın murad ve hükmünü en iyi bilenler onlardır. Onların gözetiminde irşad olmadan, kendi kendimize şirkten ve nifaktan kurtulmamızın imkânı yoktur. Umumi olan çok ama hususi olan pek azdır. Sözün hulâsâsı:

İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır.

Ve âhiru’d-da’vânâ eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort