JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Hz. Safiyye annemiz, Resûlullah Efendimiz’in (sav) halasıdır. Efendimiz’in (sav) küçük yaşında anne ve babasını kaybetmiş olmasına üzülüyor, bir anne şefkatiyle muamele ediyor ve O’na kol kanat germeye çalışıyordu. Babası, Resûlullah Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib, annesi ise Hz. Âmine annemizin kız kardeşidir. Hz. Safiyye, aynı zamanda Hz. Hamza’nın (ra) kız kardeşidir. Resûlullah Efendimiz’e (sav) hem teyze kızı hem de hala olan Hz. Safiyye annemiz O’nu hayatı boyunca desteklemiş, O’nu üzenlerle mücadele etmiş, O’na kol kanat germeye çalışmıştır. Metaneti, cesareti, ferasetiyle olduğu gibi çocuk yetiştirmesiyle de bizlere örnek olmuştur. Devrin kumandanı ve dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Zübeyir bin Avvam’ın (ra) annesidir. Elinde kılıcıyla savaşa katılan ilk İslâm kadınıdır.

Hz. Safiyye ilk olarak cahiliyye devrinde (nübüvvetten evvel) Ebû Süfyan’ın kardeşi Hâris bin Harb ile evlenir. Hâris öldükten sonra Hz. Hatice’nin kardeşi Avvam bin Huveylid’in nikâhı altına girer, bu evlilikten Zübeyir, Saib ve Abdülkabe adında üç oğlu olur. Avvam bin Huveylid de vefat edince çocukların yükü üzerine kalır ama o güçlü bir kadındır, meşakkatlere aldırmaz. Tarifsiz merhametine rağmen dirayetli ve disiplinlidir. Özellikle Hz. Zübeyr üzerine çok eğilir, onu lider gibi yetiştirmeye çalışır.

Allah Resûlü (sav), Peygamberlikle vazifelendirilip, insanları İslâm’a davete başladığında Allah (cc) “(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şuara; 214– 215) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) akrabalarını toplayarak, “Ey Kureyş topluluğu, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Haşimoğulları, Ey Abdülmuttaliboğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ben sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim.” buyurdu ve kabileleri tek tek uyardı. Daha sonra hususi olarak bazı şahıslara hitap ederek; “Ey Abbas b. Abdulmuttalib! Ey Muhammed’in Kızı Fatıma, Ey Abdulmuttalib’in kızı halam Safiyye, kendinizi Allah’tan satın alınız! Siz benim malımdan dilediğinizi isteyin. Fakat Ben sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim.” buyurmuştur.

Hz. Safiyye ve oğlu Zübeyir bu davete tereddütsüz icabet edenlerden oldu. O’na destek vererek İslâm’ın yayılması için son nefeslerine kadar gayret gösterdiler. Kardeşi Ebu Leheb’in Müslüman olması için de çokça çaba sarf etti. Ebu Leheb, ise Efendimiz’i (sav) engelleme çabasında ve hatta hakarette en ön saflardaydı. Hz. Safiyye annemiz, yeğenini devamlı müşrik kardeşlerine karşı korumaya çalışıyordu. Bir gün sevgili yeğenine Ebu Leheb’in hakaret edip incittiğini duyunca onu ikaz etmek istedi. Ebu Leheb’e hitaben, “Kardeşinin oğlunu ve O’nun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Ehli kitap âlimleri, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamber çıkacağını bildiriyorlar. İşte O peygamber, yeğenimiz Muhammed’dir” dedi. Onu uyarmaya çalışıyordu ama nafileydi. Gözünü kin ve öfke bürümüş olan Ebu Leheb, kız kardeşinin sözlerini umursamadı. “Kadınların sözleri erkeklere ayak bağıdır.” diyerek kız kardeşini aşağılamak istedi.

Hz. Safiyye, Resûlullah Efendimiz’e (sav) daima canıyla, malıyla destek veriyor, İslâm’ın yayılması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyordu. Mekke işkencelerle dayanılmaz bir hal aldığında, oğlu Zübeyir ile Medine’ye hicret etmiş, sevgili yeğeni Cenabı Muhammedül Mustafa’ya (sav) orada da kol kanat germişti.

Disiplinli bir anneydi. Çocuğunun eğitimini sıkı takip eder, sevgi ve şefkatini her fırsatta oğlu Zübeyir’e hissettirirdi. Bazen oğluna sert davrandığını görenlere: “O, ileride orduları idare edecek…” derdi. Gerçekten de Hz. Zübeyir (ra) büyüdüğünde güçlü bir lider, İslâm mücahidi ve komutan oldu. Resûlullah Efendimiz’in (sav), “Her peygamberin havarisi, yardımcısı vardır. Benim de havarim Zübeyir’dir.” iltifatına mazhar oldu. Oğul Zübeyir sağlığında cennetle müjdelendi. Hz. Safiyye annemiz iyi bir anne olmanın semeresini, hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabeden birini yetiştirme şerefiyle de kazanmıştı.

Hz. Safiyye annemiz gözü pek, cesur ve korkusuzdu. Resûlullah Efendimiz (sav), Uhud Harbi’ne çıkacağı zaman ailelerini ve akrabası olan kadınları, çocukları toplayıp Medine’deki en sağlam ev olan Hassan İbni Sabit’in evine yerleştirmişti. Yaşlı ve sakat olduğu için de onu savaşa götürmeyip evde bırakmıştı. Uhud Harbi’nin kızıştığı sırada bir yahudi bu durumu fırsat bilip bu eve yaklaşıp savunmasız insanları öldürmek istedi. Bunu fark eden Hz. Safiyye ev sahibi Hassan İbni Sabit’e “Şu yahudinin yanına var da onu öldür.” der. Ama bu kişi hem yaşlı hem de rahatsızdır. “Onun yanına gidecek kuvveti bulsaydım Resûlullah (sav) ile Uhud’a gider savaşırdım.” der. Bunun üzerine Hz. Safiyye annemiz eline bir odun alıp aşağıya iner. Bu kişinin başına darbeler indirip onu orada öldürür. Yahudiler durumu öğrenince “Muhammed’in, kadın ve çocuklarını koruyucusuz bırakmadığını kesin olarak öğrendik.” diyerek uzaklaşırlar. Böylece Hz. Safiyye annemiz müşrik bir erkeği öldüren ilk kadın olarak tarihe geçer.

Hz. Safiyye annemiz bulundukları evin en yüksek yerine çıkıp savaş meydanını gözetlemeye başlar. Ferasetiyle bir şeylerin yolunda gitmediğini anladığında kalbine bir sızı düşer. Sevgili yeğenine müşriklerin bir zarar vermesinden endişelenerek eline bir kılıç alır ve Uhud’un yolunu tutar. Karşılaştığı ilk sahabeye Rasulullah’ın (sav) sağlığını sorar. Resûlullah Efendimizin sağ olduğunu fakat kardeşi Hz. Hamza’nın şehit edildiğini öğrenir. Resûlullah Efendimiz (sav), halasının elinde kılıç ve mızrağıyla geldiğini görünce Hz. Zübeyir’e, annesini geri çevirmesini söyler. Fakat Hz. Safiyye annemiz, “Şayet kardeşime yapılanı görmeyeyim diye geri döneceksem, olanları biliyorum. Kardeşim bu felakete Allah (cc) yolunda uğradı. Bundan daha büyük bir makam var mı? Biz Allah yolunda bundan daha fazlasına uğramaya da rıza gösteririz ve inşaallah sabrederiz.

Hz. Zübeyir annesinin ısrarını, Resûlullah Efendimiz’e (sav) haber verir. Sevgili halasının metanet ve samimiyetini gören Resûlullah Efendimiz (sav) O’nun kardeşine bakmasına müsaade eder. Efendimiz halasının aklına zarar gelmesin diye, elini onun göğsünün üzerine koyup duada bulunur ve sakinleşen annemiz, kardeşinin parçalanmış cesedinin yanına oturarak sessiz fakat içli içli ağlamaya başlar. Peygamber Efendimiz de (sav), sevgili amcasının acısını yüreğinde hissederek cesedinin yanında ağlar. Hz. Safiyye’nin ağlaması biraz hafifleyince “İnnâ lillah ve İnnâ İleyhi Raciûn” mealindeki ayeti kerimeyi okuyarak takdire rıza ve teslimiyet gösterdi. Eliyle gözyaşlarını kuruladı, oradan sabır ve hüznün canlı bir örneği olarak ayrıldı. Efendimiz de (sav) sevgili halasının metanetinden hoşnut olur. Hz. Safiyye annemiz, metanetinin ve kahramanlığının yanında şairliği ile de tanınmıştır. O, ince ruhlu ve şiire kabiliyetli bir hanımdır. Resûlullah Efendimiz’in (sav) vefatı üzerine bir mersiye söylemiştir: Ya Resûlullah! Sen bizim ümidimizdin Sen, bize hep iyilik edenimizdin Sen değildin hiç, haksızlık edenlerden Sen, şefkat sahibi ve yol gösterenlerden Ve dahî anlatılmayan ilim deryası Bugün ağlayanların, senin içindir feryadı Senin yoluna hep ecdadım feda olsun! Malım, canım, bütün varlığım feda olsun! Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız Ne kadar mesrur olurduk kalsaydınız Hak Teâlâ’nın hükmü bu, ya sabır diyoruz Bilmem ki ne yapsak, hep figan ediyoruz Allah’ın selamı, sana olsun ya Resûlullah! Adn Cennetine girip kalasın ya Resûlullah! Hz. Safiyye annemiz, Peygamber Efendimiz’in (sav) vefatından on sene sonra, Hicret’in yirminci yılında Hz. Ömer Efendimiz’in hilafeti zamanında, yetmiş üç yaşında iken vefat etti. Medine’de Cennet-ül Baki Kabristanlığı’na defnedildi.

Cenabı Allah (cc) rahmet eylesin, bizleri de şefaatine nail eylesin. (Âmin)

KAYNAKLAR
Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, 2009.
Mehmed Emre, Büyük İslâm Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR


Hz. Hüseyin (ra) gazâ meydanına yürüdüğü anda, süt emer bir yaşta olan çocuğu Ali Asgar’ın, susuzluk acısı ile neredeyse ölüm derecesine geldiğini kendisine bildirdiler. Hz. Hüseyin efendimiz masum, 1,5 yaşındaki çocuğu eline almış, düşman askerine karşı tutmuş; Yezid ordusuna karşı; “Ey zalimler!” dedi; “Diyelim ki, ben günahkârım. Fakat şu günahsız çocuğa niçin bir damla su vermezsiniz?” Bu sözlere rağmen o taş yüreklilerden bir akar suyun çıkmasının yolu yoktu. Yezid ordusundan bir zalim yayını kurup bir ok attı ve masum çocuğun o mübarek boğazından geçti ve Hz. Hüseyin’in (ra) mübarek koluna saplandı. Hz. Hüseyin, canilerin kılıç darbelerine rağmen, o yine de aslanlar gibi çarpışıyordu. Hz. Hüseyin uzun müddet hareketsiz kaldı. O sırada, Kûfe leşkeri onu öldürmek isteselerdi, öldürürlerdi. Fakat birbirlerinden çekinmekte ve herkes onun kanına kendisinden başkasının girmesini istemekte ve beklemekte idi. Şimr b. Zilcevşen, Kûfe leşkerine: “Yazıklar olsun sizlere! Hay anaları ağlayasıcalar! Daha ne bakıp duruyorsunuz? Öldürün onu!” diyerek seslendi. Bunun üzerine, her taraftan Hz. Hüseyin’e saldırdılar. O sırada, Sinan b. Enes b. Amrü’n-Nehâî, arkasından gelerek, mızrağını Hz. Hüseyin’in köprücük kemiğinden saplayıp göğsünden çıkarınca, Hz. Hüseyin efendimiz (ra) yüzünün üzerine yere düştü!

Yezid, Aşkın Şehidi’nin mübarek başını istiyordu. Bir müddet, Hz. Hüseyin’in mübarek cesedine yaklaşıp başını kesmeye kimse cesaret edemedi. Sinan b. Enes, Havlı b. Yezid’e: “Başını kes onun!” dedi. Havlı bunu yapmak isteyince, elleri titredi yapamadı. Sinan b. Enes: “Allah iki kolunu kırsın, ellerini ayırsın!” diyerek, inip Hz. Hüseyin efendimizin (ra) mübarek başını gövdesinden ayırdı… Ve Havli b. Yezid’e verdi. Şehit edildiği zaman, Hz. Hüseyin efendimizin (ra) mübarek bedeninde otuz üç mızrak yarası, otuz dört kılıç yarası bulundu. Hz. Hüseyin, hicretin altmış birinci yılında, Muharrem ayının onunda, cuma günü öğleden sonra şehit edildi…

Kardeşi şehid edilince acısı kalbine sığmayan Hz. Zeyneb annemiz: “Ya Muhammed! Göklerin melekleri sana salât etsin! Bak işte torunun Hüseyin kanlar içinde. Uzuvları kesilmiş, yalnız başına şurada yatıyor! Ya Muhammed! Bak kızlarını esir ettiler. Torunlarını acımadan öldürdüler!” Dedesine seslenerek şikâyetini Allah Resûlü’ne (sav) bildirdi. Onun bu feryatları canileri bile gözyaşına boğdu. “Keşke gökyüzü aşağı inip yerin üzerine kapansaydı.” diyerek üzüntüsünü ifade eden Hz. Zeyneb, kardeşini, çocuklarını, yeğenlerini şehit edenler arasında bulunan Sa’d b. Ebu Vakkas’ın oğlu Ömer’e doğru yürüdü: “Ey Ömer! Ebu Abdullah gözlerinin önünde öldürülürken sen nasıl müdahale etmeyip sadece bakakaldın.” diye çıkıştı. Ağlamaktan sakalı ıslanan Ömer b. Sa’d, utancından yüzünü çevirip onun yüzüne bakamadı.

Hz. Zeyneb’in içi kan ağlıyordu, ağlamaktan gözyaşları kurudu. Kendine gelince kadınlara ve çocuklara sahip çıkmak için metanetini koruması gerektiğini düşündü. Acısını yüreğine gömerek geride kalan çocukları ve hanımları kanatlarının altına aldı. Bütün bunlar olurken Hz. Hüseyin efendimizin oğlu Zeynel Abidin hasta yatıyordu. Hz. Zeyneb yeğeninin başında onunla ilgileniyor, onu tedavi etmeye çalışıyordu. Vahşetten sonra hanımlar Kûfe’ye götürüldüler.
Bütün Kûfe yasa boğulmuş, kadınlar çığlık atarak hüngür hüngür ağlıyorlardı. Hz. Zeyneb bu ağlayışların ikiyüzlü kokusundan tiksinmişti: “Ey Kûfeliler dinleyin!” Bu ses ile beraber nefesler sineye çekildi; develer, atlar hareket etmekten kendilerini alıkoydular. Rüzgâr Hz. Zeyneb’in sesini bütün şehre yaymak için harekete geçti. “Ey Kûfe halkı! Ey aldatılmış zavallı halk, bize mi ağlıyorsunuz? Bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı, ıstıraplarımız dinmemiş, feryatlarımız yatışmamıştır. Sizler, Allah ve Resûlü’ne iman getirdiniz ama daha sonra işlediğiniz bu büyük günahla onun kökünü kazıyıp atmak istediniz. Ey Kûfe halkı! Öyle büyük ve kötü bir günaha saplandınız ki, Allah’ın azap ve felaketi sizin üzerinizdedir.”… Bu hitap taş olup Kûfelilerin bağrına oturmuştu. Ne diyeceklerini, ne yöne bakacaklarını, nereye gideceklerini bilemediler.

Valinin Zeynel Abidin’den haberi olmaması için onu Kûfeliler’den birinin evinde sakladılar. Ancak Ubeydullah b. Ziyad, bir şekilde onun sağ kaldığını öğrenmişti. Halka bir duyuru yaptırdı: Ali b. Hüseyin’i bulup getirene 300 dirhem verilecektir. Ali b. Hüseyin o gün olanları şöyle anlatıyor: “Kûfelilerden biri beni evinde saklıyordu. Bana çok iyi hizmet ediyor, ikramda bulunuyordu. İçeri her giriş çıkışında ağlıyordu. Onun bu hâlini görünce kendi kendime: “Yanında kalabileceğim en hayırlı kişi herhalde budur.” diyordum. Ama yanılmışım. Bir süre sonra ağlayarak yanıma gelen adam, ağlaya ağlaya: “Korkuyorum!” diyerek beni tutup sıkıca bağladı. Sonra kolumdan tutarak valiye teslim edip 300 dirhemi alıp gözden kayboldu. Ben öylece kala kaldım.”

Hz. Hüseyin efendimizin hayatta kalan tek oğlunun valiye teslim edildiğini duyan Hz. Zeyneb, hemen vilayet binasına koştu. Valinin bulunduğu yere gittiğinde vali Ali efendimize adını soruyordu. Vali onun aynı isimde olan büyük kardeşini kastederek: “Allah Ali’yi öldürmedi mi?”dedi. Zeynel Abidin “O benim büyük kardeşimdi. Onu senin adamların öldürdü.” Üzerine fazla gidince valiye Kur’ân’dan ayetlerle cevap vererek: “Allah ölüm vakitleri geldiğinde nefislerin canlarını alır...” “Her nefis ancak Allah’ın izni ile ölür.” Ayetlerini okumakla yetindi. Vali aldığı cevaplar karşısında aciz kaldı ve çok kızdı. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’i kastederek: “Vallahi sen de aynı onlar gibisin.” diye çıkıştı. Onun yüzünden bir sıkıntıya maruz kalırım diye korkan vali, onu da öldürmek için bahane aramaya başladı. Adamlarına dönerek: “Bu kesinlikle küçük çocuk değil, bakın bakalım ergenlik çağına ulaşmış mı? Valinin adamlarından Meriy b. Muâz, Ali b. Hüseyin’in yanına gidip ona yakından baktı ve; “Evet, bu çocuk değil.” dedi. Vali onu da öldürülmesini emretti. Valinin emrini duyan Hz. Zeyneb, ileri doğru atılarak yeğenine sarıldı. Büyük bir içtenlikle bağırarak: “Bize yaptıkların yeter artık! Hâlen kanımıza doymadın mı? Bundan başka sağ kalan var mı? Allah aşkına eğer Allah’a inanıyorsan onu öldürmeden önce beni öldür. Vali şaşkındı, bir süre ona baktı ve: “Hayret! Bir insanda bu kadar merhamet olur mu? Genci bırakın!”

Hz. Zeyneb annemizin canını ortaya koyması, Müslümanların Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan gelen seyyidlerimizden mahrum olmamalarına vesile oldu. Annelerimiz birkaç gün Kûfe’de kaldıktan sonra onları Şam’da bulunan Yezid’in yanına göndermeye karar verdi. Hanımlar hazırlanmış, yola çıkmak için bekliyorlardı. O sırada etrafındakiler tarafından büyük ilgi gören Hz. Zeyneb, valinin oldukça dikkatini çekmişti. Yüzü örtülü olduğu için kim olduğu bilinmiyordu. Vali onu göstererek: “Şurada oturan kim?” Valiyi duyan Hz. Zeyneb ona cevap vermeyip sustu. Vali sorusunu üç kez tekrarladığı hâlde o susmaya devam etti. Üçüncüde valinin yanında bulunan bir cariye: “O Zeyneb binti Fatıma’dır”. Vali küstah tavırlar içinde pervasızca konuşuyordu, acılar içinde olan Hz. Zeyneb’e: “Sizi öldürüp rezil eden, sözlerinizi yalanlayan Allah’a hamdolsun!” dedi.

Valinin sözlerine çok üzülen Hz. Zeyneb, valiye çok veciz bir üslupla: “Hayır, iş senin dediğin gibi değil, bilakis bize Muhammed’in (sav) torunları olmayı lütfettiği için Allah’a hamd ederiz. Allah bizi değil fasıkları rezil edecek. Yalana gelince onu ancak senin gibi fâcirler söyler”. Morali bozulan vali, “Peki, Allah’ın ailene yaptıklarına ne diyeceksin?” Hz. Zeyneb daha gür bir sesle: “Onların kaderlerinde katledilmek varmış, bunun için ebedî istirahatgâhlarına gittiler. Kıyamet günü Allah, seninle onları bir araya getirecek o gün seni Allah’a dava edecekler.” Annemizin sözleri valiye çok ağır geldi. Onu gerçeklerle yüzleştirince her haksız zalim gibi kızıp bağırmaya başladı. O sırada valinin yanında bulunan Amr b. Haris: “Allah emirin iyiliğini versin! O sadece bir kadın. Söylediği sözlerden dolayı hanımlara ceza verilmez. Onu affet!”dedi. Kûfe valisi onları Şam’da bulunan Yezid b. Muâviye’nin yanına gönderdi. Zulme uğrayan Peygamber ailesi saraya girdiklerinde yolculuktan dolayı üzerleri toz toprak içerisindeydi. Onları bu halde gören Yezid utancından bir süre yüzlerine bakamadı. Hz. Zeyneb’in babadan bir olan kız kardeşi Fatıma anlatıyor:

“Yezid’in huzuruna vardığımızda bize acıyarak baktı. İltifat ederek yanındakilere bizim için çeşitli emirler verdi. Ben dikkat çeken genç bir kızdım. O sırada Şam halkından kırmızı yüzlü bir adam ayağa kalktı. Beni Yezid’e göstererek, “Ey müminlerin emiri, şunu bana hibe et.” dedi. Hemen ablam Zeyneb’in yanına sokularak eteğini tuttum. Benden büyük olan ablam, çok akıllı ve bilgili biriydi. Adamın sözlerini o da duymuştu. Benim bir şey söylememe fırsat bırakmadan hemen ileri atılıp:
-Sen alçakça bir yalan söylüyorsun? Bunu ne sen yapabilirsin, ne de o yapabilir. Yezid kızgınlıkla söze karışarak:
-Hayır, sen yalan söylüyorsun, bu benim yetkim dahilindedir. Yapmak istersem yaparım.
Hz. Zeyneb büyük bir cesaretle:
-Hayır, ey Yezid! Vallahi Allah (cc) sana böyle bir yetki vermemiştir. Bunu ancak Allah’ın (cc) dininden ayrılmadan yapamazsın, ancak başka bir dine girersen yapabilirsin.
Yezid kızgınlıktan yerinde duramıyordu. Sesini yükselterek Hz. Zeyneb’e:
-Beni bununla mı suçluyorsun? Asıl dinden çıkan sen ve kardeşinsiniz. Hz. Zeyneb annemiz;
-Allah’ın dini, babamın, dedemin, kardeşimin dini iken sen de baban ve deden de henüz hidayete ermemiştiniz. Yezid kızgınlıktan ne dediğini bilemez olmuştu söyleyebildiği tek şey;
-Yalan söylüyorsun ey Allah’ın düşmanı! oldu.

Bu kadar konuşmaya rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranan edepsiz mor suratlı adam densizliğine devam ederek Ehli Beyt’ten bir başka hanımı göstererek: “Bari şu kadını bana hibe et.” Yezid kızgınlıktan kıpkırmızı oldu. Bağırarak: “Evlenmeyiver be adam!” dedi. Yezid, şehitlerin mübarek başlarının üzerine örtülen örtüyü kaldırmalarını emretti. Sonra elindeki sopayla Hz. Hüseyin’in mübarek dişlerine vurarak şu şiiri okumaya başladı:

-Keşke şimdi Bedir’de ölen büyüklerim burada olsaydı da, düşmanlarımızın kılıç ve oklarımızın darbeleriyle nasıl feryat ettiklerini görselerdi. Sevinçle, “Ellerine sağlık Yezid!” deseydiler. Yezid şiire devam edip Hz. Hüseyin aleyhinde konuşmaya devam ederken Hz. Zeyneb’in babasından miras aldığı gür ve metin sesi sarayı titretti:

-Âlemlerin Rabbi olan Allah’a şükürler ve peygamberlerin sonuncusu olan ceddim Muhammed’e salât ve selam olsun. O kalbi kararmış ve kötü huylu, Allah’ın emirlerini çiğneyen ayetlerini inkâr eden kişilerin cehennemin yakıcı ateşinden başka nasipleri bulunmaz. Ey Yezid! Zannediyorsun ki bize yeri ve göğü daraltmışsın ve bizi esir ederek şehirlerde dolaştırmakla Allah katında aziz ve saygın olmuşsun? Çok ahmakça bir düşünce içindesin. Senin bu insanlık dışı hareketin ne sana izzet ve büyüklük kazandırır ne de Allah katında bizim makam, derece ve yakınlığımızı azaltabilir. Acaba bu adalet midir ki, senin ailen ve hizmetçilerin perde arkasında olsunlar da, Resûlullah’ın kızları esir edilip erkekleri yanlarında olmadığı halde şehirlerde dolaştırılarak teşhir edilsin? Ey büyük Allah’ım! Bizim hakkımızı al. Ey Yezid! Yakında ilâhî adalet mahkemesinde yargılanacaksın. Allah’a yemin olsun ki ne yaptıysan kendine yaptın, ey Yezid! Bil ki senin aklın çok zayıf, görüşlerin ise tutarsızdır. Fazla geçmeden ömrün tamam olacaktır. Etrafındakiler dağılacak ve o zaman Allah’ın meleği, “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!” diye seslenecektir…

Hz. Hüseyin’in katlini emreden Yezid’in karşısında kendi canından endişe etmeden gerçekleri sıralayan Hz. Zeyneb uzun bir konuşma yapmıştı. Sözleri bitip sustuğunda tıpkı Kûfeliler gibi pişmanlık denizinde boğulmak üzere olan Yezid b. Muaviye onların Medine’ye dönmelerine müsaade etti ve arzu ettikleri her ihtiyaçlarının karşılanacağını söyledi. Onurlu aile, kendilerini öldüren katillerinden bir yudum su bile istemediler. Mümkün olabilecek en kısa zamanda hazırlanıp Medine’nin yolunu hüzünlü bir kervan oluşturarak tuttular. Yezid, onları Medine’ye götürmesi için Şamlı, salih bir adama emanet etti. Şamlı adam yolculuk boyunca Ehli Beyt hanımlarına çok iyi davrandı. Onları rahat ettirmek için büyük gayret gösterdi. Annelerimiz de ondan çok memnun oldular. Hüzün yükü, tonlarca ağırlığın altında ezilmekten beterdi. O mübarek beldenin kokusu ciğerlerine dolarken, acılar da hafiften soğumaya başlamıştı. Peygamber şehri Medine hüzne boğuluyor. Kervan geliyor ama Efendimiz’in (sav) koklamaya kıyamadığı çiçeği, “Seyyidlerin Efendisi” nerede idi. Peygamber şehri Medine ağlıyordu. Medineli kadınlar örtülerine bürünüp sokaklara çıkıyor ve gözyaşları ile Hz. Zeyneb’i karşılıyorlardı. Bu narin Peygamber çiçeği Hz. Zeyneb’in acısını, hüznünü yazmaya ne gücümüz yeter ne de yüreğimiz dayanabilir.

Hz. Zeyneb’in eşi Abdullah b. Cafer onlarla Kerbela’ya gelmemişti. Bu konu hakkında bazı kaynaklarda değişik bir takım iddialar vardır. Ama bizim en doğru kaynağımız Hâce Hazretleri’ne bu konuyu sorduğumuzda; Abdullah ibni Cafer’in bu olayda tarafsız kaldığı ve diğer iddiaların doğru olmadığıdır. Sadece, Hz. Hüseyin Mekke’den ayrılmak üzereyken ondan gitmemesini ısrarla istemiştir. Hz Zeyneb’in Müslümanlar üzerindeki tesiri kuvvetliydi. Peygamber torunu olması sebebiyle zaten hürmet ve saygı görüyordu. Kerbela faciasından sonra halkın gözbebeği olmuş, onun bu itibarı yine birilerinin kanına dokunmuş, kendisini ortadan kaldırmanın yahut tesirsiz hâle getirmenin yollarını aramaya başlamışlardı. Bu gayretin bir neticesi olarak Medine valisi Yezid’e bir mektup yazıp şöyle dediler: “Onun halk içerisindeki varlığı halkın yönetime karşı isyana yeltenmesine sebep olmaktadır. O, dirayetli, akıllı ve hitabeti güçlü bir kadındır. Kendi yandaşları ile Hüseyin’in intikamını almaya azmetmiştir.” Bu mektup üzerine Yezid, Hz. Zeyneb’in halktan uzaklaştırılması emrini verdi. Ve gözetim altında tutulması için Mısır’a, bir rivayete göre de Şam’a getirildi.. Önce geldiği şehre alışmaya çalıştı. Zaten acısı yeterince büyüktü, üstüne bir de Medine’den ayrılık acısı eklenince fazla yaşamadı. Kerbela’dan sonra bir buçuk yıl daha ömür sürdü. Hz. Hüseyin’in yaşında yani 57 yaşında vefat etti. Kabrinin Mısır’da olduğu fakat yerinin belli olmadığı bildirildiği gibi, onun Şam’da Zeynebiye denilen yerde yaşadığı ve orada vefat ettiği de söylenmektedir.

İman gücü, cesaret, sabır ve zekanın düeti olan Hz. Zeyneb, dünya döndükçe gönüllerden ve zihinlerden asla silinmeyecektir. O, vazifesini layıkıyla yerine getirmenin huzuruyla hicretini yaparken, taşıdığı sancağı da en çok sabır, sebat ve hüsnü ahlâk timsali hanımefendilere bırakmıştır. O hanımefendilerden olabilme ümidi ve niyazı ile Rabbim şefaatine nail eylesin.

Selam ve dua ile…

M. Asım Köksal, Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, Karaca Yayınevi, İstanbul, 2008
Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, 2009.
Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008.
Cihan Aktaş, Hz. Zeyneb, Beyan Yayınları, İstanbul, 2004

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin dördüncü çocuğu olan Hz. Zeyneb hicretin 5-6. yıllarında Medine’de doğdu. Beş yaşına kadar Hz. Fatıma annemizin şefkatli kucağında, Allah Resûlü’nün (sav) sevgisi ile büyüdü. Ne olduğunu çok fazla anlamasa da üç yaşında adını aldığı Hz. Zeyneb, dört yaşında iken de Hz. Ümmü Gülsüm teyzesinden ayrıldı. Allah Resûlü (sav) vefat ettiğinde henüz beş yaşında olan Hz. Zeyneb, her zaman kendini seven, şefkatle kucağına alıp okşayan sevgililer sultanı dedesini kaybetti. Bütün sahabeler gibi onun da gözyaşı sel oldu. Önce Efendimiz’in (sav) sevgi ve şefkatinden, altı ay sonra da hanımların en faziletlisinin en nadide çiçeklerden daha güzel kokan ana kucağından ayrıldı... Küçük yaşta yetim kalması onu çok etkiledi. Kalbi mahzun oldu, gözyaşları dinmedi. Annesinin vefatı ile büyük acılar yaşayan Hz. Zeyneb annemiz ve kardeşleri, Hz. Ali’nin gözetiminde sahâbe annelerimizin, özellikle Hz. Ümâme Hatun’un eğitimi ile yetişip büyüdüler.

Her yönden mükemmel olan, son derece akıllı, ahlaklı, dirayetli, duygulu, hitabeti çok güçlü bir hanım olan Hz. Zeyneb, gençlik çağına geldiğinde pek çok talibi oldu. Ancak Hz. Ali onu başından beri arzu ettiği bir ailenin oğlu ile evlendirdi. Bu Allah Resûlü’nün (sav) evinde, O’nun terbiyesi altında yetişen kardeşinin oğlu Abdullah b. Cafer’di. Abdullah b. Cafer, şiirlere konu olacak kadar cömert biriydi. Hiçbir zaman evinden misafir eksik olmazdı. Eşi Hz. Zeyneb gelenleri en güzel şekilde ağırlar, hizmette kusur etmezdi. Abdullah b. Cafer ile mutlu bir evlilik yapan Hz. Zeyneb’in, ondan Ali, Avn, Abbas, Muhammed, Ümmü Gülsüm adlarında beş çocuğu oldu. Çocukları onları Allah’a daha fazla yönelmeye ve bu eşsiz lütuflarından dolayı O’na hamd etmeye sevk etti.

Evliliği ve çocuklarının doğumu ile mutluluğu daha da ziyadeleşti. Bu mutluluk, fitne hareketlerinin başlaması ile birlikte yerini huzursuzluğa bıraktı. Münafıkların yaktığı fitne ateşi dört bir taraflarını çevirmiş, alevleri her geçen gün biraz daha büyüyor, insanların canını yakıyordu. Hz. Ömer’in (ra) şehadeti ile başlayan bu fitne hareketi, Hz. Osman (ra) döneminde kendini ciddi bir şekilde hissettirerek devam etti. Hz. Osman’ın (ra) şehadeti ile toplumsal travmaya dönüşen fitne, bundan sonra Allah Resûlü’nün (sav) ailesine yöneldi. İşte o andan itibaren Hz. Zeyneb’in yüzü gülmez oldu. Otuz beş yaşına geldiğinde babası Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra) gibi suikasta maruz kalarak şehit edildi. Ard arda yaşadığı acı günlerden sonra, babasını kaybetmesi onu çok ama çok üzdü. Bundan sonra gözyaşları hiç dinmedi.

Ortam, ilk bakışta hep aynı ortam ve yüzeysel düşünenler için de ortalık süt liman. Çünkü görünürde kimse Peygamberimiz’e (sav) ve getirdiklerine somut olarak karşı çıkıcı sözler söyleyememektedir. Kimse çıkıp da Kur’ân’ın hükümlerini reddetmeye cesaret edememektedir. Camiler tıklım tıklım dolmakta, fütuhatlar yapılmakta, mal varlığı üst üste yığılmaktadır. Kısacası bu öyle bir geçiş dönemidir ki ne suçlanacak bir kimse ve bir suç, ne de huzur ve onur duyulacak bir gidişin öncülüğünü yapanların yokluğu çekmektedir dikkatleri.

İslâmî hilafetin saltanata dönüştürüldüğü evrede Hz. Ali (ra) ve oğlu Hz. Hasan (ra) öldürülmüştür. Sırada İslâmî hilafetin savunuculuğunu canı ve kanı pahasına savunacak olan; Peygamberimiz’in (sav) diğer torunları, torunlarının çocukları, hanımları vardır. Peygamber Efendimiz’in (sav) omzunda gezdirdiği, öpüp koklamaya kıyamadığı torunları birbirleri ardı sıra İslâmî kıyamlarından taviz vermemek için öldürüleceklerdir. Hz. Zeyneb gibi öldürülemeyenler ise kötü muamelelere maruz kalacaktır.

Muâviye vefat edince oğlu yezid, saltanat makamına geçer. Hilafet makamını gasp etmeden önce de çeşitli haksızlıklar yapan birisiydi. Halk zorla be’yat ettirilmiş, etmeyenler acımasızca öldürülmüş ve tehdit edilmiştir.

Hz. Hüseyin de Medine valisi Velid tarafından yezide bey’at etmeye davet edilir. Aksi halde boynu vurdurulacaktır, yezidin emri budur. Müslümanların kıyamete kadar unutamayacağı, yürekleri yakan başka bir fitnenin ilk kıvılcımı oldu.

Hz. Hüseyin bey’at etmez ve Velid de tüm tahriklere rağmen Hz. Hüseyin Efendimiz’i (ra) serbest bırakır, O’nun kanını akıtmanın vebalinden çekinir. O dönemde Medine ve çevresinde Hz. Hüseyin ve kardeşleri için hiç de güvenilecek bir hava esmemektedir. Kûfe’liler çıkan olaylar karşısında, Hz. Hüseyin’i (ra) memleketlerine çağırdılar. Hz. Hüseyin Efendimiz (ra) fitneden uzak durmaya çalışıyordu ama Kûfe’liler O’na mektuplar yazarak Kûfe’ye gelmesini, kendisine be’yat edeceklerini yazıyorlardı. Bazı kaynaklarda bu mektupların torbalar dolusu olduğu bildiriliyor. Hz. Hüseyin Efendimiz (ra) Müslim b. Âkil’i durumu yerinde incelemek üzere Kûfe’ye gönderir.

Müslim b. Âkil Kûfe’ye gittiğinde Kûfe’liler’in gönderilen mektuplarda yazıldığı gibi Hz. Hüseyin’e biat için hazır olduklarını görür. Kısa zamanda 18.000 Kûfe’li Hz. Hüseyin adına Müslim b. Âkil’e be’yat ederler. Müslim b. Âkil, Kûfe’de olanları bir mektupla Hz. Hüseyin’e (ra) bildirir. Hz. Hüseyin Efendimiz (ra) Kûfe’den gelen bilgiler doğrultusunda sefer için hazırlıklara başlar. Hz. Ümmü Seleme (ra) O’nun Irak’a gitmesinin önüne geçmek ister. Hz. Hüseyin de kardeşleri de neler olabileceğini aşağı yukarı kestirmektedirler. Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah da Peygamber torunlarının kafilelerle yola çıkmasını önlemek ister ama olacağın önüne kim geçebilir ki?

Bu arada yezid, Basra valisi ubeydullah b. ziyad’ı vali olarak Kûfe’ye gönderir. Zamanın Kûfe Valisi ubeydullah b. ziyad, zulüm ve dalaverelerle yönetimini sürdürme gayretinde olan Emevilerin desteklediği biridir. Halk bu valinin yaptığı haksızlıklardan ve İslam dışı uygulamalardan bıkkınlık geçirmiş ve Müslim b. Âkil’in varlığını fırsat bilerek valiliği kuşatırlar.

Fakat İbn-i Ziyad’ın entrikalarına kanarak, altını, gümüşü tercih ederler. Akşama kadar kuşatmaya devam eden Kûfe’liler verdikleri bütün sözleri unutmuşçasına, akşam olunca Müslim b. Âkil’in bütün uyarılarına rağmen dağılıp evlerine giderler. Müslim b. Âkil’in yanında yalnızca otuz kişi kalır. Bir süre sonra onlarda dağılıp evlerine giderler. Kûfe’liler Hz. Hüseyin’e, Hz. Zeyneb’e ve bütün Müslümanlara verdikleri sözü unuttular. Kûfe’de tek başına kalan Müslim, İbn-i Ziyad tarafından tutuklattırılarak kafası kesilecek, kesilen bu kafa saltanatın durumunu sergilercesine sarayın çatısından aşağı atılacaktır. Gericilik, zulüm ve baskının defterine kaydedilecek bir rezalettir bu.

Son gelişmelerden haberdar olmayan Hz. Hüseyin Efendimiz (ra), çocukları, hanımı, yakınları, kız kardeşi Zeyneb annemiz, diğer kardeşleri ve bir grup Medine’liyle artık Kûfe yolundadır. Hepsi birlikte Medine’den ayrılarak Mekke’ye gelmiş ve oradan da kafileler halinde yola devam etmiştir.

Kervan Kûfe’ye doğru yol alırken, Kûfe’den Medine’ye gitmekte olan bir şair, “Kûfe’lilerin kalbi seninle, kılıçları yezidledir.” şeklinde bir beyit okur. Hz. Hüseyin’le kardeşleri, Müslim’in şehit edildiğini, Kûfe’lilerin sözlerinden döndüklerini öğrenirler. Ama geri dönmezler. Kimse bu gidişe itiraz etmemektedir kervanda. Hz. Zeyneb her ne olursa olsun kardeşini bırakmamaya kararlıdır. Zaten bu sadece Hz. Hüseyin’in değil, onun da, yanındâkilerin de kıyamıdır. Amaç ne saltanat ne de kuru bir askerî başarı... Sadece Allah’ın (cc) hükümlerinin uygulanması ve Peygamberimiz’in (sav) sünnetinin korunmasını sağlamaktır...

Kervan Kûfe yakınlarındadır. Kervanın yöneticileri Hz. Hüseyin bin Ali, Zeynel Abidin ve kız kardeşi Hz. Zeyneb, fedakârlık ve mücadele dolu saatlere sessizce hazırlanmaktadır. İbn-i Ziyad’ın ordusu çok geçmeden karşılarına çıkar. Ordu komutanı Hürr bin Yezid Riyahi’dir. Hürr, Hz. Hüseyin’i Şam’a götürüp yezide be’yat ettirmekle görevlendirilmiştir ve Hz. Hüseyin’e (ra) durumu bildirir. Artık kervan Kûfe yolundan ayrılmak zorunda kalmıştı. Hürr, Hz. Hüseyin’e saygılı, onu incitip gücendirecek herhangi bir hareket yapmaktan şiddetle kaçınarak kervan ile birlikte hareket eder. Fırat nehri kenarına doğru yaklaşırlar. İbn-i Ziyad Hürr’e bir mektup göndererek, kafileyi durdurmasını, onların su ve ottan uzak kalmalarını sağlamasını emreder. Hürr bu emri yerine getiremeyecektir. (Hürr şehit edildiği günün sabahı, erken saatlerde ekibiyle Hz. Hüseyin’e katıldı. O da o gün şehit oldu.)

İbn-i Ziyad durumu haber alarak Kerbelâ’ya doğru 30 bin kişilik bir ordu gönderir. Kumandan Ömer bin Sa’d’dır. -Sahabelerden Sa’d bin Ebu Vakkas’ın (ra) oğludur.- Bu ordu Hürr’ün yapmadığını yapar ve Fırat nehri kenarını tutarak Hz. Hüseyin ve Hz. Zeyneb’in kafilesini sudan mahrum bırakır. Hz. Peygamber’in (sav) öpüp kokladığı yüzler susuzlukla sararıp solmakta, dilleri damaklarına yapışmaktadır ve son gece yani perşembe gecesi son yüz kişi kalırlar. Hz. Hüseyin efendimiz (ra) onlara: “Ben sizi dava etmeyeceğim hakkımı size helal ediyorum. Bey’atınızı bozabilirsiniz. Çünkü bu işin neticesi yok. Gündüz utanırsanız gitmeye gece karanlıkta gidin sizi kimse görmesin, utanmamış olursunuz. Mahcup da olmayın, gece çekilebilirsiniz.” buyurdu. Onlardan yirmi yedi tanesi de geceden gidiyor ve en son yetmiş üç kişi kalıyorlar.

Hz. Hüseyin efendimiz (ra) o gün meselenin artık bittiğini, sona gelindiğini anlıyor. Muharrem ayı günlerden cuma, oğlu Hz. Zeynel Abidin, ki çok rahatsız, yani onu da öldürmemelerinin sebebi, (cilve-i Rabbani) onun rahatsızlığı, o bu rahatsızlığından ölür diye bırakıyorlar. Hz. Hüseyin, Zeynel Abidin’i o hasta haliyle Hz. Hasan’ın bir kızıyla nikâhlıyor ve Allah’a (cc) neslinin onlardan devam etmesi için dua ediyor ve Cenâbı Hak onu muhafaza ediyor. İşte o nikâhtan “Ehl-i Beyt” devam ediyor.

Hz. Zeyneb ise olacakları düşünerek sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştır. O ana kadar omuz omuza yürüyerek Kerbelâ’ya varma kararını birlikte alan kardeşinin bu halini görünce Hz. Hüseyin şunları söyleyecektir: “Ne oluyor bacım? Korkarım ki duygularımız ve şeytanî güçler inancımız ve sabrımızdan ağır basacak.” Hz. Zeyneb ise kardeşinin bile bile ölüme gitmesi karşısında dayanmanın, metin olmanın güçlüğünü ileri sürer ve Hz. Hüseyin de, “Allah böyle diliyor!” karşılığını verir. Ne var ki Hz. Zeyneb’i teselli etmek artık mümkün değildir ve Hz. Hüseyin der ki: “Ey Zeyneb!.. Allah’tan kork. Teselliyi Allah’ın merhametinde ara. Her insan ve her yaratık kesinlikle ölecektir. Bu dünyada her şey ölümlüyken, ölüm düşüncesiyle bunca üzüntü ve keder niye? Peygamber’in (sav) hayatı her Müslüman için bir örnektir. Bu örnek bize neyi öğretiyor? Sabır ve metanet sahibi olmamız gerektiğini, değil mi? Hem, Allah’a (cc) güvenmemizi ve Allah’ın (cc) iradesine teslim olmamızı da öğretiyor. Biz bu prensipten ayrılamayız.”

Artık söylenecek söz kalmamıştır. Hz. Zeyneb, kalbinin değil beyninin sesini dinlemek ve meseleye geniş açıdan bakmak zorunluluğunu bir kez daha duyacaktır kendisinde. Kardeşlerini ve bütün yakınlarını meydana gelecek olaylara hazırlamayı üstlenecektir. Söz bitmiş, yerini eyleme bırakmıştır. Gece dua ile ibadet ile geçer ve düşman askerlerinin çemberi altında kanlı olaylara sahne olacak 10 Muharrem’in sabahına varılır.

Ömer b. Sa’d komutasındaki saltanat ordusu karşısında, Hz. Hüseyin’in yetmiş üç kişiden oluşan ordusu. Savaş başlamıştır artık. Hz. Hüseyin Efendimiz’e tâbi olan Hüseyniler; şehâdet aşkıyla, iman aşkıyla, İslâmiyet ve din için savaşıyorlardı. Karşılarındaki Yezîd ordusu ise; Hz. Hüseyin’i şehit etmek, İslâmiyet’i ve dini ortadan kaldırmak için savaşıyordu. Bu ordu tam bir zalimler topluluğu idi. Hz. Hüseyniler’den her biri Yezîdîler’den bir kaçını öldürmeden şehit olmuyordu. Biri şehit olurken, diğerine; “Hz. Hüseyin’i bırakmamasını” vasiyet ediyordu. Savaş bütün hızıyla sürüyordu. Sırayla Hz. Hüseyin’in ve Hz. Hasan’ın çocukları şehit ediliyordu. Şehit olmak sırası askerin sancaktarı, Hz. Ali oğlu Abbas’a gelmişti ve birkaç zalimi öldürdükten sonra şehit oldu. Hz. Abbas’ın şehâdetinden sonra, şehitlik sırası Hz. Hüseyin’e ve evlâtlarına gelmişti. Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Ekber, o zamanlar on sekiz yaşındaydı. Ali Ekber, Resûlullah’a (sav) çok benzerdi ve “Ehl-i Beyt” Resûlullah’ı (sav) görmek istediler mi ona bakarlardı. Hz. Hüseyin evlâdının şehâdetini görmemek için silahlandı, meydana doğru yürüdü. Oğlu Ali Ekber, Hz. Hüseyin’e yalvardı, izin istedi ve Hz. Hüseyin, kendi mübarek eliyle savaş aletleri hazırladı ve oğlunu meydana saldı. Ali Ekber, bir nâra savurarak; “Allah’a ibadet fidanının çiçeği benim, Ali Murtazâ oğlu Hüseyin’in ciğer köşesi benim işte.” dedi ve kendisini düşman askerinin ortasına atıp, savaşa başladı. Yezîd ordusundan birçok zalimi öldürdü. Sonunda; “Ey baba, susadım, susadım!” dedi Hz. Hüseyin nemli gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak; “Ey ciğer köşem!” dedi; “Sabret! Senin için Kevser şarabı hazırlanmaktadır.” Ali Ekber bu müjde ile yine meydana döndü. Düşman askeri ona hücum ettiler, vücudunda çok yaralar açtılar ve Ali Ekber atından düştü; “Babacığım, beni bul!” diye bir nâra savurdu. Hz. Hüseyin, o narayı işitince, meydana atılıp, Ali Ekber’i çadıra getirdiler ve şehadet şerbetini içti.

Hz. Zeyneb ve diğer kadınlar ağlıyor, feryat ediyorlardı. Onları bu halde gören Hz. Hüseyin; “Ey iffet perdesi ile örtülü kadınlar! Sabredin, tahammül gösterin. Sabır ve tahammülün sonu ahrette cennet bahçeleri, dünyada kıyamete kadar izzet ve tazimdir. Sakın benden sonra yakalarınızı yırtıp saçlarınızı yolmayınız. Bu, düşmanların sevincini artırır. Fakat gözyaşı dökmekten sizi alıkoyamam. Çünkü mazlumun gözünden akan su, rahmet bahçesini sular.” Hz. Hüseyin bunları söyledikten sonra, evlâtlarını büyüklere emanet yolu ile teslim etti. Hepsini de Allah’a (cc) ısmarladı. Sonra onlara veda edip, bütün heybetiyle ve imanının gücüyle gaza meydanına yürüdü

*Hâce Hazretleri, Tevzihu’l-Hakaik.
*M. Asım Köksal, Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, Karaca Yayınevi, İstanbul, 2008
*Serpil Özcan, Hz. Havva’dan Hz. Zeyneb’e Kadınların İzinde, Server İletişim, 2009.
*Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008.
*Cihan Aktaş, Hz. Zeyneb, Beyan Yayınları, İstanbul, 2004

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Annesi, Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek kızı Hz. Zeyneb (ra) babası. Mekke’nin ileri gelenlerinden, itimatlı, güvenilir, emin bir insan. Dürüstlüğü ve mertliğiyle meşhur bir tüccar, Ebü’l-As İbni Rebi’dir. Hz Ümame annemiz Mekke’de dünyaya geldi. Künyesi Ümmü Yahya idi. Bu künyeyi Muğire b. Nevfel ile yaptığı evlilikten meydana gelen çocuğundan dolayı almıştır. Hz. Ümâme (ra) Peygamber Efendimizin (sav) ilk kız torunu idi ve onu çok severdi. Efendimiz’in (sav) Hz. Ümâme’ye olan şefkati o derece idi ki namaz kılarken bile yanından ayırmazdı.

Hz Ümâme (ra), anneciği Hz. Zeyneb (ra) ile Mekke’de çok çileli bir çocukluk hayatı geçirdi. O, henüz çocukluğunun baharını yaşarken inancı uğruna anneciğinin verdiği mücâdelelere şahit oldu. Sevgili dedeciği Efendimiz (sav) Allah’ın (cc) elçisi olmuştu. Mekke’de yeni bir mücadele başlamıştı, Tevhid mücadelesi. Mübarek dedesi Efendimiz’e (sav) ilk inanan anneannesi Hz. Hatice (ra) idi. Peşinden anneciği Hz. Zeynep ve teyzeleri Hz. Rukiyye, Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Fâtıma birlikte İslâm’a koşmuşlardı. Küçük Ümâme’nin babası Ebû’l-As İbni Rebi’ ise henüz İslâm’a girmemiş ama ailesinin inancına da müdahale etmemişti. Sevgi ve hürmetinde bir eksiklik görülmemişti. Küçük Ümâme işte böylesine bir yuvada anne Müslüman baba müşrik bir ailede büyüyordu. O, zaman zaman toplumun baskısı altında kalan babasının üzüntüsüne de şahit oluyordu. Müşrikler babasını devamlı baskı altında tutmağa çalışıyorlardı. Hâlbuki Ebû’l-As ailesine bağlı, sevgi ve saygı ile çocuklarına hizmet eden, herkesin itimat ettiği, becerikli, işinin adamı bir kişiydi. Hanımını ve çocuklarını çok seviyordu. Hz Ümâme (ra) anneciğinin engin merhameti, şefkati, babasının mertliği ve dürüstlüğüyle büyüdü.

Müslümanlara artan baskılar karşısında sevgili dedeciği Allah Resûlü (sav) ashabının Mekke’den Medine’ye hicretine izin verdi. Ashab-ı Kiram inançlarını daha rahat yaşayabilmek için doğup büyüdükleri Mekke’yi çok üzülerek de olsa terk ettiler. Hz. Ûmâme ve anneciği Hz. Zeynep (ra) ise mecburen müşrikler arasında Mekke’de kaldı. Hz. Ümâme ve anneciği devamlı Ebû’l-Âs’ın hidayeti için dua ediyorlardı. Fakat o henüz İslâm’a gelememişti. Bu arada Müşrikler ordu hazırlayıp Medine’ye hücuma karar vermişlerdi. Ebu’l-Âs’ı da içlerine katabilmek için uğraşıyorlardı. Nihayet toplum baskısına dayanamayan Hz. Ümâme’nin babası müşriklerle savaşa gitmeğe karar verdi. Ama o şaşkın bir durumdaydı. Zira karşısında savaşacağı kayınpederi idi. Fakat bir türlü müşriklerin baskısından kurtulamadı. Bedir’e vardı ve mücadelede esir düştü. Kurtulma fidyesi olarak çok sevdiği eşi Zeyneb’ini (ra) Medine’ye gönderecekti. Bu şartla esaretten kurtuldu. Sözünün eri adamdı. Mekke’ye döndüğünde çok sevdiği ailesi Hz. Zeyneb’i ve kızı Ümâme’yi götürmeğe gelen kafileye Mekke dışına teslim edecekti. Ailesini kardeşi Kinâne İbni Reb’i ile Mekke dışına çıkarttı. Fakat Hz. Ümâme ve annesi müşriklerin saldırılarına maruz kaldılar, onları çıkartmak istemediler ve onlara saldırdılar. Kılıçlarıyla saldırarak devenin üzerindeki hevdeci aşağıya düşürdüler. Hz. Zeynep ve kızı Hz. Ümâme annelerimiz yere yığıldılar. Annesi hamile olduğu için yüksekten düşürülünce kanlar içerisinde kaldı... O henüz çocuktu. Elinden fazla bir şey gelmiyordu. Sadece anneciği şunu yap derse ona yardımcı olabiliyordu. Hz. Zeynep Mekke’ye getirilip birkaç gün tedavisi yapıldıktan sonra Medine’ye gidebilmişlerdi. İslâmiyet’in ilk günlerinden beri bütün sıkıntılara katlanan Hz. Ümâme’nin anneciği Hz. Zeynep hicret esnasında başına gelenleri de büyük bir sabırla atlattı. Fakat kocasının hidayeti aklından hiç çıkmıyordu. Devamlı onun için dualar ediyordu.. Nihayet o da bir sene sonra Müslüman olarak Medine’de ailesine kavuştu. Hz. Ümâme bu mesut evde 14 yaşlarına gelmişti. Annesini, babasını ve dedeciğini çok seviyordu. Onların sevgileriyle büyüyordu. Mekke’de çektikleri çileler geride kalmıştı. Fakat sevgili anneciği hicrette çok yıpranmıştı. Bir türlü de kendini toparlayamamıştı. Bir iki sene mutlu bir hayat yaşamışlardı. Anneciği sık sık rahatsızlanıyordu. Son hastalığında yatağından kalkamaz oldu. Kardeşleri Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Fâtıma annelerimiz başından hiç ayrılmadılar. Diğer annelerimizle birlikte Hz. Zeyneb’e hizmet ettiler. Hz Ümâme’yi daha yakın takib ettiler. Onu sevgiyle kucakladılar. Anne hasretini gidermeye çalıştılar. Hz. Zeynep sevdiklerinin arasında ruhunu Rabb-ül Alemin’e teslim etti. Kocası Ebû’l-As Hz. Zeyneb’inin dünyadan ayrılığına dayanamayarak bayıldı düştü. Sevgili Efendimiz (sav) ve ashab-ı kiram onu teselliye gayret etti. Hatta kızı Hz. Ümâme de babasının acısını hafifletmek için uğraştı. Onların yuvası bir sevgi ocağı idi. Birbirlerini çok seviyorlardı, gönülden bağlı huzur dolu mutlu bir aile ortamları vardı. Hz. Zeyneb’in ebedî âleme göç etmesiyle geride baba-kız kalmışlardı.

İki Cihan Güneşi Efendimiz (sav) damadı ve torununu devamlı gözetmeğe başladı. Yer yer mertliğini ve dürüstlüğünü yâd ederek ona iltifatlarda bulundu. Torunu Hz. Ümâme’yi de çok severdi. Hediyelerle ona olan sevgisini devamlı diri tuttu. Küçük çocukken Hz. Ümâme’yi omuzlarında taşırdı. Şimdi Ümâme daha çok sevgiye muhtaçtı. Bir gün, dedeciği Fahr-i Kâinat. Efendimiz’e (sav) birkaç parça altın hediye gelmişti. Onların içinde güzel bir gerdanlık da vardı. Onu alıp annelerimizin yanına gitti ve: “Bunu bana en sevimli olanınıza vereceğim” buyurdu. Annelerimiz kendi aralarında: “O gerdanlığı Ebu Bekir’in kızına verir.” dediler. Bu şerefin Hz. Âişe’ye ait olacağını düşündüler. Fakat Resûl-i Ekrem (sav) annelerimizin tahmin ettiklerine değil, sevgili torunu Hz. Ümâme’ye hediye edeceğini söyledi, torunu Hz. Ümâme’yi çağırdı ve kolyeyi onun boynuna taktı.

Hz. Ümâme gençlik çağına gelmişti. Annesinin vefatıyla ev işleri üzerine kalmıştı. Babasının hizmetlerini görmekteydi. Annesinin acısına kısa zamanda babacığını da kaybetme acısı eklenmişti. Sevgili dedeciği Fahri Kâinat Efendimiz de dünyalarını değiştirmişti. Geride teyzesi Hz. Fâtıma (ra) kalmıştı. O da altı ay gibi kısa bir zaman içerisinde vefat ederek sevdiklerine kavuşmuştu. Teyzesi Hz. Fâtıma vefatından evvel kocası Hz. Ali’ye (ra) şöyle bir vasiyette bulunmuştu: “Ya Ali! Ben vefat ettikten sonra sen evlenmelisin. Zira senin ve yavrularımın perişan olmasını istemem. Ne var ki, yabancı bir üvey annenin eline de yavrularımı bırakmak istemem. Bunun için ablam Zeyneb’in kızı Ümâme’yi kendine nikahlamanı isterim!..” Bu vasiyet üzere Hz. Ali (ra) Efendimiz, Hz. Ümâme ile evlenmeliydi. Çocuklarının da kendinin de bir sıcak ortama ve candan hizmete ihtiyaçları vardı. Bu evlilik ailedeki sıcak ortamı, mutluluğu ve huzuru devam ettirebilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Ali (ra) Hz. Ümâme ile evlendi. Hz. Ümâme henüz bekârdı. İlk defa Hz. Ali ile nikâhlanmış oldu. Hz. Ümame annemiz, Hz. Ali Efendimiz’le evlenince kendini teyzesi Hz. Fatıma’nın henüz küçük olan çocuklarını yetiştirmeye adadı. Onlara çok iyi bakarak Allah Resulü (sav) ve kızlarından aldığı terbiye ile eğitti. Hz. Ali Efendimiz’le mutlu bir evliliği olan Hz. Ümame’nin Muhammed Evsat isminde bir oğlu oldu. Ancak oğlu fazla yaşamayıp küçük yaşta vefat etti. Anne-baba, dede-teyze acısından sonra bir de evlat acısı yaşamıştı. Artık veda vakti Hz. Ali Efendimiz’e (ra) gelmişti. Son nefeslerini vermek üzere iken eşi Hz. Ümâme annemiz’e, Hz. Muaviye’yi kastederek “Ben onun seninle evlenmek istemeyeceğinden emin değilim. Eğer biri ile evlenmek istersen, Muğire b. Nevfel ile evlen”, diye tavsiyede bulundu. Hz Ali şehit edildikten sonra, Hz. Ümame annemiz’in iddeti dolunca, gerçekten Hz. Ali Efendimiz’in (ra) tahmin ettiği gibi Hz. Muaviye tarafından istendi. Hz. Muaviye, Mervan b. Hakem’e mektup yazarak ondan, Hz Ümame annemizi kendisine istemesini bildirdi. Ona evlilik için 100.000 dinara kadar harcama yapabileceğini söyledi. Mervan, Hz. Ümame’nin yanına gitti ve teklifi iletti. Mervan’a cevap vermeyen annemiz, hemen birini Muğire b. Nevfel’e göndererek ona Hz. Ali Efendimiz’in (ra) vasiyetini ve Hz. Muaviye’nin kendisine talip olduğunu bildirdi. Mesajı alan Muğire b. Nevfel, Hz Ümâme annemizin teklifini kabul ederek vakit geçirmeden onunla evlendi. Muğire b. Nevfel ile bir süre evli kalan annemizin ondan Yahya adında bir oğlu oldu. Yahya da diğer oğlu Muhammed Evsat gibi küçük yaşta vefat etti. Hz Ümâme annemiz de oğlundan birkaç yıl sonra Hz. Muaviye döneminde Hicretin 40. yılında vefat ederek sevdiklerine kavuştu.

Rabbim şefaatlerine nail eylesin,
Allah’a (cc) emanet olun, Selam ve dua ile

Kaynakça:
Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul.
Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) annemiz, Resûlullah Efendimiz’in (sav) ikinci kız torunu...

Hak ve hakikati güzel bir üslupla kimseden çekinmeden söyleyen bir hanımefendi... Kendine güveni tam, kuvvetli kişiliğe sahip bir iman eri..  Hz. Ömer Efendimiz’in (ra) ailesi...

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) Medine’de doğdu. Annesi, nübüvvet bahçesinin gülü Hz. Fâtıma (ra) babası, savaş meydanlarının kahramanı, Allah’ın (cc) aslanı olarak bilinen Hz. Ali’dir (ra). O’nun ismini Resûli Ekrem Efendimiz (sav) koydu. Onun için dua etti. Babası seferden döndüğünde yavrusuna Ümmü Gülsüm adının dedesi tarafından verildiğini duyunca çok sevindi. Eşini tebrik etti. Nur parçası kızını da sevgiyle bağrına bastı.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra), cennet gençliğinin sultanları Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) efendilerimizden sonra mutlu yuvanın üçüncü çocuğu idi. Resûli Ekrem Efendimiz’in (sav) Hz. Fâtıma’dan ilk kız torunu idi. Vefat eden teyzelerinin adının yaşatılması niyetiyle Hz. Fâtıma annemiz kız kardeşlerinden birinin adının verilmesini istiyordu. Babacığına arz etti ve Ümmü Gülsüm adı verildi. Gün geçtikçe büyüyen, gelişen küçük yavru beş yaşlarına gelmişti. Henüz çocuk yaşta olmasına rağmen çok güzel konuşurdu. Düşüncelerini anlaşılan bir ifadeyle açık ve net olarak aktarabiliyordu. O henüz hayatının ilkbaharını yaşarken dedeciği İki Cihan Güneşi Efendimiz’in (sav) rahatsızlığını gördü. Kısa zamanda dünyadan ayrılışının acılarını gönlüne gömdü. Henüz beş yaşında idi ama kendisini çok seven bir dedeyi kaybettiğinin farkındaydı ve bu durum onu çok üzdü. Annesi ve çevresindeki sahabeler ile birlikte günlerce gözyaşı döktü. Annesi dedesinin vefatına çok üzülmüş, gülemez olmuştu. Bu acıya daha fazla dayanamayarak altı ay sonra vefat edip En Sevgili ile buluşma şerefine nail olmuşlardı.

Annesini kaybeden Hz. Ümmü Gülsüm (ra) bir anda dünyası yıkıldı. Bu yaşta aralıklar ile en yakınlarından iki kişiyi kaybetmesi onu çok sarstı. Bütün teyzeleri vefat ettiğinden onu bağrına basacak teselli edecek kimsesi de kalmamıştı. Babacığı Hz. Ali (ra) ona öksüzlük acısını unutturabilmek için bir anne şefkati, sevgisi ve sıcaklığını göstermek üzere elinden gelen gayreti gösterdi. Onun bilgi, görgü, beceri, hizmet ve muhabbet gibi ahlâkî üstünlüklerle donanması için çalıştı. Babası ilmî, fikrî, samimi ve sevgi dolu sohbetlerle kızını büyütüyordu.

Hz. Ali Efendimiz’in (ra) terbiyesi altında büyüyen Hz. Ümmü Gülsüm, babasının, teyzesinin kızı Hz. Ümame ile evlenmesiyle biraz olsun rahatladı. Hz. Ümame ona hem anne hem de can yoldaşı oldu. Eğitimine önem vererek onu en güzel şekilde yetiştirdi. Yıllar hızla akıp geçti. Hz. Ümmü Gülsüm (ra) gençlik çağına girmişti. Onun güzel ahlâkı, olgunluğu, bilgisi, görgüsü, becerisi, güzel konuşması ve sahip olduğu diğer faziletler yakınlarının dikkatini çekmekteydi. Yaş itibariyle küçük olmasına rağmen onunla evlenme teklifleri gelmeye başladı.

Hz. Ömer (ra), Allah Resûlü’nün (sav) sağlığında O’nun kızlarından biri ile evlenerek Allah Resûlü’nün (sav); “Kıyamet günü bütün nesepler, vesileler kesilecek, yalnızca benim nesebim ve vesilem kalacaktır.” buyurduğu nesep ve vesileden nasibini almak istedi. Ancak kızları ile evlenmek nasip olmadı. İki Cihan Güneşi Efendimiz’e (sav) kızı Hz. Hafsa’yı vererek yakın akraba olmuştu. Hz. Ömer (ra) Allah Resûlü’nün (sav) torunu ile evlenerek, ona neseben de akraba olmak istiyordu. Halife olduğunda bir gün Hz. Ali’ye: “Yâ Ali! Ümmü Gülsüm’ü bana nikâhla.” dedi. Hz. Ali Efendimiz (ra) de: “Yaşı küçüktür.” diye mazeret gösterdi. Hz. Ömer Efendimiz (ra) ise teklifinde ısrar etti ve: “Yâ Ali! Benim bu evliliği istemekteki maksadım, Peygamber soyuna katılmaktan başka bir şey değildir. Allah’a (cc) yemin olsun ki onun sohbetini benim kadar arzulayan dünyada hiç kimse yoktur.” dedi.

Hz. Ali (ra) düşünceli bir vaziyette evine geldi. Durumu kızıyla istişare etti ve onun da rızasıyla Hz. Ümmü Gülsüm’ü (ra) Hz. Ömer’e (ra) nikâhladı. Sonra ashâbı kiram mescidde toplandı. Müminlerin halifesi bir hitabede bulundu ve bir kez daha Resûlullah (sav) ile akrabalık bağı kurmaktan duyduğu mutluluğu belirterek evliliğini ilân etti. Orada bulunan ashâbı kiram bu evliliği tebrik ettiler. Hayır ve saadet temennisinde bulundular.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) mü’minlerin emiri Hz. Ömer’in (ra) evinde itaatli, hizmetli, vefakâr bir eş olarak yaşamağa başladı. Uzun yıllar Hz. Ömer (ra) ile evli kalan annemiz onunla çok mutlu bir hayat sürdü. Hz. Ömer (ra), annemize çok değer veriyor, onun huzuru için elinden geleni yapıyordu. Kendini Müslümanlara hizmete adayan Hz. Ömer ile gurur duyan annemiz, her zaman eşine destek olarak daha güzel hizmetler yapmasına yardımcı oldu. Ümmete hizmet için pek çok gece sokak sokak gezen Hz. Ömer (ra), yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşarken Hz. Ümmü Gülsüm (ra) de her zaman bütün kalbi ile onun yanında oldu. Bazen öyle durumlar oluyordu ki Hz. Ümmü Gülsüm annemiz uykusundan kalkıp geceleyin eşiyle birlikte muhtaçlara yardıma koşuyordu.

Salebe b. Ebu Malik’ten rivayet edilir:

“Hz. Ömer’e bir miktar elbise gelmişti. Onları Medineli hanımlara dağıttı. Geriye güzel bir elbise kaldı. Hz. Ömer’in yanında bulunanlar: ‘Ey müminlerin emiri! Onu da yanında bulunan Allah Resûlü’nün (sav) torununa versen.’ dediler. Hz. Ömer (ra) ‘Hayır, bunu Ümmü Salit’e vermeniz daha uygun olur, çünkü o Uhud’da bizlere kırbalarla su taşıdı.’ dedi. Eşinin bir başka sahabe hanımı kendisine tercih etmesi Hz. Ümmü Gülsüm’ü üzmemiş, bilakis eşinin İslamî hassasiyetinden dolayı sevindirmişti.

Rum kralı Müslümanlarla savaşmayı bırakıp anlaşma yapınca kralla halife arasında yazışma başladı. Aradaki ilişkiyi daha da güçlendirmek için Hz. Ümmü Gülsüm annemiz (ra) güzel bir hediye kutusu hazırlatarak Rum hükümdarına giden biri ile kraliçeye gönderir. Hediyeleri alan kraliçe bunların bir peygamber torunundan geldiğini bildiği için çok sevinir. Kraliçe teşekkür mektubu yazdırarak birçok kıymetli hediyeyle birlikte Hz. Ümmü Gülsüm’e (ra) gönderir.

Eşine kraliçeden hediyeler geldiğini öğrenen Hz. Ömer (ra) duyuru için hemen ezan okutturur. Vakitsiz okunan ezan Müslümanların önemli bir iş için çağrıldığı anlamına geliyordu. Hz. Ömer (ra) konuyu onlara anlatarak hediyeler hakkında istişare yapmak istedi. Eşinin bu hediyeleri alamayacağı görüşünde idi. Fakat sahabelerin çoğu da alabileceği fikrindeydi. Hz. Ömer (ra): “Eğer o müminlerin emirinin eşi ve peygamber torunu olmasaydı, kraliçe yine de bu hediyeleri ona gönderir miydi?” diyerek hediyeleri beytü’l-mâle gönderdi. Bu olay nefse ağır gelmesine rağmen Hz. Ümmü Gülsüm (ra) nefsine fırsat vermedi. “Ene”sine boyun eğmedi. Enâniyetini ayaklar altına aldı ve kocasının görüşlerini kabul ederek “saliha kadın” olma sorumluluğunu yerine getirdi. İtaatkâr ve kanaatkâr bir hanımefendi olarak hiç itiraz etmedi. Eşinin bütün bunları Allah (cc) rızası için yaptığını bilen Hz. Ümmü Gülsüm, olanları duyunca eşine kızmayıp teşekkür ederek dua etti.

Hz. Ümmü Gülsüm’ün (ra), Hz. Ömer’den (ra) Zeyd adında bir oğlu, Rukıyye adında bir kızı oldu. Bir anne olarak o, yavrularının yetişmesi konusunda çok titiz davrandı. Kendileri gibi sağlam bir imana, ahlâka, kuvvetli görüş ve kişiliğe sahip olmaları için gayret etti. Fakat çocuklarının ömrü uzun sürmedi. Hz. Ömer (ra) ile altı yıl mutlu bir evlilik yaşayan Hz. Ümmü Gülsüm annemiz (ra) Hicretin 23. yılında çok sevdiği eşini ebediyete uğurladı. Eşinin şehit edilmesi onu derinden sarstı.

Babacığı Hz. Ali (ra) kızının iddet müddeti (dört ay on gün) dolunca onu kardeşi Cafer’in (ra) oğlu Avn’e nikâhladı. Yumuşak huylu ve ince kalpli bir insan olan Avn İbni Cafer ile mutlu günler geçirdiler. Ancak bu evlilik de fazla uzun sürmedi. Tüster Savaşı’na katılan Avn efendimiz şehit olunca annemiz ikinci kez dul kaldı. Avn b. Cafer şehid olunca Hz. Ali (ra) kızını Muhammed b. Cafer ile evlendirdi. Maalesef o da şehit edilince kardeşi Abdullah b. Cafer ile evlendi.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) afif bir hayatın en güzel örneklerini vererek yaşadı. Siyâdet (Peygamberin soyundan gelme, seyyidlik) şerefini ömrü boyunca korudu. Musibetler, ibtilâlar (Cenâbı Hakk’ın (cc) insanları dünya yaşamında hayır ve şerle imtihan ederek, sabır ve teslimiyet gösterenleri ahirette mükâfatlandırması, kadere karşı isyan edenleri ise cezalandırması) ard arda geldi. Fakat o hiç bir zaman metanetini kaybetmedi. Babacığı Hz. Ali (ra) zehirli kılıçla yaralandı. Onun çektiği acılara üzülürken bir kaç gün içinde zehrin tesiriyle dünyasını değiştirme gibi çetin imtihanlara maruz kaldı. Daha sonra kardeşi Hz. Hüseyin’in (ra) şehâdet olayı baş gösterince üzüntüsünden âdeta eridi. İçinin ızdırabını elem dolu duygularını ifadelere dökmeğe başladı. Kûfe halkına şöyle seslendi:

“Ey Kûfe halkı! Ey vefasızlar, siz ey yardım ederiz deyip de yardım etmeyenler!.. Artık gözyaşı dinmez, feryatlar kesilmez. Siz çok gürleyip yağmur yağdırmayan bir bulut gibisiniz. Hüseyin’i davet edip düşmanlara jurnal etmekten başka ne yaptınız? Siz, işe yaramayan bir toprak gibisiniz. Ne kötü iş yaptınız? Öyle kirli bir iş yaptınız ki yıkamakla ebediyyen temizlenemezsiniz. Siz risâlet madeni, cennetliklerin efendisi ve gideceğiniz yolda size ışık tutan bir Peygamber’in neslini katlettiniz. Bu, temizlenebilecek bir leke değil ki... Siz biliyor musunuz kimin kanını akıttınız? Bu, kül içinde kalmış ateş bakıyyesidir artık. Asla hafife alınmamalı. Allah (cc) hepimizin yaptıklarını görücüdür.” dedi.

Hz. Ümmü Gülsüm (ra) gönlünün ızdırabını, elem ve kederini beliğ bir ifade ile bu şekilde bir hitabede ortaya koydu. Bu konuşmayı yaptıktan sonra oradan ayrıldı. Ömrünün geri kalan kısmını acılarını gönlüne gömerek Medine-i Münevvere’de geçirdi. Gün geçtikçe bedence zayıflayan o nâzenîn, Abdullah İbni Cafer’in (ra) nikâhı altında iken fani hayata gözlerini kapadı. Cenâze namazını Abdullah İbni Ömer (r.a.) kıldırdı.

Cenâbı Hak şefaâtlerine nâil eylesin. Âmin!..

Selam ve dua ile, Allah’a (cc) emanet olunuz!..

Kaynakça:
*Hilal Kara, Abdullah Kara, Hanım Sahabeler Ansiklopedisi, Nesil Yayınları, 2008
*Mehmed Emre, Büyük İslam Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort