JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 09 Kasım 2012 19:15

ZENGİNLİK NEDİR?

Hamdolsun  Mevlamıza ki bizleri Sevgilisi’nin ümmeti  eylemiş. İmam Busûri  Hazretleri’nin  Kaside-i Bürde’deki  ifadesiyle:

Övülecek halleri hızla aşıp, erdemlerinle  tenhada,

Ulaştın Sen, tek başına Makam-ı Mahmûd’a.

Allah kıldı Nebimizi, nebilerin en şereflisi,

Böylece biz de olduk ümmetlerin şereflisi.

Mertebelerin pek yüce, rütbelerin pek yüksek,

Ne mümkün, Sana verilen nimeti idrak etmek.

Biz Müslümanlara müjde, Allah lütfu  keremiyle,

En sağlam donanımlı kaleyi, eyledi bize hediye.

Bütün mükevvanatın sahibi Mevlayı  Müteal  Hazretleri, bize ne vermişse hepsini Sahibimiz, Seyyidimiz, Efendimiz (sav)  yüzü  suyu hürmetine vermiştir. Çünkü O; rahmetin-bereketin, bilginin-hikmetin, aşkın-merhametin… hasılı insanı değerli kılacak  ne varsa bütün hepsinin sahibidir, membaı, kaynağıdır. Bütün sözlerimize Rabbimiz’e hamdden sonra O’na salâtu selam ile başlarız.

Bütün insanlığın övüncü, bu ümmetin sahibi-terbiyecisi, işte o güzel İnsan, ashabına soruyor:

-Ey ashabım, zenginlik nedir bilir misiniz?

Sahabeyi  kiram….Kadrini hiç kimsenin hakkıyla takdir edemeyeceği  Efendileri’nin-Sahipleri’nin kıymetini bütün insanlık içerisinde en iyi anlayabilecek olanlar… “Biz sana kevseri verdik.’’  ayeti kerimesindeki “kevser’’ kavramını  bazı  ulema-urefa  ashab  olarak tefsir etmişler. Allahu Teâlâ’nın Nebisi’ne mahrem  olsunlar, dost-arkadaş-sırdaş olsunlar  diye yazdığı ashabı kiram cevap vermiş:
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!

İşte iman budur. Teslimiyet- sadakat ve terbiye bu cevaptadır. Çünkü benim bildiklerim; kıt aklımla, az tecrübemle, zayıf görüşümle elde ettiklerimdir. Oysaki  Rasûlullah’ın bilgisi, ifadesi, emri şerifi hakkın-hakikatin-hazinenin  ta kendisidir.

“Zenginlik nedir?”  Bugün hepimizin bu soruya az veya çok cevabı yok mu?  Elbette ki ashabı kiramın da o gün kendine göre bir bilgisi, cevabı vardı. Fakat kendi bildiklerinin değeri ile Rasûlün Hak katındaki  yerini  bilen, mukayese eden, idrak eden ashab verilecek en güzel cevabı verir:


-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!      Kendi bildiklerini bir kenara bırakan, Hakk’ın öğreteceklerini esas alan bir bakıştır bu. İmanın gereği budur. Sadakatin, sevdanın gereği budur. Eğitim böyle gerçekleşir. Eğer insan, kendisinden apaçık bir şekilde üstün olduğunu gördüğü başka bir insana,  gönüllü bir şekilde tabi olmazsa eğitilemez, değişemez. Bugün de durum aynıdır. Peygamberi (sav), O’nun bizi Allah’a (cc) yakınlaştırma için uyguladığı müfredat olarak sünneti  seniyyeyi   kitaptan öğrenemeyiz. Öğrensek de yaşayamayız çünkü Mevlana hazretleri “Bilmek yapabilmektir.” buyuruyor. Yapmadığın şeyi öğrenmiş sayılmazsın.


Örneğin  bugün  “misvak”  sünneti seniyyesini bilmeyen var mı? “Ümmetime meşakkatinden endişe etmeseydim farz kılardım.”  ifadesiyle önemi vurgulanan misvakı  bugün kaç kişi kullanıyor? İslam’ın şiarı olarak sakal sünneti seniyyesine bakışımız nedir? Giyim-kuşamda, yeme-içmede seçici olmada durumumuz nedir? Dürüst olalım, eğri oturup doğru konuşalım. Yaşayamadıklarımızı görelim. Ölmeden kendimizi muhasebe edelim.

Bir Müslüman olarak, ümmetin günahkâr bir ferdi olarak ne zaman “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” diyeceğiz?    Bizim bilgi, görgü, tecrübemizin ahirette para  etmeyeceğini kendimize itiraf edelim. Edelim ki “Kişi noksanın bilmek kadar irfan olmaz.” başlangıç noktasını tespit edelim. Bundan sonra yapacağımız şey; bize Rasûlü  tanıtacak, ahlâkı hamideyi  kazandıracak, varisi Nebi  insanı bulmaktır.

Ne yaptığını, niçin yaptığını, nasıl öğreteceğini bilen  Peygamber varisi  insanı kâmili aramak Müslümanın boynunun borcudur.  Öbür tarafta boynumuza  bukağılar takılmasını ya da boynumuzun koparılmasını  istemiyorsak, ashabın yaptığı gibi aşk ve teslimiyet bukağısını boynumuza takacağız. Büyüğümüz  Mevlânâ Hâce  Hazretleri’nin (ksa) ifadesiyle “Ya bu dünyada aşk ateşiyle, ya öbür dünyada cehennem ateşiyle…’’ İnsan temizlenecek de fırsat varken  bu işi dünyada tamamlamalı.

“Allah ve Rasûlü bilir!” diyebilmek  O’nu kendine tercih etmektir. İslamî eğitimin bidayeti de nihayeti de buradadır. Âlim olan Allah’tır (cc). Mürebbi (Terbiyeci) olan  Allah’tır (cc).  Bütün kudretiyle kainatı  ihata eden Zatı  Zü’l-Celal;  rahmet etmiş-merhamet buyurmuş önü arkası, sağı solu, her yanı nur olan Efendimiz’i (sav) bize eğitici olarak göndermiştir. İşte bu eğiticilik vasfı hasebiyle Efendimiz (sav) “Bana bakın, Bende görün, ben nasıl yapıyorsam öyle yapın!” gibi mübarek ifadeleriyle emir buyurmuşlar.  En son Veda Hutbesi ile Hakk’ı  tebliğ edişini, görevlerinin sona erişini “Şahid ol, ya Rab!” diyerek hitama erdirmişler. O’nun ümmeti eğitme işi kendisinden sonra da Ehli Beyt, ulema-suleha-evliya ile devam etmiştir.

Ümmetin sahibi-Seyyidimiz-Efendimiz  zenginliği tarif etmişler:
-Zenginlik; zikreden bir dil, şükreden bir gönül ve saliha bir eştir.

Cevami-ül kelim (az söz ile çok mana) kudretine  sahip Efendimiz (sav) bu veciz ifadeleriyle bütün bir dini yaşantıyı özetlemişler.

Zengin olma, sahip olma duygusu  insanın fıtratında vardır. Fakat hem bu dünyada hem ahirette seni kazandıracak mülkü üç kelime ile özetlemişler: Dil, gönül, eş...

İnsanın  Mevlâsını zikredebilmesi  bir lütuftur. Herkese Allah’ı anmak nasip olmaz. “Cenâbı  Hak kullarından zatına seçer.”  Eğer bir kula zikretme imkanı verilmişse o kul Cenabı  Hakk’ın sofrasına oturmuş demektir. Ev sahibinin kendisine ikram edeceği şeyler dilinden, gönlüne-ruhuna akacak,  gıda olacaktır. Nasıl bedenin gıdaya ihtiyacı varsa, insanın yiyip-içtiği  bedene hayat verirse, zikir de insanın kalbini doyurur, mutmain kılar.

Hadisi şerifteki sıralama da önemlidir. Dil zikretmeden  gönül şükredemez. Dil,  Mevlamız’ın güzel isimlerini, sıfatlarını  söylerken gönle rıza-lika, irfan-sevda… akmaya başlar. Gönül arınır, durulur. Nimetleri  gördükçe  şükür duygusu artar. Sonuçta asla hakkıyla şükredemeyeceğini anlar  ki gerçek şükür budur. Sahibimiz Mevlânâ Hâce Hazretleri “Sizin için şükrü tercih ettik.” ifadeleriyle  bizim seyrimizde şükrün önemini vurgulamışlardır.

Üçüncü zenginlik, kişinin dinini  yaşamada  saliha bir eşe sahip olması demektir. “Evlenmek dinin yarısıdır.” buyruğuyla zaten Kainatın Efendisi (sav) kulluğun tamamlanmasında evlenmenin önemini belirtmiştir.  “İçinizden kendileriyle huzur bulacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi   O’nun  delillerindendir. Düşünen insanlar için bunda deliler vardır.” (Rum:21)  ayeti  kerimesi de bu yöne işaret etmektedir.

Cenâbı  Hak Azze ve Celle lütuf ve merhametiyle bizlere mededü  inayet etsin. Hepimizi affu mağfiret eylesin. Efendimiz’in (sav) ahlâkını-anlayışını,  O’nun varisi olan insanı kâmilden  ahzetmeyi hepimize nasip eylesin.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 03 Kasım 2012 18:08

ASHABIN RABITASI

Cenabı Mevla’mıza hamd ü senalar olsun ki Seyyidül Mürselin, Nebiyyül Evvelin, Şefiül Müznibin Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz, ashabına Allah’ı  (azze ve celle) tanıtırken, öğretirken kulun Mevlası  ile buluşma zemini olarak güzel ahlâka işaret buyurmuşlardır. Bu yazımızda, insanda övülen ahlâkı oluşturmada rabıtanın yerini anlamaya çalışacağız.

Rasûlullah’ın katiplerinden Ebû Ribi Hanzala b. er-Rebi  el-Üseydi kendi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:

“Bir gün Ebû Bekir’le karşılaştım. Bana: Ey Hanzala nasılsın? dedi.

Ben: Hanzala münafık oldu dedim. O: Subhanallah sen ne diyorsun?! dedi.

Ben: ‘Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyoruz. O bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyor, sanki (cenneti ve cehennemi) gözlerimizle görüyoruz. Fakat O’nun huzurundan çıkınca, hanımlarımızla, çocuklarımızla meşgul oluyoruz. Onların işleri ile meşgul oluyoruz. Çok (şeyi) unutuyoruz.’

(Bunun üzerine) Ebu Bekir (ra) şöyle dedi:

‘Vallahi mutlaka bizler de bunun (söylediklerinin) benzeri  ile karşı karşıya kalıyoruz.’

(Hanzala (ra) anlatmaya devam ederek): Ebû Bekir’in isteği üzerine (Rasûlullah’a) kopup gittik. Nihayet Rasûlullah’ın huzuruna vardık.

Hemen ben, Hanzala münafık oldu, ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Rasûlullah (sav) bunun üzerine:

- O nedir? (O ne biçim söz?) dedi. Ben de şöyle dedim:

‘Ey Allah’ın Resûlü! Senin huzurundayken bize cehennemi cenneti hatırlatıyorsun. Sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurundan çıkınca, eşlerimizle çocuklarımızla meşgul oluyor, (dünyalık) işlerimizi icra ediyoruz. Çok (şeyi) unutuyoruz.’

Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

‘Nefsim kudreti elinde olana yemin olsun ki  huzurumda bulunduğunuz hal  üzere ve (o şekilde) hatırlamağa (zikirde) devam etseydiniz. Melekler (evlerinizde) döşekleriniz üzerinde ve yollarda sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ya Hanzala! Bazen öyle bazen böyle  (bir saat öyle bir saat böyle) … (münafıklık değildir)’ dedi ve son cümleyi üç kere tekrarladı (Müslim rivayet etti). (Riyâzus-Sâlihîn s. 140. 14. bab, 151. hadis.).”

Bu rivayet bilinen ve üzerinde önemle durulması gereken bir rivayettir.


İmam Şafi Hazretleri’nin  “Kur’an’ın tamamı inzal olmasa bile Asr Suresi insanlara yeterdi.’’ İfadesi  ve  Kainatın Efendisi’nin  “Cevami-ül  kelim  (az-öz söyleyiş) ile gönderildim.” buyurmaları hakikatin bütününü  en küçük parçasında izhar edebilme yönüne  işaret eder. Bu yüzden bir  surei şerifi idrak etmek ya da Seyyidimiz Efendimiz’in (sav) bir mübarek sözüne  sarılmak bizi Hakk’a vasıl eder. İşte Peygamber Efendimiz’deki  bu hakikati özlerine aldıkları içindir ki ashab için de “…..hangisine tabi olursanız …” buyrulmuştur. Çünkü her biri artık Efendileri’ni gösteren ayna  olmuşlardır.


İşte bu rivayette de Hz. Hanzala’nın (ra) kendinden hareketle ümmete açtığı yolu,  Efendimiz’in bereketini, rabıtayı, güzel ahlâkı anlamaya çalışacağız.


Öncelikle ashabın çözemediği, idrak edemediği  hali  Efendisi’ne/sahibine götürdüğünü görüyoruz.İnsanın bu dünya hayatında sığınağı-barınağı neresidir? Elbette ki yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız, nurunun bir parçası olduğumuz Efendimiz’dir (sav). Düşen, canı acıyan çocuğun annesine koşması gibi mü’minin sığınağı odur. O’nun ahireti şereflendirmesinden   sonra da  O’nun varisi, kâmil insanlar, evliyalardır.

Hatta burada Hz. Hanzala’nın biraz kendine takıldığını, Hz.Sıddık’ın elinden tutması ile çözüm merciine yöneldiklerini görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de  ifade edilen “İnnehu evvab (günahtan, gafletten, çözümsüzlükten Hakk’a dönmek)” vasfı Hz. Sıddık’ta tebarüz etmektedir. Hz.Ömer’e (ra); “Ya Ömer! Kabre girdiğinde, münker-nekir melekleri geldiğinde onlara nasıl cevap verirsin?’’ diye sorulduğunda:


-Ya Resûlullah, kabirde de bu akıl bende olur mu?

-Evet, ya Ömer, olur.
-Öyleyse iş kolay ya Resûlullah! Sizi çağırırım olur biter.

İşte Hz.Sıddık’ta (ra), Hz. Ömerül Faruk’ta (ra) görülen şey döneceği, başvuracağı yeri bilmektir.


İkinci anlaşılması gereken husus Hz. Nebi’nin (sav) yanında mü’minin halidir. Dünyadan sıyrılmış, bedenen ve gönlen Hakk’a teveccüh etmiş, Allah’ı  (cc) görürcesine soluklanan, fem-i saadetten Hakk’ı öğrenen, sohbeti  Nebi’den (sav) aktarılanlarla adeta cehennemi gören, sığınan; cenneti gören arzulayan, vechi  peygamber ile  lezzetlenerek kendinden geçen bir insandır mü’min. Artık her şeyi unutmuştur. Dünya ve içinde  ne varsa (anne-baba, eş, çoluk çoçuk, borç-alacak…) hepsinden geçmiş bir haldedir mü’min. Müşriklerin “Bizim gibi sıradan bir insan.”  diye bakıp göremediği, O’na  çokça  yardım eden Ebu Talib’in bile “Kardeşim Abdullah’ın yetimi”  diye bakıp göremediği  ama  ashabın imanla bakınca O’nun mübarek gözünde, bakışında, nurlu yüzünde, gönül kalelerini zapt eden kudretli  sözünde gördükleri…

“Beni  gören  Hakk’ı  görmüştür.”  sözünden daha yüce ne olabilir? Fakat Hakk’ı görebilmek için Cenabı Peygamberi,   O’nun istediği gibi görmeye çalışmak gerekir. “Olduğu gibi’’ diyemiyoruz çünkü aşık Yunus’un dediği gibi:

Muhammed bir denizdir, cümle yerleri tutmuş.
Evliyalar ördeği gölünde Muhammed’in
Ol  Meryem  oğlu İsa sır ile göğe ağdı
Yüz bin İsa sergerdan vasfında Muhammed’in Efendimiz’in bir vasfına, bir hususiyetine İsa (as) gibi yüz bin peygamber hayrandır.

O yüzden  Efendimiz’i  imanla-aşkla görenler ancak Hakk’a yol bulabilmiştir. Hakkıyla O’nu tanımak da çok özel bir durumdur. Hz. Sıddık ve birkaç sahabinin bu ilişkisinden-tanıyışından bahsedilebilir. Büyüğümüz Mevlana Hâce Hazretleri altı sahabe ismi ifade etmişlerdi.


Son olarak ise Efendisi’nin yanındaki halini muhafaza  edemeyişin arz edilmesi  üzerine buyrulan “… Eğer benim yanımdaki halinizi muhafaza edebilseydiniz…” ifadesine göre demek ki muhafaza mümkün. İşte bu rabıtadır. Hz. Hanzala’dan rabıtalı olması istenmektedir.  Sonraki dönem tasavvuf anlayışındaki rabıta ifadelerine hiç girmeden, büyüğümüz Mevlana Hâce Hazretleri’nden öğrendiğimize göre “Rabıta, sevginin meyvesidir.”    Kişinin sevdiğine, efendisine yakın olduğu zamanki    hali-hissiyatı  sair zamanlarda da devam ettirmesi   istenmektedir, öyleyse kişinin buna çaba sarf etmesi  gerekir. Bu da ancak sevgiyle olur. Çünkü “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyrulmuştur. Bu, aynı zamanda ihsan sırrına da kapı açar. O’nun yanında değilken yanındaymış gibi davranmak rabıtayla mümkündür. Sahabeyi kiram efendilerimizde görülen bu korunma, sevgiliden uzak olunduğunda O’nu özlemek, O’nun hali  ile hallenmeye çalışmak doğal  bir rabıtayı-gönül bağını oluşturur ki Hâcegân yolunda büyüğümüz Hace Hazretleri’nin (ksa) vurguladıkları yön budur. Tasavvufi ekoller içerisinde çok farklı rabıta tanımları, biçimleri yapılmış, uygulanmıştır.  Fakat  Hâce Hazretleri’nin öne çıkardıkları rabıta anlayışı, sevginin kalpte yoğunlaşmasıyla,  doğal olarak gerçekleşecek taklit, benzeme, şekillenme yaşanmasıdır. İşte o  zaman ahlâk-ı zemimeden  ahlâk-ı hamideye geçiş mümkün olacak, gerçek bir değişim yaşanacaktır.


Bu değişimin sonucunu Efendimiz (sav) somut bir şekilde “meleklerle görüşmek” olarak belirtmişlerdir. Hz. Hanzala (ra) meleklerle görüşmüş müdür, bilmiyoruz ama onun başka bir arkadaşı İmran bin Husayn (ra) ve birçok sahabi  için bu durum gerçekleşmiştir. İmran bin Husayn (ra) hastalandığından  dolayı sohbetlere gelemez olduğunda  arkadaşlarının  üzülmesi üzerine  onlara “Ölümümden sonra söylemeniz şartıyla size bir sırrımı vereyim mi?”  der.  Söz alınca da  “Ben yatalak olup (cihada, hizmete) sohbetlere  gidemediğim  için melekler yanıma geliyor, onlarla sohbetleşiyorum.’’ der.

Ayrıca “Rabıta zekayı arttırır.” buyuran Hâce Hazretleri (ksa) peygamberlerin fetanet (zeki oluş) özelliklerinin Hakk’la  rabıtalarının daimi oluşundan kaynaklandığını buyurmuşlardı.


Cenabı  Hak  bütün ümmete sahibini  buldursun. Hakk’ı öğreneceği  insanı kâmile erdirsin. Bizi Hz. Sıddık’a, Hz. Hanzala’ya, Hz. İmran’a bağışlasın. Onların rabıtası ve sonucunda elde ettikleri Hak’la ilişki zemini olarak güzel ahlâkı bizlere de lütfeylesin. Bugün peygamber varisi olarak bunları bize öğreten-yaşatan insanı  kâmili,  onun istediği gibi “görmeyi” ve  tabi olmayı  Cenabı Hak hepimize lütfeylesin.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 11 Temmuz 2012 03:43

ORUÇTAN MURAD...

Habib-i Hüda, Şefiî  rûz-ı ceza, Rahmet-el  lil alemin, Hak Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz, âşık/sadık yâranı  ashabı kiramı her hususta olduğu gibi oruç konusunda da bizzat eğitmişlerdir.

“…kütibe aleykumus siyamu… (…siyâm  sizin üzerinize de  yazıldı…)” (Bakara-183)  

Savm-siyam, nefsi meylettiği şeylerden imsak etmek, o şeyi yapmaktan kendini  tutmak anlamındadır. Nefsi  imsaktan itibaren akşam ezanına kadar yiyip-içmekten, cinsel ilişkiden oruç niyetiyle men etmek olarak ifade edilmiştir.

Hz. Âdem’den Efendimiz’e (sav) gelinceye kadar bütün peygamberlerde var olan bir ibadettir oruç.

Siyam-ı Davud denilen bir gün yiyip bir gün oruç tutma gibi Davud peygamberin uygulaması  yahut Hazreti Meryem’e mredilen susma orucu gibi şekilleri söz konusudur.

Resul-i Ekrem Efendimiz de sehven adam  öldürme, zıhar  yaparak hanımından ayrılma gibi durumlarda iki ay peş peşe oruç tutturma veya yeminini yerine getirmeyene on gün kefaret orucu uygulamaları yapmışlar.

Hicretin başlangıcında her aydan üç gün, bir de Aşure gününde oruç tutulmasını ashabı kirama emir buyurmuşlar.  Hicretten bir buçuk sene sonra ise Şaban ayının onuncu gününde Ramazanı şerif orucunun farziyeti beyan olunmuş.

“İyiliğin karşılığı (en az) on katıyladır.” (Buhari-Savm-2)

İfadeleri  ve “Ramazan’dan sonra altı gün tutan tüm seneyi oruçlu geçirmiştir.” teşvikleriyle Kainatın Efendisi (sav) ashabı kiramı rahmet, mağfiret, cehennemden kurtuluş kapısına yöneltmiştir.


Hadisi kutsilerde Cenabı Mevla’mız:
“Oruçluya iki rahmet vardır: İftar ettiği zaman ve Rabbine kavuştuğu zaman.’’

“Kullarımın bana en sevgilisi iftarda acele edenidir.”

“…Sizden biriniz oruçluyken kötü söz söylemesin, gürültüye meydan vermesin. Birisi ona kötü söz söyler veya sataşırsa ‘Ben oruçlu bir adamım.’ desin.’’

“Âdemoğlunun her işi kendinedir, oruç müstesna. Onun karşılığını biz veririz. Oruçlunun  ağız kokusu bizim katımızda misk kokusundan daha hoştur.”
gibi ifadelerle oruç ile kurulacak yakınlığa işaret buyurmuşlar. Hatta İmam Kastalani Hazretleri “Şehid olanın kanı misk gibi kokarken, neden oruçlunun ağız kokusu miskten daha hoş oluyor?” sorusuna: “Oruç İslam’ın beş esasından biridir. Oruç farzı ayndır, cihad ise farzı kifayedir. Elbette ki farzı ayn, kifayeden üstündür. Orucun etkisi, cihadın etkisinden fazladır.” buyurmuş ve önemli bir inceliğe işaret etmiştir. Allah için yaşamakla, Allah için ölmenin yeri karıştırılmaktadır. Bugün bu anlaşılamadığı için “Filistin’deki Müslümanlar mı muttaki yoksa Türkiye’deki Müslümanlar mı?” gibi abes bir soruyla karşılaşmak mümkün olmaktadır.

İmam Nevevi  (ra) “Tarih boyunca kâfirlerin, tapındıkları şeylere zikir, secde, kurban gibi ibadetleri yapmalarına rağmen oruç ile tazim ettikleri görülmemiştir.’’ ifadesiyle orucun Cenâbı Mevla’mıza yol olmada, erdirmede çok özel bir yönü olduğunu vurgulamışlar.

Efendimiz’in (sav); “Allah’ın ahlakı ile ahlâklanınız.” buyurmaları ile Mevlâmız’ın mertlik, cömertlik, müşfik oluş, adaletli oluş gibi birçok sıfatını kullarında görme arzusu net olarak anlaşılırken oruçtaki yeme-içmeden uzaklaşma ile Hakk’ın zatına benzeme gerçekleşmektedir. “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek” hali müstesna hiçbir ibadet için “Biziim içindir” sahiplenişi söz konusu değildir. Kerim olan Rabbimiz orucun karşılığını vermeyi bizzat kendi üzerine alarak bu yakınlaşma ve benzeyişten hoşnutluğunu vurgulamaktadır.

Oruç, Müslüman şahsiyetin oluşumunda esas olan bir ibadettir. İslam’ın beş temel rüknünden olarak ifade edilmesi, bu önemi anlamak için yeterlidir. Bir ibadet insana ne kadar derin etki bırakıyorsa Rabbi ile öyle derin bir ilişkiye girmiş demektir. MerhumMuhammed İkbal, Esrar ve Rumuz adlı eserinde: “Sen ki zamanın aslı nedir, bilmiyorsun; ebedi bir hayattan haberdar değilsin. Daha ne kadar gece ve gündüze esir olup kalacaksın? Li meallehi vaktün (benim Allah ile bir vaktim vardır ki…) hadisini hatırla ve vaktin remzi nedir, anla.”  der.


Oruç, Allah ile baş başa kalmak için en iyi fırsattır. İnsan oruç ile farklı bir iklime girer. Kendisine döner. Perdeler kalkar, kalpler yumuşar, incelir. Nefsin geri çekilmesi ve şeytanların bağlanması da insanın işini kolaylaştırır.

Sıdk ile bir yâra dil ver, meylini kes gayrıdan Sevme ger aşık isen, dildâr dildâr üstüne


Ya eteğin tutma pirin, ya sıkı tut ol haris
Bağlama ahdi bozup, zünnar zünnar üstüne            

Can-u baş-u ar-u ırz-u cümle varından geçip
Dost ile halvette kur, pazar pazar üstüne...

diyen Osman Hulusi Efendi dost ile alışverişi, ne kadar güzel özetlemiş.

Sahibimiz, Efendimiz (sav) bu buluşma, görüşmenin daha özel ortamlarda gerçekleşmesi için bir de Ramazan’ın son on gününe itikâfı eklemişler. Tamamen dünyadan-hevadan yalıtılmış bir ortamda; kulun takva azığı ile doyurulması ve Mevlâsından gayrıya daha bakmaması için bütün şartlar hazırlanmıştır.

Amaç,  “…Oruç size de yazıldı, umulur ki takvaya erersiniz.”  (Bakara- 183)  ayeti kerimesinde belirtildiği üzere, takvaya ermek.


“…(Ey iman edenler)  ahiret için azık toplayın. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey (ulil elbâb) yalnız Benden korkun!” (Bakara-197)

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca (ulil elbâb) ibaresine “İslam’ın inceliklerini güzelce idrake kabiliyeti olanlar.” diyerek çok naif bir mana vermişler. Cenâbı Hak bizi onlara bağışlasın.


Oruçtan murad, takvadır. Bugün Efendimiz’in (sav) varisi ekmeli olarak, bizleri eğiten büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (ks) takva konusunda buyurdukları:

“Takva, Mevlanın seni, yasak ettiği yerde görmemesi; emrettiği yerde seni kaybetmemesidir.”

“Takva, kişinin kendi gücünden ve kuvvetinden beri olmasıdır.”

“Takva, sırrını (iç demini) Hak’tan meşgul eden her şeyden uzak tutmandır.”

“Takva, her yönümüzle Muhammedi olmaktır.’’

“Takva, kendini kimseden hayırlı görmemendir.”

“Takva, istenen şeyi istenilen zaman ve miktarda yapmandır.”

ifadeleri ile, oruçla edinilecek takva azığına farklı açılardan bakmamızı sağlamaktadır.

Cenâbı Hak, “O’ndaki yerimizi bulmamız için” bizimle ilgilenen Sahibimiz, Efendimiz’e (ks) engel olmamayı bizlere lütfeylesin. Ramazanı şeriften istifade etmeyi hepimize ikram ve ihsan eylesin. Âmin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Habibi Huda, Seyyiduna ve Seneduna Hak Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabı kirama sohbet etmekteler… Hakk’ın Habibi, Allah’ın (cc) insanlığa en güzel hediyesi Efendimiz; mübarek, mukaddes, mücella sözleriyle ashabı eğitmekteler:

“İstikâmet üzere olun. (Bunun sevabını) Siz sayamazsınız. Şunu bilin ki en hayırlı ameliniz salâttır. Abdestli olmaya ancak Mü’min riayet eder.” (Muvatta, Taharet 36; İbnu Mace Taharet 4)


(İstekîmu) İstikâmet üzere olun, mustakim olun. (Ve len tuhsû) Siz hesap edemezsiniz, sayamaz, bilemezsiniz.(Vağlemû) İyi bilin, iyi anlayın ki (Enne hayra ağmalikumus salâh) en hayırlı, size en faydalı işiniz, ameliniz salâttır. (Velâ yuhafizu alel vudui) Kimse koruyamaz, muhafaza edemez, abdest üzere olmayı ki (illa mü’min) ancak mü’min koruyabilir.

Cenabı Mevlamız önce doğru anlamayı sonra güzel yaşamayı bizlere nasip etsin. Anlamaya çalışacağımız bu rivayette Ümmetin Sahibi Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashaba ve oradan bütün ümmete ufku göstermektedir: İstikâmet.


Bu kavram adeta dini yaşantının, Hakk’ı hoşnut etmenin, rızanın, likânın anahtarı hükmünde. İstikâmet kavramını açmadan önce bu hedefe varmanın iki basamağı belirtilmekte: En hayırlı amel salât, ondan önceki adım abdesti muhafaza.
İstikâmet nedir? İstikâmet, günde en az kırk defa Allahu Teâlâ’dan istediğimiz bir haldir. (İhdinassırat el-mustakîm) İstikâmet üzere olmaya, istikâmet sahibi olanların yoluna bizleri hidayet et ya Rabbi, diyerek Mevlamızdan istekte bulunuyoruz. Yola gelmenin, yolda ilerlemenin, hedefini her gün kendine tekrar etmenin adıdır istikâmet. Bu dosdoğru yolun, Hakk’ın nimet verdiği kimselerin izini tâkip etmenin daha küçük ölçekte, hal dilinde ifadesi ise “İlâhi ente maksudî ve rıdâke matlubî”dir. “Ey İlâhım! Benim maksadım Sensin ve talebim Senin rızandır.” İnsan unutan varlıktır. Bu yüzden dünyada bulunuş sebebini Fatihayı şerifte olduğu gibi yaptığı bütün zikirlerde de kendine hatırlatmalıdır: Allah’ım maksadım Sensin…  Şükürler olsun ki ince anlayış sahibi büyüklerimiz,  bu dinin amacını ve vesilelerini bizlere ayrıntılı bir şekilde açıklamışlar.

Başlangıcı ve bitimi olan bir hayatı yaşayan kul, bu yolculuğunda sıratı mustakim üzere olmayı sürekli Mevlasından istemek zorunda. Çünkü, kul Allah’ın hidayeti/yardımı olmazsa asla menzili maksuduna varamayacağını bilen insandır.


(La havle vela kuvvete illa billah) Bütün gücün/kuvvetin Allah’ta olduğunu bilmek yola çıkmadan anlaşılması gereken şeydir. Çünkü “Mü’min Allah’ı olmazsa hiçbir işe yaramayan adamdır.” Gücünü, kuvvetini Rabbinden alamayan Mü’min boş  çuval gibidir, yığılır kalır.
Bu bağlamda servet, makam, güç sahibi olmak Müslümanı şahsiyetli yapmaz. Günümüzde, özellikle siyasi arenada geldiği makamın içini dolduramayan dindar şahsiyetlerden çokça bulunmakta. Ancak Allah için hubbu ve buğzu (Sevmeyi ve nefret etmeyi) içinizde gerçekleştirmekle “Elbise giydirilmiş kütükler gibidir (münafıklar).” hitabından kurtulmanız mümkündür. Bu da velayetin tasarrufuyla sizin şahsiyetinizin yoğrulmasıyla mümkündür. Aksi halde kimi kitaplardan, şurdan buradan edindiğiniz bilgilerle ya gereğinden çok yumuşak ya da gereğinden çok sert olursunuz.

Sıratı mustakîm, istikâmet üzere olmak, kavram olarak üzerinde çokça durulan bir ifade. Modern zamanlarda kişisel ve toplumsal azmaya karşı ulema-evliya özellikle bu kavramı öne çıkarmışlar. Mehmet Akif’in çıkardığı dergilere Sebil-ür Reşad (Olgunlaşma Yolu)  ve  Sırat el-Mustakîm isimlerinin verilmesi de bu gerçeğe işaret ediyor. Her oluş, bozuluşu da barındırdığından Osmanlı’nın Batılılaşma sürecine girmesi, Cumhuriyet sonrası zoraki değişimler, toplum mühendisliği çabaları ve yakın zamanda Özal’ın Transformasyon (Değişim) adını verdiği şey toplumda başkalaşım/yabancılaşma  şeklinde son biçimini almış bulunmakta. İnancına, kültürüne yabancı bir güruh haline dönüşmüş bulunmaktayız. Fakat Mevlamızın kadim sünneti, her bozuluşun içinde  iyinin, güzelin tohumları barınmakta, Cenabı Hak’la ve nübüvvetle irtibatını kesmeyen kamil  insanların gayretiyle de bu tohumlar gönüllere serpilmektedir.


Toplumsal anlamda istikâmet üzere oluş, kemâliyle asrı saadette gerçekleşmiş.    Çünkü Son Nebi’nin terbiyesinden süzülerek şekillenen insanlar  öz ile dışı, iman ile İslam’ı şahsiyetlerinde birleştirmişler. Büyüğümüz Hace Hazretleri’nin “Sünnet, deriniz oluncaya kadar…” ifadesi Hâcegân yolunda şahsiyetimizin işlenişine bir işarettir.


Asrı saadetten sonra da Ehli Beyt veya Ehli Beyt aşığı ulema-suleha etrafında oluşan cemaatler istikâmeti taşıyıcı olmuşlar. Hele atamız Fatih’in İstanbul’u fethiyle ulaşılan zirve “Ne güzel ordu, ne güzel komutan” taltifi  toplumsal istikametin  o günkü yansıması olarak anlaşılmalıdır.

Hadisi şerifte, bireysel olarak “Nimet verilenlerin yoluna hidayet edilme” isteği, abdesti muhafaza ve salât fiiline bağlanmıştır. Hace Hazretleri’nin buyurmuş oldukları “Abdestini bozduğun yerde al.” gibi bir çok ifadeleriyle abdestini muhafaza edenin muhafaza edileceği hakikati özümüze nakşedilmiştir. Kütüb-ü Sitte’nin abdestle ilgili bölümüne şöyle bir göz atanlar bile Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in  konuya  ne denli önem verdiğini fark edecektir: “…hataları silen, dereceleri yükselten... yüzü yıkayınca gözün günahları, elleri yıkayınca ellerin günahları… arınmış olarak tertemiz… bütün geçmiş günahları af… kim abdestli olduğu halde abdest tazelerse…”


Namazla birleştirilen şu rivayetle kifayet edelim:


Ukbe bin Amir (ra) anlatıyor: Üzerimizde develeri gütme işi vardı bunu sırayla yapıyorduk, bir gün gütme nöbeti bana gelmişti. Günün sonunda develeri kıra ben çıkarıyordum. (Nöbetimin dönüşünde) Resûlullah Aleyhisselatü vesselam’a geldim, ayakta halka hitap ediyordu. Söylediklerinden şu sözlere yetiştim:


“Güzelce abdest alıp sonra iki rekat namaz kılan, kalbi ve vechiyle yönelen hiç kimse yoktur ki kendisine cennet vacip olmasın.” Bunları işitince kendimi tutamayıp, “Bu ne güzel.” dedim. (Bu sözüm üzerine) önümde duran birisi:


“Az önce söylediği daha da güzeldi.” dedi. (Bu da kim, diye) baktım. Meğer Ömer İbnül Hattab imiş, o sözüne şöyle devam etti:


Seni gördüm, daha yeni geldin. Sen gelmezden önce şöyle buyurmuştu; “Sizden kim abdestini alır ve bunu en güzel şekilde yapar, sonra da ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlühu’ derse kendisine cennetin sekiz kapısı da açılır, hangisinden isterse oradan cennete girer.” (Ebu Davut taharet 65, Tirmizi taharet 41)

Salât kavramı namaz olarak çevrilmekte ise de “Muhakkak ki Allah ve melekleri Nebi’ye salât ederler...” ayeti kerimesinin manası da iyi anlaşılmalıdır. Allah ile Nebi arasındaki ilişkiye, sevgi akışına bizim de katılma çağrımız olarak düşünmek gerekir. “Öyleyse ey Müminler! Siz de gönülden salât edin.” Bu rahmet deryasına katılın. Hak sevgilisine bakarken siz de bu rahmetten istifade edin. Nebiye nazar ederken seni de orada görsünler, buyrulmuştu sohbetlerde.


Amellerimizi çoğaltmak değil güzelleştirmekle mükellefiz. Kulun eğitiminde her gün yeni bir şey yapmak değil, her gün yaptığın şeyi yeniden ama daha güzel yapmaya çalışmak vardır. İbadetleri adetleştirmeden, abdestle, namazla daha derin bir ilişki gerçekleştirilmelidir. İstikâmet, edep sahibi olmaktır. “Kur’an’ın manalarına bakarsan bütün ayetlerin bir tek şeye işaret ettiğini görürsün: Edeb” buyurur Hz. Mevlana. “Edeb, nerede ne yapacağını bilmektir.” İstikâmet, edebten başka bir şey değildir.


Hâce Hazretleri “Sünneti Resûlullah, sünnetullahtır.” buyurdular. Efendimiz’in mübarek buyruklarına, fiillerine uymakla Mevlamızın kainata nakşettiği değişim kanunlarına nasıl dahil olacağımıza işaret etmişlerdir. Yabancılaşmadan, başkalaşmadan değişmek ancak insanı kâmil eğitimiyle, sünneti seniyye müfredatının uygulanmasıyla mümkündür.


Bizleri nefsin, şeytanın, tuğyanın tasallutundan kurtararak rızaya, likâya erdiren Nebi varisi insana şükür duygularımızla…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 09 Temmuz 2012 01:57

SENDEN SONRA YA RESÛLALLAH…

Aşk yürüyor. Sevgili yürüyor. En sevgili yürüyor. Hz. Ya-sin, Hz. Taha, Hz. Muhammed Mustafa (sav) yürüyor. Yanında bir atlı var. Atın üzerindeki inmek istiyor, atını O’na vermek istiyor. O yürürken at üzerinde olmaktan hayâ ediyor.

-Hayır, buyuruyor Hakk’ın Habibi, Kâinatın Efendisi.  Ve ekliyor: ‘‘Allah yolunda attığım şu adımlarım için sevap umuyorum.’’

Peygamberi zişân,  yetiştirdiği güzel insanı, Hz. Muaz b. Cebel’i Yemen’in en büyük yerleşim yeri olan Cened bölgesine göndermektedir. Hz. Muaz orada kadılık yapacak, Cened halkına İslamiyeti, Kur’an okumayı öğretecek, zekât ve sadakaları vazifelilerden teslim alacaktır. Aşkın membaı ile taşıyıcısı arasında uzun bir görüşme gerçekleşir. Yapacağı işlerle ilgili talimatlardan sonra:

-Ey Muaz! Hiç şüphesiz sen bu yılımdan sonra benimle buluşamayacak, belki de şu mescidime, kabrime uğrayacaksın!

Peygamber aşığı Hz. Muaz ne desin? Sevgiliyi görmediği gün gönlünü gam-kasavet kaplayan Hz.Muaz ne desin? Ağlamaya başlar. Hz. Muaz hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Sevgili için hiçbir şey yapamamanın adıdır gözyaşı. Varlığın erimesidir gözyaşı.  Gönül ateşinin kıvılcımıdır gözyaşı.

-Ey Muaz! Feryat ile ağlama. Feryat şeytandandır.


Bu son görüşmedir. Dünya gözüyle daha görüşülmeyecektir. Habibi Hüda ‘hiç şüphesiz’ buyurmuştur. Açık,net… Seven, ama daha çok sevildiğini bilen Hz. Muaz ağlamasın da ne yapsın!


‘Dinin tamamlandığı’ ifadesinden Hz. Peygamberin vefatını anlayan Hz. Sıddık gibi.

Yapılacak işler konuşulur. Sonra, ashap içerisinde Efendimizi en iyi anlayanlardan Hz. Muaz meseleyi kendisine getirir. ‘Bana’ der: Ya Rasûlallah! Bana tavsiyelerde bulun!


Soru aslında şöyledir “Senden sonra nasıl yaşayayım, ya Rasûlallah?”  Ashabın eğiticisi, ümmetin sahibi buyurur:

-Ne halde veya  nerede olursan ol, Allah’tan kork!

Hz. Muaz:
-Bana tavsiyeni arttır, ya Resûlallah!

-Günahının ardından hemen haseneyi yetiştir ki onu yok etsin.

-Tavsiyeni daha arttır ya Resûlallah!

-İnsanlara güzel ahlâkla muamele et. (Ahmet b.Hanbel, Müsned c.5,s.236 -Ebu’l Fida, Sire,c.4,194-195)

Yazımızda Efendimizin bu üç nasihatini anlamaya çalışacağız. Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa), ashabı kiramın hepsi başımızın tacı olmakla beraber özellikle altı sahabeye işaret etmişlerdi ki biri de Hz. Muaz (ra) idi. Onunla ilgili öğrenebildiğimiz bütün özellikleri ayrı ayrı ele alıp incelemek gerekirse de bütüncül bakışla ele alındığında Hz. Muaz (ra) idraki-irfanı, aşkı-sadakati ile en iç halkadakilerden biridir. Genç yaşına rağmen üstlendiği görevler onun bu niteliklerinden kaynaklanmaktadır.

İslam Tarihi kaynakları Efendimizin,  Hz. Muaz b. Cebel’e Son Öğüt ve Tavsiyeleri başlığı altında bu rivayeti naklederler. Efendimiz Hz. Muaz’a nasihat ederken cevami-ul kelim (az sözle çok mana ifade)  özelliğiyle ondan bizlere, din denilen ve kulun Rabbi ile toplum ile ilişkisini düzenleyen sistemi nasıl kendi şahsında oturtacağını, devamlı kılacağını göstermektedir.


Birinci emri şerif  “Ne halde ve nerede olursan ol,     Allah’tan kork!”


Kul ile Mevla ilişkisinde korku, sevgiden kaynaklanır. Korku, sevginin meyvesidir. Çünkü Hak Teâlâ’nın sevgisini anlayan kul O’nu incitmekten, O’ndan uzak kalmaktan korkar. Kendisini bunca seven Rabbine karşı, içinde taşıdığı ‘Sen sensin, ben de benim’ diyen nefsin heva ve heveslerine uyup Rahim olan Rabbini üzmekten korkar. Bunca ikrama bunca tuğyan duygusu, korku ve ümit arasında denge sağlar insana.


“Nârı firak (Ayrılık ateşi), nâr-ı  cahîmden eşeddir.” buyuran büyüklerimiz  “Cennet  Allah (cc) ile beraber olmak, cehennem  O’ndan ayrı kalmaktır.’  ifadesiyle de Mevlayı tanıyışlarını ortaya koymuşlardır.


“Allah’tan hakkıyla âlimler korkar.”  ifadesinden de Hak Teâlâ’yı bilmesi ölçüsünde kulun ilişkisinin sağlıklı olacağı anlaşılmaktadır. Belli ki korkusu az olanın aklı-idraki, tanıyışı da az olacaktır. “Re’sul hikmeti mehafetullah”  Hikmetin temeli –başı-Allah korkusudur, bilgisiyle de kulun kalbinde Hakk’ın lütfedeceği bütün marifet ve ikramların zemini, Celal ve Cemal sahibi Mevla’dan korkmak olarak belirlenmiştir.

Zengin ya da fakir, hasta ya da sağlıklı… Hangi halde ve nerede olursan ol, azamet ve kibriya sahibi Allah (cc) seni görmektedir. Öyleyse büyüklerimizin buyurduğu üzere ‘Bu dünyada bir Allah,  bir sen varmışsın gibi yaşa.’ İşte bu, ihsan sırrının ta kendisi!

Müslüman şahsiyetinin zemini, kulunu sevgiyle yaratan Rabbini incitme korkusu!


İkinci emr-i Nebevi  “Günahın arkasından hemen haseneyi yetiştir ki,  onu yok etsin.

“İnne’l-hasenat yuzhibne’s-seyyiât”  hasenât seyyiatı giderir, temizler. Hata etmek, günah işlemek kulun olmazsa olmasıdır. Hata ve günah kulun Rabbine yoludur. İnsan bunlarla kendini tanır. ‘Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz’ der Ziya Paşa. İnsan düşmeli ki Rabbinin yardımına ihtiyaç duysun. Düşmez kalkmaz bir Allah’ı kul, düşe kalka öğrenir. Firavun’un başı bir kere bile ağrımamıştır ve bu ona mekir olmuştur.

‘Siz hiç günah işlemeseydiniz, sizi giderir, sizin yerinize günah işleyen sonra da tevbe eden bir kavim getirirdik!’ buyuran Cenâbı Mevla’mız günahın kendisine yol oluşunu, kendini bilme sürecinde önemini vurgular.


Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa) “Günah işlemeyen veli, günah işleyip tevbe eden velinin derecesine erişemez.” ifadeleriyle de velayet ilişkisinde aynı yönü belirtirler. Asıl olan tevbedir. Hazreti Mevlana da “Ya Rabbi! Ben demiyorum ki günah işlemeyeyim. Sen bana tövbeyi unutturma” buyurur.


Tevbe olsun, selam olsun, gülümseme, güzel söz, darda olan Müslümana yardım olsun… Hepsi hasene kavramı içerisine girer.

Hasene Hz. Hasan’dır,  Hz. Hüseyin’dir. Onların her ameli hasenedir. Efendimiz Hâce Hazretleri (ksa) “Salih amel, salih kişinin her yaptığıdır.” Sözleriyle hasene-salah hallerinin ancak kalbin ameli olarak zuhur edeceğini vurgulamışlardı.

Kul günah işlediğinde yazıcı meleğin yirmi dört saat içerisinde yazmaması, kul tevbe ederse hem günahın silinmesi hem tevbe ecrinin yazılması da Rahim olan Rabbimizin bizim ahsen amellerimize iştiyakını gösterir.


Üçüncü emri şerifleri ise: “İnsanlara güzel ahlâkla muamele et!”


Güzel ahlâk yaratılışın gayesidir. “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere”  gönderilen Hazreti Nebi (sav) kendisini  “Rabbinin ne güzel terbiye ettiğini” buyururken bizleri de aynı terbiyeye-ahlâka davet etmektedir. “Allah ve Rasûlü sizi hayat verici şeylere davet eder.”  Hayatın gayesi budur: İnsanın sünneti seniyye yoluyla ahlâkı hamideye ulaşması. Güzel ahlâk ancak Ali’nin (ra) , Hasan’ın (ra), Hüseyin’in (ra) ve güzeller güzeli Hz. Fatıma-i Zehray-ı Betül (ra)  annemizin Efendisi’nden alınabilir. Bu isimler O’nun doğurduğu, emzirdiği,  büyüttüğü güzellerdir. Ahlâksa onlardadır,  güzellikse onlardadır. Ancak sünneti seniyye bizleri; rıza, likâ, sadakat ve vefa elbisesi giymiş bu güzellere yaklaştırabilir. Bunun için Efendimiz Hâce Hazretleri (ksa) sünnet bakışı, anlayışı öne çıkarır ve “Farz Allah’ın farzı, sünnet Resûlûllah’ın farzı.” buyururlar.


Cenabı Mevla’mız samimi olmayı nasip etsin. Doğru anlamayı, anladığını yaşayabilmeyi, razı olunmuş ahlâk ile ruh teslimini lütfeylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort