JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 13 Mart 2013 02:14

Hz. ALİ EFENDİMİZ'İN (ra) ANLAYIŞI

Hz. Ali (radıyallahu anhu) Efendimiz ile Iraklı biri arasında şöyle bir konuşma geçer:

Hz. Ali (radıyallahu anhu): Siz Iraklılar Kur’an-ı Kerim’deki en umut verici âyet olarak şunu biliyorsunuz. “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Kuşkunuz olmasın ki Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Zümer Suresi, 53. âyet-i kerime) değil mi?

O şahıs: Evet! Öyle biliyoruz, der.

Hz. Ali (radıyallahu anhu): Fakat biz Ehl-i Beyt, Allah’ın kitabında en umut verici âyet “Şüphe etme ki, Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın!” (Duha Suresi, 5. âyet-i kerime) diyoruz ki, o da şefaattir.

İlmin kapısı olarak Ali Efendimizin (kerremallahu veche)bir arkadaşına nasihatini, o arkadaşının Allah (azze ve celle) ile olan ilişkisini ve Efendimize (sallallahu aleyhi vesellem) bakışını tashih edişini görüyoruz bu rivayette.

Ashabın  hepsinden Cenâb-ı Hak razı olmuştur. Onların ayağının tozu gözümüze sürme olsun. (Radiyallahu anhum ve radu anh) “Öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. (Tevbe Suresi, 100. âyet-i kerime)

İşte bu razı oluş içerisinde Ali Efendimizin müdahalesi söz konusu. Daha ince olana, daha güzel olana bir davet var. Iraklı şahıs ve o çevre eksenindeki bakışta esas alınan Zümer Suresi 53. âyet-i kerimedeki; Kulun kendinde tespit ettiği günahkârlık ve çözüm arayışı olarak Mevla’sının rahmetinin çokluğu, O’nun Gafur-ur Rahim oluşu öne çıkmakta. Bu elbetteki doğru bir bakış ama daha doğru ve daha güzel olana işaret ve davet var Ali Efendimiz tarafından. Birinci olarak Kur’anı ve Peygamberi (sallallahu aleyhi vesellem) doğru anlama ölçüsü belirtiliyor: Ehl-i Beyt (radıyallahu anhu)

Rivayetlere göre 120 bin kadar sahabe var Veda Hutbesi’nde. Gelemeyen sahâbelerle yaklaşık 300 bin Müslüman var o dönemde. Bu kadar insan içerisinde Resûlullahı en doğru tanımayı, anlamayı Ehl-i Beyt’in gerçekleştirdiğini vurguluyor Hz. Ali Efendimiz.

Nasr Suresi’nde “Allah’ın yardımı ve zaferi geldiğinde…” âyetlerini işiten Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anhu) ağlıyor. Hz. Ömer (radıyallahu anhu): neden ağlıyorsun? dediğinde ise “Allah Resûlünün görevi bittiğine göre vefatı yakındır, buna ağlıyorum!” der.

Hz. Ömer: Vallahi bu sureyi ben de böyle anlamıştım, der.

“Bilal bendendir, Selman bendendir, Suheyb bendendir” diye buyrulan birkaç sahabeyi de eklersek dini Hz. Peygamber eksenli kavramanın önemi daha bir anlaşılır.

Cenâb-ı Peygamber Hz. Ebubekir için “Elim”, Hz. Ömer için “Gözüm” derken kendine nisbet etmektedir.

Sonuçta Ehl-i Beyt O’nun nesli, diğer yakın olanlar bedeninde azaları gibi O’na yakın olanlardır. İşte bu durum O’nun Ehl-i Beyt’inden olarak Hâce Hazretlerinin bize öğrettiği üzere anlayışla mümkün olmaktadır. Anlayışı gerçekleştiren şey ise sevgidir. Seven kişi, sevdiğinin parçası haline gelmektedir. Âlemlerin efendisine “Bendendir” dedirten “Elimdir, gözümdür” dedirten şey o insanların efendimize  (sallallahu aleyhi vesellem) bakışlarıdır, sevgileridir.

Bugün büyüğümüz Hâce hazretlerinin bir şiirinde ifade ettiği “ihvanlarım, bedenimde azalarım” değişi sevgi ve anlayışla gelişen yakınlığa işaret eder. O gün Efendimizde  (sallallahu aleyhi vesellem) gerçekleşen etle tırnak yakınlığı bugün de “El ulema verasetünnebi” âlimler Peygamberin varisleridir hükmüyle Peygamber vârisi olarak İnsan-ı Kâmil ile yaşanmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın hadis-i kutside: “Kulum bana farzlarla yaklaşır, nafilelerle kendini bana sevdirir. Tâ ki ben onun gören gözü, tutan eli olurum!” buyurması ile de sevginin ne kadar yakınlaştırıcı-erdirici olduğu vurgulanmaktadır.

İkinci olarak Hz. Ali Efendimizin “Şüphe etme ki Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın.” âyet-i kerimesi ile Hz. Peygambere o kişiyi yöneltmesi var. Önceki âyeti kerimede Rabbimizin rahmeti, Gafur ve Rahim oluşu vurgulanmakta ise de Ali efendimiz bu rahmet pınarında ancak Hz. Peygamber aracılığıyla yararlanabileceğimizi vurgulamakta.

Kişinin günahında varlığından pişmanlık-nedamet duyması başlangıçtır. Gereken adım tevbedir ve bu ancak Resûlullahın elinde huzurunda kabul olmaktadır. O ashabının şahidi olduğu kadar ümmetinin de şahididir.

Üçüncü olarak Hz. Ali efendimiz Cenâb-ı Peygamberin şefaatine işaret etmektedir. Yine Ali Efendimizin rivayet ettiği:
- Kıyamet günü ben ümmetime istediğim kadar şefaat ederim. Tâ ki Cenab-ı Allah bana “hoşnut oldun mu?” diye çağırır, ifadeleri de Hazreti Peygamber’in ümmetine nasıl sahip çıkacağına dair açıklamadır. Rabbimiz Teâlâ Hazretleri Hz. Peygamberin  (sallallahu aleyhi vesellem) “Yeter” diyeceği âna kadar vereceğini, O’nun hoşnutluğunu esas alacağını bildiriyor.

Büyüğümüz Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde Hz. Peygamberin hoşnutluğunu sünneti olarak açıklamışlardı. Efendimizin yapıp ettiği her ne varsa bu yüzden bizim başımızın tâcıdır. Hatta sünnet deriniz oluncaya kadar… diye buyurmuşlar, Hz. Peygambere  (sallallahu aleyhi vesellem) yakınlaşmanın ancak O’nun sünnetine bakış ve ittiba ile mümkün olacağı ifade edilmişti.

Bizi de bugün Ehl-i Beyt  ile Hz. Ali ve Hz. Sıddık anlayışı ile muhatap kılan Rabbimize sonsuz hamd-u senâlar, Efendimiz’e sonsuz salât ve O’nun varis-i ekmeline selam ve ihtiram olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Şubat 2013 08:24

ASHABIN SOHBET ANLAYIŞI-3

İmran bin Husayn (Radiyallâhu Anh) hazretlerinden önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Onun, Efendimizin (Sallallâhu aleyhi ve sellem) sohbeti seniyyelerine bakışına değinmiş, devesini bulmak için sohbetten ayrılışına sonradan ne kadar hayıflandığını belirtmiştik.
Bu âlim sahabe ile ilgili birkaç rivayeti daha naklederek onun örnek anlayışını gözler önüne sermeye çalışacağız.

Hz. İmran bir arkadaşına şöyle seslenir:

-Ey Mutarrif, vallahi eğer istesem aralıksız ve hiç bir tanesini tekrarlamadan iki gün boyunca sana Peygamber Efendimiz’den hadis nakladebilirim. Fakat Efendimiz’in sözlerinden bazılarını karıştıranları gördüğüm için eğer nakledersem yanlış söylemiş olabilir miyim diye kuşkulanıyor, geri duruyorum.

Bir rivayette de fitneci bir adama şöyle der: “Sen ahmak bir adamsın. Allah’ın kitabında öğle namazının dört rekât olduğu geçiyor mu? Öğle namazında sesli de okunmaz. Namaz, zekât ve benzeri şeylerin Kur’an-ı Kerim’de şekli açıklanmamıştır. Allah’ın kitabı kapalı geçmektedir. Onun açıklayıcısı Peygamber’in sünnetidir.
Allah’ın kitabı ile Resûl’ün sünnetini ayırmaya çalışan o günün ve bu günün ahmaklarına Hz. İmran’dan evrensel bir cevap…

Her şey Kur‘an’da var, bize Kur’an yeter gibi kasıtlı, art niyetli yaklaşımların tarihi demek ki hayli eski…

Bu yazımızda asıl olarak İmran bin Husayn hazretlerinin sohbet anlayışı ile ilgili bir rivayeti anlamaya çalışacağız:

Rivayetlere göre Hz. İmran, Efendimizin (Sallallâhu aleyhi ve sellem) ahireti şereflendirmesinden sonra bir karın ya da bel hastalığına yakala-nır ve otuz yıl kadar yatağa mahkûm olarak yaşamak zorunda kalır. Ashab-ı Kiram’dan arkadaşları onu ziyarete gelirler. Hz. İmran hurma dallarından yapılmış bir sedir üzerinde yatmaktadır. Arkadaşları onun halini görünce üzülerek gözyaşı dökerler. Hz. İmran ise onlara şöyle der:

-Benim için üzülüyor musunuz? Hayır, vallahi ben üzülmüyorum. Allah’ın benim için takdir ettiği şeye ben razıyım. Eğer ölümümden sonra açıklamak şartıyla kabul ederseniz size bir sırrımı söyleyeceğim.

-Kabul ettik, söyle ya İmran!

-Ben bu halimden dolayı cemaate sohbetlere gelemediğim için melekler beni ziyarete geliyor. Onlarla görüşüyor sohbetleşiyoruz...

Evet, şefaatleri üzerimize olsun, bütün ashabtaki sevginin, teslimiyetin, sabır ve şükrün bir misalidir Hz. İmran’da görülen. Dağ başında tertemiz oksijeni ciğerlerine çekip elhamdulillah diyen insan misali bu temiz bilgiyi aklımızdan önce gönlümüze göndermemiz gerekir. Çünkü iman, sevgi, takva… sırf akıl boyutlarıyla anlaşılmaya çalışılırsa çok kuru, yüzeysel bir Müslümanlık karşımıza çıkar.

Elhamdulillah, Kâinatın Efendisi’nin (Sallallâhu aleyhi ve sellem) başını çektiği hakikat kervanının ilk halkasını oluşturan Ashabı Kiram efendilerimiz bugün bile oksijen pompalamakta, daralan göğüslerimize.

İbadeti, Allah’ın razı olduğu şeyleri yapmak, ubûdiyyeti/kulluğu, Allah’ın yaptığı şeylerden razı olmak şeklinde tarif etmiş büyüklerimiz. Ashab-ı Kiram, Efendimiz’den öğrendiği salih amellerde Hakk’ın rızasını ararken başlarına gelen her hadiseyi de güzel Allah’ımızın bizim için seçtiği/tercih ettiği, diyerek canı başı üzere karşılamıştır.

Hatta Ashab’ın doruğu Hz. Sıddık (Radiyallâhu Anh): “Tasarladığım şeylerin birçoğunu yapamadım. Yaptığım şeylerin birçoğu da tasarladığım şeyler değildi. Bu da Allah-u Teâlâ’nın bendeki en büyük delilidir.”
buyurur.

Kader, Rabbin takdiridir. Bu, anlamaya çalışılacak bir konu değil, imanla hissedilecek bir bağdır, ilişkidir. Kul, imanla Mevlâ’sının el-Mü’min tecellisini üzerine çeker. İman bağımızla girdiğimiz güvenlik alanı içerisinde biliriz ki “Allah’tan zarar gelmez.” İman kişinin ailesi, çevresi, toplumuyla da ilişkisini en sağlıklı zeminde kurmasıdır. Mü’minlerden oluşan topluluğun birbirlerine kanı, canı, malı, namusu haramdır. İman toplumun emniyet kilididir.

Hz. İmran’nın kadere rıza göstermesi Hakk’ı tanıyışıyla gerçekleşmektedir. Efendimizin (Sallallâhu aleyhi ve sellem): “Mü’minin hali ne güzeldir! Nimete erince şükreder, ecir alır; musibet gelince sabreder, ecir alır.” ifadeleri ve “İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür, yakîn ise tamamıdır.” açılımı birleştirilirse insanın yakîn kesbetmesi ile hayatta yaşadığı şeylerde Mevlâ’sı ile ilişki kurması gerçekleşir. Bu dünya Mevlâ’mız ile alışveriş üzerine kuruludur. Mü’min Allah’tan geleni yine O’na çevirmek durumundadır. Kendi merkezli yaşayan “Nefsinin hevâ ve hevesini ilah edinmiş” insan, Allah’a rağmen kendine alan belirleyen kimsedir. “Sen sensin, ben de benim!” cevabını veren nefsin tezahürleri modern hayatta oldukça fazladır.

Hz. İmran (Radiyallâhu Anh) otuz yıl yatağa mahkûm oluşuna rıza ve hoşnutlukla bakarak adeta Mevlâ’sını kendi üzerinde gayrete/galeyana getirmiştir. Bu rızaya, sema ehlinden melâikenin gönderilmesi ile adeta gönül alma ile karşılık verilmiştir. Burada bizce önemli olan meleklerin gelmesi değil, bu gelişe sebep olan şey, sohbete duyulan arzudur. Âlemlerin Efendisi’yle sağlığında sohbetleşen, O’nun vücûduyla, sözüyle, nazarıyla hülasa her şeyi rahmet olanla irtibat kuran Hz. İmran, Efendimizin ahireti şereflendirmesi ve hastalığı gibi engelleri bahane etmemiş, aşkla yönelişi, ihtiyacını ayağına getirtmiştir.

Efendimizin 63 yıllık hayatında en büyük sünneti, sohbeti seniyyeleridir. Kendisine gönül veren insanları aşkla eriten ve şekillendiren Efendimiz, bu tasarruflarını en yoğun olarak sohbette gerçekleştirmiştir. İşte bu nefsin/varlığın ergimesi ile oluşan yakîn Hz. İmran’ın anlayışını oluşturmaktadır.

“Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti!” buyuran Efendimiz, Ashab’ına da kendi güzelliklerini aktarmıştır. Ashab böyle şekillendi, ya sonrakiler? Elhamdülillah, Efendimizin (Sallallâhu aleyhi ve sellem) varisi olarak Hz. İnsan her dönemde olmuş ve ümmeti eğitme görevini üstlenmiştir. Bugün tek söyleyebileceğimiz şey, Ashab’a lütfettiğini bizden esirgemeyen, Rahîm, Kerîm Mevlâ’mıza hamdü senalar olsun...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 13 Şubat 2013 07:58

ASHABIN SOHBET ANLAYIŞI-2

Ashab, sohbet ehli insanlar… Önceki yazımızda sohbete–söze “Kün” emri ile Mevlâ’mızın başladığını, bugün de Mevlâ’mızın “Her an bir iş üzere” olması hasebiyle söze devam ettiğini dolayısıyla gözü, kulağı ve kalbi olanın da işitmeye devam ettiğini ifade etmiştik.

İnsanın önemi, önemsediği şey kadardır.


Ashab, Efendimizi (Sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sohbet-i seniyyelerini önemsemişler, ışığını Kâinat Güneşi'nden alan yıldızlar olmuşlar.


Âlemlere rahmet, Hâce-i Kâinat Efendimiz Medine’de Mescid-i Nebevi’de sohbet etmekteler... Dışarıdan üç kişi gelir. Birinci şahıs içeriye girer, bakar. Ön sıralarda bir boşluk görür. Yerleşir, oturur. İkinci şahıs içeriye girer. Cemaate bakar, rahatsızlık vermek istemez, cemaatin en gerisinde yer bulur, yerleşir oturur. Üçüncü şahıs ise mescide girer, kalabalık bulur, yer yok diyerek geri döner.


Efendimiz mübarek sözlerini tamamlamıştır. Bir süre gözleri yerde sükût eder. Sonra halka halka oturmuş ashabın yüzlerinde gözlerini gezdirerek buyurur ki: “Sizlere biraz önce mescide gelen üç kişinin durumunu bildireyim mi?


Birinci kişi Allah’ın rahmetini umarak geldi. Allah da ona rahmet etti. En ön sıralarda yer buldu, oturdu.


İkinci kişi Allah’tan hayâ etti. Allah da ondan hayâ etti. Cemaati rahatsız etmemek için en arkada yer buldu, oturdu.


Üçüncü kişi ise mescide geldi. Kalabalık buldu. Allah’tan yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi. Yer bulamadı, gitti…”


En başta cemaate gelen insanların duygu-düşüncelerini tasrih eden Efendimizin (Sallallâhu aleyhi ve sellem) tasarrufunu fark etmemiz gerekiyor. Rivayette bu üç kişinin isimleri ve sonraki durumları belirtilmiyor ama sonuçta biliyoruz ki kişiye doğru ya da yanlışının gösterilmesi mahza rahmettir. İnsanın doğru yapmışsa istikametinin devam etmesinin, yanlış yapmışsa tevbe kapısına yönelmesinin imkânı açılıyor. Allah’ın kuluna konuşması yine ona olan sevgisini göstermez mi? Muhakkak ki insan sevdiği-değer verdiği şeyin üzerine titrer. Arada dostluk varsa acı da olsa gerçek söylenmelidir.

Denebilir ki, O Allah’ın Resûlüdür, kalplere nüfûz eder, âmennâ; nübüvvet bugün yok fakat irşad devam etmekte. İrşad, Hz. Peygamberin varisi insan-ı kâmil eliyle devam ediyor. İrşad-ümmetin eğitimi- Efendimizin (Sallallâhu aleyhi ve sellem) varislerinin omuzlarındadır. Aksi halde Efendimizin ahireti şereflendirmesinden sonra ümmet olma sorumluluğu üzerimizden kalkardı. İnsan-ı kâmil olmasa ümmet olmazdı. Çünkü örnek-rehber olmasa ümmet olma yükü taşınamazdı. Ne yani Peygamberi tarih kitaplarından mı öğrenecektik?

Cenâb-ı Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem), insanın sohbete gelirkenki duygu-düşüncelerinin önemini özellikle vurgulamaktadır. Neden? Çünkü niyeti, insanın ta kendisidir. Büyüğümüz Erzurum’da bir sohbette buyurmuşlardı: “İnsan sohbete niye geldiğini, neye geldiğini, kime geldiğini bilmezse istifade etmesine de imkân yoktur!” Biz bu üç kelimenin birincisinden (Niye), kişinin kendi niyetini-bakışını olgunlaştırmasını; İkinci kelimeden (Neye), geldiği cemaate bakışını, cemaatin hedefine katılımını netleştirmesini; üçüncü kelimeden ise bir Mü’minin dünya hayatında olabilecek en mükemmel hedefini anlıyoruz (İlâhî ente maksudî – Allah’ım maksadım Sen’sin).

İnsanın niyetiyle, yaptığı işin rengini, şeklini, sonucunu belirlemesi ve Allah’ımızın (azze ve celle) bu işe verdiği önemi anlaması için “Ameller niyetlere göredir.” hadis-i şerifi yeterli olsa gerek. Sabah namazının sünneti ile farzı arasındaki tek farkın niyet oluşu çarpıcı bir örnektir.

Osman Bedrûddin Erzurumî Hazretleri: “Allah-u Teâla takdirini kulunun niyeti içerisine dercetmiştir.” buyurarak zaten kulun yapacağı en büyük işin niyetini-himmetini yüce tutmak olduğunu ifade etmiştir.


Niyet, basit bir benzetmeyle kontak açmak, marşa basmak gibidir. Zaten hazır olan düzenek o ilk kıvılcımla çalışmaya başlayacaktır. Kâinattaki kurulu düzen, bizim Mevlâ’mız ile alışverişimiz bu ilk hareketimize göre şekillenir. Düşünce harekettir.


“Mü’minin niyeti amelinden hayırlı” kibar-ı kelâmı bizim amel diye bildiğimiz yapıp etmelerimiz -teşbihten özür dilerim- züccâciye dükkânındaki deve gibi olmamıza yol açabileceğinden, bir şeyler yapmadan önce o şeyi kime yaptığımız bilincinin bizde oluşması, çam sakızı-çoban armağanı acziyet ve hassasiyetiyle sunuşa dönüştürülmesine mâtuftur. Niyet, insanın Allah’a söz vermesidir. Niyet hayır, akıbet hayır…


Allah'ın rahmetini uman O’nun rahmetini bulur. “Rahmetim gadabımı geçti.” kudsi hadisi ile bizim de tutunabileceğimiz tek dala işaret vardır. “Allah'ın rahmeti olmasa hiç kimse cennete giremez!” buyuran Hz. Peygambere (Sallallâhu aleyhi ve sellem) adeta “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik!” naziresi ile Cenâb-ı Hak tutunacağımız elin Hz. Muhammed Mustafa (Sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O'nun sevgisi-sünneti olduğunu belirtiyor. Rivayette rahmeti uman kimsenin meclisin en önlerinde yer bulması bize ufku işaret etmekte.


Hayâ etmek de imandan, insanları rahatsız etmeme isteği de çok güzel fakat en arkaya kalış, kapıya yakın oturuşta ikaz var. Büyüğümüz, Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni (Kuddise sıurruh)  hazretleri buyurmuştu: “Korkan ve utanan mahrum kalır.” Korkumuz ya da utanmamız bize engel olmamalı. Utanacaksak Mevlâ'mızın bunca nimetine duyarsızlığımıza utanmalı; korkacaksak Allah'tan mahrum olmaktan korkmalıyız.


Üçüncü şahsa gelince burada görülen şey, yer bulamamaktan çok gönülsüzlük durumu olsa gerek. Çünkü Mevlâ'mızın itâbı şiddetli, “O Allah'tan yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi.” Yüz çevirmeyi yapan kul, gönülsüz-isteksiz oluşuyla Hakk'ı incitmiş, Hakk'ın yüzünü görebileceği sohbetten îtizal etmiştir.


Her şey yok olucudur. Bâki olan ikram ve celal sahibi olan Rabbinin vechi-yüzüdür.


Elhamdulillah Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ashaba sunulan, nakış nakış onların gönüllerine işlenen iman ve aşk bugün de O'nun varisi olan insan-ı kâmil tarafından ümmete sunulmakta... Ne mutlu imana ve aşka talip olana...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 01 Aralık 2012 21:29

ASHABIN SOHBET ANLAYIŞI-1

Sohbete-söze önce Allah başladı ( Azze ve celle). “Kün” emri şerifi bir sözdür ve yaratılışı başlatır. Mevla’mız kâinatı yaratırken muradı insandı. Kelâm-ı kadîm’inde eşref-i mahlukat diye hitab etti insana. İnsanı kendine muhatap kıldı. “Her şey insan için, insan benim için!” diyerek insanı tercih etti.

Bir şey konuşulacak-paylaşılacaksa dil gerekti, verdi. Kulak gerekti, verdi (Göz illa gerekli değildi. Şuayb (as), Tapduk Emre (ks) misali). Hepsinin üstünde gönül gerekti, verdi.

İnsanı kendi tercihlerine bırakmadan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sözüne muhatap kıldı. Âlem-i ervah’ta bu soruya kim hayır diyebilirdi ki? Büyüğümüz Hâce hazretleri (ks) “Allah (Azze ve celle) bu ikrarı en son muhasebe ve muhakemede kulunun lehine kullanmak üzere delil olarak kaydettirdi.” buyurdular. (İşte burada, tam burada derin bir aah etmek düşer bize.)

Hani geçmiş ümmetlerden bir insanı melekler muhasebe etmişler de hiçbir hayır amelini bulamayıp, cehenneme atacakları zaman Mevla’nın “İyi bakın, iyi bakın!” sözü üzerine nihayet “Ya Rabbi! Bir hayrı yok ama yüzüğünün taşında La ilahe illallah yazıyor!” demeleri üzerine Rahîm olan Mevla’mızın “Demek ki bizim birliğimize, kadiriyetimize imanı var, öyle ise cennete koyun!” buyurması gibi…

Mevla’mız insanı yaratmayı diledi, bu dileğini sevdi. Sevgi, Allah’ın kendinden kendine tecellisidir. Allah’ın kendinden kendine tecellisinin sonucu, Hakk’ın sıfatı olarak insan meydana geldi.

İnsanı sevdi, seçti;Muhît olarak sardı-kuşattı. Yeryüzüne gönderilen insan ise sevildiğini, seçildiğini unuttu, daldı-uzaklaştı. Mevla’mız ilk insan ile sohbetleşmeye, paylaşmaya başladı. Hz. Âdem’den, Efendimize kadar İsa(as), Musa(as), İbrahim(as)…bütün peygamberler O’nun sohbet arkadaşı idiler. Özelin özeli sohbet ise tek olarak İbrahim (as)’a ve Efendimizle beraber O’nun ümmetine açıldı. Efendimiz ile Mevla’mızın paylaşmadığı bir şey kalmadı ama O “Seni hakkıyla bilemedim!” diyerek tevazusu bir yana bu paylaşımın sınırının-bitiminin olmadığına da işaret buyurdu. İşte bu bitimsiz sevgi paylaşımının adıdır sohbet.

Ashabın sohbete bakışını anlamadan önce Mevla’mız ile O’nun sevgilisi, Habib-i edîbi arasındaki sohbeti-paylaşımı fark etmemiz gerekir. Kur’an-ı kerim bu sohbetin kayda geçirilmiş şeklidir.

Ashap işitenden dinlemiştir. Büyüğümüz Hâce hazretleri (ks) sohbeti “Ya Allah’tan dinlemek ya da Allah’tan dinleyenden dinlemek” şeklinde tarif ederler.

Allah-u Teala Efendimize “Sevdiğim” diyerek O’nunla gönül alış-verişini başlatmış, “Sen olmasaydın…” diyerek söylenebilecek son sözü de söylemiştir aslında.

İbni Mesud (ra) şöyle söyler:

“Cenab-ı Hak kullarının gönlüne baktı, Muhammed’i (sav) peygamber seçti. O’nu ilmi ile seçti. Sonra insanların gönüllerine tekrar baktı. Hz. Muhammed’e (sav) ashap seçti. Onları dininin yardımcıları, peygamberinin velileri yaptı. Mü’minlerin güzel buldukları güzel, kötü buldukları da kötüdür.” (Hayat-üs sahabe’den)

Peygamberini seçtiği gibi O’na yâr olacak kimseleri de seçen Mevla’ya hamd olsun.

İman ve aşk Mevla’mızın seçtiklerine lutfettiği, yaratılmış olmayan ihsanlarıdır. Ashap aşk pınarından kana kana içendir. İşte sohbet bu içmenin adıdır. Elbette ki ashabın aşk ve imanı derece derecedir. Çünkü her insanın kabiliyeti farklıdır. Bütün yıldızlar ışığını güneşten alsa da yolda kalana, gemiciye parlaklığı ve yol göstericiliği ile hepsi ayrı ayrı özelliktedir.

İşte bu rahmet pınarından içerken:

Ashap öyle otururlardı ki hiç kıpırdamaz, hatta başlarına kuş konmuş da uçuverecekmiş gibi hareketsiz dururlardı.

Öyle yakın otururlardı ki üzerlerine bir örtü atıversen hepsini örtecek gibi gelirdi insana.

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” hikmeti en yoğun şekilde sohbette gerçekleşirdi sahabeye göre.

Sohbeti kaçıran ashaba bu yüzden taziyeye giderdi arkadaşları.

Bu yüzden sohbette çok oturmaktan ashabın ayakları çarpıktı.

Sohbetteki bu yöneliş öylesine güçlüydü ki… “ Buradaki halinizi muhafaza etseniz melekler gelir, yanınıza oturur, yolda yürürken sizin ile musafaha ederlerdi.”

Ashabın, Efendimizin (asm) sohbetinden aldığı tadı, kana kana içmeyi bugün peygamber varisi insan-ı kâmilin sohbetinden bizlere lütfeden cömert Mevla’mıza hamd-ü senalar olsun.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 10 Kasım 2012 20:51

İSLAMIN OĞLU

Habib-i Huda (Hakk’ın sevgilisi)

Şefî-i rûz-ı ceza (Ceza gününün şefaatçisi)

Hak Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz, nurlu Medine’de… 63 yıllık mübarek, mukaddes, mücella nefeslerine görenler hayran… “O, hiçbirinizin babası değil” ayeti kerimesinin mefhum-u muhalifi “O hepinizin annesi (gibi)dir.” fehvasınca ümmetine bir anne şefkatiyle düşkün… Hak Teâlâ’nın yarattığı kulların hamurunu yeniden şekillendiren, taşlaşmış kalpleri sevgisiyle yumuşatan, hikmetle yıkayan, bilgiyle düzelten… Şefkatli bir anne ne ise O da öyle, hatta daha fazlası.

“Harîsun bil mü’minîn” Kendisine iman edenlere çok düşkün, çok hırslı…

İşte bu fıtrata çevirme, asla döndürme; bu dünyada pâk İslam şeriatını yaşayan örnek insanlar yetiştirme noktasında; bu iman eğitiminin mezunlarından biri: Hz. Selman-ı Farisi (ra).

Hz. Selman’ı Ensar ve Muhacir sahiplenmeye çalışırken Hz. Nebi (sav) onu övmek için başka bir söze ihtiyaç bırakmayacak şu ifadeyi kullanırlar: “Selman bizim Ehl-i Beytimiz’dendir.

Artık o kendisini ‘İslam’ın oğlu’ olarak görecektir. Yine Kâinatın Efendisi onun için buyuracaktır: “Cennet üç kişiye müştaktır (şevkle arzu etmektedir): Aliyyu’l-Mürteza, Ammar bin Yasir, Selman-ı Farisi.”

Bu övgülere Hz. Selman nasıl mahzar olmuştur?

Fahr-ı âlem (sav), hem kendisini nispet ederek ailesinden saymış hem cennetin arzuladığı bir insan olduğunu ifade buyurmuş. Ayağının tozu gözümüze sürme olsun, duasıyla Hz. Selman’ı (ra) biraz daha yakından tanımaya çalışacağız.

Hz. Selman’ın İran’ın Ramahürmüz veya İsfahan’ın Cey şehrinden olduğu, bir ateş tapınağında hizmetçilik yaptığı, bazı Hristiyanlarla karşılaşınca Hristiyan olduğu dinini öğrenmek için Şam’a geldiği, Musul, Ammuriye şehirlerinde manastırlarda kaldığı, yanında ilim öğrendiği rahip ölürken ‘Hz. İbrahim’in Haniflik dini üzere hurmalıklı bir yerden Peygamber çıkacağını, O’nu bulması.’ tavsiyeleri ile Vâdil Kura’ya geldiği, fakat onu getiren kervan tarafından köle diye satıldığı, Beni Kureyza’dan bir Yahudi’nin onu satın aldığı, Efendimizin Medine’ye geldiğini Yahudilerin konuşmasından işitince hurma ağacından düştüğü hatta Yahudi efendisinin “Bu işler seni ne ilgilendirir?” deyip dayak attığı, Efendimizin sadaka hurma yemeyip, hediye hurmadan yediğini görünce ‘İşte peygamberlik alâmeti’ dediği ve son olarak Efendimizin sırtındaki peygamberlik mührünü bir cenazede görünce tam teslimiyetle Müslüman olduğu İslam tarihi kaynaklarında ifade edilmektedir. Ayrıca Hz. Selman’ın kölelik sebebiyle Bedir ve Uhud’a katılamadığı, kölelikten kurtulmak için mükâtebe (hürriyet anlaşması) yaptığı, hürriyeti için gereken üç yüz hurma fidanını bizzat Hz. Peygamberin diktiğini, bütün fidanların tuttuğunu (Bugün Acve-Peygamber hurması bu fidanların ürünleridir), Hendek Savaşı’ndaki savunma sisteminin fikir babası olduğu da onunla ilgili rivayetler arasındadır.

90 yaşlarında Müslüman olduğu, 130 yaşlarında vefat ettiği, ilim-fazilet-takva bakımından ashaba örnek olduğu, Hz. Ali Efendimizin onun hakkında “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi ona verilmiştir.” “O, bizim aramızda Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan deniz gibidir.” buyurduğu da rivayet edilmektedir.

Hz. Aişe (ra) annemiz de onun hakkın-da: “Peygamber Efendimizle birçok kere özel görüşür, Efendimiz (sav) onunla sabahlardı.” buyurmuşlardır.

Yine Fahr-ı âlem (sav), buyurur:

-Dört kişi fazilette öne geçmiştir. Ben Arapları geçtim. Süheyb Rumları, Bilal Habeşileri, Selman Farsları geçmiştir.

Bir gün Hz. Peygamber ashabıyla Cuma Suresi’ndeki bir ayet üzerine sohbet ederken elini Hz. Selman’ın üzerine koyarak:

-Bunun gibi öyle adamlar çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa bile ona ulaşırlar, buyurur.

Hz. Selman ile ilgili, özetin özeti aktarmaya çalıştığımız bu seyre baktığımızda, onun en başından itibaren ciddi bir hakikat arayıcısı olduğunu görmekteyiz. Mecusilikten Hıristiyanlığa; kölelikten hürriyete geçişi ve Efendimiz’e teslim olurken bi-linçli bir tanıyış ile bağlanması onun bu ciddi arayışının sonucudur.

Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa), “Ebu Bekir ’e verilenlerle Ebu Cehil’e sunulan şey aynı idi. Biri kabul etti, açığa çıkardı; diğeri reddetti, örtmeye çalıştı.” buyurmuşlardı. Küfür kavramının örtmek manasında olduğu düşünülürse bilinçle tercihin önemi anlaşılmış olur ki Hz. Selman’ı ashabın önüne geçiren şey de bu bilinçli gelişti.

Hz. Selman (ra) insan olarak yola çıkarken samimi bir şekilde kendini sorgulayarak, içindeki dünyayı tanıma isteğindeydi. Mecusi oluşu, Hıristiyanlığa geçişi, içindeki hakikati açacak, bir taraftan semaya-ruha öbür taraftan toprağa-nefse bakan yönlerini tahlil edecek, ıstıraplarına merhem olup bir anne şefkatiyle gönlündeki çırpınışları dindirecek bir sahip arıyordu. Bugünün ‘Sahabe gibi imanı olan’lardan Necip Fazıl, benzeri çırpınışlarını:


Ne yalanlarda var, ne hakikâtte,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim yok tabiatte,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

şeklinde dile getirir.

Hz. Selman’a niçin talih kuşu konar, üstadımız Necip Fazıl nasıl Abdülhakim Arvasi Hazretleri gibi Peygamber varisi bir insanı kâmile erişir? Bütün bu soruların cevabı o insanların hakikâte bakışında, arayışlarındaki samimiyette gizli. “Din, samimiyettir.” buyuran bir Peygamberin ümmetiyiz. Eğer kalbimiz ve dilimiz varsa yapacağımız şey: “Tadarruan ve hîfeten” gönülden-samimiyetle Mevla’mızdan istemektir. Rabbimizden (Celle ve Alâ) her şey isteyebiliriz fakat istediğimiz şeyler başımıza bela olabilir: Mal-mülk, sağlık, eş, çocuk, ilim… İstediğimizi verdiğinde kıymetini bilemeyip zayi etmemiz, yanlış yerlerde harcamamız mümkün. Şazeli büyüklerimizden Ataullah İskenderi Hz. buyurmuşlar ya: “Allah’tan isteyeceğin şeylerin en hayırlısı, O’nun senden istediği şeydir.” Bu yüzden büyüklerimiz hep “Ya Rabbi! Bizleri tercihine Tevfik et!” diye dua etmişler. Razı ve hoşnut olduğun şeylere bizi yönelt. İşte Hz. Selman (ra) baştan beri samimiyetle arayışını sürdürmüş, açılan kapılara, ulaştığı imkânlara ya da düştüğü sıkıntılara aldırmadan hidayet isteğinde ısrarcı olmuştur.

O dönem Mekke’de “elimdeki imkânlarımı- nüfuzumu kaybedebilirim” gibi nedenlerle Müslüman olamayan insanlar olduğu gibi, zayıf akıllarıyla Allah’ın kudretini ihata edebileceklerini düşünen kimi Müslümanlar, Miraç mucizesini kabullenemeyip dinden dönmüşler; imanını yaşamak adına Habeşistan’a hicret edenlerden Hıristiyan olanlar çıkmış, yeğenine bir yetim merhametiyle bakan Ebu Talip tanıyıp teslim olamamış , “Evet, sen Allah’ın Peygamberisin.” diyen Ukbe bin Muayt iş çevresi-arkadaş (kısaca mahalle) baskısı nedeniyle kabûlünden dönmüş hatta Efendimize tükürme edepsizliği anında tükürüğün yüzüne dönüp yapışması ve bir ateş gibi yüzünü yakması ile cezalandırılmıştır. Mekke’de bu ve benzeri birçok hadisede hidayeti Allah’tan isteyememek vardır. Samimi olamamak vardır. İçindeki sese kulak verememek ya da duymazdan gelmek vardır. Erişilen imkânların ya da çekilen çilelerin geçici oluşu, imtihan vesilesi oluşu anlaşılamamaktadır. Fakat Hz. Selman isteğinde ısrarcı olmuş, samimi olarak hakikat arayışına devam etmiştir.

Bu gün en çok okunan sure Fatiha-ı şerifte “Ya Rabbi, bizi sırat-ı müstakime hidayet et, nimet verdiğin kimselere kavuştur.” duasını adeta fiili olarak hep yapmıştır Hz. Selman. Cenâbı Hak bu arayışı-yönelişi o kadar önemsemiş ki Hz. Selman İslam’ın oğlu olmuş; Hz. Peygamber (sav) onun için “Ehli Beyt imdendir.” buyurmuştur.

Hz. Selman’ın (ra), İslam mağazasının vitrininde güzeller güzeli bir manken olarak bütün insanlığa gösterilmesinde elbette ders alınacak çok yön olmakla beraber, hidayet arayışındaki ısrarcı tutumu bizlere işaret edilen önemli bir yöndür.

“… Bulanlar, arayanlardır.” hikmeti Hz. Selman’ı taçlandıran şeyi vurgulamaktadır. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin, (ksa) Efendimizi (sav) en iyi anlayan 6 sahabeden biri olarak ifade etmeleri de Hz. Selman’ı (ra) tanıyışımıza kapı aralamış oldu. O gün Hz. Selman nasıl aradı ise, işte biz de bugün Peygamber varisi insan-ı kâmili aramak, O’nun eğitimine tabi olmak durumundayız. Rabbimizden samimiyetle hidayet istiyoruz. Bizleri Hz. Selman’a bağışlasın. Onun ihlâsından içtenliğinden lütfeylesin. Onun Hz. Peygambere (sav) hizmet gibi hizmeti, Peygamber varisi insan-ı kâmile yapabilmeyi bizlere ikram eylesin. Bundan başka bir şeref bilmemeyi bize nasip eylesin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort