JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 06 Ocak 2014 15:01

ASHABIN DİLİ

Misver bin Mahreme (ra) şöyle rivayet ediyor:

“Bir gün Resulullah (sav) ashabına:

-Cenab-ı Hakk beni yalnız sizler için değil bütün insanlara rahmet olarak göndermiştir. Öyleyse bu vazifeyi yerine getirmekte

-Allah sizden razı olsun siz de bana yardımcı olun. İsa’ya karşı havarilerin ihtilafa düştüğü gibi ihtilafa düşmeyin. Zira İsa (as) havarilerinden kendisine yardımcı olmalarını istediğinde, uzak yerlere gitmesi istenenler gitmek istememişler ve İsa (as)’ın bu durumdan Cenab-ı Hakk’a yakınması üzerine her biri gideceği kavmin dilini konuşabilir bir duruma gelivermiştir. İsa (as):

-İşte gördünüz, demek Cenab-ı Hak bu vazifeyi mutlaka sizden ister, şu halde yapmalısınız demişti, dedi.

Resulullah’ın ashabı da:

-Ya Resulullah! Biz sana yardım etmeye hazırız. Bizi istediğin yere gönderebilirsin, dediler. Bunun üzerine Resulullah (sav), Abdullah bin Huzafe’yi Kisra’ya, Ala bin el-Hadrami’yi Hecer Hükümdarı El-Münzir bin Sava’ya, Amr bin As’ı Umman’daki iki Melike, Dıhyetü’l Kelbi’yi Kayser’e, Amr bin Ümeyyetü’d Damri’yi (radyallahüanhüm) Necaşi’ye… gönderdi. Bunların hepsi Efendimizin (sav) vefatından önce Medine’ye döndüler. Ancak Ala bin el Hadrami (ra) daha Bahreyn’de iken Nebi (sav) vefat etti. (Taberani, Heysemi, İmam Ahmed)

Birçok tarihi kaynaktan rivayet edilen bu bilgiye göre, Efendimiz (sav), İsa (as) ve ona iman edenler arasında yaşanan bir duruma işaret ederek ashabını uyarmaktadır. İsa peygambere iman eden bir avuç insan vardır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle: “İsa (as):

-Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir? dediğinde havariler dediler ki:

-(Nahnu ensarullah) Allah’ın yardımcıları bizleriz.”

Bu sahipleniş elbette ki İsa peygamberi memnun etmiş ve insanları davetinde kendisine bir kaide, bir zemin bulmuştur. Fakat gidecekleri bölgelerin dilini bilmeme bahanesi belli ki İsa peygamberi çok üzmüştür. Hakk’a mahcubiyetle yakınması söz konusudur çünkü bu itiraz Hakk’ı, peygamberini hoşnut edecek ölçüde tanıyamayışın göstergesi olmuştur. Binlerce şükürler olsun, onların ayak tozları gözümüzün sürmesi olsun ki ashap “Ya Resulullah, bizi nereye istersen gönder!” diyerek Efendimizi rahatlatmıştır. Hiçbir bahaneye sığınmadan güvenmenin, teslim olmanın adıdır ashap. “Nereye istersen, ya Resulullah!”

Peygamberlerin fetanet (zeki oluş) sıfatları, büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) ifadesiyle “Allah’u Teala ile rabıtalı olmalarından kaynaklanır.” Rabıta zekayı açar. O bağ içerisinden aşk, iman, ilim gibi her biri hayat verici olan değerler insana akar. İşte, Efendimizle de (sav) bu bağı kuran sahabe bu akıştan istifade etmektedir. Örneğin, İskenderiye Meliki Mukavkıs’a gönderilen Hatip bin Ebi Beltea’ya (ra) Mukavkıs sorar:

-Senin adamın peygamber değil midir? Neden kavmi O’nu mülkünden çıkarırken onlara beddua etmedi?

Hz. Hatip cevap verir:
-Sen Hz. İsa’nın peygamberliğine inanıyorsun. Kavmi onu çarmıha germek istediğinde onlara neden beddua etmediyse o yüzden.

Mukavkıs:
-Sen gerçekten akıllısın ve akıllı bir kimse tarafından gönderilmişsin. Al, bunlar sana hediyelerimdir. Onları seninle beraber Efendine gönderiyorum. Ve seni emin olduğun yere kadar götürmek üzere sana bir takım da muhafız veriyorum, der.

Bir davetçi geldiği zaman insanlar “Resulün resulü geldi” diyerek getirdikleri mesajla özdeşleşen ashabın farkını dile getirirlermiş. Ashap anlamış ki O’nun gözü olmakla çöpü olmak arasında fark yoktur. Aslolan O’na ait olmak, O’nun işini yapmaktır. Efendimiz Hz. Ebubekir (ra) ve Ömer (ra) için “Onlar benim elimdir, gözümdür.” buyurmuş. O’na ait olayım, O’nun güveni kazanayım da eli, gözü olamasam bile mesajını taşıyarak dili olayım, demiştir ashap. Takdirde yarış olmayacağını, amelde yarış olacağını kavrayan ashap Resulullah’ı (sav) hoşnut edecek ne öğrenmişlerse yapmışlardır.

Hace Hazretleri (kuddise sırruh) bir sohbetlerinde “Bilmeniz gereken tek dil, tatlı dil.” buyurmuşlardı. İlk olarak Mevlamıza duamız-niyazımızda bu gerekli. Çünkü (elhamdulillah) yine Hace Hazretleri’nden öğrendiğimiz üzere kendilerinin sevdiği üç şey: “Tazarru ile Hakk’a niyaz, İlim mütalaası ve sohbet.” Birinci sırada sevilen şey tazarru ile niyaz; Allah’a (cc) dönük, gönülden, içli, tatlı dilli olmak demektir. Mevlamızın buyurduğu “Duanız olamasa Rabbim size niye kıymet versin?” ayet-i kerimesini de bizlere açan bir bakıştır tazarru ile niyaz. Bu meyanda Allah’u Teala’nın sevdiği üç şey “Affetmek, defetmek satretmek” yani kulunu affetmek, kulundan belayı defetmek, kulunun günahını satretmek (örtmek). Allah-u Teala’nın birinci sırada sevdiği şey olan kulunu affetmek için, kulun yazacağı dilekçedir, tazarru ile niyaz. İkinci olarak ailemizle, çevremizle ilişkimizde tatlı dil, gönül almanın-gönül yapmanın olmazsa olmazıdır. Yine bu da “Sen katı kalpli ve kaba olsaydın etrafındakilerin dağılıp gittiğini görürdün.” ayet-i kerimesinin açılımıdır bizler için tatlı dil.

Zaten Musa peygambere söylenen “Firavuna git ve ona (Kavli leyyin) yumuşak bir dil ile söyle.” ayet-i kerimesi de hakikati aktarmada dil ve üslubun önemini vurgulamaz mı? Fakat sevmeyi ve buğzetmeyi kendinde başaramayan bir insanın, görünür alemde Hakk’ı taşıyıcı olması mümkün görünmemektedir. Gönlünde biricik Rabbinin baktığında hoşnut olacağı sevgileri olan kul; buğzu da yine O’nun sevmediği şeyleri gönlüne almamak olarak uygular. Küfre, fıska, fücura bakışı “Bunların sevgisini gönlüme alırsam Mevlamın gözünü incitirim, O’nu üzmüş olurum, (Allah muhafaza) Mevlam benden yüz çevirir.” şeklindedir.

Sağır peygamber yoktur ama “Ukdeten min lisani” (Dilimdeki bağı çöz, ya Rabbi) diyen Hz. Musa (as) vardır. Daha bebekken Firavun’un altın ve ateş deneyinden dolayı dilinde özür oluşmuştur Musa peygamberin. Kulun bir işi yapması için gereken ona verilecektir. Yeter ki o kendinde gördüğü eksiklerin arkasına sığınmasın. Nitekim İsa (as)’ın havarilerine de ihtiyaçları olan dil öğretilmiş; Musa (as) da gereken verilmiştir. Fakat birinci durumda Allah’ın Nebisi zor durumda kalırken Musa (as) kekemeliğini güzelce bir arza sunuşa dönüştürmüş ve kendisine Asa, Yed-i Beyza mucizeleri yanında kardeşi Harun’un da peygamber olması lutfedilmiştir. Kul söyleneni anlamalı, anladığı kadarını yapmaya azmetmelidir. Allah (Azze ve celle) kulunu darda-zorda koymaz. Gereken ona verilecektir. İş ki kul bahane bulmaya…

Bugün “La ilahe illallah’ın anlamı Seni seviyorum demektir.” diyen Hace Hazretleri bu sevgi mesajını tatlı dil ve güler yüzle; hikmetle ve güzel öğütle çevremize ulaştırmamızı bizden istemektedir. Hacegan yolunun esası yayılmacılıktır. Hace hazretlerinin buyurduğu üzere “Sıddıkiyet nübüvveti koruma meşrepli, Hacegan ise yayılma meşreplidir.” Hakikatin insanda kalmasının yolu, paylaşmaktır. Sohbet Hakk’ı konuşmak, Hakk’ı paylaşmaktır. Rabbimiz lutfetmiş, kerem etmiş ve kendinden bizlerle paylaşmıştır.

Bilmeyen ne bilir bizi,
Bilenlere selam olsun.

Bugün yapmamız gereken talim, tatbik ve tebliğdir.

Binler salatü selam Hak’ tan aldığını ümmetiyle paylaşan Nebiyyi Muhterem’e, sonsuz şükür ve ihtiram bugün bu paylaşımı bizlere öğreten, yaşatan peygamber varisi Hz. İnsana.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 19 Aralık 2013 11:21

ABDULLAH İBN-İ MESUD'UN (RA) PAYLAŞTIĞI SIR

Abdullah ibn-i Mesud (ra)… Ashabın özellerinden. Şahsiyet hamurunu Efendimizin şekillendirdiği bir insan. Çocukluğunda İslam olmuş, kendi ifadesiyle “İslam’ın altıncı kişisi.”

Ukbe bin Ebu Muayt’ın sürülerine çobanlık yapan bir çocuk.(*) Rivayete göre Efendimiz Hz. Ebubekir (ra) ile beraber gezerken bu küçük çobana uğrarlar, süt isterler. İbn-i Mesud “Var ama bunlar bana emanettir!” deyince Efendimiz kısır, sütsüz bir keçi getirmesini ister. Efendimiz’in duası ile keçiden süt içerler. Henüz ergenliğe varmamış bir çocuk olan İbn-i Mesud (ra) “Ey Allah'ın Resûlü!Bana bu kelamdan öğret.” der. Efendimiz, onun başını mesh edip “Sen muallem (yetiştirilmiş, anlayışlı) bir çocuksun!” buyururlar.

Gördüğü şeyi anlamaya, istifade etmeye çalışma İbn-i Mesud’un (ra) temel özelliğidir. Hatta sonraları bizzat Efendimizin mübarek ağızlarından 70 sure öğrendiğini belirtecektir.

Çok kısa boylu (150-160 cm), ince bacaklı, esmer zayıf görünüşlü bir sahâbe. Bir sebeple ağaca çıktığında zayıf bacakları ashap arasında gülme sebebi olmuş fakat Efendimiz "Niye gülüyorsunuz? Kıyamet günü mizanda onun bir ayağı Uhud Dağı’ndan daha ağır olacaktır!” buyurmuştur.

İslami tebliğin Mekke döneminde, Kâbe’nin etrafında Rahman Suresi’nden okuması nedeniyle müşrikler tarafından dövüldüğü, buna rağmen “Allah düşmanları gözümde hiç bu kadar küçülmemişlerdi.”  diyerek imanın gayretini dile getirdiği de rivayetler arasında.

Bedir Savaşı’nda kısacık boyuyla Ebu Cehil’in üzerine çıkıp boynunu vuracağı sırada bile kibrinden taviz vermeyen Ebu Cehil “Ne yüksek yere çıkmışsın, deve çobanı!” der. Abdullah ibn-i Mesud (ra) o kadar zayıftır ki kellesini kopardığı Ebu Cehil’in başını ancak sürüyerek Efendimize getirebilmiştir. Efendimiz (sav) ümmetin firavununun ölümünden dolayı şükür secdesi yapar. Abdullah ibn-i Mesud’u över, Ebu Cehil’in kılıcını ona verir.

Medine’de Kainatın Efendisine o kadar yakındır ki O’nun evine rahatlıkla girip çıkmakta hatta yabancılar onu aileden biri sanmaktadır. Müslim’deki rivayete göre Efendimiz İbn Mesud’a yakın hizmetine izin verirken şöyle buyurur: “Senin yanıma girmen için iznin, perdenin kaldırılması ve benim fısıltımı işitmendir. Bu seni yasaklayıncaya kadar böyle devam edecektir.”

İslam Ansiklopedisi’ndeki şu bilgiyi de olduğu gibi alıntılayalım: “Abdullah ibn-i Mesud (ra) kendisini Resûlullah'ın hizmetine adamıştır. Hz.Peygamber bir yere gitmek istediği zaman ayakkabılarını çevirip hazırlar, yolda önünde yürür, yıkanırken perde tutar, uykuda iken ibadet için uyandırır. Bir yere oturduklarında Efendimizin (sav) ayakkabılarını çıkarır, muhafaza ederdi?” Bugün Efendimizin varisi insan-ı kâmile yapılan hürmet ve hizmeti çok gören, aklı gözünde Müslümanlara Abdullah ibn-i Mesud’un yakınlığıhizmeti en güzel cevaptır.

Sonraki yıllarda Uhud Savaşı’nda Müslümanlar panik halinde dağılırken Efendimizin yanından ayrılmayan birkaç kişiden biri. Sadakatini her vesile ile ispat etmiş bir aşık, bir sadık.

Efendimizden sonra da ilmiyle, idareciliği ile ümmete hizmet etmiş Abdullah ibn-i Mesud (ra). Hatta şöyle diyecektir: “Kendisinden başka ilah olmayan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun, Kur’andan nazil olan her surenin nerede indiğini, her ayetin ne sebeple indiğini mutlaka biliyorum. Eğer bilsem ki bir kimse Kitabullah’ı benden iyi bilmektedir ve ona da deve ile ulaşabilirim mutlaka binip giderim.” (İmam Buhari- Fezail’il Kur’an-8)

Yine ashaptan Hz. Huzeyfe’ye “Resûlullah’a (sav) en çok benzeyen şahıs kimse onu bize söyle de kendisinden hadis dinleyelim!” diye sorulunca Hz. Huzeyfe: “Biz içiyle dışıyla, hal ve hareketleriyle Resûlullah’a  en çok benzeyen İbn Mesud (ra)‘tan başka birini tanımıyoruz!” diyecektir. (imam Buhari –Fezail ul Ashab – 27)

Güzel Kur’an okuyan, Efendimizin (sav) okuyuşunu dinlemekten hoşlandığı bir sahabedir. Kur’an’a ve sünnet-i peygamberiye vukufiyeti nedeniyle Hz.Ömer onu Kûfe’ye gönderirken “Abdullah’ı size göndermekle sizi kendime tercih etmiş olmaktayım.” ifadesiyle onun kadru kıymetini dile getirir. Ashap içerisinde ilmiyle öne çıkan yedi Abdullah'tan biri.

Buraya kadar İbn-i Mesud (ra) hazretlerini biraz tanımaya çalıştık. Efendimize sevgisi,  anlayışı, hizmeti, itaati…Bir yönü daha var ki şimdi onu anlamaya çalışacağız: Paylaşımcılığı.

Mescid-i Nebevi’de Hâce-i Kainat (sav) Efendimiz İbn-i Mesud’u yanına çağırır:

-Sana bir sır vereyim.
-Buyur, ya Resûlullah!
-Kıyamet gününde, mahşer yerinde beni bulmak istemez misin?
-İsterim ya Resûlullah!
-Öyleyse “Sallim, ya Rabbi sallim!” sözüne kulak ver. Ben böyle sesleneceğim.

Mahşer kalabalığı içerisinde İbn-i Mesud’u Alemlerin Efendisine ulaştıracak parola söylenmiştir. İbn-i Mesud, Efendimizin önünden hafifçe geri çekilir, takunyalarını ellerine alıp birbirine vurarak “Yarabbi! Sallim, sallim yarabbi! Sallim yarabbi!” diye mescidin içinde dolaşmaya başlar. 1400 sene önce Abdullah İbn-i Mesud’a (ra) verilen sır bugün bize ulaşır.

Büyüğümüz Mevlana Hace Hazretleri, kainatın var edilişinin “Kün” emriyle başladığını ifade ederlerken “Daha öncesi var mıydı, var idiyse bu zamanlara ait bilgi Efendimize (sav) verilmiş miydi?” sorusuna “Kün” emrinden önceki zamanın efendisi Hz. Allah'tır. Paylaşsaydı mutlaka Efendimiz de ümmet ile paylaşırdı.” buyurarak İbn-i Mesud kıssasını anlattılar.      

Paylaşmak dinin özünde olan bir yön. Talim, tatbik ve tebliğ… Bazen tatbik ve tebliğ birleşebilir. İbn-i Mesud öğrendiği şeyi hemen paylaşmış, Efendimiz de ona neden böyle yaptın, dememiştir. Allah-u Teâla kendinin tanınması, bilinmesi ve sevilmesi için insanı yaratmıştır. Bu yüzden zatı ile ilgili ne varsa Hâce-i Kainat, Hazreti insan Muhammed   Mustafa (sav) Efendimizle paylaşmıştır. Allah'ı (cc) bilmenin sonu yoktur. Çünkü Alemlerin Efendisi “Seni hakkıyla bilemedim.” buyurur. Aynı zamanda Veda Hutbesi'ndeki “Burada olanlar, olmayanlara anlatsın. Olur ki onlar daha iyi anlarlar!” ifadesi de bizi paylaşmaya sevk eder. Sohbet sırasında “arıtırken arınmak” ifadesi geçmişti de büyüğümüz Hace hazretleri bu ifadeyi beğendiler. Paylaşmak temizlenmenin bir biçimidir. Hatta bir sohbetlerinde “aslı temiz olmadığı halde temizleyici olan” ifadesiyle (bir sabun gibi, bir kolonya gibi) tebliğin–paylaşmanın temizleyici yönü vurgulanmıştı.

Hâcegân yolu büyükleri, tüm peygamberlerin tecrübelerini bu yola taşımışlar. Büyüğümüz Hâce hazretleri ashabın tecrübesini iyi anlamamız gerektiğini vurgulayarak firaset ve basiret latifeleriyle şahsiyet kemalini öne çıkarmışlardır. Nispet, bu latifeleri besleyecek ana kaynaktır. Nispet, sevgiyle yönelmekten başka bir şey değildir.

Binler selat-u selam Hak'tan aldığını olduğu gibi ümmetiyle paylaşan Nebiyy-i Muhterem'e, sonsuz şükür ve ihtiram bugün bu paylaşımı bizlere öğreten, yaşatan peygamber varisi Hz. İnsana…       

(*) Ukbe bin Ebu Muayt da ibretlik bir nasipsiz. Efendimize karşı kalbi yumuşak hatta öyle ki ticaret seferinden dönüşünde Efendimizi yemeğe davet etmesi, Efendimizin “Ukbe! Davetine gelirim ama yemeğinden yemem.Yemeğinden yemem için seni yaratan Allah’ı inkar etmemeni ve O’nun Rasulü'ne de şahadet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık.” diye buyurduğu rivayet edilir.

Ukbe direnmez şahadet kelimelerini söyler.Fakat bu durumu işiten azgın müşriklerden Ubey b. Halef, Ukbe'nin ağzından girer burnundan çıkar.Ticaretini,dostluğunu birçok unsuru kullanarak mahalle baskısı oluşturan Ubey b. Halef, Ukbe’yi imandan geri çevirir.Hatta gidip Hz.Peygamber'e (sav) tükürmezse eski dostluklarının devam etmeyeceğini söyler. Ukbe, İslam düşmanı bu azgının dediklerini yapar. Ertesi gün Ukbe’nin yüzünde yanık izi vardır. Sorarlar: “Ne oldu sana?’’ mahalle baskısının nasipsiz bıraktığı Ukbe cevap verir. ‘O’na tükürdüm ama tükürük geri dönüp yüzüme yapıştı ve yaktı!’’

Yüzünün yanması aklını başına getirmeyen bu müşrik Bedir’de de Müslümanların eliyle ahiret ateşine yuvarlanacaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 17 Aralık 2013 15:07

SAHABEDE SEVGİ

Ashab-ı kiram… Âlemlerin Efendisinin yol arkadaşları… Akıl sahibi insanlar… “İçki aklı götürdüğü için hiç içmedim.” buyuruyor Hazreti Sıddık. Temiz akıl sahibi insanlar… Akılları imana, imanları aşka yol olmuş insanlar… Hâce Hazretleri “Aşk ile Allah arasında perde yok.” buyururlar. Aşkı yeryüzüne indiren topluluğun adıdır ashap… Rıza aşkın içinde gizli… Aşk Mevla'sını kuluna mecbur eden şey…

İslam sevildiğini bilmek üzere kurulu. İnsanın insana söyleyebileceği tek şey “ Rabbin seni  ne kadar seviyor biliyor musun?” Davetin özü bu.

Sevgiyi Allah’ın Sevgilisinden (sav) kana kana içen ashap etrafına da bu enerjiyi yaymış. İnsanı değiştiren en güçlü enerjiyi, sevgiyi.

“…iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…” (İmam Tirmizî’den) Sevgi önce, iman sonra.

“Müminler birbirini sevmede, merhamette, şefkatte bir bedenin misali gibidir.” (İmam Buhâri’den)

-Ey Allah’ın Resûlü hepimiz merhametliyiz.

-Hayır, maksat ehlinize merhamet değil, umuma-halka merhametinizdir.
İnsanları insanlara rağmen sevmek… Gerçek sevgi, kötülük gördüğünde azalmayan; iyilik gördüğünde artmayandır. Bir itikâf sohbetinde Mevlana Hâce Hazretleri buyurmuşlardı: “Sizin sevginiz ilkokul aşkı, bizimkisi karasevda.”  Allah’ın ahlâkı bu. “Tehallakû bi ahlâkillah” Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.

Küçüğün işi sehv ile isyan
Büyüğün işi af ile gufran

Kul Hakk’a yaklaştıkça daha çok sevmeyi, daha çok affetmeyi öğreniyor.

İbn-i Abbas’ın (ra) yanından bir adam geçer. İbn-i Abbas (ra)

-Bu adam beni sever, der.
-Nerden bilirsin? derler.
-Çünkü ben onu severim, buyurur. (Mücahid’den)

İman dairesiyle girilen güvenlik alanı sevgi ile berkitilir. Sevildiğini bilmek istiyorsan sev; dost bulmak istiyorsan dost ol.

Abdullah bin Ömer (ra) bir dostuna şöyle tavsiyede bulunur: “Allah için sev, Allah için buğzet; Allah için dostluk, Allah için düşmanlık yap. Zira bundan başka bir yolla Allah’a dost olamazsın. Namazın, orucun ne kadar çok olsa da…” (Mücahid’den)

Sevmek ve buğzetmek kalbin iki yönü. Şairin dediği gibi:
Müslüman yürekler bilirim daha
Kızdı mı cehennem kesilir, sevdi mi cennet

Ashab-ı kiram önce Resûlullaha sonra birbirlerine tazim, tevazu ve mahfiyetle hayatlarını cennet kılan insanların adıdır. Kişinin sevdiği ile yaşadığı yerin adıdır cennet. Denilmiş ya “Cennet Allah ile olmak, cehennem O’ndan uzak kalmak.”

Tevhid sevgide birleşmektir. Ulema, ümmetin Allah ve Resûlünü sevmesinin farz olduğunda ittifak etmişlerdir. Burası başlangıç ve sonun birleştiği yer. Sevgi sonsuz, çünkü yaratan sonsuz.

Sevmek kendini aşmanın tek yolu. Sevmeyi öğrenmeyen “Benimle var mısın?” sorusuna “Varım!” diyemez. Çünkü bu varım cevabı yok olmayı gerektirir. Abdulhakim Arvâsi Hazretlerinin Necip Fazıl’a “Benimle nereye kadar varsın?” sorusuna cevap ancak aşkın dile gelişidir: “Cehenneme kadar!”

İman edemeyen göz bile sevginin tesirini itiraf edecektir: “Vallahi bunca kral-hükümdar gördüm, arkadaşlarının Muhammed’i sevdiği kadar sevilen hiç kimse görmedim.”   İşte bu sevgidir ashaba da birbirini sevdiren. Çünkü onlar sevgide tevhide ermişlerdir. Çünkü onlar Kâinatın Efendisinden “… her kim bir Müslümanın ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse Allah da onun ayıbını örter.” (İmam Buhâri’den) ifadesini işiten ve yaşayan insanlardır. Bu yüzdendir ki çocuklarının yemeğini misafire ikram ederek kendileri kaşıklarını getir götür yapabilmişlerdir. Çünkü anlamıştır ashap  “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona ihanet etmez, onu yalanlamaz, onu utandırmaz…” (İmam Tirmizî’den) “Takva budur.” anlamıştır ashap. Tam tersi “Müslümanı hor görmek şer olarak bir kimseye yeter.”   Bu bilgidir sahabeyi birbirine mütevazı kılan, yüzünü yere koyduran.

Hz. Bilal’e yanlışlıkla “Siyah kadının oğlu!” dediği için pişman olarak “Ey Bilal, sen yüzüme basmazsan asla yüzümü yerden kaldırmam, özrümü kabul et!” dedirten de aynı sevginin yansımasıdır. Ebûzer-i Gıfâri’ deki.

Müminler kardeştir. Kardeşlerin arasını sulh edin. (Hucûrat, 10) buyuran Mevla’yı işitmiştir ashap. Hatta birbir aralarını düzeltmek için “… yalan söyleyip hayırlı haber eriştiren yahut hayır söyleyen kimse yalancı sayılmaz!” (İmam Buhâri’den) hükmü bile ashabın ıslah çabasının peygamberî cevazıdır.
Müminlere kanat ger, tevazu göster, şefkatle muamele et! (Hicr-88) buyuran hazreti Mevla, bu ahlâkı Resûlünden ashaba da akıtmıştır. Rahim ve Kerim olan Mevla’mızın gönlünden akan bu rahmet pınarı Nebinin eliyle ashabı da yıkamıştır. Kendi aralarında ise “Müminler iki el gibidir, birbirini temizler.” şeklinde hikmete dönüşmüştür.

“Benim sizin üzerinize düşmem, size yönelmem sırf Allah rızası içindir. Eğer mümkün olsaydı her birinizle ayrı ayrı kabre girer, sizin adınıza münker ve nekir meleklerine cevap verirdim. Bunu sırf size şefkat ve merhametimden yapardım..” buyuran Abdulkâdir Geylâni (ks) Hazretleri de aynı aşkı dile getirmiyor mu?

Hâce Hazretleri de bir şiirinde:

Hâce der ki civanlarım
İsimsiz kahramanlarım
Bedenimde azalarım
Dostlar bizi unutmasın.

derken, sevenlerini kendine nispet eder. Seveni sevdiğinin bir parçası sayar. Azayı vücuda bağlayan hissiyatıdır. “Aynı dili konuşanlar değil aynı hissiyatı paylaşanlar anlaşır.” buyurmamış mı Hz. Mevlana? İnsan neyle meşgul olursa onunla kalır. Neye yönelirse o olur. Bu yönelişin adıdır sevgi.

“33 tesbih, 33 tahmid, 33 tekbiri Sıffin Savaşı gecesinde bile bırakmadım.” diyen Şah-ı Velâyet Hz. Ali (kv), Cenâb-ı Peygamberin “Sana birisi kötülük yapsa ne yaparsın?” ısrarlı sorusuna “Ya Resûlullah! Dilinizi yormayın bana bir kişi 70 kez de kötülük yapsa ben ona yine iyilik yaparım.” cevabıyla velayetinin anahtarını vermiyor mu?

“İnsan Allah’ın iyâli (ailesi) dir.” İnsan eşrefi mahlûkattır. İnsanın  varacağı yer yine insandır.

Binler salât-ü selam insanın kıymetini ashabına öğreten Efendimize, sonsuz şükür ve ihtiram bu sevgiyi bugün bizlere öğreten Hz. İnsana…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 May 2013 15:07

HZ. DIHYE’NİN DOSTLUK ANLAYIŞI

Hz. Dıhye bin Halife bin Ferve el-Kelbi (ra) … Her birinin ahlakı ve anlayışı bize örnek olan ashabın yıldızlarından biri.

Cenabı Hak, “Allah onlardan razı, onlar Allah’dan razı!” buyurarak bütün ashabı rahmetine dahil etmiş. Her biri Efendimizi (sav) yansıtan  yıldız olmuşlar. Ashabı sevmek imanın ta kendisidir. Zaten Efendimiz (sav) “Ashabımı seven Beni sevmiştir, ashabıma buğzeden Bana buğzetmiştir.” buyurarak ashabı kendinden saymamış mıdır?

Şu var ki her ashap, Efendimizin (sav) bir yönünü açıcı olmuştur. Her ne kadar “Gönlümde ne varsa onun gönlüne aktardım.” ifadesiyle Efendimizi (sav) bütün yönleriyle açan-yansıtan kişi olarak Hz. Sıddık (ra)  belirtilse de  Hz. Dıhye örneğinde de çok ilginç ve dikkat çekici bir dostluk ilişkisi görmekteyiz.

Hz. Dıhye’nin Hicret’ten önceki hayatı hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bedir Savaşı’ndan önce İslamiyeti kabul ettiği fakat savaşa katılamadığı, Uhud Savaşı’ndan sonra önemli savaşlara katıldığı, Hudeybiye Antlaşması’nda sonra Efendimizin davet mektuplarında görev aldığı kaynaklarda belirtilmektedir. Hicretin 7. yılı Muharrem ayında Bizans imparatoru Heraklius’a davet mektubu götürdüğünü, mektubu Bizans’ın Busra (Filistin) valisine vermek üzere iken imparatorun Filistin’de olması nedeni ile onun huzuruna davet edildiğini, Bizans imparatorunun Efendimizin İslama davet mektubunu okuyarak kabul ettiğini fakat ülkesinin karışıklık içerisinde olduğunu beyan etmesi ve imanını açıklarsa daha büyük sorunlar yaşayabileceğini söyleyerek özür mektubu yazdığını öğreniyoruz. Sonra Hz. Dıhye’yi kendinin yakın dostu ve ileri gelen Hristiyan alimi Dugatır El-Üskül’e göndererek ona İslamiyet hakkında bilgi vermesini ister. Hz. Dıhye zaten Efendimizin ona da bir mektup yazdığını belirtir. Rûmiye şehrine giderek bu rahiple görüşür. Bu Hristiyan alim Müslüman olur, Rumları İslama davet eder ama dövülerek şehit edilir. Bunun üzerine Hz. Dıhye Heraklius’un verdiği hediyelerle geri dönerken yolda Hisma mevkiinde soyulduğu, ancak çevredeki Müslümanların yardımı ile hediyeleri geri aldığı Medine’ye varınca Hz. Peygamberin (sav) soyguncuların üzerine Zeyd bin Harise (ra) komutasında bir birlik gönderdiği de nakledilir.

Ayrıca Hayber Savaşı’nda Hz. Dıhye’nin hissesine düşen Yahudi reisinin kızı Safiye’yi “Bu güzellikteki bir kadın Resûlullaha layıktır.” düşüncesi ile Efendimize getirdiği, Efendimizin de Hz. Safiye’yi nikahladığı bilinmektedir.

Abdurrahman bin Avf (ra) “Ey Müminlerin annesi! Servetim çoğaldı, perişan olmaktan korkuyorum.” deyince Mü’minlerin annesi Hz. Ümmü Seleme “Oğul, onları harca. Peygamber (sav) ‘Ölümümden sonra Bana asla kavuşamayacak sahabeler var.’ dedi diye söyler. İşte bu söz de Hz. Dıhye’yi iman içerisindeki dostluğa yönelten, gayretini arttırmasına yol açan bir söz olacaktır. Yine Ümmü Seleme annemiz Efendimizle (sav) Hz. Dıhye’nin konuşmasını görür fakat Efendimiz açıklayıncaya kadar onun Dıhye suretindeki Cebrail (as) olduğunu anlayamaz.Meleklerin peygamberi Cebrail (as) Hz.Dıhye kılığında insanlara görünmektedir.

Hz. Dıhye’nin Efendimizden sonraki hayatı hakkında da çok bilgi yoktur. Yermük Savaşı’nda komutan olduğu, Şam’a yerleştiği ve Hz. Muaviye zamanında Şam’da vefat ettiği rivayet edilir.

Enes bin Malik’in (ra) ifadesine göre “Ashabın en güzeli olup iri cüsseli ve beyaz tenli” dir.

Hz. Dıhye kabilesinin yöneticisi olarak zeki, kabiliyetli, anlayışlı, dostluğun kadrini bilen bir insandır. Efendimizin (sav) onu elçi göndermesinde bu özelliklerinin etkisi olduğu açıktır. Fakat ilginçtir Hz. Dıhye Müslüman olmadan önce Efendimiz (sav) ile dostluk kuran, O’nu seven ve O’nun tarafından sevilen bir insandır. Hz. Dıhye ticaret yapmakta gerek kendi işleri gerek kendi kabilesi ile ilgili gelip Efendimizle istişare yapmaktadır. Ayrıca ticaret için gittiği her yerden Efendimize (sav) hediyeler getirmektedir. Bu ilişki 5 yıl kadar devam eder. Efendimiz İslama davet çabasındayken bile Hz. Dıhye İslama girmeden Efendimizle dostluğunu devam ettirmektedir. Efendimiz (sav) de ona ne açıktan ne işareten herhangi bir telkinde bulunmamaktadır. Yaklaşık 5 yıl kadar devam eden bu sürede bir ticaret dönüşü dostu, arkadaşı resûlullaha hediyeler getirdiğinde Efendimiz ona:

-Sen bu hediyeleri gerçekten Beni memnun etmek için mi getiriyorsun? buyurur.O da:
-Evet, ya Muhammed der, (sav). O zaman Efendimiz:
-Ya Dıhye, Beni gerçekten seviyorsan, memnun etmek  ve bu dostluğun ahirette de devam etmesini istiyorsan Müslüman ol, buyurur.

Hz. Dıhye çıkar, düşünür ve zaten dostluğuna hayran olduğu insana iman bağıyla da bağlanmak üzere geri döner. Cebrail (as) o yoldayken müjdeli haberi verir:

-Dostun iman etmeye geliyor!

Hz. Peygamber (sav) o kadar memnun olur ki hırkasını çıkarıp dostunun oturması için yere serer. Hz. Dıhye (ra) hırkayı yerden toplar; alır, öper, koklar ve bağrına basar. Dostluk imanla taçlanmıştır. Muhammeden abduhû ve resûlühü sıralamasındaki O’nun (sav) Muhammed oluşuyla yani zatıyla kurulan bağ, kul ve resûl oluşuyla tamamlanmıştır. Hz. Sıddık’ı sıddık yapan ilişkinin bir biçimi de Hz. Dıhye tarafında yaşanmaktadır. Çünkü Hz. Sıddık (ra), Efendimiz nübüvvetini açıkladığında yaşadığı dostluk ile “Şaşıracak bir şey yok!” diyendir. Sıddık, sadîyk (arkadaş) kelimesinden arkadaşlık, dostluk zatî ilişkinin ta kendisidir. Bu dostluk, bu anlayıştır ki Hz. Sıddık üzerini örtecek bir elbise bulamayıp bir çula sarıldığında gökteki bütün melekler onun gibi bir çula sarılı olarak Efendimize görünecek ve Sıddık’a  mutabaat ettiklerini söyleyeceklerdir. Yine bu sevgi, bu dostluk anlayışıdır ki peygamberler hariç bütün insanların ve meleklerin en üstünü Hz. Cebrail (as) Dıhye’nin sûretinde ümmete görünecektir. Hz. Ümmü Seleme gibi ashap Dıhye’yi gördüğü zaman dikkat edecektir, acaba Hz. Dıhye mi, Cebrail (as) mı diye?

Efendimizi (sav) öncelikle sade bir insan olarak tanımak zatî ilişkidir. Kendini tanıtırken “Ben Abdullah’ın yetimiyim, Ben Mekke’nin arka sokaklarında kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum!” demesi hep bundandır. O; saf, samimi, ivazsız-garazsız bir arkadaşlık istemektedir. Peygamber diye baktığında senin hesapların, beklentilerin devreye girer. O (sav) beni kurtarır. Doğru, kurtarır. Çünkü O  vefanın kaynağıdır. Vefanın tâ kendisidir. Çünkü vefa, dostluğun şanındandır. Fakat yalnızca kurtuluş amaçlı bakış düşüklüktür.O zaman ümmeti olursun da dostu olamazsın. Ümmü Seleme annemizin buyurduğuna dönersek:

-Ölümümden sonra bana asla kavuşamayacak insanlar var!

Bugün biz de bu ikaza muhatap değil miyiz? Zaten O’nun döneminde yaşamamışsın, O’nu görmemişsin.Bir de düşük himmetle O’nun dostluğundan mahrum kalırsak… Ebedi bir hayatta  O’ndan mahrum olursak…

“Nübüvvetten sonra Allah ile ilişki velayettir!” ifadesiyle İnsan-ı Kâmil resûlün bugünkü Sıddık’ı olmak demektir. Allah’a (cc) dost olmak, Efendimize (sav) dost olmak…

Bu ilişkiyi, bu sevgiyi, bu dostluğu yaşayan ve öğretendir İnsan-ı Kâmil. Hz. Peygamberin (sav) Hz. Dıhye ile yaşadığı dostluğu bizlerden esirgemeyen Mevla’mıza hamd-ü senalar olsun. Dostlarının sahibi Efendimize (sav) sonsuz selat-ü selam olsun. Yaşayan ve yaşatan İnsan-ı Kâmile ihtirâm olsun.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 15 Mart 2013 19:27

ASHABIN SÜNNET ANLAYIŞI

Sevgi olmadan bilgi olmaz. Sevgi olmadan iman olmaz, ihlas olmaz. Fahr-i Kainat Efendimize (sav) ashab nasıl bakmış ,ne görmüş ne anlamış da kendilerinden geçerek ona benzemeye çalışmışlar?

Ashab dönemine ve bir çok karışıklığın yaşandığı İslam tarihinin sonraki dönemlerine baktığımızda, Cenab-ı Hakk’ın kudret eliyle insanlara nasiplerini nasıl dağıttığını görmekteyiz. Eğer bir insanın aşktan-haktan nasibi varsa; onun “Hz. Peygamberi nasıl hoşnut edebilirim, O’na nasıl daha yakın olabilirim?” diye yanıp yakıldığını eğer nasibi yoksa ya imandan koptuğunu ya da soğuk, iğreti, kısıtlayıcı , maddi , bilimsel(!)... kimi bakışlarla Hz. Peygamberi anlamaya(!) çalıştığını görüyoruz.

Aşksız insan misali bir kuru taşa benzer
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer

Sevgisizlik kalp katılığının ta kendisi diyen Yunus değişimin başlangıç noktasına işaret etmiyor mu?

Sünnet denilince sözleri ile fiilleri ve kabulleriyle  Hz. Peygamberin (sav) bütün uygulamaları kast edilir. Hatta Efendimiz (sav) “Benden sonra Benim ve raşit halifelerimin sünnetinden sorumlusunuz.” (Ebu Davut-Tirmizi) buyurarak sünnet kavramı içerisine kendi uygulamaları ile beraber ümmeti eğitecek, irşada ehil insanları da katmıştır.

Rasûlullah (sav) mübelliğ idi. Anlatıcı, açıklayıcı, baliğ kılan, tam olgunlaştıran… Neyi? Hakk’ın bilinmekliğini. Geride hiçbir sır bırakmayarak Allah’ımızı bize açandır O . İnsanın Hak’la muhatap olabilmesi için terbiye edilmesi gerekiyordu. Rabbi O’nu O da ümmeti terbiye etmişti. Cahiliye yaşantısı içerisinden çıkardığı insanları sonraki bütün asırların hayran hayran seyredeceği göğün kandilleri kılmıştı.

İnsanı bir amaç uğruna yaratan Mevla, Efendimize nasıl baktı, O’na neler verdi de Ashab O’nun meftunu oldu;

“ İman edenlerin hidayeti, rahmet kaynağı” (Nahl 64),

“Bizden, bizim içimizden, bizi temizleyen kitabı ve hikmeti öğreten “(Âli imran 164),

“Bize temiz ve güzel şeyleri helal kılan, pis ve zararlı şeyleri haram kılan, üzerimizdeki ağırlıkları alan” (Araf 157),,

“O’na itaat ettiğimizde Allah’a itaat etmiş olacağımız” (Âli imran132),

“Bize hayat verecek şeylere davet eden.” (Enfal 24),

“Günahlarımızı Allah’ımızın bağışlamasını istiyorsak uymamız gereken (Âli İmran 31),   eğer itaat etmez yüz çevirirsek kafir olacağımız” (Âli İmran 32),

“O bir karar verdiğinde kendi işimizde artık muhayyer kalamıyacağımız” (Ahzab 36))… bir insan (sav).

Ashab-ı kiram (ra), kainatı yaratan nefesimizi-elimizi-gözümüzü var eden ve her an bizimle olduğunu söyleyen yüce Mevlamız ile buluşma zeminini çok iyi anlamıştı. Resûlullahı üzmek Allah’ı üzmekti. Bu yüzdendir ki ashab daima “Allah ve Resûlu daha iyi bilir” diyecektir.

Cuma günü camiye gitmekte olan İbni Mesut (ra): “Resûlullahın oturun dediğini duydum, bunun üzerine caminin kapısı önünde oturdum. Resûlullah beni görünce “Gel İbni Mes’ut” dedi.

Ashab “…toplu olarak bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezlerdi…(Nur 62)

Ashab “…peygamberi başkalarını çağırdığı gibi çağırmazdı…” (Nur 63)

Ashab “…Allah’ın ve Resûlunun huzurunda öne  geçmezlerdi…”(Hucurat 1)

Ashab “…Sesini Peygamberin sesinden fazla yükseltmezdi. O’na yüksek sesle hitap etmezdi.”  (Hucurat 2)

Hatta Sabit bin Kays (ra) gür sesli olduğundan olur ki O’nun sesini bastırırım da … bütün amelleriniz boşa gider.(Hucurat 2) endişesi ile mescide gelmemeye başladı. Hz. Peygamber (sav) yanına çağırarak “Allah’ın Resûlünün huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.” (Hucurat 3) ayeti kerimesi ile Sabit bin Kays’ı müjdeler.

İbni Abbas (ra) yolda giderken devesinden iner, bir ağacı dolanır,tekrar biner “Resûlullahı yaparken görmüştüm!” der.
Gölgesi olmayan, kumda izi çıkmayan, taşta ayak izi çıkan bir insandır O (sav). Şairin dediği gibi “Kur’an sana beşer demese vallahi ben beşer demezem!”

Tevazunun zirvesidir O. “ben Mekke’de kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!”

El ele tutuştuğunda ashabının elini ilk bırakmayandır O.

-Ey Allah’ın Resûlu helak oldum!

-Ne yaptın?

-Ramazan günü ailemle birleştim.

-Köle azat et.

-Edemem ya Resûlullah fakirim.

-Şu kadar sadaka ver.

-Veremem ya rasûlullah imkanım yok.

-İki ay oruç tut.

-Ben bir güne sabredemedim. İki ay nasıl tutarım?

-Bu kimseye hurma verebilecek var mı?
(bir sepet hurma getirilir.)

-Bunu fakirlere dağıt.

-Ey Allah’ın Resûlu herkes bilir ki Medine’de benden daha fakir kimse yok.
(Resûlullah (sav) azı dişleri  görününceye kadar gülümseyerek)

-Öyle ise bu hurmaları götür ailenle birlikte ye.

O’nu tarif ne mümkün… Ashab sevmiş ashab olmuş. Allah (cc) onlardan, onlar Allah’ dan razı olmuş.

Bugün bize düşen Resûlullahın varisi olan insanla bu tecrübeyi yaşamaktır.

Mevlamıza hamd-ü sena Resûlullaha sonsuz salat-ü selam, O’nun varisi ekmeline ihtiram olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort