JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 28 May 2014 14:22

GURBETTE KURBETE VESİLE; KURBAN

Âlemlerin Rabbi olan Mevlâ-yı Müteal Hazretleri’ ne hamdü senalar olsun.

Hakk’ın Habibi, gönüllerin Tabibi, Eşref-i Mahlûkat, Hak Nebi Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e salât ve selamlar olsun.

Bu senede kurban günlerine erişmiş bulunuyoruz. Mevlâmız’a şükürler olsun. Kurbandan maksat ve hikmetleri anlamayı Rabbimiz hepimize lütfeylesin.

Kurbanla ilgili ayeti kerimelere baktığımızda “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” ifadesi Kevser Sûresi’nde geçerken daha ayrıntılı olarak Hac Sûresi 33-37. ayeti kerimelerde konunun farklı yönleriyle ele alındığını görüyoruz.

“Onlarda (Kurbanlık hayvanlarda) sizin için belli bir süreye kadar bir takım yararlar vardır. Sonra varacakları yeri Beyt-i Atik’e (Kâbe’ye) kadardır. (Orada kurban edilirler.)

(Umre’de kurbanlar Mekke’de, Hac’da Mina’da kesilir.)

Biz, her ümmete (kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık. Şimdi, ilâhınız tek ilahtır. Öyle ise O’na teslim olun. (Ey Peygamber!) O ihlâslı ve mütevazı insanları müjdele.

Onlar öyle kimseler ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, başlarına gelene sabrederler, namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.

Biz büyük gövdeli hayvanları da sizin için Allah’ın şeairinden kıldık. Onlar da sizin için hayır vardır. Şu halde ön ayaklarından biri bağlı olarak (dururken) üzerlerine Allah’ın ismini anın. (Ve kurban edin) yan üstü yere düştüklerinde ise artık (canları çıkmış olacağından) onlardan hem kendiniz yiyin hem de ihtiyacını gizleyen kanaatli kimseye ve ihtiyacını gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte biz bu hayvanları şükredesiniz diye istifadenize verdik.

Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Böyle onları size musahhar kıldı ki size  yolunu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir edip büyükleyesiniz; ve müjdele o vazifelerini güzel yapan  muhsinleri!” (Hac Sûresi 33-37 )

Yine En’âm Sûresi’nde hem genel anlamda ibadet hem özel anlamda kurban manasında “nusuk” kavramı ile ifade edilir:
“Kul inne selati ve nusuki ve mehyaye ve memati lillahi rabbil alemin-De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim (kurbanlarım) hayatım ve ölümüm hep alemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’âm Sûresi; 162)

Özellikle Hac Sûresi’nde kurban ile ilgili hususiyetlerin ayrıntılarına inilmektedir.  Konuya  girişte  rızık kavramı üzerine dikkat çekilmektedir. Keçi, koyun ya da sığır cinsinden kurban edilebilen hayvanların hayatımızın devamı için önemi düşünüldüğünde (eti, sütü, derisi, yağı, yoğurdu…) çok ciddi bir ihtiyaç tablosu ortaya çıkacaktır. Hele ki Peygamber Efendimiz’in buyurduğu; “Et yemeklerin efendisidir.” sözünü düşündüğümüzde rızık olarak yemeğin ve etin önemi daha bir anlaşılır. İnsan yediği-içtiği istifade ettiği şeylerden hareketle Mevlâsı’na yol bulmalıdır. O’nun Rezzakiyeti üzerinde tefekkür etmek insanı tevazuya  götürecektir. İlâhımızın tek olduğu bilinci ve O’na teslimiyet kolaylaşacaktır ki sonuçta ihlaslı ve mütevazı insanları müjdele, tebşirine ulaşılabilsin. Büyüğümüz Mevlânâ Hâce Hazretleri’nin bir usul kaidesi olarak belirttikleri “Allah Teâlâ sorunun içinde cevabı vermese biz cevabı bulamayız.” hikmeti bu anlamda ufuk açıcıdır. Rızık olarak kurbanlıkları tefekkür, tefekkürden teslimiyete varış ve ihlaslı, mütevazı insanlar…

Ayetlerin  devamında bu insanları ihlaslı, mütevazı kılan diğer unsurlar vurgulanır. Allah anıldığında bu insanların kalpleri titrer, sabrederler, namazı kılarlar ve rızıklarından infak ederler. Kur’ân-ı Kerim’de bir kavramın bütünlük içinde değerlendirilmesi gerekir. Bir sonuç bir tek sebeple açıklanmaz. İnsanda oluşması gereken güzel ahlakın bir çok dersten geçer not alması gerekir. Zikir, sabır, namaz ve infak eğitimlerinin sonucu olarak ancak müjdelenen insan olma vasfı bizde ortaya çıkacaktır.

Konunun devamında iri gövdeli, büyük baş hayvanların şeair olduğu belirtilir. İz, işaret, belirti, delil… Her şeyinden istifade ettiğimiz önemli bir nimet. Onların nasıl kesileceği ve kimlere dağıtılacağı açıklanarak asıl amaç vurgulanır: …şükredesiniz diye…    

Şükür kavramı, kulun Allah Teâlâ’ya karşılık verebilme, mukabele edebilme gayretidir. Kendine bunca nimet veren Mevlâsı’na kulun teşekkürüdür. Şah-ı Nakşıbend Hazretleri (ks) “Kulun, Rabbi’ne şükredebilmesi için Rabbi’nin kendisi için yaptıklarını iyi bilmesi gerekir.” buyururlar. Bu nedenle kurban kanı akıtırken kul, şükür hissiyatına yoğunlaşmalı, anlayışıyla şükür duygusunu yüceltmelidir. Çünkü etlerin ve kanın ulaşmadığı; takvanın ulaşacağı beyan edilmiştir. Rabbimiz’i tekbir ile büyüklemek, yapılan fiilin içini dolduracak önemli bir duygudur. İnsanın bunca zaaf ve acziyetine karşı nimetlendirilmesi Rabbi’ne karşı derin bir sığınma hissiyatı oluşturmaktadır. Allahu Ekber, Allahu Ekber! Lâ ilâhe illallâhu vallahu Ekber. Allahu Ekber ve lillahi’l-hamd.

Ğavsü’l-âzam Abdulkadir Geylânî Hazretleri (ks); “Allah’a kurbanların etleri de kanları da asla ulaşmaz bilakis O’na sizin takvanız ulaşır.” ayeti kerimesiyle ilgili şöyle buyururlar:

“Ey âdemoğulları! Gerek dünyada ve gerek ahirette ne varsa hepsi de sizin için yaratılmıştır. O halde hani sizin şükrünüz, hani sizin takvanız? Hani takvanızın ve şükrünüzün emareleri? Hani Allah yolundaki hizmetleriniz? Acz gösterip de ruhsuz ameller işlemeyiniz. Amellerin birer ruhu vardır. Amellerin ruhu ihlâstır…”            
Şu dünyada gurbet hayatındayız. Asli vatanımız olan cennete ve Rabbimiz’e kavuşuncaya kadar kurbete (yakınlığa) vesile olacak salih ameller-güzel fiiller işlemeliyiz. “Vebteğu ileyhil vesilete-Allah’a yaklaşmaya vesileler arayın.” ayeti kerimesi manidardır. Bu manada kurban ibadeti  Mevlâmız’a kurbet için önemli bir vesiledir Ayrıca hadisi kutside geçen “Kullarım kurban günlerinde kurban kesmekten başka Bana daha sevimli gelen bir ibadet yapmış olmazlar.” müjdesi üzerinde de iyi düşünülmelidir.

Büyüğümüz Mevlânâ Hâce Hazretleri (ks) Mefâtih… (Kudsi Nefeslerle Yakınlık Anahtarları) adlı mektup, sohbet, fıkıh ve hikmetler bölümleri içeren eserinin 151. sayfasından itibaren kurbanın manası ve hikmetleri üzerinde ayrıntılı olarak durmuşlardır. Bu eserin yalnızca kurbanla ilgili bölümünün okunması dahi bu ibadeti daha doğru ve rızaya uygun bir biçimde gerçekleştirmemizi kolaylaştıracaktır.

Cenâbı Hak, kurbanlarımızı kabul eylesin. Kurbanlarımızı bizlere kefaret eylesin. Onun rızasına  erişecek amellerde bizleri muvaffak eylesin. Âmin, yâ Mucîb edda’vatı en-ilhamdu lillahi Rabbi’l-âlemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemin.

Sonsuz hamdü senalar, varlığı ve yokluğu yaratan, bütün mahlûkâtın üstünde insanı var eden ve insanı kendine kul olarak muhatap kılan Allah Azze ve Celle’ye aittir.

Es-selâtü ve’s-selâmü alâ Resûlina Muhammedeni’l-Mustafa (sav).

Sonsuz  selât ve selâm ise Hakk’ın en güzel kulu olarak yaşayan ve bu güzelliği ümmetine miras bırakan Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) olsun.

Bu ayki yazımızda, büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa) ve gerek yurtiçinden gerekse yurtdışından birçok ihvanımızın katılımıyla gerçekleştirilen Ramazan umresi vesilesiyle,  Efendimiz’in (sav) umre ibadetiyle ilgili işaret ve beşaretlerinden hareketle bugüne dersler çıkarmaya çalıştık. Mevlam hepimize oralara tekrar tekrar gitmeyi nasip etsin. (Âmin!)

Umre lügat olarak ziyaret demektir. Istılahta muayyen adap çerçevesinde Kâbe’nin ziyaretine denir. Umreye hacc-ul asgar (küçük hac) da denir. Haccın belli vakti vardır. Fakat umre yılın her ayında yapılabilir. Umre; ihram, tavaf ve sa’ydan ibarettir.

Efendimiz’in (sav): “İslam beş şey üzerine bina edilmiştir.” ifadesinde umre yoktur fakat Bakara Sûresi’nin  196. ayeti kerimesinde; “Başladığınız hac ve umreyi tamamlayın.” ifadesiyle beraber düşünüldüğünde umrenin de insanın kulluk eğitimindeki önemi anlaşılmış olur. Hele ki Ramazan umresiyle ilgili rivayet edilen hadisi şerif,  Efendimiz’den (sav) bizlere çok büyük bir müjdedir.

İbni Abbas (ra) der ki: Resûlullah (sav) Ensar’dan Ümmü Sinan adlı kadına sordu:

-Bizimle haccetmekten seni ne alıkoydu?

Kadın da şöyle dedi.

-    Ya Resûlullah! Yalnızca iki devemiz var. Kocam ve oğlum biriyle hacca gitti. Öbür deve ile ben arazimizi sulamak için geride kaldım.

Bunun üzerine Efendimiz (sav):

-    Öyleyse Ramazan’da (yapacağın) umre, (kaçırdığın) bir haccın veya benimle (yapmış olacağın) bir haccın kazasıdır. Ramazan gelince umre yap. Zira Ramazan’daki bir umre hacca muadil olur.   (Buhari, Umre 4; Müslim, Hacc 222)

Ramazan’da yapacağın bir umre benimle yapılmış bir hac gibidir, cümlesindeki büyük müjde yüzlerce yıldan bugüne aktarılagelmiştir. Efendimiz’in (sav) âşıkları umre için mümkün mertebe hep Ramazan günlerini tercih etmişlerdir.

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri;

“Bu umre hadisi sahihtir. Rabbimiz’in bir lütfu ve nimeti olarak umre, ona Ramazan’ın da inzimamıyla (sevabının umre sevabına katılmasıyla) hac derecesine ulaşmaktadır.” der.  

İbn-ul Cevzi de:

“Bu hadisten öğreniyoruz ki amelin sevabı, ona zamanın şerefi de ilave edilince ziyadeleşmektedir. Tıpkı huzuru kalp ve hulûs-i niyetle arttığı gibi.” ifadeleriyle umre-Ramazan ilişkisinin oradan da Hakk’ın Habibi, Kâinatın Efendisi (sav) ile ilişki kurulmasını anlamamıza yardımcı olur.

Namazda imam-cemaat ilişkisini İmam Şafiî Hazretleri muvafakat (uzlaşma-anlaşma) olarak değerlendirirken, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri mutabaat (ittiba etmek-tabi olmak) şeklinde değerlendirir. Bu yüzden namaz fıkhı farklılaşır. İmam-ı Âzam efendimize göre adeta imamın makbuliyeti  cemaatin makbuliyetine dönüşür.

“Benimle yaptığın hac…”  ifadesi bizim sığınağımızdır. Çünkü bizim bütün günahkarlığımıza rağmen Sahibimiz-Efendimiz’in (sav) bu müjdesi bizler için O’na yaklaşma ve amellerimizin O’nunla Hakk’a sunulması imkanıdır.

“Evvel refîk,  summe’t-tarîk” demiş eskiler. Yani, önce arkadaş, sonra yol. Bugün umre ibadetini gerçekleştirmek için öncelikle umreye kiminle gideceğiniz önemlidir. Tur şirketlerinin tanıtım kitaplarını okurum ya da fark etmez diyanetten bir hoca ile giderim diyorsanız, yandı gülüm keten helva! Bugün birçok “din görevlisi”nin umre ilmihalini bilmeden umre ibadetinde vazifelendirildiğini görüyoruz. Dinin temel rükûnlarından kadın-erkek ilişkilerinde, ihramda, tavafta yahut sa’yda cezayı gerektiren belki de tümden umreyi iptal eden durumlara hocaların müdahale etmediğini, hükümleri bilmediklerini ya da önemsemediklerini görüyoruz.

Kimi  imam ve müftülerin hurma vb. toplu alışverişlerde gruplarının sırtından geçinmeleri gibi ahlâksızlıkları var ki bunlardan Allah’a sığınıyoruz. Bugün umre ibadeti için ciddi miktarlarda para akışı gerçekleştiğinden, birçok konuda asla dönüşün yaşandığı ülkemizde hac ve umre ile ilgili de sağlıklı değişimler umuyoruz.

Sonuçta Efendimiz’le (sav) hac etmek, umre yapmak ve “…günahlarından çıkıp annesinden doğduğu gibi…” tertemiz olmak  “…geçmiş ve gelecek günahları affedilir, cennet kendisine vacip olur.”   hedeflerine ulaşmak için “Evvel refik…” önce arkadaş, rehber, yol gösterici gereklidir. Bir yazar Cezayir’e gittiğinde “Size bir mürşid verelim şehrimizi gezdirsin.” dendiğinde yazar mürşid kelimesinin kullanımına şaşırır. Tam olarak da Mekke-Medine’nin güzelliklerini görmek, ihramın, tavafın, say’ın hikmetlerine varabilmek için bize mürşid gereklidir.

Son olarak, bir Ramazan umresinde öğrendiğimiz güzel bir hadiseyi paylaşarak umre yazımızı noktalayalım:

Üç yıl önce gittiğimiz Ramazan umresinde büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa), bizleri pîr-i  fânî  Osman Karabulut Hoca ile tanıştırdılar. Osman Hoca Konya’da Şems-i Tebriz’i caminda imamlık yapmakta olan bir peygamber aşığı. Bir gece rüyasında Efendimiz (sav) ona görünür ve onu Medine’ye çağırır.

Ertesi gün Osman Hoca pasaportunu aldığı gibi helalleşip yola koyulur. Vize süresince Medine’de kalır fakat süre bitince kaçak durumuna düşer. “Bana Efendimiz (sav) gel, dedi. O tekrar izin vermeden dönmek olmaz.” diyerek kalacak yer araştırır. Bir tanıdığı “Benim evin altında bir depo var orada kalırsın.” deyip onu götürür. Depoya girince Osman Amca bakar ki su yok, doğru dürüst abdestlik yok.

Ev sahibi çıkınca Osman Hoca ağlayarak dua etmeye başlar: “Ya Resûlallah! Ben Senin misafirinim. Eğer Sen beni burada ağırlamak istersen başım gözüm üstüne.” Bu ağlayış karşılıksız kalmaz. O anda bina yükselmeye başlar, farklı  bir alem açılır. Efendimiz (sav) ashabından birkaç kişi ile odaya girerler. Osman Amca hemen Efendimiz’in (sav) elini öper, oturur, sohbetleşirler. Efendimiz (sav): “Sen bizim misafirimizsin.”  buyurur. Bir genci göstererek “Bu, senin işlerini halledecek.” der ve oradan ayrılırlar. Bina eski haline döner. Ertesi gün kapıya gelen o genç hiçbir şey sormadan Osman Amca’nın elini tutar, konsolosluk-valilik derken  izin-ikame alır, işi bitirir, gider.

Osman Amca Medine’ye yerleşir, ailesini de getirir. Efendimiz’in (sav) ikramı, Ravzayı Mutahhara’da sofra açacak bir zenginlik de kendisine verilir. Osman Amca 30 küsür yıldır Medine’de oturuyor  ve bu olayı anlatırken; “Evladım! Ben rüya görmedim. Bu gözlerle gördüm bu gözlerle!” demektedir.

Mevlâ-yı Müteal Hazretleri hepimize nice umreler nasip etsin. Bizleri Efendimiz’e (sav) yaklaştıracak haller, güzellikler lütfeylesin.
Cenâbı Hak irşad olma lütfunu bütün ümmeti Muhammed’e nasip etsin. Aksi halde Mekke’ye, Medine’ye gidip nasipsiz dönmek de mümkün.  

Âmin. Velhamdulillahi  Rabbi’l-âlemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 27 May 2014 13:49

ORUÇ FIKHI

Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemin...  Es-selâtü ve’s-selâmü alâ Habîbike, Resûlike ve Nebiyyike Muhammed’in (sav) ilâ  yevmil kıyam... ve âlihi ve  eshâbihî ve etbâihî aleyhim ecmaîn.

Cenabı Hak, Feyyâzı Mutlak ve Rabbü’l-Felak Hazretleri cümlemize mededü inayet eylesin. Tevfikini refik eylesin. Ümmet-i Muhammed’i Ramazan-ı şerif hürmetine affı mağfiret eylesin.  

Geçen ayki yazımızda, büyüğümüz Mevlânâ Hâce Hazretleri’ne sormuş olduğumuz bir soru ile, oruçla ilgili bir sohbet açılmış, o sohbeti sizlerle paylaşmıştık. Şimdi yine oruçla ilgili sorulan bazı sorulara Hâce Hazretleri’nin cevaplarıyla devam eden sohbetin ikinci kısmını paylaşıyoruz:

-Efendim, geçen çiftçilik yapan birisi sormuştu yazın oruç tutmanın zorluğunu...

-İftardan sonra çalışsın, sabahın erken saatlerinde, güneş kızdırmadan çalışsın. O kadar çok da çalışmasına gerek yok, kendisini yıpratmasın. Sabah biraz, akşam biraz çalışsa, en fazla otuz gün. Yani mazeret yok. Bunlar köle değil,  kendi işleri.  Köle değil ki... Diyelim baskı altındadır. Köle değil, asker değil. Asker dediğin bir çeşit köledir. Asker oruç tutsa komutan tutma diyecek, tutmayabilir. Sonradan kaza eder. Ama bunlar öyle değil. Bugün mesela görüyorum, inşaatlarda çalışan adam oruç tutmuyor. Kışın tutuyor. Hiç kimsenin kendi kafasına göre ibadetin şartlarını, zamanlarını değiştirme hakkı yoktur. Meşru bir özür olacak. Bu özür meşru değil. Sair zamanlarda biraz daha fazla çalış. Ramazan’da sana yetecek kadar çalış. Ya da Ramazan’da hiç çalışma. Bunlar olmayacak şeyler değil. Bunlar insanın imanı ile alakalı.

-Efendim, “Sizden öncekilere yazıldığı gibi...” buyruluyor ya ayeti kerimede. Bu ayetin tefsirinde Yahudiler orucu azaltarak çaldılar. Hıristiyanlar da yazın sıcak diye serin zamanlara kaydırdılar, şeklinde ifade ediliyor.

-Aynı Yahudi gibi niyeti olanlar, dokuz gün tutuyorlar. Hristiyanlaşanlar da serin günlerde kaza ederiz, diye düşünüyorlar.

-Bir gazetede fıkıh köşesi yazarına şöyle soruluyordu; “Ben bir şirkette önemli bir noktadayım, yöneticiyim. Oruç tuttuğumda zihnim çalışmıyor, işlerim aksıyor. Tutmasam da fidye versem olur mu?

-O yazara göre fidye vermese de olur, fark etmez.    

-Yani burada insanın kendi isteklerini merkeze alması gibi bir durum var.

-Mesele Türkiye’deki ulemanın her şeyi sulandırması. Bu yüzden insanlar kime neyi soracağını artık biliyorlar. Kimden hangi sualin cevabını alırım, bunu biliyorlar. Eğer Türkiye’deki ulema (istisnalar kaideyi bozmaz) ciddi duruşlarını gösterselerdi şu durum ve kargaşalar olmaz, bu sorular sorulmazdı.

Bunu soran adamın oruçla aslında bir derdi yok. Orucu tutmayacak. İçki zihnini bulandırmıyor bu insanın, sigara zihnini bulandırmıyor. Göz zinası, bayanlarla birlikte oturup yiyip içmek... bunlar zihnini bulandırmıyor. Bunu da kime soracağını iyi biliyor. Gidiyor o yazara soruyor.

Misal senin hiç mi senelik iznin yok? İznini Ramazan’da al. Müslüman, meselelerine çözüm üretendir. Bu âlem imkân âlemi. Bu âlemde çözümsüz bir şey yok. Ramazan’da senelik izne ayrıl.  

-Efendim senelik izinde tatil var, kum, deniz, güneş var. Senelik izinde eğlenmeye gidilecek.

-İnsan onlardan fedakârlık yapmak istemiyor. Fedakârlık yapılacaksa Allah’ın emirlerinden oruçtan, namazdan, zekattan vs. bunlardan verecek. Bunların kendisine bir katkısı yok, veriyor.

-Bir de oruç deyince “Oruç tut, sıhhat bul.” merkezli, sırf bedene faydalı yönü öne çıkarılarak kabulleniliyor.

-Sıhhat sadece bedensel değildir. O sıhhat, insanı her yönü ile... Misal bir insan bedenen belli toksinleri attığında psikolojik olarak da rahatlıyor. Beyne giden damarları da rahatlıyor. Zihin yorgunluğu, beyin yorgunluğu gidiyor. Her yönü ile sıhhat kastedilmiş burada. Şimdi, o adamın söylediği o zaman yalan oluyor. Ya Hazreti Muhammed (sav) ya da o adam yalan söylüyor. Yani ben şirketteyim, ince hesaplar yapıyorum, aç olunca kafam çalışmıyor... Ortada ciddi bir açlık olsa gam yemeyeceğim. Bir insan üç-beş gün yemez de bu açlıktır. Zaten insan günde iki öğün yiyordu, bu açlık sayılmaz ki... Günde bir öğün bile yese insan aç sayılmaz. İftarda yiyorsun, hem de normal zamanda yemediğin şeyleri yiyorsun, daha kuvvetli yiyorsun. Öyle ise hangi açlıktan bahsediyorsun? Mesela normal zamanlarda, iş yoğunluğu nedeniyle yemeğe fırsat bulamadığı zaman olmuyor mu? Oruçlu geçirdiği günler kaç saat?  Diyelim on iki saat aç kalıyor. Hiç mi sen iş yoğunluğundan on iki saat işyerinde aç kalmadın? Ha, burada bütün problem o insanın gelen arkadaşlarla bir şey yiyip içememesi, içki içememesi, kokteyllere katılamaması... Ben para vereyim, oruç tutmayayım.

-Efendim şöyle bir rivayet var. Cenabı Hakk’ın Hz. İsa’ya (as) hitaben “Aç kalırsan beni görürsün.” şeklinde bir hitabı rivayet ediliyor. Yani açlıkla bedensel ihtiyaçlardan, yemekten içmekten, cinsellikten uzak durarak  perdelerin açılması var.

-Ruhun önüne geçebilecek şeyler açlıkla izale oluyor. Riyazât yani ruhun önüne perde olabilecekler ortadan kalkıyor. İnsanın o zaman adeta ruhu şeffaflaşıyor, sadeleşiyor. Tecellileri görebiliyor. O yüzden tasavvufta eski sufiler riyazata çok önem vermişler.

-Bir de Efendim oruçta Cenabı Hakk’ın “Onun ecrini Ben veririm.” buyurması var. Melekler diyorlar ki; “(Bire on, bire yüz) Ne yazalım?” Cenabı Hakk’ın “Onu olduğu gibi yazın, mükafatını Ben veririm.” diye buyurması var. Bu önem orucun insanı her yönden kuşatmasından dolayı mı?

-Tabii, her şeyi ile farklı bir atmosfere giriyor insan. Yani oruç tutan birinin bedeni şehvetten temizleniyor. Böylece de bütün kötü düşüncelerden, hülyalardan temizlenmiş oluyor. Biraz da kendine dikkat ederse...
Dilini her türlü malayaniden, boş sözlerden korumaya çalışıyor. Hal hareketlerine yansıyor bu dikkat. Oruçluyum, orucumu zayi edecek bir harekette, bir fiilde, bir düşüncede bulunmamalıyım, diyor. Bu noktada Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın bir rahatlaması bir huzuru oluyor. Kendisini kontrol edebildiğini görünce nefsine karşı bir cesaret geliyor. Bakıyor ki Allah’ın emri ile kendimi kontrol altına alabiliyorum, kendime dikkat edebiliyorum. Bunu bir ay yapabildiğime göre on iki ay da yapabilirim. Bu cesaret geliyor kendine. Tabii bu yönleriyle sanki insanın her hali, her hareketi bir ibadetmiş gibi oluyor. Cenabı Hak bu sebeple onun bütün ecrini, mükâfatını üzerine alıyor.

Sırf Allah için insanın kendisine helal olan şeyleri terk etmesi var oruçta. Sabrı öğreniyor, tahammülü öğreniyor, dolayısıyla fakirlerle aynı seviyeye geliyor. O niçin yiyemiyor? Allah emrettiği için. Yani oruç tutan sadece kendine hizmet etmiş olmuyor, aynı zamanda topluma da hizmet etmiş oluyor. Toplumun eşitlenmesini, toplumda sosyal adaletin oluşmasını sağlamış bulunuyor.

-Bir ibadet insana ne kadar tesir ederse, Cenabı Hak’ta o kadar karşılığı oluyor, gibi.

-İnsan oruçla adeta beşeriyetin ötesine geçiyor, melekleşiyor yani. Diğer ibadetlerde belki bu özellik kısmen var ama bütünüyle yok. Sülûkta sona gelmiş arkadaşlara da bunu tavsiye ediyoruz. Cinsi münasebetten uzak durun. Çok fazla yemekten, aşırı ekşi, aşırı tatlı yemekten ve aile ile beraber olmaktan uzak durun, diye.       

Oruçta adeta insan melekleşiyor. İnsan oruçlu iken nasıl yemiyor, içmiyor... İftarda ve sahurda öyle aşırıya kaçmasa, Allah’ın emrini sıhhatli bir şekilde yerine getirmek için yese... Gündüzki atmosferi gece de devam ettirmeye çalışsa... Aynı ile insan, oruçlu iken gündüz nasıl helali ile baş başa olamıyorsa, iftar ettikten sonra da Ramazan boyunca buna dikkat etse, güzel olur. Gündüz kazandığını gece kaybetmese... Nasıl insan hacda, hac vazifelerini bitirinceye kadar ailesi ile beraber olamıyor, orucu da kendisine öyle kabul etse, bir manevi ihram gibi (dayanabiliyorsa, onu sıkıntıya sokmuyorsa) ailesine yanaşmasa güzel olur. Gerçi İslam buna ruhsat vermiş, İslam’da bir yasak yok fakat orucun manasını düşününce o manayı başka bir şeyle bozmamalı diye düşünüyoruz. Yani gündüz melek, akşam cin olmamalı...”

Cenabı Hak bizleri affeylesin. Orucun, itikâfın, bayramın razı olduğu kullarından eylesin. Büyüklerimizin tarif ettiği şekilde oruç tutarak iki manada bayram yaşayabilmeyi nasip eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemin… Es-selâtü ve’s-selâmü alâ Habîbike, Resûlike ve Nebiyyike Muhammed’in (sav) ilâ yevmi’l-kıyam… Ve âlihi ve  eshâbihî ve etbâihî aleyhim ecmaîn.

Mübarek Ramazan günlerinin kokusu Receb ve Şaban-ı şerif günlerinden gelmeye başlar. Regaib,  Mirâc-ı şerif ve Beraat Geceleri, Ramazan’ın, özellikle de son on gün içerisindeki Kadir Gecesi’nin hazırlığı gibidir. Receb ve Şaban aylarında, özellikle kandil günlerinde tutulan oruçlar ya da gecelerde yapılan sohbetler-tevhidlerle inanan insanlar bir buluşmaya hazırlanırlar. Ramazan, Hakk’ın rahmetinin coştuğu, affı-merhametinin deryalar gibi taştığı bir iklimdir. Tam olarak da Yunus’un dediği gibi:

Taşdı rahmet deryası
Gark oldu cümle asi
Dört kitabın manası
Lâ ilâhe illallah   

Günahkârlara açılan kurtuluş kapısıdır Ramazan. Ya da Üftade Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

Cümle aya sultan olan
Dertlilere derman olan
Hak’tan bize ihsan olan
Oruç ayı geldi yine

Ramazan bizim bakışımızla rahmet olur, vuslat olur. Aksi halde “uzun günlerde oruç” zor gelir insana. İnsan bedeniyle başlayan, duygu-düşüncesiyle devam eden bir arınmayı yaşamalıdır Ramazan’da. Şeytanların zincire vurulduğu, nefislerin tutulduğu bir dönemdir Ramazan. Tövbe etmek için fırsattır. Merhameti, fedakarlığı, paylaşmayı çoğaltan günlerdir oruç günleri. Kur’ân ayıdır Ramazan. Rabbimiz’in kelamı ile yeniden buluşma günleridir. Mukabeleler, cüzler, hatimler için imkândır Ramazan. “İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür.”, “Oruç (da) sabrın yarısıdır.” Öyleyse bize sabrı öğretmelidir oruç. İnsaniyetten melekiyete yolculuktur oruç.

Gazâlî Hazretleri orucu sadece zahiri şartlarına riayet ederek tutanı avam, ağzıyla beraber gözünü, kulağını, dilini, elini, ayağını, tüm azalarını muhafaza edene havas, yukarıdaki iki şartla beraber kalbini de Mevlası’ndan gayrısına yöneltmeden oruç tutanı ahassü’l-havas olarak nitelendirmektedir.  

Mevlayi Müteâl Hazretleri “Her bir iyilik için 10 mislinden 700 misline kadar karşılık vardır. Fakat oruç başkadır. Çünkü oruç Benim içindir ve onun ecrini Ben vereceğim.” (Müslim, Sıyam-164) buyurur ki “…Tüm geçmiş günahların bağışlanacağı, rızkın artacağı, sıhhat bulunacağı, orucun şefaatçi olacağı…” gibi müjdeler hep bu büyük müjdenin içerisindedir.
İşte bunca rahmet varken nasipsiz olmak da mümkün. Bu yazımızda Cebrail (as) ile Rahmet Peygamberi Efendimiz (sav) arasında geçen bir konuşmayı büyüğümüz Hâce Hazretleri’ne (ksa) sorduk. Akabinde oruç ve Ramazan’la ilgili bir sohbet açıldı, istifadelerinize sunuyoruz:  

-Efendim sahabe-i kiramdan Ka’b b. Ucre’nin (ra) naklettiğine göre Cebrail (as), Peygamber Efendimiz’e (sav), “Ramazan ayına ulaşıp da bağışlanmayana lanet olsun!” demiş, bu duaya Peygamber Efendimiz’in de amin demesini istemiş, O da “Âmin” demiştir. Bu olayın Medine Mescidi’nde ve Efendimiz (sav) minberde iken vuku bulduğu da rivayet edilmiştir. (Ahmet b. Hanbel, Müsned 2/254)  Yani Ramazan’a  erişip de kendini affettirmeyene Cebrail (as) beddua ediyor. Bu çok ilginç geldi bize. Siz daha önce buyurmuştunuz ki insanlar meleklerden üstündür, dört büyük melek hariç. Cebrail (as) de melek peygamberlerin en üstünüdür. Burada Cebrail (as) Hakk’ın rahmetini, merhametini göremeyen nankörler için böyle söylerken, Hakk’ı bilerek söylüyor.

-Gözden kaçırdığınız bir şey var. Meseleyi asıl önemli kılan orası. Yani ifade olarak bunu ifade eden Cebrail’di (as). Fakat Cebrail’in konumunu düşünürsen Cebrail (as) kendi adına değil, Allah (cc) adına konuşuyor. Her ne kadar ifadenin zahiri Hz. Cibril’e aitse de mânâ Allah’a ait. Yani biz bu hadisi şerifi dinlerken onu Cebrail’den değil de Allah’tan dinliyormuş gibi dinleyeceğiz. Peygamber’in (sav) katılımı da bu yüzden. Meseleyi Allah adına, Allah lisanı ile dinleyeceğiz. Kim Ramazan’a erişirse, Ramazan’ın hakkını vermezse, onun hukukuna riayet etmezse biz ona lanet ederiz. Hadisi, bizim böyle anlamamız lazım. Zaten Resûlullah Efendimiz de Hak’tan olduğu için âmin diyor. Yani o Cebrail’in sözüne katılmıyor, Allah’ın emrine katılıyor. Mesele böyle olunca ibadetin, kulluğun ve burada hususi belirtilen Ramazan-ı şerifin önemi çok daha farklılık arz ediyor. Çünkü yine hadisi kutside Cenâbı Hak; “Allah için tutulmuş bir orucun ecri Bize aittir.” buyuruyor. Ona bir ecir belirtmiyor.

Şimdi mükâfatı Allah’a ait olan bir şeyin elbette ki cezası da Allah’a ait olacaktır. Madalyonun öbür yüzünde layıkıyle tutulmayan bir orucun cezası da Allah’a ait olacaktır. Yani orucun değerlendirmesi menfi veya müspet Allah Teâlâ’ya aittir. Hadisi şerife bu zaviyeden bak...

-Efendim burada, Efendimiz’in (sav) bu bilginin Allah’tan gelişini görmesi elbette ki var. Bizde şöyle bir hissiyat oluştu. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur ya; “Sizin içinizden bir peygamber seçtik. Size müşfik, size düşkün...” Burada Efendimiz’in (sav) insanın hakkıyla yapamayacağı, orucun hakkını veremeyeceğini bilmesi var.

-Şöyle anlıyorum, soruna biraz muhalif mânâ getirelim. Yani Rahmet Peygamberi olan bir şahsiyet böyle bir konumda niye rahmetle değil de farklı bir cepheden meseleye yaklaşıyor? İşte bu neticeden dolayı dedim ki meseleye Allah’tan geldi, açısından bak. Peygamberi, Rahmet Peygamberi kılan, O’na rahmet özelliği veren Allah’ın rahmetidir. Yani Hz. Muhammed (sav) ne kadar merhametli olursa olsun Allah’tan daha merhametli değildir,  olamaz. İşte, benim rahmetim Allah’ın rahmetinin önüne geçemez. Bunu bildiği için bu mevzuda Allah’a katılmakta. Bu da O’nun edebi. Yani Hak bir şeyi buyuracak, peygamber bile olsa bir insan çıkıp onun aksini söyleyecek, bu akla muhal bir şey. Hele hele peygamberi düşününce hiç olmayacak bir şey. O ne kadar merhametli olursa olsun Allah’ın merhametini akim kılmaz. Bir de O’nun dilinden söylenmiş hadisi kutsi var: “Rahmetim gazabımı geçti.” buna rağmen Cenâbı Hak öyle söylüyorsa, bu, meselenin önemine binaendir.

Düşün, bir insanın sıhhati var, orucuna engel hiç bir şey yok, her türlü imkâna sahip. Bugünü düşün, bugünkü nimetleri düşün. Evlerde klimalar var, sıcaksa gel klimanın karşısına. Sahurun son dakikalarına kadar, ezana kadar yemek için ruhsat verilmiş, sabah ezanı okunana kadar yiyebiliyorsun, helal dairesi geniş, ekşisi, tuzlusu, tatlısı, baklavası, böreği her şeyi yiyebiliyorsun. Bunca nimetlere rağmen tutmuyorsa insan…

Orucun farz olduğu o dönemleri düşün. O insanları düşün… Kırk-elli derece sıcağın altında tarlada çalışmıyorsun. Misal memursun, klimalı dairede çalışıyorsun, mesai saatlerin de belli. Bütün bu rahatlıklar, bu imkânlara rağmen hâlâ sen oruç tutmuyorsan, hâlâ bahaneler üretiyorsan… Allah’ın laneti olsun senin üzerine! Başka ne denilebilir ki?.. Bir insan ancak bu kadar nankör olabilir.

Cenâbı Hak her türlü kolaylığı vermiş. Çocuğunu emziren kadın süt aktıkça acıkır. Cenâbı Hak bunu düşünmüş, emzikli kadınsa oruç tutmasın, buyuruyor. Çocuğunu sütten kestikten sonra kaza eder. Hamile ise, dayanamıyorsa tutmasın. Hasta ise, seferde ise tutmasın… Yolculuğa çıkıyor, yiyecek bir şey bulamaz, yolculukta sıkıntı olur, tutmasın. Bu kadar kolaylığı tanımış Cenâbı Hak. Bunların dışında insan neden tutmaz ki? İmanı zayıf olduğu için.

Bu sayılanların dışında emzikli değil, hamile değil, hasta değil… Bugünün yolcularının oruç tutmamasına ben taraftar değilim. Çok rahat oruç tutulabilir. Tesislerde duruyor, aynı evindeki gibi çok rahat yiyip içiyorsun. Yolda yemek bulma sıkıntısı yok, ya da evden azığını al, çantana koy. Bu imkânın var. Sırf yolculuktan dolayı (farklı bir durum yoksa) oruç bozulmamalı. Bütün bunlara rağmen insan oruç tutmuyorsa imansızlığından tutmuyor. Varsın bir sefer değil, bin sefer Allah lanet etsin ona! Rahmet Peygamberi bile olsa böyle düşününce katılmamak elde değil. Adam ben illa Ebu Cehil, Ebu Leheb olacağım diyor.

Kul, peygamber bile olsa kul olarak Allah’ın kendisine çizdiği hudutları bilmeli. Bu ister rahmette ve şefkatte olsun; ister gadab ve hiddette, cezalandırmada olsun. Hududu aşmamalı, Allah’ın önüne geçemeyeceğini bilmeli.
Devam edecek...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hamd olsun âlemlerin Rabbi olana, Rahman olana, Rahim olana, affı, mağfireti sonsuz olana.

Selât ve selâm Hakk’ın Habibi, Kainatın Efendisi, Sultan-ul Enbiya Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e. Yine selât ve selâm O’nun ehline, nesline, varis-i ekmeline.

Bu yazımızda Abdullah ibni Abbas’ın (ra) bir tespitinden hareketle ümmeti Muhammed içerisinde görüş, duyuş, düşünüş farklılıkları, bunların nedenleri ile bugün ne yapabiliriz sorusu, üzerinde düşünmeye çalışacağız.

Önce, ashab içerisinde ince anlayışı-fıkhıyla öne çıkan yedi Abdullah’tan (Ebadillahi’s-Seb’a) birisi olarak Abdullah ibni Abbas (ra) ile Hz. Ömer (ra) efendimiz arasında geçen  konuşmayı paylaşmak istiyoruz:

İbrahim Et-Teymî’den:
“Hattâb oğlu Ömer (ra) bir gün yalnız kaldığında düşünceye daldı ve İbni Abbâs’a (ra) haber   göndererek:

—Bu ümmet, kitabı bir, Peygamberi bir ve kıblesi bir olduğu halde niçin görüş ayrılığı ve anlaşmazlığa düşüyor? diye sordu.

İbni Abbâs :
—Yâ Emîr el-Mü’minîn, Kur’ân bizim devrimizde indiği için biz onu okurken hangi âyetin ne zaman, niçin ve ne hakkında indiğini biliyoruz. Bizden sonra gelenler ise, Kur’ân’ı okurlar, fakat hangi âyetin ne zaman ve ne hakkında indiğini bilemedikleri için, her birinin görüşü elbette ayrı olacak ve görüşler ayrı olunca anlaşamayıp çekişeceklerdir, dedi.

Durumdan üzgün olup çare arayan Ömer, İbni Abbâs’ın bu cevâbından dolayı daha da canı sıkılarak kızdı ve İbni Abbâs’ı azarladı. İbni Abbâs da kalkıp gitti. Fakat Ömer sonradan düşünüp İbni Abbâs’ın görüşünü yerinde buldu ve onu bir daha çağırtıp bu sefer tebrik etti.” (Hayat-üs Sahabe c.3 s.687, El –Kenz  c.1,s.228  Said b. Mansur, Hatip El-Cami’den)

Hz. Ömer efendimizin çözüm arzusu, cevaba kızması ve ardından hem dönem şartlarının hem insanların bakış açılarının değişmesi nedeniyle bu ihtilafların doğallığını kabullenişi söz konusu bu rivayette. İbni Abbas’ın (ra) bu tespitlerinin doğru olmakla beraber bugünden geriye doğru baktığımızda çok iyi niyetle yapılmış tespitler olduğunu, bütünü izah ve ifade etmekte eksik kaldığını görüyoruz. Ya da bu tespitin “Müslümanlar” için geçerli olduğunu, o gün kimilerinin  bugün ise çoğunluğun “Müslümanlık” anlayışının tartışılır noktada olduğunu söylemek de gerçeğin daha doğru bir ifadesi olacaktır.

İbni Abbas efendimizin sonraki dönemde yaşanabilecek ihtilaflarda, Kur’ân-ı Kerim’deki manaları samimi bir şekilde anlamaya çalışırken bile olabilecek farklılıklara işaret ettiğini görüyoruz. İslâm tarihine bakıldığında bugünlere gelinceye dek yaşanan ihtilafların çoğunun ahiretten kopuk dünyevileşmiş bakıştan kaynaklandığı görülecektir.

Asrısaadet içerisinde yaşanmaya başlanan tartışmaların merkezinde de meselelere temelde nefis-şeytan-dünya eksenli bakan kimilerinin olduğunu görüyoruz. Fakat ulû’l-emr olan, raşit halife olan otoriteye itaat, toplum nezdinde ağırlıkta idi. Ebu Bekir efendimize isyan edenler (Ridde Savaşları) Osman efendimizin şahadeti, Ali efendimize başkaldırılar olsa da toplumda ağırlık merkezi yine hak eksenli idi. Ne zaman ki Ali (ra) efendimiz şehit oldu, Hüseyin efendimizin (ra) mübarek kanı Kerbela topraklarına karıştı, işte bu son kırılma noktasından sonra hakikat nehri yer altına çekildi.  Toplumu sulayan ana kanal olmaktan çıkıp ancak talip olanların ulaşabileceği pınarlar şekline dönüştü. Efendimiz’in (sav) buyurduğu üzere “melik-i adûd-ısırıcı melikler” dönemi başlamış oldu.

Kur’ân-ı Kerim’de Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri bize bir çağrıda bulunmuştu:
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran; 102)

Bir Müslüman için “Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkmak” nasıl olabilirdi?

Aziz olan, Cebbar ve Kahhar olan, Azîzu’n-zuntikâm olan, Seriyy-ül Hisab olan, bütün celal sıfatları ile muttasıf olan Allah Teâlâ’dan “Müslüman” yeterince korkabilmekte midir?.. Gök gürlemesinden, yıldırımdan, göğün kararıp sele-tufana dönüşebilecek bir yağmurdan, kaçabilecek hiçbir yerin olmadığı depremden gereği gibi korkup ders alabilmekte midir Müslüman?.. İnsan Allah’tan (cc) nasıl gereği gibi korkar?.. O’nun kudretini nasıl hisseder, idrak eder?...

Artık “doğal hadiseler” olarak karşıladığı bu hatırlatmalar, gafletiyle dünya hayatına dalmış, Allah’tan uzaklaşmış bugünün modern insanına çok da tesir etmeyecektir. Oysaki hastalıklarımız, çektiğimiz acılar, evimizde-işimizde düştüğümüz sıkıntılar hep bizlere acziyetimizi, O’nun karşısında hiçliğimizi ikaz etmekte değil midir aslında?  Firavun’un başı bile ağrımadığı için bir şey sanmamış mıydı kendisini? Aklında-fikrinde, duygusunda o yüce kudreti hissetmeli değil miydi insan? Yer-gök, dağ-deniz… Bu muhteşem dekor hep bunu idrak için değil miydi? Yağan yağmur, esen rüzgâr, sarsılan dağlar, etrafımızdaki insanların birer birer ölümü… “O’nun izni olmadan bir yaprak kımıldamaz”dı hani? Düşünmeli, hissetmeli daha doğrusu işitmeli, öğrenmeli değil miydik? Peki kimden? Kimden öğrenecektik yazın-kışın, ağacın-yaprağın, hayatın, insanın, Hazreti İnsan’ın sırrını?... Kim öğretecekti bize? Kim hatırlatacaktı unuttuğumuzda?...

Kâinatın Efendisi (sav) eğitti, öğretti. Sıddıklar,  Faruklar, Haydarlar, Zinnurlar yetiştirdi. Sonra onlar da aktardılar bu sırrı, Peygamber varisi insan-ı kâmillere: Geylanilere, Nakşibendilere, Şazelilere…

İman bir kabuldü, girişti, işin besmelesi idi. İkinci aşama O’ndan hakkı ile korkmaktı. “Allah’tan ancak O’nu tanıyanlar hakkı ile korkar”dı çünkü. İşte Allah’a dost olan, korku ile sevgiyi bir araya getirenler O’nu hakkı ile tanımış ve ümmete, talip olanlara perdeyi aralamış, bu sırrı aktarmıştı. Ancak bu şekilde Müslüman olarak can vermek mümkün olacaktı çünkü.

Yine bu çağrının cevabının nasıl olması gerektiğini aynı surenin ilerleyen kısımlarında Mevlâmız bize öğretiyordu: “Ey Rabbimiz gerçek şu ki biz ‘Rabbiniz’e iman edin!’ diye seslenen bir davetçiyi işittik de hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i İmran; 193)

Kainatın Efendisi’nden sonra O’nun davetine, bizi çağıranlara kulak vermek gerekti. Günahlarımızın bağışlanması, O’nun (cc) Settar ismi şerifiyle ayıplarımızın örtülmesi ve son nefesimizi verirken iyilerden olabilmek için hayatta iken iyiler (Ebrâr) ile beraber olmak gerekti.

Nefis-şeytan-dünya denilen Bermuda şeytan üçgenine düşmemek, o girdapta boğulmamak için davetçiye uymak gerekti.

Birinci adım iman, ikinci adım Allah’tan korkmak, üçüncü adım davetçiye uymak ve son adım; ömrü bir duaya çevirmek. “...Artık günahlarımızı bağışla, ayıplarımızı ört, canımızı iyilerle beraber al.”

İşte bu yürüyüşe Mevlâmız’ın karşılığı: “Bunun üzerine Rableri onların dualarını kabul etti. Dedi ki: ‘Ben erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden çalışan hiç kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler. And olsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi nezdinde olandır.” (Âl-i İmran; 195)

Rabbimiz, bizleri Senin Peygamberi’nin varisi olan davetçine, Hz. İnsan’a teslim olan kullarından eyle. Bizleri sana iman ile, Sen’den korku ve Sana sevgi ile, ömrünü  duaya, yalvarışa çevirenlerden eyle. Vaat ettiğin mükafatı bizlere lütfeyle.

Âmin, bi hürmeti Seyyid-ül Mürselin vel-hamdu lillahi  Rabbi’l-âlemin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort