JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 11 Temmuz 2012 03:12

İSLAM KARDEŞLİĞİ

İslam’da kardeşlik Allah’ın emri, Rasûlullah’ın (sav) sünnetidir.

İslam’da kardeşlik Müslümanların kalplerinin, ruhlarının ve bedenlerinin imanları gereği birleşip aynı anda, aynı hedefe kenetlenmesidir. İman bağıyla birbirlerine bağlanmasıdır.

Bağların en güçlüsü olan kardeşliği de önderimiz, örneğimiz ve Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle tarif ediyor:

"En sağlam iman bağı, Allah için birbirini sevmek ve Allah için birbirini sevmemektir."
(Buhari, İman 1)  

İslam’a kucak açan ve ona gönül veren ensar ve muhacir arasındaki ilişkiler iman, fazilet, başkalarını kendine tercih etme bilinci, eşitlik, karşılıklı sevgi ve muhabbet, hakkı yüceltme ve yayma esasları üzerine kurulmuştu. Günümüzde çokça ihtiyaç duyulan bu kardeşliği ensar ve muhacir bizlere öğretiyor. Ayrıca Rasûlullah’a hürmet ve O’nu en güzel bir şekilde sahiplenmeyi de yine onlarda görüyoruz. En zor günlerinde Rasûlullah’a sahip çıkıp O’nun yoldaşlarını da kardeş bilen ensarı, Cabir b. Abdullah şöyle anlatıyor:

“Hz. Peygamber, Mekke’de on sene kaldı. Bu arada Ukaz ve Micenne panayırlarına gidiyor, hac mevsiminde insanların arasına karışıyor ve onlara şöyle diyordu: “Beni memleketine götürecek kimse yok mudur? Rabbimin emirlerini tebliğ hususunda kim bana yardımcı olmak ister? Böyle bir kişiye cennet vadediyorum.”

Fakat bu on sene zarfında O’nu memleketine götürüp kendisine yardımcı olabilecek hiç kimse çıkmadı. Bir yandan da kavmi ve akrabaları dışarıdan, mesela Yemen veya Mudar’dan gelen insanları çeviriyorlar ve onları “Kendini şu gençten (Hz. Peygamber’den) sakın, yoksa fitneye düşersin.” diye kandırıyorlardı. Öyle ki Hz. Peygamber (sav) Mina’da, Müzdelife’de insanlar arasında dolaşırken parmakla gösterilir oldu. Bu durum Allah Teâlâ’nın Medineli bir grup insanı Peygamberine gönderinceye kadar devam etti. Biz Hz. Peygamber’i memleketimize kabul ettik ve Onu doğruladık. Bizim insanlarımız Medine’den kalkıp Hz. Peygamber’e geliyorlar; Müslüman olup Kur’ân öğrenerek dönüyorlardı. Daha sonra bu Müslüman olan kişiler kendi aile efradını da Müslüman ediyordu. Böylece içinde Müslüman bulunmayan ev neredeyse kalmadı. Nihayet bir gün bir araya gelerek “Hz. Peygamber Mekke’nin dağlarında korka korka daha ne kadar dolaşacak ve gittiği yerlerden kovulmaya devam edecek?” dedik. Bunun üzerine yetmiş kişilik bir heyet oluşturarak hac mevsiminde Mekke’ye vardık. Akabe Vadisi’nde bulışmak üzere sözleştik. Biz birer ikişer oraya toplandık ve Hz. Peygamber’e “ Ey Allah’ın Rasûlü! Sana ne üzerine biat edelim?” dedik ve böylece O’na biat ettik.   (Hakim ,  II/625)

Daha sonra Medine’ye hicret gerçekleşti. Hicretten sonra da ensar ile muhacir arasında kardeşlik bağı kuruldu. Muhacirler, Hz. Peygamber’e gelerek şöyle dediler:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Biz bu Medineli kardeşlerimiz kadar iyi insanlar görmedik. Gelirleri az olmasına rağmen onu bizlerle paylaşıyorlar. Bol ürün aldıklarında ise payımızın kat kat fazlasını veriyorlar. Vallahi bize sevap bırakmamalarından korkuyoruz.”  Hz. Peygamber ise şöyle buyurdu: “Siz onlara teşekkür edip, onlar için Allah’a dua ettiğiniz müddetçe sizin için de sevap verilecektir.” (Bidaye, III/228)

Bizler bu yüce insanların bizlere taşımış olduğu saflığın farkına vararak kardeşlik şuurunu kazanmaya çabalamalıyız.

Rasûlullah şöyle buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.”
(Buhârî, Mezâlim , 3; Müslim, Birr, 58.)  

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. Size yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim)


Mü'minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş, mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücud aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü'minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder. Mü'minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (sas) şöyle ifade etmektedir:

“Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir.”

Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş'arî'nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir. (Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Müslim, birr, 65; Tirmizî, birr, 18; Nesâî, zekat, 67).

Kardeşlik, sevgi,merhamet ve muhabbetten daha güzel ne vardır ki. Kardeşliğin mayası sevgidir, Ashab da bu mayayı tutturmuştur.Allah neyi, ne kadar seveceğimizi kavrayanlardan eylesin…  Amin!..

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 10 Temmuz 2012 03:05

ALLAH’IN HÜKMÜNE BOYUN EĞMEK

-Ebû Hüreyre  radıyallahu anh  şöyle dedi:

Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e: “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de, Allah sizi o yüzden hesaba çeker ve neticede dilediğini bağışlar, dilediğine de azâb eder. Allah, her şeye gücü yetendir.” [Bakara sûresi(2), 284] anlamındaki âyet nazil olunca, bu durum Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ashâbına ağır geldi. Bunun üzerine sahâbe, Resûl-i Ekrem'in huzuruna gelerek dizleri üzerine çöküp şöyle dediler:

- Ey Allah'ın Resûlü! Biz, namaz, cihad, oruç ve sadaka gibi gücümüz yeten amellerle mükellef kılınmıştık. Oysa şimdi sana, gönlümüze gelen ve kalbimizden geçen şeylerden de hesaba çekileceğimize dair bu âyet nazil oldu; buna güç yetiremiyoruz. Bunun üzerine Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem  şöyle buyurdu:

“Sizden önce kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristiyanların dediği gibi, işittik ve isyan ettik demek mi istiyorsunuz? Bilâkis siz, işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bizi mağfiret eyle, bizi bağışla, nihayet dönüş sadece sanadır, deyiniz.”

Sahâbîler bu sözleri okuyup, dilleri de ona güzelce alışınca, Allah Teâla peşinden şu âyeti indirdi:


“Resûl, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, resullerine inandılar. Peygamberleri arasında hiç bir ayrım yapmayız, dediler. İşittik ve itaat ettik bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüş de ancak sanadır dediler.” [Bakara sûresi (2), 285].

Ashâb inen âyetin gereğini yapıp, bu sözü söylemeye alışınca, Allah Teâlâ daha önceki âyetin hükmünü neshetti ve şu âyeti indirdi: “Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz!  Unutur veya yanılırsak bizi sorguya çekme!”

Allah Teâlâ: “Evet!” buyurdu.

“Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize ağır yük yükleme.”

Allah Teâlâ: “Evet” buyurdu.


“Ey Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyeceği şeyleri de bize taşıtma. Bizi bağışla, kusurlarımızı yok say, bize acı. Sen mevlâmızsın, o kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et.” [Bakara sûresi (2), 286]
Allah Teâlâ: "Evet" buyurdu. (Müslim, Îmân 199)

Bu rivayet, sahâbeyi kirâmın, nâzil olan Kur'an sûre ve âyetlerini öğrenme, anlama ve uygulamada ne kadar dikkatli ve hassas davrandıklarını bize açıklamaktadır. Sahâbenin, problemlerin çözümünde başvurdukları merciin Resûl-i Ekrem olduğunu da bu vesileyle bir kere daha görmüş oluyoruz. Onlar, anlamadıkları veya inen Kur'an âyetlerinde kapalı olan hususları kendi anladıkları kadarıyla veya anladıkları şekilde anlatma ya da uygulama yoluna gitmiyor, bilakis Hz. Peygamber'den sorup öğreniyorlardı. Böylece bilgi ve uygulama birliği sağlanmış oluyordu. Bunun sağlanmasında Peygamberimiz'in sünneti ve hadisleri en önemli rolü oynamaktadır.


Sahâbeye, âyeti kerîmenin şiddetli gelmesi ve korkularının sebebi; gönüllerinden geçirdikleri şeylerden dolayı hesaba çekileceklerini zannetmeleri, bunlardan korunmaları gerektiği kanaatine sahip olmalarıydı. Çünkü böyle bir teklif, insanın güç yetiremeyeceği bir şeydi. Gönülden geçen duyguları defetmek, kişinin elinde değildir. Onun için “Biz buna güç yetiremeyiz.” demişlerdi. Hz. Peygamber'e bu durumu arz eden ashâb arasında Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Abdurrahman ibn Avf, Muaz ibni Cebel gibi önde gelen sahâbîler vardı. Onlar bu teklifi, gereğinin yerine getirilmesi imkânsız bir teklif olarak görmüşlerdi.

Peygamber Efendimiz, onların bu karşı çıkış tavrını, Yahudi ve Hristiyanların tavrına benzeterek uygun bulmamış, nasıl davranmaları ve ne demeleri gerektiğini kendilerine öğretmiştir. Hadisin konumuz ile ilgili yanı da işte burasıdır. Sahâbe de Allah Resûlü'nün bu tavsiyesine uymuşlardır. Neticede Allah Teâlâ, önceki âyetini nesheden “Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez...” âyetini indirmiş, ashâbı rahat ve huzura  kavuşturmuştur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hadislerden öğrendiğimize göre birçok kimse Hz. Peygamber’den, cenneti kazandırıp cehennemden uzaklaştıracak vb. hususlarda kendilerine doğrudan veya dolaylı tavsiyede bulunmasını istemiş, O (sav) da muhtelif öğütler vermiştir.

Mesela bir kimseye “Allah’a ibadet et, O’na hiçbir şeyi ortak koşma, namazını kıl, zekâtını ver ve akrabayı taallûkatla ilişkini kesme. (Sıla-i rahmi ihmal etme)” diye tavsiyede bulunurken; başka birine, “Nerede olursan ol Allah’tan kork; bir kötülük işlediğin zaman ardından bir iyilik yap ki, o kötülüğü yok etsin ve insanlara güzel ahlâkla muamele et.” buyurmaktadır. Diğer bir kimseye, “Allah’a inandım de ve sonra dosdoğru ol” diye öğüt verirken, diğer birine de, başka hiçbir şey söylemeksizin sadece “Kızma” buyurmuştur.


Böylelikle Hz. Peygamber, kendisinden öğüt ve tavsiye isteyen kimsenin durumunu gözetiyor ve herkese en fazla ihtiyaç duyduğu öğüdü veriyordu. Onun kendisine soru soranlara yönelik tavrı, hastalarının bünyesine ve hastalıklarının durumuna uygun ilaçları veren bir doktorun tavrı gibidir.


Hz. Peygamber’e değişik vesilelerle sorulan “Hangi amel daha faziletlidir!”, “Hangi İslâm daha değerlidir?” -İslâmî hayat tarzı anlamında- gibi sorular karşısında Resûlullah’ın (sa) vermiş olduğu cevapların farklılık arz ettiği bir gerçektir.


Abdullah b. Mes’ûd’dan (ra) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Resûlullah’a hangi amellerin Allah katında daha makbul olduğunu sordum ve bana, ‘Vaktinde kılınan namaz’ diye cevap verdi. ‘Sonra hangisi?’ diye tekrar sorduğumda, ‘Ana-babaya iyilik edip rızalarını kazanmak’ buyurdu. ‘Daha sonra hangisi?’ diye sorduğumda ise, ‘Allah yolunda cihad etmektir’ buyurdu.”(Buhari, Mevakitu’s-salât,5;Cihad,1)


Has’am kabilesine mensup bir kimse şöyle demiştir: “Resûlullah (sa) bir grup ashâbıyla beraberken onlara gelip Hz. Peygamber’e hitaben, ‘Kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu iddia eden sen misin?’ diye sordum. Rasûlullah (sav) ‘Evet’ diye cevap verdi. Bunun üzerine ben, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Allah katında en sevimli ameller hangileridir?’ dedim; ‘Allah’a iman etmek’ buyurdu. Ben, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Sonra hangisi?’ dedim, ‘Akrabayı ziyaret edip hal ve hatırlarım sormak’ diye cevap verdi. Ben tekrar, ‘Ya Resûlallah! Daha sonra nedir?’ dediğim zaman şöyle buyurdu: ‘İyiliği emredip kötülükten sakındırmak.” (Ebu Ya’la, Müsned)


Bu rivayetlerde Rasûlullah’a yöneltilen sorular aynı olmasına rağmen, bu sorulara verilen cevapların farklılık arz etmesinin bir tek izahı vardır: Soru soranların içinde bulunduğu durum ve onlarla ilgili göz önünde bulundurulması icap eden farkları gözetmek.


Bir defasında kadınlar Hz. Peygamber’e (sav) cihad hakkında sormuşlar ve O (sav) “En faziletli cihad, şartları yerine getirilerek yapılmış ve kabul olunmuş hacdır.” buyurmuştur.


Hz. Peygamber’in, çöl hayatından gelen bedevi araplarla kendi eğitim ve terbiyesinden geçmiş sahâbîlere muamelesi farklılık arz etmiştir. Bedevi Araplara diğerlerine göstermediği bir şekilde muamelede bulunmuştur. Bedevilerden müsamaha ile karşıladığı bir davranışı, kendi Hücrei Saadeti’nde yetişmiş sahabeye göstermemiştir. Mekke’nin Fethi sırasında müslüman olanlarla çeşitli kabilelerin reislerinin kalplerini İslâm’a ısındırmak için yaptıklarını, muhacir ve ensardan diğer sahâbîler için yapmamıştır.


Öte yandan Hz. Peygamber, ashabının makam-mevki ve mizaçlarını göz önünde bulundurarak onlara muamelede bulunurdu. Huzuruna Hz. Osman girdiği zaman ayaklarını toplar, elbisesini düzeltirdi. Aynı şeyi Ebû Bekir ve Ömer (ra) için yapmazdı. Çünkü Hz. Osman’daki hayâ ve edep duygusunu O (sav), şu sözlerle dile getirmiştir: “Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe,26) Hz. Âişe bu durumu sezmiş ve Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resûlü! Osman’dan (ra) çekindiğiniz (hayâ ettiğiniz) gibi Ebû Bekir ve Ömer’den (ra) çekinmediğinizi görüyorum; acaba neden?” diye sorduğunda şöyle buyurmuştu: “Osman hayâ sahibi bir kimsedir ve ben, eğer o bu halimle huzuruma girerse, bana ihtiyacını bildirmeyeceğinden korkuyorum.” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe,27)


Rasûlullah, bir kavmin önde geleni ve şereflisi huzuruna girdiği zaman, ona ikramda bulunur, iltifat eder; ahmak ve kötü biri huzurda bulunduğunda da onun gönlünü fethedip şerrinden emin olmak için tatlı sözle muamele eder ve güler yüz gösterirdi. Ancak hiçbir zaman hilâfı hakikat bir şekilde insanları methetmezdi.


Yine tevhid akidesi üzere ölen biri hakkında bazı müjdelerde bulunur ancak tembelliğe ve gevşekliğe sebebiyet verir endişesiyle, bu durumun diğer insanlara bildirilmesinden hoşlanmazdı.

Hz. Peygamberin her insana gücünün yettiği oranda, ona uyan ve o kişinin durumuna uygun düşen görev ve sorumluluğu yüklediğini görmekteyiz. Mesela Medine’ye hicret ve Sevr Mağarası’nda saklanma hâdisesinde, Hz. Peygamber’in değişik kimselere, herkesin kendi durumuna uygun bir dizi önemli görev verdiğini görüyoruz. Hz. Ebû Bekir’e yolculukla ilgili hazırlık ve kendisine refakat görevini verirken, Hz. Ali’ye her türlü tehlike ihtimalini göze alarak kendi yatağında gecelemesi vazifesini vermiştir. Yine Esma Binti Ebû Bekir’e (ra) mağaraya yemek getirme ve Mekkelilerle ilgili istihbarat toplama görevini verirken, Abdullah b. Ebû Bekir ve Âmir b. Fuheyre de bu konuda önemli görevler ifa etmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in Hâlid b. Velîd ve Amr b. el-Âs’ı (ra) bazı seriyyelerin başında görevlendirmiş, Hassan b. Sâbit’e de (ra)-Kureyş şâirlerinin hicivleri karşısında- onlara karanlıkta isabet aldıkları bir ok yarasından daha acı veren şiir silahıyla müşrikleri hicvetmesi görevini vermiştir. Görüş ve mizacındaki katılık ve tavizsizliği bildiği için, kendisini vali tayin etmesini istediği zaman Ebû Zer’e (ra) icabet etmeyip onu böyle bir göreve getirmemiştir.
Hz. Peygamber, bedevi arapların bazılarının sadece farzlarla iktifa etmelerine ses çıkarmamakta ve hatta kendisine, “Allah’a yemin olsun ki, buna ‘ne ilavede bulunur ne de eksiltirim” dediklerinde   onlar   hakkında,   “Eğer   söylediğinde   sâdık   olursa kurtuluşa ermiş demektir” buyurmaktaydı. Bir hadislerinde (böyle biri için), “Cennet ehlinden birine bakmak kimin hoşuna giderse bu adama baksın.” buyurmuştur. Hâlbuki O (sav), daha önce böyle bir sözü Ensar ve Muhacirlerden başka biri hakkında söylememiştir.

İşte, talebelerinin ve ashabının durumunu, onların özel ve genel kabiliyetlerini görüp gözeten gerçek bir mürebbî ve muallimin hali budur. Öyle ki O mürebbî, herkesin kendi durumuna uygun çözüm ve çıkış noktalarını bulmak için, tek tek fertlerin durumlarını göz önünde bulundururdu. Büyüklerine hitap ettiği ile küçüklerine hitabı aynı olmaz. Genç kızlara hitabı, delikanlılara hitabından farklılık arz eder. Avamdan olan kimselere anlattıklarını bilgili ve kültürlü insanlara anlatmaz. Zeki ve çalışkan kimselere verdiği görevle tembel ve zeki olmayanlara verdiği görev aynı olmaz. Bedevi ve köy kültürüyle yetişmiş kimselere emrettiğini, medenî ve şehirlerde yetişmiş kimselere emretmez. Kısaca O (sav); kabiliyet, makam ve mevkisini itibara alarak, herkesin hakkını verirdi.


Hz. Ali (kv) şöyle demiştir: “İnsanlara bildikleri (üslûp ve dil) ile konuşun. Siz hiç Allah ve Rasûlü’nün yalanlanmasını ister misiniz?”  Bu konuda İbn Mes’üd (ra) da, “Bir topluluğa bir söz söyleyeceğiniz zaman akıllarının erdiği şekil ve miktarda söyleyin; yoksa (yanlış anlamak veya anlamamak suretiyle) aralarında fitne çıkaranlar olabilir.” demiştir. (İbn Hâcer, Fethu’l Bari1,225)


Bu, hiçbir surette ilmin gizlenmesi değildir. Bilakis, ilmin yerinde ve güzel bir şekilde insanlara aktarılması ve ehli olanlara verilmesidir. Çünkü her makamın makâli (sözü), her ilmin de ricali (ehli/insanları) vardır. “Hikmeti (ilmi) ehli olmayanlara vermeyin; zira onlara zulmetmiş olursunuz. Ehli olanların da o ilmi elde etmesine engel olmayın; çünkü bu şekilde de onlara zulümde bulunmuş olursunuz” sözü, nesiller boyu nakledilen hikmetli sözlerdendir.


İmam Gazali İhya’sında şöyle demektedir: “Talebesinin kavrayış ve kabiliyetine göre, bilgi aktarması, hocanın talebesine karşı görevlerindendir. Böylelikle hoca, insanlığın Efendisi Hz. Peygamber’in (sav) de bu konudaki Sünnet’ine uyarak, aklının ermediği ve dolayısıyla nefret edip boşuna yorulduğu bir meseleyle talebesini uğraştırmamalıdır. Talebenin aklı, kavrayış ve anlama açısından bağımsız düşünme melekesini kazanıp kıvama ermeden belli gerçekleri ona aktarmamalıdır. Bu konuyla alakalı olarak Hz. Ali (ra) -göğsüne işaret ederek- şöyle demiştir: ‘İşte burası tamamen ilimle doludur. Onu layıkıyla taşıyacak birini bulsam dahi, oradaki bazı bilgileri ona aktarmam; zira bir âlimin her bildiğini herkese söyleyip açıklaması gerekmez. Bir ilmi kavrayıp da ehli olmayan kimse için durum buysa, o ilmi kavrayamayanın durumunu varın siz düşünün!’ Bu sebeple şöyle denilmiştir: ‘Herkesi akıl ve anlayışı ölçüsüyle değerlendirin. Zira böylelikle ondan selâmette olursunuz ve size faydası dokunur. Aksi halde ölçülerin farklılığı sebebiyle o kimse inkâra bile gidebilir.”



Kaynakça:
Yusuf el-Karadavi, Bilgi ve Medeniyet Kaynağı Olarak Sünnet.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 30 Haziran 2012 20:59

RASÛLULLAH’IN (sav) MİZAH YÖNÜ

Hz. Peygamber (sav), fıtratı gereği ölçülü davranan, güler yüzlü, sevecen, nükte ve latifelerden hoşlanan, zaman zaman şakalaşmayı seven bir insandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de O’nun bu vasfı için: “Allah’ın rahmetiyle Sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.“ buyrulmaktadır. (Âl-i İmran,3/159)

Fakat şaka ve latifeler konusunda Hz. Peygamber’in her konuda olduğu gibi bir ölçü ortaya koyduğu bilinmektedir. Nitekim Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadisi şerife göre ashaptan bazıları

Rasûlullah’a:
-Ya Rasûlallah, Sen bizimle şaka yapıyorsun, dediklerinde, Hz. Peygamber:
-Ben (şaka bile olsa) sadece doğruyu konuşurum; Hak’tan başka bir şey söylemem... buyurmuştur. (Tirmizî,Birr 57,Hadis no:1991) Burada söz konusu olan, yapılan şakaların mutlaka doğru unsurlar taşıması ve kırıcı olmamasıdır.

Hz. Peygamber’in Çocuklarla Şakalaşması

Hz. Peygamber’in en çok şakalaştığı çocuklar, şüphesiz ki torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin idi. Onların ellerinden tutar, ayakları üzerine koyar, göğsüne çıkarır, kucaklar ve öperdi. Bazen onları omuzlarına bindirip gezdirirdi.

Bir gün Hz. Peygamber ashabıyla bir davete giderken yolda oynamakta olan Hz. Hüseyin’e rastladı. Öne geçerek kollarını açtı ve torununu çağırdı. Hüseyin gelmek istemedi, sağa sola kaçtı. Hz. Peygamber de gülerek onu yakalayıncaya kadar arkasından koştu. Yakaladı, onu sevdi, öptü ve ona hayır duada bulundu.
Cabir’den (ra) gelen bir rivayette ise, Hz. Peygamber Efendimiz, Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz’i sırtına bindirmiş, dört el üzerinde yürümektedir ve onlara:

-Deveniz ne güzel deve, siz de ne güzel binicilersiniz.“ diye iltifatta bulunmuştur. (Kenzu’l Ummal)

Enes b. Malik de, 10 yaşından beri Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunmuş bir sahabidir. Rasûlullah Enes’i gördüğünde ara sıra ona takılırdı:

-Ya Ze’l-uzuneyn (ey iki kulaklı) diye şaka yapar ve bazen da kâkülünü çekerek onu severdi.

Kendi Hanımlarıyla Şakalaşması

İbn Abbas’tan gelen rivayette bir adam Rasûlullah’ın nasıl şaka yaptığını sorması üzerine o da:

-Hz. Peygamber hanımlarından birisine geniş bir elbise giydirdi, bu elbiseyi giy, Allah’a şükret, eteğini de gelin eteği gibi bir sürü bakalım, buyurduğunu nakleder.

Hz. Aişe’den gelen bir rivayette O şöyle demektedir. “Bir defasında, Rasûlullah ile beraber bir yolculuğa çıkmıştım. O zaman zayıftım. Şişman değildim. Rasûlullah yanındakilere: “Siz önden gidin.“ buyurdu. Onlar epeyce arayı açınca, bana:

-Haydi gel, seninle yarışalım, dedi.

Rasûlullah ile yarış ettik. Ben O'nu geçtim. Ben şişmanlayıncaya kadar sesini çıkarmadı. Bu arada ben de bu hadiseyi unutmuştum. Yine Rasûlullah ile birlikte bir yolculuğa çıktığımızda, yanındakilere: “Siz önden gidin.“ buyurdu. Onlar ilerleyince de, bana:

-Haydi gel yarış edelim, dedi. Bu seferki yarışta O beni geçti ve:

-Ödeştik. diyerek gülmeye başladı.“

Numan b. Beşir’den: “Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in huzuruna girmek için izin istediği bir sırada, kızı Hz. Aişe’nin Rasûlullah’a karşı içeride yüksek sesle konuştuğunu duydu. İçeri girdiğinde Hz. Aişe’nin üzerine yürüyüp onu dövmek istedi ve: “Rasûlullah’a karşı yüksek sesle konuştuğunu görüyorum. Bu ne hal?“ diye çıkıştı. Rasûlullah araya girip onu korudu. Hz. Ebû Bekir, dışarı çıkınca Rasûlullah Hz. Aişe’ye dönerek:

-Nasıl, seni babandan kurtardım mı? buyurdu. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, Ebû Bekr, Rasûlullah’ın yanına gelmek için izin istedi. İçeri girdiğinde Hz. Peygamber’le kızı Aişe’nin iyi olduklarını görünce onlara:

-Ha şöyle, beni kavganıza soktuğunuz gibi, sulhünüze de ortak ediniz, dedi. Rasûlullah da:

-Biz de öyle yapıyoruz, diye cevap verdi. (Ebu Davud,Edeb,92)

Sahabilerle ŞakalaşmasI

Enes b. Malik’ten rivayet edilir ki: “Bir adam Rasûlullah’a geldi, onu devesine bindirmek istedi. Rasûlullah da:

-Biz de seni bir deve yavrusuna bindirelim deyince, adam:

-Ya Rasûlallah, ben yavru deveye nasıl bineyim? dedi.

Rasûlullah  da:

-Bütün develer bir ana devenin yavrusu değil midir? buyurdu. (Tirmizi, Birr, 57)

Yine Enes b. Malik’ten rivayet edilir ki, Enceşe isimli bir sahabi Veda Haccı dönüşünde Rasûlullah’ın hanımlarını taşıyan develeri sürmekteydi. Yanık sesi ve hızlı ritmiyle söylediği şarkılarla develeri koşturdu. Rasûlullah:

-Ey Enceşe! Yavaş sür billurları kırma,  dedi. (Darimi, İstizan, 65)

Rasûlullah burada hanımlar için son derece nazik ve kibar bir ifade kullanmıştır. Onların billur gibi şeffaf ve kıymetli olduğu kadar çok hassas olduklarını, hemen kırılıvereceklerini  vurgulamıştır.

Yine Enes b. Malik’ten: “Zahir adında bir bedevî çölden Rasûlullah’a hediyeler getirmişti. Döneceği sırada Rasûlullah da ona hediyeler verdi ve: “Zahir, bizim çölde yaşayanımızı temsil eder, biz de onun şehirde yaşayanını temsil ederiz.” buyurdu. O çirkin olduğu halde, Rasûlullah onu çok severdi. O alış veriş ederken

Rasûlullah arkasına dolandı kendisini göstermeden:

-Ben kimim? diye sordu.O da Rasûlullah’ı tanıdı. Rasûlullah da:

-Bu köleyi kim satın alacak? diye sordu. Adam da:

-Ya Rasûlallah, beni değersiz buluyorsun, dedi. Rasûlallah:

-Allah’ın kulu , kölesi değil misin? O halde O’nun katında değerin yüksektir, buyurdu. (Ahmed b.Hanbel,Tirmizi,Kandehlevi,3,1176)

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber şakalarında telmih (anımsatma) ve tevriye (iki anlamlılık) sanatına oldukça fazla yer vermiştir.

Sahabinin Peygamberle Şakalaşması

Hz. Peygamber, torunları Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz’i iki omzuna oturtmuş bir halde idi. Hz. Ömer bu durumu görünce Hasan ve Hüseyin’e hitaben:

-Altınızdaki binek ne kadar kıymetlidir? diye şaka yaptı. Hz. Peygamber de Hz. Ömer’e:

-Onlar da iyi binicilerdir, diye mukabelede bulundu. (Heysemi, a.g.e. 9,181-182)

Yine aynı şekilde bir başka olay da şudur: “Bir gün Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin kaybolur, Hz. Peygamber uzun aramalardan sonra onları çok korkmuş bir halde bulur, onları sever, öper, okşar ve her ikisini de omuzlarına alıp geri getirirken yolda Selman’a rastlar. Selman da Hasan ile Hüseyin’e hitaben:

-Ne mutlu size, ne güzel de bineğiniz var. diye takılır. Rasûlullah ise ona:

-Onlar da iyi binicidirler. Babaları ise onlardan daha da hayırlıdır. cevabını verir.

En şakacı sahabilerden olan ve Hz.Peygamber’i çok seven Nuayman, Medine’ye iyi bir şey geldi mi hemen alır ve onu Rasûlullah’a hediye ederdi. Yine bir gün çarşıya nefis bir bal geldiğini gördü. Hz. Peygamber’e getirip hediye etti. Ancak balın parasını vermemişti. Satıcıyı Hz. Peygamber’e getirdi ve O’ndan parasını almasını istedi. Hz. Peygamber de ona:

-Hani hediye etmiştin, deyince Nuayman:

-Ya Rasûlallah! Bu güzel balı Senin yemeni çok istedim, param olmadığı için böyle yaptım, dedi. Hz.Peygamber de gülerek adamın parasını ödedi...

Kaynak: Prof. Dr. İsmail Yakıt, Hz. Peygamber’i Anlamak


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Haziran 2012 03:00

AKIL KALBDEDİR

Sıffîn’de Hazreti Ali’nin (radiyallahu anh) şöyle dediği işitilmiştir:

“Akıl kalbdedir; merhamet karaciğerdedir, esirgeyiş (şefkat) dalaktadır, nefes de akciğerdedir.” Her fazilet için bir esas ve her edeb için de bir kaynak vardır. Faziletlerin esası ve edeblerin kaynağı akıldır. Allah, dîni onun kemaline vacib kılmış, dünyayı da onun tedbirine bağlamıştır. İnsanın aklı kemal çağına erince, sorumluluk başlar ve dünya işleri de böyle bir aklın idaresinde gelişir. İnsanların birbirinden farklı ve değişik gaye ve düşünceleri olmakla beraber, onları akıl sebebiyle birbirlerine yaklaştırıp birleştirmiştir. Öyle ise akıl, sorumluluğun başı ve faziletlerin en üstünüdür. Akıl, din ve dünya için esastır.     

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
“Her şeyin bir temeli vardır; insanın işlerinin temeli de akıldır. İnsanın aklı miktarınca Rabbi’ne ibadeti olur. Siz, kâfirlerin: ‘Eğer biz işiteydik yahut bileydik, cehennem ehlinden olmazdık’ sözünü duymadınız mı?” Ve yine:

“İnsan, kendini hidayete iletecek yahut kötülükten çevirecek akla denk bir şeye sahip olmamıştır.”

Şeddad İbni Evs’den (radiyallahu anh) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyamet 26, 2461) buyurmuşlardır.
Aklı tarif hususunda âlimler birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı aklı şöyle tarif etmiştir:

Akıl, lâtif bir cevherdir; onunla görünüşteki gerçekler ayırt edilir. Bir grup, akıl dimağdadır; çünkü dimağ his merkezidir, demiştir.

Diğer bir grup ise, aklın yeri kalbdir; çünkü kalb hayatın kaynağı ve duygunun maddesidir, demiştir. Bu ikinci görüş, metindeki Hz. Ali’nin ifadesine uygun düşmektedir.

Daha çok rağbet gören diğer âlimlerin tarifi şu:
Akıl, zaruri olarak bilinmesi gereken şeyleri kavrayan bir sıfattır.

Akıl iki kısma ayrılır:

1- Doğuştan gelen akıl, tabiî akıl ki, insanın kendi varlığını bilmesi, iki zıddın aynı anda bir arada olamayışını kavrayışı gibi...

2- Sonradan kazanılan akıl, mükteseb akıl ki, bu çeşit akıl beş duygu sayesinde elde edilir: Görmekle, işitmekle, tatmakla, koklamakla ve dokunmakla. Her iki kısım aklın birleşmesiyle çeşitli bilgiler kazanılmış olur.

Merhametin karaciğerde, şefkatin dalakta bulunduğu görüşü üzerinde başka bir yoruma rastlanmamıştır. Teneffüs cihazlarının akciğerler olduğu ise, herkesçe bilinen bir gerçektir.

Hâdiselerin gerçekleri akıl ile bilinir, iyi ile kötü arası da onun sayesinde ayırt edilir.

Dinin esası vahiydir. Vahiy olmadan insanlar akıl ile dinin hakikatlerine ulaşamaz. Akıl ise bu vahiy mahsulü olan dini anlamada kullanılır.

Bir kimse Kur’an ve hadisleri, Allah ve Resûlü’nün sözü olduğu için değil de sırf aklı kabul ettiği için benimserse bu takdirde peygambere değil, kendi aklına inanmış olur. Oysa her şeyden önce dini konulara teslimiyetle yaklaşmak gerekir. Yani “bu konu Kur’an’da varsa, -aklım almasa da doğrudur” gibi bir teslimiyet sergilemelidir. Yoksa aklı   devreden çıkarmak İslam’ın ruhuna aykırıdır. Nitekim İslam’da “aklı olmayanın dini de yoktur” prensibi benimsenmiştir. Çünkü insan akıl ve kalbiyle insandır, vahye ve dinî tekliflere/yükümlülüklere  muhataptır. Öyleyse aklı olanlar sorumludur. Aklı olmayanlar dini açıdan sorumlu olmazlar.

İşte din vahyin ve aklın birleşmesiyle anlaşılır ve yaşanır. Allah Teâlâ, insana akıl ve fikir vererek, onun, yarattıkları arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını temin etmiştir. İnsan hayrı şerden, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt eder. Allah Teâlâ insana böyle bir ayırt etme kabiliyeti vermiştir ve bizden de gereğini istemektedir.

Aklın tanımlarından biri: “İyiyi kötüden ayırt eden bir meleke”, diğeri de: “İnsanı öbür canlılardan ayırt eden ve teorik bilgileri edinmeye elverişli bir durumda olmasını sağlayan özellik.” şeklindedir. Aklı: “Doğuştan insan zihninde var olan zorunlu bilgiler” şeklinde tanımlayanlar da vardır. (bk. Gazali, İhya, Kahire, 1938, I, 90)

Hak Teâlâ “Nur üstüne nur” (en- Nur: 24/ 35) derken akıl ve vahiy nurlarına işaret ediyor. Akıl insanın içindeki şeriat, şeriat ise insanın dışındaki akıldır.

Konu ile ilgili olarak Üstadımız Yakub Haşimi Hocaefendi, aklın iki vechi olduğunu, bunların birincisine akl-ı mead (külli akıl) diğerine akl-ı meaş (cüz’i akıl) denildiğini, külli aklın insana doğuştan verilen emir âlemine ait mevhibei ilahi olduğunu; cüz’i aklın varlık âleminde işlerini görebilmesi için verildiğini ifade etmişlerdir. İlk yaratılan ve Cenâbı Hakk’a ilk muhatap olan varlığın, hadisi şeriflerde geçen “akıl”dan kastın, hakikatte Efendimiz’in (sav) Ruhu olduğunu ifade eder. Ancak ilk yaratılan aklın bu ruhtan bağımsız olmadığını, aklın ruh içinde gizli olduğunu beyan buyurarak; aklı, ruhun nuru olarak tanımlamaktadır. Daha açık bir ifade ile Alemlerin Efendisi’nin (sav) Ruhu ve Ruhu’nun Nuru olan aklın eş zamanlı yaratıldığını, bu sebeple ilk yaratılan şeyin hadislerde hem “Efendimiz’in (sav) Ruhu” hem de “akıl” olarak geçtiğini, Efendimiz’in (sav) Ruhu’nu bir bardak suya teşbih ederek, Hakk’ın (cc) kudret elinin su içine sokulup çıkarılarak çırpılması sonucu etrafa yayılan su damlacıklarını, tüm insanlığın ruhunu oluşturduğunu, merkezden en uzak bölgeye kadar başta diğer Peygamberler olmak üzere büyük zatların ve tüm insanlığın ruhlarının Peygamber Efendimiz’in (sav) Ruhu’ndan yaratıldığını ifade buyurmuşlardır.  

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort