JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 03 Haziran 2014 13:39

İKİNCİ DUA

Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn… Bizleri yaratan, yaşatan… Bizlere tevbe nimetini lütfeden Mevlâmız’a hamdü senalar olsun… Rabbimiz’in bizlere en büyük hediyesi, bizlere tevbeyi öğreten, bizleri arıtan-temizleyen âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e salât ve selamlar olsun.

Geçen ayki yazımızda Hâce Hazretleri’nin (ksa), sohbetlerinde kısaca işaret etmiş oldukları bir rivayeti açmaya çalışmıştık. Geçmiş ümmetlerden üç kişinin bir mağarada mahsur kalmaları ile ilgili rivayetin birinci kısmını, anne-baba hukukunun önemini açmaya/anlamaya gayret etmiştik. Bu yazımızda da ikinci kişinin duasını, nefsin şehvet yönünün üzerine basarak bu davranışı kurtuluşa vesile kılmayı anlamaya çalışacağız.

Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah (ra) şöyle rivayet ediyor:

Resûlullah (sav) buyurdular ki:… (Birinci kişinin annesine babasına hizmetini vesile kılarak yaptığı duadan sonra) Taş bir miktar açıldı ama çıkacakları kadar değildi. İkinci şahıs şöyle dedi:

Ey Allah’ım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi, kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada; “Allah’ın mührünü gayrı meşru olarak bozman sana haramdır.” dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terk ettim.

Ey Allah’ım eğer bunları Senin rızayı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.

Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı… [Buhari Enbiya, 50-Müslim Zikir, 100(2743)]

Öncelikle bu üç kişinin  salih kimselerden olduğunu ve bu yaptıkları fiillerin Cenâbı Hakk’ın hoşnutluğuna vesile olduğunu anlıyoruz. Önceki yazımızda da belirttiğimiz, Hâce Hazretleri’nin (ksa) bu rivayeti değerlendirirken buyurmuş olduğu; “Bir toplumun önündeki üç engel ve çözümleri” ifadeleri bu rivayete yoğunlaşmamıza neden oldu. Üç kişinin topluma teşbih edilmesi ve düşülen darlığın-zorluğun aşılması için dikkat edilmesi gereken hususlar olarak:

1.Anne-baba hukukunun önemi.

2.Nefsin (özellikle şehvet yönünün) üzerine basılması.

3.İş-ticaret-alışveriş hukuku.

İkinci kişinin; amca kızına olan sevgisi, onu arzu etmesi; kızın yüz vermemesi, kıtlık zamanında muhtaç olarak o kişiye gelmesi, Allah’ın (cc) ismi anıldığında yapmak istediği gayrimeşru işten vazgeçmesi söz konusu. Bir erkek için, özellikle genç bir erkek için şehvet imtihanı birinci sıradadır. Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde; “Gençler şehvetle, büyükler enaniyetle, yaşlılar asabiyetle imtihan edilir.” buyurmuşlardı. Orta yaşlıların ”Ben bilirimci” yaklaşımları ile yaşlıların vücudun ağırlaşmasından dolayı asabileşmeleri de çok önemli tespitler olmakla beraber, gençlerin cinsel arzularının çoğu zaman akıllarının önüne geçmesi de bilinen bir gerçek.

Sevgi ile şehvetin iç içe geçmesi; sevginin, yaratılışın mayası olması hasebi ile insana tesiri, kimi zaman sınırların tespit edilemeyişini getiriyor. Sevgi ile iffetin ayrılması, sevgi ile şehvetin yakınlaşması ciddi sorun oluşturuyor. İffet, başta göz olmak üzere diline ve beline sahip olmaktır. Gözü serbest bırakırsan gördüğünü ister. Göz, şehveti besleyen en önemli kanaldır.

İnsan, sabah olup gözünü açtığı andan gece olup yatıncaya kadar sürekli görme hali üzeredir. Helal ve meşru olan şeylere bakmak gözün ibadetidir. Kur’ân-ı Kerim’e bakmak, Kâbe’ye bakmak, anne yüzüne bakmak, “göz aydınlığı” eş ve çocuk yüzüne bakmak, yeşile-suya bakmak, dağa bakmak… ibadettir. Bunlar çoğaltılabilir. En önemlisi kâmil insanın yüzüne bakmaktır. Kâmil mü’min  “Hakk’ın nazarı-Allah’ın nuru” üzere baktığından insana en faydalı bakış budur. Sizin bakmanız değil kâmil insanın size bakması esastır, çünkü temizleyicilik onun gözündedir.  

Rivayetteki salih şahsın, göz imtihanında takıldığını görüyoruz. Amcasının kızını görmesi, beğenmesi, arzu etmesi, elde edemeyişine rağmen içindeki isteğin devam etmesi söz konusudur. Yakın akraba olarak amca kızına gönlünün kayması bir açıdan da haremlik-selamlığın önemine işaret etmektedir. Namahrem olan kişiler arasında mutlaka haremlik-selamlığın olması gerekir, çünkü ateşle barut misali ev ortamlarında, çalışma ortamlarında kadının güzelliği erkeğin gözü önüne getirilirse erkeğin bu meyilden kurtulması zor olacaktır. Demek ki bir toplumun felahı öncelikle kadın-erkek ortamlarının ayrılmasına bağlıdır. Özellikle günümüzde kadının iş hayatında öne çıkması olumsuz bir durumdur. (Sekreterleri ile evlenen Müslüman siyasetçilerin, işadamlarının sayısı az değildir ki bunlar en masum sonuçlardır.)

Hazreti İsa’nın (as) şöyle dediği rivayet edilir “Bakmaktan sakının çünkü o kalbe şehvet tohumu eker. Bu kadarı da kişiye fitne olarak yeter.” (İmam Gazali, Minhacü’l-Âbidin, s.101) Burada salih kişinin baktığı, meylettiği ve arzuladığı ifade edilmekte. Fakat gayrimeşru arzu-istek gönülde kalır, ferc tarafından doğrulanmaz ve  Allah (cc) ismi anıldığında tövbe istiğfara geçilirse durum aleyhten lehe döner. Hakk’ın razı olduğu bir amel ortaya çıkar. Zaten kişinin asıl mücadele alanının nefsin istek ve arzuları olduğu beyan edilmiştir. “Siz hiç günah işlemeseniz Allah Teâlâ sizi giderir. Günah işleyen sonra tevbe eden bir kavim getirir.” hükmünce gönlüne günahın arzusu düşen insan gözü ile,  dili ile, kalbi ile mücadeleye başlamalıdır. Gözünü sakınmak, dili ile zikretmek, kalbi ile istiğfar etmek durumundadır.  

Kur’ân-ı Kerim’deki Harut ile Marut kıssasına bakıldığında da nefis verilen meleklerin kadınla imtihan edildiklerini ve imtihanı kaybettiklerini görüyoruz. Meleklerin meylettiği kadının yükselerek Zühre yıldızına dönüştüğü ve o günden sonra bütün insanlara bu olayın ibrete dönüştürüldüğü tefsir ve menakıp kitaplarında nakledilir.

İmam Gazâlî Hazretleri ibadetlerin ikiye ayrıldığını belirtir:

1) Kaçılması gerekenler

2) Yapılması gerekenler

Büyükler kaçılması gereken şeylerin öncelikli olduğunu belirtmişlerdir. Hatta Osmanlı’nın son anayasası Mecelle’de, Ahmet Cevdet Paşa tarafından bu mana veciz bir şekilde ifade edilir; “Def-i mazarrat celb-i maslahattan evladır.” Yani zarar verici şeylerin terk edilmesi hayırlı-güzel şeylerin yapılmasından öncedir, üstündür.

Özetle bu salih kişinin gözünden-gönlüne bir şehvet sınavına tabi tutulduğunu, sonuçta Mevlâ’nın hatırlatılması ile haramdan yüz çevirdiğini görüyoruz. Hâce Hazretleri’nin (ksa); ”Günah işleyip tevbe eden evliyanın derecesi, günah işlemeyen evliyadan yüksek olur.” ifadeleri de bu meyanda olsa gerek. Günah tohumlarının filizlenmesine müsaade etmeyen bu zâtın tevbesi, hoşnutluğa ve kayanın aralanmasına vesile oluyor.

Bugün için de gözümüze, gönlümüze sahip olmayı Cenâbı Hak hepimize nasip eylesin. Göz görüp gönül meyletse dahi tevbe-istiğfarla, velayet sahibi insanı kâmilin yüzüyle arınabilmeyi ve önümüzdeki kayaları aşabilmeyi Cenâbı Hak hepimize lütfeylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 02 Haziran 2014 16:18

ÜÇ DUA

Hamd âlemleri yaradan, kudret ve merhamet sahibi Allah Teâlâ’ya olsun.

Selât ve selâm ise Mevlâmız’ın insana en büyük hediyesi, âlemlere rahmet, mü’minlere şefkat kaynağı olan Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) olsun.

Bu ayki yazımızda, Hâce Hazretleri’nin (ksa) bir süre önce Kocaeli/Derince, Kasr-ı Ârifân Derneği’nde yapmış olduğu bir sohbette kısaca aktardıkları bir rivayeti açmak istedik. Peygamber Efendimiz’in (sav), ashabına anlattığı, Buharî-Müslim gibi sahih kaynaklarda nakledilen ve hayli meşhur olan bu rivayeti Hâce Hazretleri ile daha önce müzakere-mütalaa etmiştik. Bugüne, yaşadığımız toplum içerisindeki olaylara bakış ve çözüm noktasında çok önemli  mesajlar içerdiğinden bu kıssayı biraz açarak paylaşmayı uygun gördük.

Geçmiş milletlerden üç kişinin başından geçen bir olayı Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (ra) Peygamber Efendimiz’den (sav) şöyle rivayet ediyor:

Resûlullah (sav) buyurdular ki; Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) Geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında; “Bizi bu kayadan, salih amellerimizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağımız dualar kurtarabilir!” dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi; “Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirini yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum.” derken şafak söktü:

“Ey Allahım! Bunu senin rızan için yapmışsam, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!”

Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi. İkinci şahıs şöyle dedi; “Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada; ‘Allah’ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman sana haramdır!’ dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim.”
“Ey Allahım! Eğer bunları senin rızayı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.”

Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.

Üçüncü şahıs dedi ki; “Ey Allah’ım! Ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve;
‘Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!’ dedi. Ben de:
‘Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git, bunları al, götür!’ dedim. Adam:
‘Ey Abdullah, benimle alay etme!’ dedi. Ben tekrar:
‘Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git, hepsini al, götür!’ diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü.”

“Ey Allahım! Eğer bunu Senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!” dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler. [Buhârî, Enbiya 50, Büyü’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, (2743); Ebu Dâvud, Büyü’ 29, (3387).]

Efendimiz’den (sav) rivayet edilen kimi farklı vecihlerde yağmur nedeni ile mağaraya sığınıldığını da ifade edilmekte.

Bu rivayete ulema birçok yorum getirmiş, birçok fıkhî hüküm çıkarmışlar. Geçmiş milletlerin yaşadığı tecrübelerden ders alınması,  kıssaların aktarılarak eğitimde kullanılması, salih amellerin vesile edilerek Allah’tan yardım istenebileceği, yağmur duasında da salih amellerin vesile edilebileceği, anne babanın çocuklara tercih edilmesi, Allah adı anıldığında şehvetten uzaklaşmanın Hak katındaki değeri, çalışanların hukukuna riayet etmek, yiyecek karşılığında işçi çalıştırmak, tövbenin önemi, emanete riayet,  salih kimselerin kerametlerinin hak olduğu, emanet mal ile ticaret yapılırsa kârın mal sahibine ait olacağı yahut (İmamı Âzam efendimizin görüşü) kârın çalıştırana ait olacağı ancak kârın tasadduk edilmesi… gibi.

Hâce Hazretleri (ksa) bu rivayet üzerine sohbet ederlerken; Efendimiz’in (sav), üç kişi örneğinden hareketle bir toplumun önündeki kayanın kaldırılması ve toplumun felah bulması için dikkat edilmesi gereken üç şeyin; ana baba hakkı, zinadan sakınma ve çalışan hakları olarak belirttiğini söylemişlerdi. Efendimiz’in işareti ve Hâce Hazretleri’nin benzetmesi ile bugünün hastalıklarının tespiti ve tedavisi bize öğretilmekteydi bu kıssa vesilesiyle.

Rivayetteki kişi sayısının üç olması zaten cemaat-toplum mânâsında anlamaya elverişlidir. Efendimiz’in (sav) buyurduğu; “Üç kişi olursanız içinizden birini emir tayin edin.” ya da cuma namazı için en az sayının (Hanefi fıkhına göre) üç olması örneklerinde olduğu gibi.

Dara düşmüş, zorda kalmış bir toplumun çıkış yolu arayışında bu üç hukuka riayet etmesi vurgulanıyor. Bu yazımızda birinci hukuk anne baba hakkı, aile ortamı üzerinde durmak istiyoruz. Bu örnekteki salih zat, şafak sökmesine kadar anne babasının uyanmasını bekleyen, onlara içirmek için elinde süt kabı olduğu halde sabahlayan, en önemlisi kendi çocukları ayaklarının arasında açlıktan kıvranırken dahi anne babasını önceleyen bir anlayışa sahip. Bu anlayış Cenâbı Hakk’ın hoşuna gidiyor. Bu tavırdaki ihlâs kapıyı aralıyor.

Kur’ân-ı Kerim’de çocuklarınızı sevin diye bir hüküm yok. Çünkü çocukları sevmek fıtrattandır. Herkes kendi parçasını, kendine ait olanı sever. Tam tersine ait olduğumuz, parçası olduğumuz şeyi anne babamızı sevmemiz bize emredilmektedir. Biz zahirde anne babamıza, hakikatte ise yaratıcımız olan Rabbimiz’e aidiz. O bize kendi ruhundan üfleyerek; “İnsanlar ı’yalim(ailem)dir.” buyururken birinci derecede çocuklarımıza değil ebeveynimize ilgi göstermemiz gereğini emreder. İnsan sahip olduğu kadar değil ait olduğu kadar kıymet kazanır. Anne babaya teşekkür etmeyen Allah’a şükredemez; “Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa kendilerine ‘öf’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle, onları esirgeyerek üzerlerine kanat ger ve ‘Rabbim küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse Sen de onları esirge!’ diye dua et.” (İsra Sûresi 23/24)

Anne babasına hizmeti önceleyen kişinin belli ki Cenâbı Hakk’ı bir tanıyışı var. Eğer Hak Teâlâ’yı o yönü ile tanımasa şafak sökene kadar beklemeyi bir ibadet, Hakk’a sunuş olarak gerçekleştiremez. Üstelik çocukları ayaklarına sarılıp ağlarken bunu yapamaz. Zaten anne babasını koruyup kollamayı ibadet bilinci ile sürekli yaptığını belirtmektedir. Veysel Karânî Hazretleri’nin annesine hizmeti misali. Karânî  Hazretleri de Mevlâ ile bir vuslat hâli yaşamasa mümkün müdür ki Kâinatın Efendisi’ne (sav) bunca aşkı-yanışı varken O’nun yanına gelmesin. Bu salih zâtın da böyle bir yönü olduğu anlaşılıyor.

Bu örnekteki zâtın diğer hallerinin dört dörtlük olduğuna dair bir rivayet yok, fakat ebeveynine hizmetini tamamen gönül rızası ile yapması ve bunu sunuşa dönüştürmesi kayanın aralanmasına vesile oluyor. Şunu da anlıyoruz ki darda kalan bir toplumda çıkış için herkes aynı seviyede olmaz, aynı kapıyı açtıramaz. Her kulun Mevlâsı ile farklı bir ilişkisi vardır. “Nefisler adedince  Allah’a  giden yol vardır.” hikmetince bu salih kişi anne babaya hizmet ile Hakk’ın rızasını yakalamıştır.

Elindeki süt kapları ile şafak sökünceye kadar beklemesi de çok ilginçtir. Bu salih kişi “bekleme ibadetini” bilen bir kişidir. Efendimiz (sav) kendisine buluşma sözü veren kişiyi aynı yerde tam üç gün beklemiş o kişi gelmeyince onu bularak; “Bana eziyet verdin.” buyurmuştur. Abdulkadir Geylânî Hazretleri ile  Hz. Hızır’ın kıssası malumdur. Hz. Hızır’ın  “Bekle!” sözü üzerine Geylânî Hazretleri bir yıl beklemiş, ikinci gelişinde “Hâlâ bekliyor musun?” deyip geleceğini söyleyerek tekrar gitmiştir. Üç yıl sonra dönüp geldiğinde Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin (ks) aynı yerde sabırla beklediğini görünce Hz. Hızır ona “Senin benden alacağın bir şey yok.” diyerek ayrılıp gitmiştir. Bir diğer örnek ise Ğavs Hazretleri’nin (ks) üstadı Şah-ı Hazne (ks) tarafından bırakılmasıdır. Bir yere seyahat ederlerken Ğavs Hazretleri’ne; “Molla Abdülhakim, in!”  buyururlar. Hz. Ğavs hiç tereddüt etmeden araçtan iner, dağ başında, o ıssız yerde indiği şekli ile hiç kıpırdamadan bekler. Saatler sonra ihvan arkadaşları Şah-ı Hazne’ye Ğavs Hazretleri’ni hatırlatırlar.    “Gidin , getirin. Bakın bakalım, nasıl duruyor?” buyurur. Hz. Ğavs’ı  almaya geldiklerinde, arabadan indiği o ıssız yerde kıpırdamadan bekler halde bulmaları herhalde sülûkunu ikmal ettiği an olsa gerek.

İslam eğitiminin temel ibadetlerinden hac vazifesinde, Arafat’ta Vakfe (durmak, beklemek) de bu meyanda iyi anlaşılması gereken bir rukündür. Yalnız bu bekleyişlerin bütününde içten tazarru ile yalvarış-yakarış-yöneliş olduğu da muhakkaktır. Beklemek asla pasif bir duruş değildir. Vücuda sükunetin hakim olması için azaların sakin, hareketsiz bir hâl alması zorunluluktur. İnsanın kendisi ile baş başa kalabilmesi için sessiz, hareketsiz kalması, hele bunu gecenin dinginliği içinde yapması Mevlâ-yı Müteal Hazretleri’nin lütuf ve ikramlarına mazhar olunması için en uygun ortamdır.

Hâcegân büyüklerinin “Rabıtayı kediden öğrendik.” buyurmaları misali, kedi nasıl hedefine odaklanır beklerse bu salih kişi de elinde süt kabı anne babasının baş ucunda onları uyandırmaya kıyamadan beklemektedir. “Anne babanın yüzüne bakmak ibadettir.” hikmeti de bu bağlamda düşünülürse bu hizmetten kim bilir ne kadar haz almış olmalı ki şafak sökene kadar süren bir bekleyiş rivayet ediliyor.

Anladığımız  kadarı ile kişinin salahı ve toplumun hidayeti için birinci sırada anne baba hukuku gelmektedir. Çünkü “Cevami-ül kelim-Az söz çok mânâ” özelliği olan Hakk’ın Habibi, ümmetin sahibi Efendimiz’in (sav) birinci sırayı anne baba hukukuna vermesi de manidardır. Çünkü insanın fıtratını şekillendiren birinci ortam aile ortamıdır. Bu ortamın Cenâbı Hakk’ın rızasına uygun olarak tanzim edilmesi gerekir. Zahiren çocuklarına sert-katı davranan bir baba görüntüsü verilse de bu tutum Mevlâ’nın hoşuna giden salih bir amele dönüşmektedir. Demek ki çocuklara eğitim verilirken gözyaşı bizi doğru davranıştan alıkoymamalıdır. Ataların dediği “Merhametten maraz doğar.” ifadesi herhalde burada geçerlidir. Aile ortamı içerisinde çocuk sevgiyi kullanarak şımarabilir. İtaatsiz-isyankâr bir tutum geliştirebilir. Çocuk, kendi istek ve arzularının üstünde belirli prensipleri görürse iradesi erken yaşlarda şekillenecek;  heva merkezli değil rıza merkezli tercih onun şahsiyetinde netleşecektir. Burada şu yanlış anlaşılmamalıdır; baba, çocuklarının hakkını ana babasına vermemektedir. Çocukların yiyeceği ayrılmıştır, fakat ebeveynine ikram etmeden onlara yedirmeyi uygun bulmamaktadır. Çocuklar aç bırakılmamakta, sadece ertelenmektedir.

Gerçi sahabe efendilerimizde görülen misafire ikram ederek kendilerinin aç yatması olayı daha büyük bir tercihtir. Öyle ki Cenâbı Hakk’ın hoşnutluğunu gayrete getirmiş, ayeti kerime ile teyid edilerek, o gecenin sabahında Efendimiz (sav)  aileyi müjdelemiştir. Bu isar ahlâkıdır ki  kendi muhtaç olduğu halde misafirine yedirip içirmektir.

Elhamdülillah, önceki ümmetlerin salihlerinin başardığı şeylerin fazlasıyla sahabe efendilerimizde olduğunu görmek de bizim için gurur verici bir şeydir ve bu durum ümmetin sahibinin büyüklüğünü gösterir.

Hele Hz. Cabir’in (ra), evlat sevgisi ve Efendimiz’in (sav) misafirliğe gelişi arasındaki tercihi vardır ki bu akılla izah edilebilir bir şey değildir. Bu ancak fedadır, sevdadır, aşktır. Özetle, iki çocuğu da o gün ölen Hz. Cabir ve hanımı, Efendimiz üzülmesin diye çocukların üstünü örterek Efendimiz’i (sav) sofraya davet eder. Fakat üç sefer mazerete, üç sefer Hz. Cebrail (as) “Çocukları da sofraya çağır ya Resûlallah!” diyerek Efendimiz’in (sav) elini tutar. İş ortaya çıkınca Efendimiz (sav) bu fedaya karşılıksız kalmaz, mübarek ağzının suyundan çocukların kesik boynuna sürerek ikisini de hayata döndürür.

Sonuç olarak,  bireysel kemâlat açısından olsun, toplumsal hidayet açısından olsun anne baba hukuku  çok önemlidir. Efendimiz’in (sav) ifadesi-işareti ile bu hukuk birinci sıradadır. Diğer iki rivayeti sonraki yazımızda açmaya çalışacağız inşaallah.    

Cenâbı Hak, Hâce Hazretleri (ksa) tarafından bizlere öğretilen bu hikmetleri anlamayı, teslimiyetle, muhabbetle yaşamayı nasip etsin. Ana babamızı affeylesin. Bizleri Kendine kul, Habibi’ne gül, ümmetine yol eylesin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 02 Haziran 2014 14:23

SEVDİRİLEN ÜÇ ŞEY

Kâinâtı var eden, varlıklar içinde insanı, insanlar içinde Efendimiz’i (sav) ve varislerini seçen Allah Teâlâ’ya hamdü senalar olsun.

Adı Mustafa (seçilmiş) olan, adı Ahmed olan, adı Mahmud olan, adı Muhammed olan (sav) Hakk’ın Habibi, insanlığa hediyesi, imanın kaynağı, aşkın kıblesi Efendimiz’e (sav) selât ve selamlar olsun.

Dergimizin aralık sayısında Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri’nin (ks) bir sohbeti seniyyelerinden alıntı vardı: Mevlâmız’ı zikretmek üzerine bilgi verildikten sonra Cenâbı Hakk’ın (azze ve celle), Peygamber Efendimiz’in (sav), Cebrail’in (as) bu dünyada sevdiği üç şeyden bahsediliyor. Sonra “Bu hadisi şerif Eimme-i Kiram (Dört mezhep imamı) hazeratına ulaştıkça onlar da üçer şeyin kendilerine sevgili olduğunu söylemişlerdir. Biz de bir gün inşaallah söyleriz.” buyururlar.

Bizim de bugünlerde önümüze gelen bir bilgi olarak dört halife efendilerimizin, bazı sahabe efendilerimizin, meleklerin peygamberleri dört büyük meleğin ve dört mezhep imamı efendilerimizin sevdikleri şeyler neler, sizlerle bunları paylaşmak istedik.

Dünya hayatı içerisinde, ”Nefisler adedince Hakk’a giden yol vardır.” fehvasınca, ifade edilen bu yolların Cenâbı Mevlâmız’la bir ilişki biçimi olduğunu öncelikle anlamak gerekir. Burada nakledeceğimiz rivayetler (teşbihte hata olmaz) adeta o insanların Hak ile temas noktaları. Farklı rivayetleri de vermeye ve kısa kısa açıklamalarla bu rivayetleri daha iyi anlamaya çalıştık. Cenâbı Hak anlamayı, severek yaşamayı bizlere lütfeylesin:

Hz. Enes (ra) rivayet ediyor; Resûlullah (asv) buyurdular ki: “Bana, (dünyanızdan) güzel koku ve helal kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” [Nesâî, İşretu'n-Nisâ 1, (7, 61)]

Hz. Ebû Bekir (ra) ise şöyle der; “Bana da üç şey sevdirildi ya Resûlallah; Senin yüzüne bakmak, kızımın Resûlullah’ın zevcesi olması, Senin yolunda mal harcamak.” Diğer rivayette de; “Senin huzurunda oturmak, malımı Sana ve Senin gösterdiğin yerlere infak etmek ve Sana salâvât-ı şerif getirmek.”

Hz. Ömer (ra); “Bana da üç şey sevdirildi; iyilikleri emretmek, kötülükten  nehyetmek, eski kaftan giymek.” Diğer rivayette de “hadleri uygulamak.”

Hz. Osman (ra);  “Aç doyurmak, Kur’ân okumak, çıplak giydirmek.” Diğer rivayette de; “Yemek yedirmek, selâmı yaymak ve insanlar uyurken gece namazı kılmak.”

Hz. Ali (kv); “Ben de dünyadan üç şeyi sevdim; misafire hizmet etmek, yaz gününde oruç tutmak, düşmana kılıç vurmak.”

İbni Abbas (ra); “Bana da üç şey sevdirildi; mahlûkattan uzlet, Allah ile ünsiyet, Allah’a tövbekâr olmak.”

Mikail (as);  “Ağlayan göz, zikreden dil, titreyen kalp.” bana sevdirildi.

İsrafil (as); “İlmiyle âmil olan âlim, sabırlı zâhid, aciz kimseye yardım.” bana sevdirildi.

Azrail (as); “Allah’a tevekkül, Allah’ın kaderine rıza, Allah’ın emrine itaat.” bana sevdirildi.

Cebrail (as); “Dalalette olanları hidayet etmek, Allah’a itaatkâr olan gariplerle ünsiyet etmek, darlık içinde olan ailelere yardım etmek.” bana sevdirildi. Diğer rivayette deCebrâil (as), Resûlullah’a (sav) geldi ve buyurdular: “Yâ Resûlallah! Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; peygamberlerin yanına inmek, resûllere peygamberliği tebliğ etmek ve Âlemlerin Rabbi’ne hamd etmek.”

Cebrâil (as) şöyle devam etti, Allâh Teâlâ şöyle buyuruyor; “Dünyanızdan Bana üç şey sevdirildi; zikreden dil, şükreden kalp ve belâlara sabreden beden.” Diğer rivayette de Cenâbı Rabbü’l-Âlemin Hazretleri buyurdu; “Sıkıntıları kaldırmak, günahları mağfiret etmek, ayıpları satretmek (örtmek).”

Bu hadîsi şerîf dört mezhep imamına ulaşınca onlar da dünyadan sevdikleri şeyleri söylediler.                                                                                                     

İmam-ı Azam (rh) buyurdular: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; geceler boyu ilimle meşgul olmak, büyüklenmeyi terk etmek, kin ve düşmanlıktan sakınmak ve dünya sevgisinden arındırılmış bir kalp.”

İmam-ı Mâlik (rh) buyurdular: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; Resûlullah’a (sav) komşu olmak, Ravzası’na devam etmek ve Ehli Beyti’ne hürmet etmek.”

İmam-ı Şâfiî (rh) buyurdular: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; yumuşak ahlâk, meşakkat ve zorluğa götüren şeyleri terk etmek ve tasavvuf yoluna uymak.”

İmam-ı Ahmed (rh) buyurdular: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; Resûlullah’ın (sav) hadisi şerîflerinde bildirdiğine uymak, O’nun nuruyla bereketlenmek ve Peygamberimiz’in izinden gitmek.”

Şimdi bu bilgileri daha iyi anlamaya çalışalım. En başta Efendimiz’in (sav) “Bana, (dünyanızdan) güzel koku ve helal kadın sevdirildi.” ifadesinde, insan olarak dünya hayatında meyledilebilecek, sevilebilecek bu iki şeye Mevlâmız tarafından yönlendirildiğini belirtmesi var. Kimi eserlerde geçen “üç şey” ifadesinin doğru olmadığını hadis âlimleri Zerkeşî, Irakî ve İbnu Hacer el-Askalânî gibi zâtların belirttiklerini görüyoruz. Bu âlimler namazın dünyevi olmadığını belirtmişler.

Namaz, dünya hayatı içerisinde gerçekleştirilen fakat; “Mü’minin mirâcı” mânâsıyla da insanı dünyadan çıkaran/kurtaran bir ibadet olarak; “Gözümün nuru” övgüsüne mazhar olmuş. Buradan namazın Efendimiz’deki (sav) yerine işaretle konuyu toparlayabiliriz. Çünkü namazın, büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin ifadesi ile “Bütün ibadetleri ecma’ oluşu” ve cennette eğer dünyada tad almışsak zevken kılınabileceği hikmetini de belirtmiş olalım.

İkincisi Sıddık (ra) efendimizin “Bana da üç şey sevdirildi ya Resûlallah; Senin yüzüne bakmak, kızımın Resûlullah’ın zevcesi olması, Senin yolunda mal harcamak.” Diğer rivayette; Senin huzurunda oturmak, malımı Sana ve Senin gösterdiğin yerlere infak etmek ve Sana salâvât-ı şerif getirmek.”  ifadelerindeki sevdikleri bütün şeylerin Efendimiz (sav) ile ilişkili olduğunu görüyoruz. O’nun huzurunda oturmak, mübarek yüzüne bakmak, O’nun için harcama yapmak, salavâtı şerif getirmek. Elhamdülillah, Hâcegân yolunun Hz. Sıddık (ra) nispetli oluşu, kişinin mürşidine odaklanması eksenli anlayış, öz bir şekilde beyan edilmiştir. Yolumuzda sevgi ile yönelerek, belirtilen bu amelleri gerçekleştiren bir insanın istifade etmemesi mümkün değildir. Çünkü -ne kadar şükretsek az-  aynı nispet ile muhatabız.

“Bana da üç şey sevdirildi; iyilikleri emretmek, kötülükten  nehyetmek, eski kaftan giymek.” Diğer rivayette de “Hadleri uygulamak.” Hz. Ömer (ra) efendimizin hayatının bütününe bakıldığında adalet, şecaat ve “Benden sonra peygamber gelse Ömer olurdu.” övgüsüne rağmen tevazu sahibi oluşu bu ifadelerin arka planındaki gerçekler. Kendi evladına uyguladığı had cezası ile oğlunun vefatı bu konuda bariz bir örnek.
“Aç doyurmak, Kur’-ân okumak, çıplak giydirmek.” Diğer rivayette de “Yemek yedirmek, selâmı yaymak ve insanlar uyurken gece namazı kılmak.”  Hz. Osman (ra) efendimizin de cömertliği meşhur. Kıtlık zamanlarında yaptığı bağışlar nedeni ile; “Artık bundan sonra ne yapsa Osman’a zarar vermez.” övgüsüne mazhar olması söz konusu. Kur’ân-ı  Kerim okumaya, gece ibadetine düşkünlüğü ile de ashab arasında bilinen sahabilerden.

“Ben de dünyadan üç şeyi sevdim; misafire hizmet etmek, yaz gününde oruç tutmak, düşmana kılıç vurmak.” Hz. Ali (kv) efendimizin  “Falan falan ibadetleri yapmaktansa misafire ikram etmeyi daha üstün sayarım.” ifadesi olsun, su ile iftar edip tuttuğu oruçtan aldığı lezzet ve hayatı boyunca hep müşrik, mülhidlerle mücadele etmesi de kaynakların teyid ettiği bir gerçek.

“Mahlûkattan uzlet, Allah ile ünsiyet, Allah’a tövbekâr olmak.” İbni Abbas (ra) Hazretleri’nin ashab içerisindeki yedi fakihten birisi olarak hem fakir olması hem abid-zahid olması Efendimiz’in de (sav) takdir ettiği bir durum. Çünkü onun, “Cenneti-cehennemi, hesabı-mizanı düşünüp Rabbim’den haya ediyorum!” ifadesine karşılık  “İşte senin bir saatlik bu tefekkürün üç yıl ibadet ecrine denktir.” müjdesi ile tasdik edildiği rivayet edilir. Uzlet, ünsiyet ve tevbe, tefekkürün önemli unsurları.

Meleklerin peygamberleri olan dört büyük meleğin ifadeleri de bir mü’minde olması gereken kimi güzel hâllere işaret etmektedir. Aynı zamanda kendi görevleri ile de bağ kurmak mümkün. Mikail’in (as) yağmura, suya, depreme vs.  tüm doğa olaylarına tasarrufu düşünülürse tabiattaki olayları değil de mü’min kuldaki gözyaşını, zikri, kalbin titremesini önemsemesi hayli manidardır. Çünkü Cenâbı Hak dünyayı değil, mü’min kulunu önemsemektedir.

Hâkeza Azrail’in (as) tevekkül, rıza, emre itaat sevgisi de yaptığı görevle doğrudan bağlantılı unsurlardır. Mü’min kulda görülen tevekkül, rıza ve Hakk’ın emrine itaatle Rabbi’ne dönüş övgüye layık hasletlerdir.

Cenâbı Mevlâmız’la ilgili iki rivayetten birincisi kula dönük haller; zikreden dil, şükreden kalp, sabreden vücut. İkinci rivayette ise Mevlâmız’ın Zâtı’na dönük haller; sıkıntıları kaldırmak, günahları mağfiret ve ayıpları  satretmek. Âdeta, kulumda zikir, fikir, şükür  gibi güzel hasletleri görürsem, Bendeki güzelliklerle hemen mukabele ederim, gibi bir mânâ anlaşılıyor ki bütün güzelliklerin sahibi oluşu bakımından kulunu eğitme gayretinin de tezahürü söz konusudur. Rabbim hepimize kolaylaştırsın inşaallah.

Dört mezhep imamımız olan bu büyük zâtların da beyanları Mevlâyı Müteal Hazretleri ile olan yakınlık yönlerine işaret etmektedir. İmam-ı Azam efendimizin ilmi, tevazusu, onca zenginliğe rağmen kalbine dünya sevgisini koymaması; İmam Malik Hazretleri’nin Medine merkezli hayatı, Ravza ve Ehli Beyt sevgisi de büyüklüğünün önemli bir yönü. İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel efendilerimizin inceliklerini ifade eden bu cümleler de hayatları ile ispat ettikleri hakikatler.

Cenâbı Hakk’ın bizlere lütfu olarak bugün muhatabımız Hâce Hazretleri’nin de (ksa) “Bize sevdirilen üç şey” ifadeleri ile konumuzu tamama erdirelim. Buyurdular ki:

Cenâbı Hakk’ın bize sevdirdiği üç şeyi sıralayacak olursak:

“Birincisi yalvararak dua etmek, ikincisi ihvân ile sohbetleşmek,  üçüncüsü tenha bir köşede ilim ile meşgul olmak.”

Cenâbı Mevlâmız  bu güzel ilişkileri anlamayı, severek yaşamayı ve büyüklerin sevgisi ile Hakk’ın huzuruna çıkabilmeyi hepimize  nasib ve müyesser eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Âlemlerin Rabbi olan, kullarına merhameti sonsuz olan Allahımız’a hamd ve senalar olsun. O’nun bütün insanlığa rahmet olarak gönderdiği Ekmel-ut Tahiyya (en güzel hediye) Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e sonsuz selât ve selamlar olsun.

Muharrem ayının 9. günü, Cuma namazına dakikalar kala Trabzon Akçaabat’tan acı bir haber geldi; Kurban Mustafa abimiz vefat etmişti, ertesi gün toprağa verilecekti. O akşam yola çıktık. Rize’de misafir olduktan sonra ertesi gün öğle namazında Mustafa abimizin cenazesine katıldık.

Yaklaşık 20 yıldır acı tatlı birçok şey yaşadığımız; samimi, içten, güler yüzlü, kelimenin tam anlamıyla “dost” olan bir ağabeydi bizim için. İmanıyla, ahlâkıyla yolumuzun büyüklerine, Hâce Hazretleri’ne (ksa) sadakati, sevgisi ile bizlere örnek olan güzel bir insandı Mustafa abi. Hep “Kurban” diye hitap ettiği için adı Kurban Mustafa kalmıştı. Cemaatimizde herkesin onunla yaşadığı güzel bir hatıra vardır. Bizim de bir yaz günü, Bostancı’da denize girdikten sonra sabaha kadar ilahiler, kasideler, sohbet-muhabbetle geçen bir gecemiz vardı ki sonraki zamanlarda sık sık o nispetli geceyi anardık. Hele “Karadeniz Çıkartması” adını verdiğimiz İstanbul’dan Rize’ye bir yolculuğumuz olmuştu ki  dostluğumuzu perçinleyen çok güzel anlar yaşamıştık. Hâce Hazretleri (ksa) Erzurum’dan Rize’ye sohbet için geçeceklerini söyleyip; “Karadenizli arkadaşları topla gel!” deyince Mustafa abimiz ve birkaç arkadaşla İstanbul’dan yola çıkmış, “Seyahatte sıhhat vardır.” hadisi şerifini; aşkı, irfanı bize yudum yudum nasıl içirdiklerini bu yolculuk esnasında bizzat yaşamıştık. Mustafa abimizin vekalede elini kulağa atıp “Senden özge sevdiğim mi var?” nakaratlı türküsünü söylerken ki hali hâlâ gözlerimizin önündedir. Cennet ehlinin, sedirler üzerinde oturup dünyada yaptıkları şeyleri birbirlerine anlatacakları günlerde buluşmak arzusuyla Mustafa abimize Mevlamız’dan rahmet diliyoruz.

Akçaabat’a taşındıktan sonra kanser teşhisi ile hastaneye yatması, tedavi süreci  onun şevk ve muhabbetine zarar vermemiş, tam aksine her ortam ve fırsatta Hâce Hazretleri’ni (ksa), Hâcegân yolunun güzelliklerini  çevresine anlatmaya devam etmişti. Hatta hastanede kendisini ziyarete gelen biri, ondaki neşeyi, canlılığı, muhabbeti görünce büyüğümüz Hâce Hazretleri’ni (ksa) tanımak için Erzurum’a gelmişti.

Hüseyin efendimizin (ra) şehid edildiği 10 Muharrem günü, Hâce Hazretleri’nin (ksa) hüsnü şehadetleri ve “Karadeniz şehidi” ifadeleri ile toprağa verilmiş oldu. Bu vesile ile kendisine tekrar Cenâbı Hak’tan rahmet diliyor ve Hâce Hazretleri’ne (ksa) sorulan  “Hepimizin er geç yaşayacağı o zor anda, ölüm anında yaşanacak şeyler” hususunda daha önce yapılmış bir sohbeti paylaşmak istiyoruz:

“Ölüm dediğimiz şeyin noktalarını kaldırdığımız zaman yapıcı bir tabir ortaya çıkıyor=Olum. Olmak… Zaten mü’min için ölüm yoktur. Hadisi şerifte Efendimiz (sav) buyurmuşlar; “Mü’minler ölmez, onlar mekân değiştirirler. Bir odadan başka bir odaya geçerler.” Mü’min için olmak vardır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesi ile bir terhis tezkeresidir. Fani olan, geçici olan bir askerlikten terhis edilerek kişinin vatan-ı asliyesine, asıl memleketine geri dönüşüdür. Bu dönüşte eğer hazırlığı yoksa bazı sıkıntılar çekebilir. Hazırlıklı değilse bu terhiste, ölüm anında, kabirde kimi sıkıntılar yaşayabilir. Mahşerden sonra da ebediyete kadar değişik evrelerde sıkıntılar olabilir.

Ölüm anında mü’minlerin ya da diğerlerinin eşit olduğu bir nokta vardır: Bu, ölümün kendisidir. Yani ölümün kendisindeki şiddettir. Şimdi şöyle düşünün; diri bir insanın kolundan tutsanız, ayağından tutsanız, bedeninden ayırmaya çalışsanız bunun ona ne kadar acı vereceğini tahmin edebilirsiniz. İnsan da sekerâta düştüğünde, ruh bedenden ayrılmaya başladığında insanın hücreleri kurumaya başlar. Yani hücreler tek tek ölmeye başlar. İşte bu hücreler ölmeye başlayınca insan  kolunu ayırmanın, bacağını ayırmanın binlerce kat fevkinde bir ızdırap hisseder. Hücreler çekildikçe bir susuzluk hissedilir… Bir diyabet hastası misali müthiş bir susuzluk hisseder. Bir diyabet hastası nasıl suya doymazsa ölüm anındaki bir insanı da okyanusa bağlasanız susuzluğunu gideremezsiniz. Bu, insan bedeninde fiziki bir hadisedir, acıyı böyle hisseder. Hücrelerin ölümü, ruhun bedenden çıkışı, elementlerin birbirinden ayrılması… Belki belli gazların ayrışmasından dolayı patlamalar olabilir. Bir maddeyi, bir gazı birbirinden ayırırken böyle şiddetli patlamalar olabilir. İnsanda da böyle, ruhla beden birbirinden ayrılırken, adeta içeride müthiş bir patlama, bir infilak oluyor. Dolayısı ile bunun verdiği bir acı bir sarsıntı oluyor insanda. İşte böyle netameli bir anda bu acının, susuzluğun, kuruluğun, hararetin, ürkekliğin, korkaklığın, yardıma ihtiyacın, çaresizliğin had safhada olduğu bir durumda insan suya, kendine yardım edecek bir varlığa ihtiyaç duyuyor. Bunu bilen iblis elinde bir bardak su ile geliyor. En susuz, en çaresiz anında sana geliyor ve sen onu yardımcı sanıyorsun. Onun suyunu içip ona güvenerek gidersen… Gidiyorsun. (Allah muhafaza!) Bu yüzden sekerât anında pamukla dudakları ıslatmak sünnettir, kişiye su verirler. İşte böyle bir anda insanın dünyada, Allah Dostları ile dostluğu, birlikteliği varsa o dostluk devreye giriyor ve sekerâttaki kişiye yardıma geliyorlar. Mürşidin ruhaniyeti oraya geliyor. Onların bulunduğu mekânda iblis barınamıyor. Mürşid himmeti ile, manevi tasarrufuyla acıyı dindiriyor, adeta bizi bağrına basıyor. Mürşidimizin manevi kollarında ruhumuzu teslim ediyoruz. Acı var yine, ızdırap var ama bir güven de var. Acı var ama artık bir sakinlik var, bir tahammül var Allah’ın lütfuyla. İşte mürşidin en büyük faidelerinden birisi bu noktada, sekerât anında.

Hazreti Ğavsımız buyuruyorlar: “Bir müridi şarkta, bir müridi garpta olsa… Aynı anda ikisi sekerata düşse…  Eğer imdat edemiyorsa… gitsin Baykan yolunda eşkıyalık yapsın. Kimsenin imanı ile oynamasın.” Bu anlamda mürşidin en büyük faidesini orada görüyoruz. Orada iblisin aldatması, kandırması var. Orada müthiş bir şiddet, hararet oluyor insanda. Şimdi insan böyle bir dehşette iken adeta bir film şeridi gibi, Cenâbı Hak hayatını gözünün önünden geçiriyor. Neler yaptı, neler yaşadı, nelerden kopuyor, neleri bırakıyor?  Bunlardan ayrılmak da çok zor. İşte o takıntılar, geride bıraktığı şeyler  Azrail’in (as) yüzünün maskesi oluyor. Eğer hayatın, geride bıraktığın şeyler güzelse Azrail (as) sana güzel görünüyor, güzel bir karakterde geliyor. Eğer menfi ise Azrail menfi bir karakterde geliyor. Zaten menfi gelişi adeta seni korkudan öldürüyor… Eğer mü’minsen imanla, ihlasla göçmüşsen Azrail (as) iyi karakterde sana görünüyorsa, Cenâbı Hak kudreti ile (lâ teşbih) Azrail’in (as) avucunun içine senin cennetteki yerinin resmini çiziyor, o sana gösteriliyor. Sen o manzaranın şevkine, o manzaranın zevkine dalıyorsun. Anestezi yapılmış bir hasta gibi… Hani saydırırlar ya bir, iki, üç derken dalarsın. İşte o manzaranın güzelliğine daldığın an, ruhunu alıyor. Zaten şiddeti çekmişsin, harareti yaşamışsın. Sen o manzaranın seyrine dalmışken tereyağından kıl çeker gibi ruhunu alıyor. Yok, imanla-ihlâsla değil de farklı şekilde kabre girmişsen Azrail (as) menfi bir karakterde gelmişse, sana avucunun içinde  cehennemdeki yerini gösteriyor. Sen o manzaranın dehşetinden müthiş bir korkuya kapılıyorsun, öyle bir korku ki sen o korkunun tesiri ile bir an önce canımı alsın, diyorsun. O korkunun içinde senin canını alıyor.

Biri sevginin içinde, biri korkunun içinde… Her iki hâl de, sevgi ile mest olan da korku ile ğaşyolan da, her iki hâl de seni ihtilam ediyor, boşalma oluyor. Ölülerin yıkanmasının nedeni budur. Kişi ölürken mutlak cünüp oluyor. Şehit kanı ile yıkanmış sayıldığı için yıkanmaz. Fakat diğer ölülerin abdestleri bozulduğu için gusül aldırıyorlar. Ama biri zevkten, şevkten o hali yaşar;  öbürü korku ile o hali yaşar. Ölüm böyle olur. İnsan makamını görür, bir an evvel oraya kavuşmak ister. Öbürü gideceği yeri görür korkudan bir an evvel bu iş bitsin ister.

Tıbben eks oldu diyorlar ya, manevi muamelat o eks olma hadisesi ile başlar. Yani kabre girişinizi beklemez. Nefesinizi verdiğiniz an, beyin ve ruh ölümünüzün gerçekleştiği an, manevi muameleler, öbür tarafa ait bütün muamelat başlar. Sorgu sual başlar. Hadisi şeriflerde anlaşılması kolay olsun diye Allah Resûlü (sav); “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” buyurmuş ya kabre girince ruh iade edilir, başını tahtalara vurur, o zaman öldüğünü anlar. Sanki o zamana kadar öldüğünü anlamamış gibi bir bilgi çıkıyor. Bu böyle değil. Bu, meselenin izahında kolaylık olsun diye buyrulmuş.”

Kurban Mustafa abimize, Hâcegân yolunun her bireyine Peygamber Efendimiz’in şefaati, Ehli Beyt’in, sâdâtı kiram hazeratının nisbeti, Efendimiz Hâce Hazretleri’nin (ksa) lütuf ve kerem ile sahip çıkması dua ve temennilerimizle…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 15:20

YESAR MI, KUZMAN MI?

Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc)… Selât ve selamlar Rahman olanın, Rahim olanın Peygamberi, Kâinâtın Efendisi,  âlemlerin Rahmeti Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’e…

Mevlâmıza verdiği bunca nimetten –iman, İslam, hidayet, istikamet, sağlık, rızık…-  dolayı ne kadar şükretsek azdır. En başta Peygamberimiz, Efendimiz (sav) en büyük nimetimizdir; çünkü O olmasaydı âlem olmazdı, Allah Teâlâ bilinemezdi. Kendi döneminde Efendimiz (sav), O’ndan sonra da varisleri bu bilgiyi paylaşmış, hak ile bâtılı birbirinden ayırmışlardır.

Şimdi Efendimiz döneminde yaşanan iki örnekten hareketle bu hak-bâtıl ayrışımına daha yakından bakmaya çalışacağız.

Birincisi meşhur Kuzman olayı:
Uhud  Savaşı sırasında kahramanca savaşan, cesaretle düşmanın üzerine hücum eden bir Medineli’dir Kuzman.  Hatta müşriklere ilk ok yağdıran da budur.

Fakat ilginçtir ki  Kuzman adındaki bu kişiden ne zaman bahsedilse Efendimiz (sav); “O cehennemliktir!” buyururdu. Uhud Savaşı’nın en şiddetli anlarında İslam ordusunun bozulup dağıldığı bir durumda kılıcının kınını kırarak “Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi şan ve şeref için çarpışınız!” diye bağırarak müşriklerin arasına dalıp 7-8 kişiyi öldürdükten sonra kendisi de kan revan içerisinde yere düşer.

Ağır yaralarının sızılarıyla kıvranan Kuzman’a  sahabalerden Katade bin Numan (ra); “Tebrikler ey Kuzman!... Cenneti  müjdeleriz sana!...” der. O ise; “Beni ne diye müjdeliyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir… Ben kavmimin gayreti için ve Kureyşliler Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım.” diyerek duygu ve düşüncesini ortaya koyar.  Yaralarının ağrısı şiddetlenip hayatından ümidini kesince de bir ok alıp damarını keserek intihar eder.

Bu haber Peygamber Efendimiz’e (sav) bildirilince;  “Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ben Allah’ın Resûlü olduğuma  şüphesiz  şehadet ederim!” diyerek önceden söylediği sözün doğrulandığını belirtmişlerdir.

Birinci örneğimiz kavim asabiyeti, şan ve şeref için savaşan Kuzman idi.

İkinci örneğimiz ise Hayber yahudilerinin çobanlığını yapan Yesar (ra):

Hayber yahudilerini kuşatan Peygamber Efendimiz’in adını duymuştur Yesar adlı köle. Yahudiler telaşla ve öfkeyle Efendimiz’den (sav) bahsetmektedirler. İyice meraklanan Yesar, bir sabah güttüğü davarları önüne katarak İslam ordusunun karargâhına gelir. Peygamber Efendimiz’in huzuruna varır, O’na sorular sorar. O’ndan işittikleri kalbine tesir eder. “Seni İslamiyete davet ediyorum... Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Benim de Allah’ın Resûlü olduğuma şehadete, Allah’tan başkasına ibadet etmemeye çağırıyorum.”

Yesar; “Peki ben, dediğin gibi iman eder ve şehâdette bulunursam bana ne var?” Resûli Ekrem (sav)   “Eğer bu iman ve şehâdet üzere ölürsen cennet var!” buyuruyor. Bunun üzerine Yesar Müslüman olur.

“Ya Resûlallah! Ben Habeşli, çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim. Bu halimle yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?” diyerek içindeki tereddütü sorar. Efendimiz (sav) Yesar’ı sevince boğan cevabı verir;  “Evet, cennete girersin!”

Yesar daha sonra kendisine emanet edilen sürüyü ne yapması gerektiğini sorar. Efendimiz (sav): “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır. Onlar sahiplerinin yanına dönecektir.” buyurur. Savaşta olmalarına rağmen Yesar’ın emaneti olan sürüye el koymaz.    
Yesar da sürüyü sahiplerine doğru gönderir. Müslüman olan bu Habeşli çoban savaşa katılır. Cesurca düşmana saldırır. Çok geçmeden kaleden atılan  bir taşın isabeti ile şehit olur. Böylece “Bir vakit bile namaz kılmadan cennete giden Müslüman” adını alır.

Şehid  Yesar’ın cenazesi karargâha getirildiğinde bir ara Efendimiz (sav) yüzünü ondan çevirir. Nedeni sorulduğunda “Şehit, vurulup yere düştüğünde cennet hurilerinden iki zevcesi gelir, yüzünden tozları siler ve ‘Allah seni toza toprağa bulayanın yüzünü toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!’ derler. Allah bu kuluna ikram edip onu hayra sevk etti. Allah’a hiç secde etmediği halde cennet hurilerinden ikisini  onun başucunda gördüm.” buyurur.

Bu iki duruma bakıldığında niyetin, iman dediğimiz kabulün fiilden öne çıktığını görüyoruz. Bir kimse çok büyük fedakârlıklar yapabilir, hatta canını bile verebilir. Fakat Mevlâ’ya imanı sahih değilse sonuç hüsran olacaktır.

Birinci örnekte nasipsiz bir insan vardır. Efendimiz (sav) Medine’ye gelmişler, aradan bir süre geçmiş, Uhud Savaşı’na kadar bu kimse imandan nasibini alamamış. Bu yüzden yaptığı kahramanlığın ona bir faydası olmamış.

İkinci örnekte garip bir çobanın ömrünün son gününde Kâinâtın Efendisi’ni (sav) tanıyışı, iman edişi ve büyük mükâfatı yani Hakk’ın rızasına, affına, mağfiretine erişmesi var. Bu zaten görünen taraf. Bizim dikkat çekmek istediğimiz şey birinci örnekteki; “Ben zaten demiştim. Muhakkak ki Ben Allah’ın Resûlüyüm!” yönüdür. Efendimiz (sav) ümmetin sahibi ve terbiye edicisi olarak, bizim sadece zahirini bildiğimiz tutum ve davranışların iç sebeplerini, insanların idrak ve anlayışlarını da değerlendirmektedir.

O’nun kabul ve tasdik ettiği iman geçerlidir. O’nun elinde kabul gören imanın, hiçbir ibadeti olmasa bile canını vermesi büyük bir bedele; rızaya, affa, mağfirete dönüşmekte.

Sahabe efendilerimiz döneminde O’nun tasdiki esas iken O’nun ahireti şereflendirmesinden sonra O’nun varislerinin ümmete şahitliği ve terbiye ediciliği esastır. Elhamdülillah bugünlere gelinceye kadar Efendimiz’in (sav) salih-kâmil varisleri hep olagelmiştir. Dört halifeden sonra Ehli Beyt, mezhep imamlarımız özellikle İmamı Âzam efendimiz, Abdulkadir Geylânî Hazretleri, Hasan Şâzelî, Şahı Nakşibendî Hazretleri ve bu büyüklerin gönülden gönüle  aktardıkları ilim, irfan, aşk ve muhabbet elhamdülillah bugünlere kadar gelmiş.

“Bugün bir çok insan, şeyhlik, mürşidlik, ğavslık, kutupluk gibi sıfatlarla insanları kendine çağırıyor. İnsan hak ile batılı nasıl ayırt etmeli?” sorusuna büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa); “İnsanı iki şey aldatır; biri cehalet diğeri ise gaflet!” buyurarak “Müslüman cahil olamaz. İnsan okuyup öğrenip sorgulayarak, şer-i şerife aykırı olan şeyleri reddetmelidir. ‘Şeriatımız tarikatımız, tarikatımız şeriatımızdır.’ ilkesini öne çıkarmalıdır!” diye ifade ettiler.

“İnsan hata yapmaz, gaflet etmez değil fakat pişman olup, tövbe edip halini düzeltmeye gayret ederse, Cenâbı Hakk’ın ona nusret edeceği ve kendi rızasına ulaştıracak bir yola onu vasıl edeceğini” dile getirmişlerdi.

Cenâbı Hak imanımızı muhafaza buyursun. Bizlere tertemiz bir şekilde getirilen hakikatten istifade edebilmeyi nasip eylesin. İmanlarımızı kâmil, amellerimizi salih eylesin. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’ne (ksa) tebeiyyetle  Hakk’ın rızasına erişebilmeyi hepimize lütfeylesin. Âmin. Ve’lhamdulillahi Rabbi’l-âlemin.  

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort