JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

İslam’ın bidayetinden itibaren fetihlerin çoğalması ve birçok ülkenin İslam Devleti hudutları içine girmesi, sahabenin, İslam’ın beşiği olan Mekke ve Medine’den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Bu sahabilerden her birinin kendisine has ilmî bir şahsiyeti vardı ve her birinin bulundukları yerlerde teessüs eden medreseler üzerindeki fonksiyonları da birbirinden farkılı idi. Bunun başlıca sebebi bütün sahabilerin Hazreti Peygamber’in söz ve fiillerini yahut dine taalluk eden bütün meseleleri aynı derecede bilmemeleri idi. Medine medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah İbn Ömer oynamıştı. Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah ibn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn Amr İbnil-As, Basra’da Ebu Musa el-Eş’ari ve Enes İbn Malik, Şam’da ise Mu’az İbn Cebel, Ebu’d Derda ve Ubade İbnu’s-Samit de kendi medreselerinin teşekkülünde aynı derecede rol oynamışlardır. Bunların dışında aynı ülkelere yerleşen yahut girip çıkan diğer sahabileri de elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Ne var ki biraz önce de işaret ettiğimiz gibi Hazreti Peygamber hayatta kaldığı müddetçe, O’nun yanından ayrılmayanlar, bir başka ifade ile O’nunla sohbeti uzun olanlar bulunduğu gibi yanında az kalanlar yahut sohbeti kısa süren sahabeler de vardı. Bu tabii olarak Hazreti Peygamber’e ait söz ve fiillerden bir sahabinin bildiğini diğer bir sahabinin bilememesi neticesini doğurmuştu. Binin üzerinde hadis rivayet ettikleri için mukşirun denilen yedi sahabi arasında bile hadis sayısı bakımından oldukça büyük farklar vardır. En cok hadis rivayet eden Ebu Hureye’nin 3800’ün üstünde hadisi var iken, ondan sonra gelen Abdullah İbn Ömer’in 2600 küsur hadisi rivayet edilmiştir. Bunun gibi, Enes İbn Malik’in 2286, Ummu’l-mu’minin Aişe’nin 2210, İbn Abbas’ın 1969, Cabir İbn Abdullah’ın da 1540 hadisi vardır.

Muksirundan en az hadisi olan kimse ise o ülkede yalnız o sahabi tarafından bilinen ve rivayet edilen hadisler tanınmış, fakat o ülkeye uğramayan sahabilerin hadisleri orada meçhul kalmıştır. İşte hadis tarihinde zaman zaman rastlanan ‘Irak ehlinin hadisi’ yahut ‘Şam ehlinin hadisi’ veya ‘Mısır ehlinin hadisi’ tabirlerinin delalet ettiği mana da budur. Eğer hadis Şam’a yerleşmiş bir sahabi tarafından rivayet edilmiş edilmiş, fakat o hadisi başka ülkelerdeki diğer sahabeler rivayet etmemişlerse yalnız Şam ahalisince bilinen bu hadis için “Şam ehlinin hadisi” demek kadar tabii bir şey olmaması gerekir.

Değişik hadislerin değişik ülkelerde yayılması, teşrii görevin ifasında farklı neticeler doğurmuştur. Bilindiği gibi sahabe devrinde teşriin başlıca üç kaynağı vardı: Kur’an-ı Kerim, sünnet veya hadis, sahabe içtihadı. Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, içtihat Rasûlullah tarafından sahabeye yüklenmiş en önemli görevlerden birisi idi.

Hz. Peygamber, Muaz bin Cebel’i Yemen’e göndereceği zaman ona ne ile hüküm vereceğini sormuş, Hz. Muaz da; “Allah’ın kitabı ile onda bulamazsam Rasûlullah’ın sünneti ile, onda da bulamazsam ictihadımla.” demişti. Rasûlullah onun bu cevabından memnun olmuş ve göğsüne vurarak; “Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini hoşnut edecek şekilde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.” diyerek bu memnuniyetini ifade etmişti. (İbn Abdilberr, cami beyanil ilm, 2. 56.)

Bu bakımdan ictihad, çeşitli hadiselerin zuhurunda onların halli için her sahabinin başvurması gereken teşrii görevlerden biri sayılıyordu. Her ne kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerinde yani sahabenin henüz Medine dışındaki ülkelere fazlasıyla yayılmadıkları devirlerde ortaya çıkan müşküllerin halli, çok defa aynı şehirde yaşayan sahabilerin görüşlerine başvurmak suretiyle hallediliyor ve mesele ile ilgli hüküm bir çeşit sahabe icmaı olarak ortaya çıkıyor idiyse de fetihlerin genişlemesi ve sahabenin dağılmasıyla, onlara başvurmak ve her birinin görüşünü almak imkanı ortadan kalkmıştı. Medine’de bulunan halifenin hakkında nass bulunmayan bır hadise zuhur ettikçe Kufe’de, Basra’da, Şam veya Mısır’daki sahabe ileri gelenlerini toplaması ve onların hadise ile ilgili görüşlerini alması kolay değildi. Bu sebeple teşrii selahiyetine sahip olan sahabiler teşrii görevlerini ya ferden yahut da daha çok sahabenin bulunduğu yerlerde cemaat halinde yapmak zorunda kaldılar. Bu suretle Müslüman ülkelerin her birinden orada bulunan sahabi sayısı nisbetinde, hakkında nass bulunmayan meselelerle veya nassların tefsir ve izahı ile ilgili fetvalar sadır olmaya başladı. Bunun neticesi olarak da sahabe arasında sadır olan bu ahkam ile ilgili bir çok ihtilaf zuhur etti. Bu ihtilafların muhtelif sebepleri vardı:

A) Kur’an ve sünnet ahkamına ait nassların çoğu murad edilen manaya delalet yönünden katî değil, zannîydi. Nassın bir manaya gelme ihtimali olduğu gibi bir başka manaya gelme ihtimali de vardı. Bunun sebebi çok defa bir nassta lügat yönünden müşterek yazılışta iki veya daha fazla manaya gelen lafızların bulunması idi. Bazen tahsis ihtimali olan fakat ammı ifade eden, bazen takyid ihtimali olan fakat mutlak ifade eden bir lafız bulunuyordu. Her kanun vaazı sahabi, bunları kendi nazarında makbul olan karineler yardımıyla ve kendi açısından değerlendiriyor veya manalandırıyordu. Sahabenin bir nassı anlayışlarındaki farklılık dolayısıyla cüz’i meselelerde aralarında zuhur eden ihtilaf pek çoktur.

B) Sahabenin yaşadığı çevreler birbirinden farkılı olduğu gibi teşrie konu olan mesalih ve ihtiyaçları da değişikti. Mesela Medine’de Abdullah bin Ömer’in karşılaştığı bir hadise, Şam’da Muaviye’nin yahut Kufe’de Abdullah Bin Mesud’un karşısına çıkmıyordu. Çevrelerin çeşitli yönlerden farklı olması dolayısıyla mesalihin ve ahkam teşriine götüren amillerin takdiri hususunda da görüş ayrılıkları oluyordu. (Abdulvahhap Hallaf, İslam Teşrii Tarihi,sayfa 29.)

C) Nihayet konumuz yönünden önemli olan üçüncü sebep, hadislerin sahabe devrinde tedvin edilerek müştereken müraacatı temin edecek şekilde Müslümanlar arasında neşredilmiş olmamasıdır. Bunun neticesi olarak mesela Mısır’daki bir sahabi karşılaştığı hadisenin hallinde Rasûlullah’tan işittiği bir hadis nassına istinaden hüküm vazedebilirken, Irak’ taki bir sahabi, o hadisi bilmediği için aynı hadiseyi kendi içtihadıyla halletmek zorunda kalıyor ve bu suretle iki ayrı ülkede aynı hadise için birbirinden farklı hükümler ortaya çıkmış oluyordu.

Bu üçüncü hal her ne kadar ahkâm hadislerine taalluk etse bile muhakkak olan ve sahabe tarafından da idrak edilen husus şuydu ki; Rasûlullah’ın hadisleri sahabilerin çeşitli ülkelere dağılmalarıyla dağılmış ve bir bütün olarak herkes tarafından istenildiği anda kaynak olarak kullanılma ahkamından mahrum kalmıştır. Keza sahabe tarafından iyice bilinen bir hususta ülkesinde bilinen ve meşhur olmayan pek çok ilmin diğer ülkelerde bilinmiş ve meşhur olmasıdır. Bir başka ifade ile her sahabinin diğer ülkelerde yaşayan arkadaşlarının Rasûlullah’tan duyup öğrendikleri fakat kendisinin bilmediği şeyleri bulundukları yerlerde öğrettiklerini bilmesidir. İşte bu durum sahabe arasında önce küçük çapta da olsa bir hareketin başlamasına yol açmıştır. Bu haraket, bir ülkede yaşayan bir sahabinin, bilmediği yahut Rasûlullah’tan işitmediği bir hadisi onu bilen, fakat başka ülkede yaşayan bir başka sahabiden öğrenmek için onun yanına seyahat etmek “rıhlet” şeklinde ortaya çıkmıştır.

Bir sahabinin bilmediği veya Rasûlullah’ tan duymadığı bir hadisi öğrenmek yahut bildiği halde sonradan tereddüde düştüğü birkaç kelimesini yeniden işiterek ondan emin olmak için her türlü yolculuk meşakkatini göze alarak uzak bir ülkede yaşayan bir başka sahabinin yanına gittiğini gösteren haberler vardır.

Ata b.Ebi Rabah’tan nakledildiğine göre Medine’de bulunan Ebu Eyyub el-Ensari Rasûlullah’tan işittiği bir hadisi Mısır’da bulunan Ukbe b.Amir’e sormak için hayvanına binip yola çıkmıştır; zira bu hadisi Rasûlullah’tan işiten kendisi ile Ukbe’den başka kimse kalmamıştır. Ebu Eyyub, Mısır’a geldiği zaman o sırada Mısır emiri olan Mesleme b.Mahled’in evine uğramış ve kendisini Ukbe’nin evine götürecek bir rehber alarak Ukbe’ye gelmiştir. Ona; “Her kim dünyada bir müminin ayıbını örterse Allah da onun ayıbını örter.” hadisini sormuş ve “Bu hadisi Hz. Peygamber’den işiten senden ve benden başka kimse kalmamıştır.” demiştir. Ukbe’nin hadisi Rasûlullah’tan işittiği şekilde tekrarlaması üzerine yine hayvanına binerek Medine’ye geri dönmüştür.

Öyle anlaşılıyor ki Ebu Eyyub bu hadisten bazı şeyleri unuttuğu korkusuna kapılmış, onu hafızasında tazelemek için Rasûlullah’tan işitmiş, kendisinden sonra tek kişi kalan “Ukbe b. Amir”i aramaya koyulmuştur. Bunun için Medine’den Mısır’a bir komşu evine gider gibi yola çıkmış, Ukbe’den hadisi dinledikten sonra tekrar memleketine dönmüştür. Tek bir hadis için dahi olsa sahabe arasında görülen bu türlü seyahatler tabiun neslinin yetişmesinden sonra şüphesiz daha çok artmıştır ve hadisle meşgul olan, bir tabii ilk kaynak olan ve muhtelif ülkelere dağılmış bulunan sahabileri teker teker ziyaret ederek onların Rasûlullah’tan işitip rivayet ettikleri hadisleri toplamaya başlamışlardır. Said b.Müseyyib’in gerektiği zaman bir tek hadis için günlerce yürüdüğünü söylemesi, Mesruk b.Ecda’nın bir harf için de olsa yolculuk ettiğini belirtmesi, hadislerin toplanması için sarf edilen gayret ve titizliği gösteren delillerdendir. Bu seyahatlerin yalnız ilim ve din için yapılmış olması da bundaki samimiyetin bir başka delilini teşkil eder. Abdullah b.Mes’ud’un “Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğunu öğrensem ona giderdim.” sözü ile Amir eşŞabi’nin “Bir kimse hsikmet ile ilgili bir kelime işitmek için Şam’ın bir ucundan Yemen’in bir ucuna kadar sefere çıkmış olsa onun bu seferi zayi olmuş sayılmaz.” sözü bu konudaki niyet ve samimiyeti açıkça gösterir. (ibn Abdi’l Berr, Cami beyani’l ilm,1.95.)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 27 Ocak 2014 09:46

“SÜNNET”İN İSLAMDAKİ YERİ

Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed için çok önemli, harikulade ve büyük bir mucizedir. Hiçbir tarafından batıl bir şeyin giremediği ebediyyen korunmuş bir kitaptır. Başından sonuna kadar sabit oluşu konusunda icma edilmiş ilk kaynaktır. Nebevî sünnet ise Kur’an’a açıklayıcı bir kaynaktır. Nitekim yüce Allah (cc) Rasûlullah’a (sav) “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik (Nahl, 16/44).” buyurmaktadır. İşte Rasûlullah, sözleriyle, fiilleriyle ve takrirleriyle (onay) Kur’an’ı açıklamıştır.

Nebevî sünnet, Kur’an’ın amelî bir tefsiri ve İslam’ın pratik bir tatbikidir. Dolayısıyla Nebi, tefsir edilmiş bir Kur’an ve yaşayan bir İslam idi. Müminlerin annesi Aişe de (ra)  fıkhı, ileri görüşlülüğü ve Rasûlullah ile birlikte yaşaması münasebetiyle bu manayı anlayıp kendisine Rasûlullah’ın ahlâkı sorulduğunda net ve açık bir ifadeyle, “O’nun ahlâkı Kur’an idi. [Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6, 54,111; Müslim, salatu’l musafirin 139(746)]” diye cevap vermiştir. Dolayısıyla Peygamber’den yüz çevirmek de küfre düşmektir. Ayet-i kerime bunu açıkça beyan ettiği gibi Hz. Peygamber de bunu şu şekilde izah etmiştir: “Yüz çevirenler dışında ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir.” “Yüz çevirenler kimlerdir?” diye sorulunca; “Bana itaat eden cennete girer, bana isyan eden yüz çevirmiş olur. (Buhari, İ’tisam 2)” buyurmuştur. “Rasûl’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa,4/80)” ayeti, Peygamber’e itaatin bir gereği ve eskilerin tabiriyle lazım-ı gayrı mufarıkı olduğunu bildirir. Şüphesiz ki bir elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Nitekim sünnet olarak koyduğu her şey Rasûlullah’ın kalbine Allah tarafından konulmuştur. İşte Rasûlullah’ın sünneti Allah tarafından kalbine konan hikmettir.

Sünneti inceleyip Kur’an-ı Kerim verileriyle karşılaştırdığımızda, şu beş şekilden biriyle karşılaşırız:

1) Mücmeli Beyan:
Mücmel, bir manaya delaleti açık olmayan, maksadın kesin olarak anlaşılması için açıklanması gereken söze denir. Sünnetin en önemli görevlerinden biri, Kur’an’ın mücmellerini beyan edip açıklamasıdır. Mesela; Kur’an’ın namazla ilgili emirleri mücmeldir. Çünkü Kur’an, namazın nasıl kılınacağını; kaç vakit ve kaç rek’at kılınacağını; farzlarının, vaciblerinin ne olduğunu; namazı bozan ve bozmayan şeyleri bize açıklamaz. Hz. Peygamber: “Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız siz de öylece namaz kılınız (Buhari, Ezan 18, Edeb 27, Ahad 1).” buyurmak suretiyle, hem bizzat göstererek hem de gerekli açıklamaları yaparak namaz emrini beyan etmiştir. Aynı şekilde “Allah’ın (cc) alışverişi helal, ribayı (faiz) haram kıldığını” bildirdiği Kur’an ayeti (Bakara, 2/275) ile, “Müslümanların aralarında mallarını batıl yolla yememelerini” emreden ayeti (Nisa, 4/28) Rasûlullah’ın şu hadisleri beyan etmiştir: “Altına mukabil altın, gümüşe mukabil gümüş, buğdaya mukabil buğday, arpaya mukabil arpa, hurmaya mukabil hurma, tuza mukabil tuz  peşin olarak ve misli mislinedir. Kim fazla verir veya fazla alırsa muhakkak riba yapmıştır (Buhari, Büyu’ 78; Müslim, müsakat 81-83).” Netice itibariyle, Kur’an-ı  Kerim’in mücmel olan, beyana ve tefsire ihtiyaç hissettiren bir çok ayetleri, Rasûlullah’ın sünneti ve hadisleri ile açıklanmış, uygulama alanına konulmuş ve ümmetin hayat tarzı haline gelmiştir. Böylece sünnet “Yaşayan ve yaşanılan Kur’an-ı Kerim” olma özelliğine sahib olmuştur.

2)Ammı Tahsis:  
Herhangi bir şekilde hasredilemeyen müsemmaların tamamına şamil olan lafızlara “Amm Lafızlar” denir. Kur’an-ı Kerim’de bir takım amm lafızlar vardır. Bunlar bazı kere bizzat Kur’an ile bazı kere de sünnet ile tahsis olunurlar.

Allah Teâlâ meyteyi, yani usûlüne göre boğazlanmaksızın ölmüş olan hayvanların etlerini ve kanı yemeyi haram kılmıştır (Maide, 5/3). Bu umûmi bir hükümdür. Rasûlullah balığın ve çekirgenin ölüsünün; kanlardan karaciğer ve dalağın helal olduğunu belirterek (Ebu Davud, Taharet 41; Tirmizi, Taharet 52, İbn Mace, Et’ime 31) amm olan bu hükmü tahsis etmiştir. Zina suçu işleyen erkek ve kadına yüz değnek vurulmasıyla ilgili Kur’an ayetinin (Nur,24/2) umum ifade eden hükmü, Hz. Peygamber tarafından bekar zinakarlar olarak belirlenip uygulanmış ve böylece tahsis edilmiştir (Müslim, Hudud 13, Ebu Davud, Hudud 23). Ganimetle ilgili taksimatın hükmünü ifade eden ayette (Nisa, 4/86) geçen “Rasûlullah’a akrabalığı bulunanlar” ifadesini, Hz. Peygamber Benu Haşim ve Benu Abdulmuttalib olarak tahsis etmiş, Benu Nevfel ve Benu Abdişems’i dışarıda bırakmıştır. (Ebu Davud, Harac 20)

3)Mutlak-ı Takyid:
Mutlak, bir has lafızdır ki, delalet ettiği efrattan lalettayin birini ifade eder, bu efradın hepsine şayi olursa da ihata veçhile şamil olmaz. Takyid ise, delalet ettiği efrattan herhangi birine şayi olmayıp bunlardan muayyen birini veya bir nevini ifade eder.

Kur’an-ı Kerim’in bir takım mutlak lafızları ve hükümleri vardır ki sünnet bunları takyid etmiştir. Bu durum da Kur’an ve sünnet birlikteliğinin ve müşterekliğinin unsurlarından biri kabul edilir.

Takyid hakkında da kısa misaller zikretmek gerekirse Kur’an’ın hırsızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesini emreden ayetinde geçen (Maide, 5/38) “el” lafzı mutlak olup omuzdan parmak uçlarına kadar olan uzvun tamamı için kullanılmaktadır. Rasûlullah (sav) bunu sağ el ve bilekten diye belirlemiş, böylece uygulamıştır. Böylelikle mutlak olan bu lafzın hükmünü takyid etmiştir.

Namazda herkesin Kur’an’dan kolayına geleni okumasını  emreden ayeti (Müzemmil, 73/20) “Fatihatu’l Kitab’ı okumayanın namazı yoktur (Buhari, Tevhid 48; Müslim, Salat 34).” hadisi ile takyid etmişlerdir. Böylece kolay kıraat, Fatiha Suresi olarak tayin edilmiştir.

4) Rasûlullah’ın Sünnet veya Hadisle birlikte ayet okuması:
Kur’an ve sünnetin birlikteliğini ve ayrılmazlığını gösteren delillerden birinin de bazı hadislerden sonra Rasûlullah’ın bazı Kur’an ayetlerini okuması olduğu ifade edilir. Bu durum, sünnetin ve hadislerin Kur’an’a râci olduğuna dair örnekler sayılmaktadır.

Rasûlullah bazı hadislerini söyledikten veya bazı davranışlar ortaya koyduktan sonra ashaba: “Dilerseniz şu ayeti okuyun.” derdi. Mesela; Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır: “Hiçbir mümin yoktur; ancak ben, ona dünya ve ahirette daha yakınım.” İsterseniz “Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır.” ayetini okuyunuz (Ahzab, 33/6). Ebu Said el- Hudri, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Müminin ferasetinden sakının. Zira o Allah’ın nuru ile bakar (Tirmizi, Tefsiri Sure 15).” dedikten sonra şu ayeti okudu: “Şüphesiz ki bunda feraseti olanlar için işaretler vardır (Hicr, 15/75).”

5) Rasûlullah’ın Kur’an-ı Kerim dışında vahiy alması:
Rasûlullah’a gelen vahiy sadece Kur’an’dan ibaret değildi. Rasûlullah’ın Kur’an dışında da vahiyler aldığı bizzat kendi ifadeleriyle sabittir. Bu sebeple vahyin  “Metluv” ve “Gayr-i Metluv” olmak üzere iki çeşidinin olduğu İslam alimlerinin hemen hemen genel kabulüdür.

Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki Allah bana sizin mütevazi olmanızı vahyetmiştir (Müslim, Cennet 64; Ebu Davud, Edeb 40).” Miraç olayını anlatan uzun hadiste Sidretü’l-Münteha’da gördüklerini anlatmış ve: “Derken Allah bana neler vahyettiyse etti (Buhari, Tevhid 37; Müslim, İman 259).”  buyurmuştur. Yine Rasûlullah zamanında meydana gelen bir güneş tutulması hadisesini anlatan bir rivayette Allah Rasûlü: “Bana vahyolundu ki, sizler çok yakında kabirlerinizde Deccal’in fitnesinden imtihan olunacaksınız (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6 , 238, 248; Buhari, İlm 24, Vudu’ 37, Küsuf 10).” buyurmuştur.

Bu misalleri oldukça çoğaltmak mümkündür. Sadece Allah “Bana vahyetti” ifadesiyle değil “Allah bana bildirdi”, “Cibril bana öğretti” vb. ifade tarzlarıyla da gelen pek çok rivayet bulunmaktadır. Bu misaller Kur’an-ı Kerim vahyi dışında vahyin olduğunun ve Rasûlullah-Cibril yakınlığı ve birlikteliğinin açık delilleridir.

Kur’an ve sünnetin açık nassları ışığında ele almaya çalıştığımız bu kısa çalışmadan şu sonuçlari çıkarmak mümkündür:

1) İslam’ın gerektirdiği iman Rasûlullah’a ve O’nun getirdiklerine inanmayı, Peygambere itaat ve ittiba etmeyi, karşı çıkmama ve muhalefet etmemeyi zorunlu kılar.
2) Cenab-ı Hak birçok ayet-i kerimede ümmetin Rasûlullah’a uymasını ve O’nun sözünü alıp uygulamasını, O’nu örnek edinmesini emretmiştir. Bu emrin içine Rasûlullah’ın sünnetinin dahil olduğunda ümmetin icma-ı mevcuttur.
3) Sahih sünnetle amel etmek Kur’an ile amel etmek anlamına gelir. Çünkü dinin hükümlerinin ve bu hükümlerin hayata nasıl uygulanacağının bilgisini tamamen Kur’an’dan alıp öğrenmek mümkün değildir.
4) Sahih sünnet, müstakil olarak dinde hüküm kaynağıdır. Rasûlullah’ın getirmediği ve tasvip etmediği, insanların kendi heva ve heveslerine göre icad edip ortaya koydukları şeyler bidattir ve bütün bidatler merduttur, kabul edilemez. Bidatin her çeşidini önlemenin yolu sünneti ihya edip yaşatmaktır.
5) Rasûlullah’ın emrettikleri ve nehyettikleri, Allah’ın emredip nehyettikleri gibidir.

Kaynakça:
Yrd.Doç.Dr. Raşit Küçük,Kur’an-Sünnet İlişkisi ve Birlikteliği.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 20 Ocak 2014 16:49

HADİS - SÜNNET MUKAYESESİ

Hadis, sözlükte; yeni, söz, haber, olay demek olup;

Sünnet ise; yol, gidişat, gelenek, anlamlarına gelmektedir.

Bununla birlikte sünnet terim olarak; Resûlullah’ın söz, fiil, takrir, yaratılış özellikleri ve ahlakî güzelliklerinin tamamıdır. Hadis ise bu özelliklerin yazıya dökülmüş şeklidir. Hatta sahabe, tabiun söz ve fiillerine de mevkuf ve maktu kayıtlarıyla da olsa hadis denilmektedir. Bu manada “hadis” yerine “haber” kelimesini kullananlar; sahabe ve tabiun’a ait söz ve fiiller için “eser” terimini tahsis edenler de bulunmaktadır.

Hadis kelimesi Kur’an’da “söz” ve “haber” anlamlarında kullanılmıştır. Mesela;
“Haydi, onun gibi bir söz getirsinler.” (Tur, 52/34) ayetinde söz; “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha, 20/9) ayetinde de haber anlamındadır. Sünnet kelimesi ise Kur’an’da “sünnetullah” şeklinde Yüce Allah’ın kâinatı idare etmekteki kanunları anlamında; “sünnetü’l evvelin” ifadesinde de eskilerin örf, adet ve yaşayış tarzları manasında kullanılmaktadır.

Allah’ın dinini anlama ve onu hayattaki bütün işlere uygulamada Resûlullah’ın getirmiş olduğu teorik ve pratik Nebevî metot olan sünnet, yine; Nebi’nin ibadet ve zühd hususlarında sahabilerinden aşırı gidenlere, “Gerçekten ben, Allah’tan en çok korkanınız ve en çok takvalı olanınızım fakat ben, hem gece namazına kalkarım hem uyurum. Bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kişi benden değildir.” (Buhari, nikah 1; Müslim, nikah 5; Nesai, nikah 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3,241,259) buyurarak onların yüz çevirmelerinden sakındırdığı şeydir.  
Yine Nebi onlara: Kitab ile birlikte teorik ve pratik “hikmeti” de öğretmiştir. Burada “teorik hikmet” ile hükümlerin sırları ve amaçlarıyla ilgili amele sevk edici ilim kastedilmektedir. Pratik ilim ile de çalışma, davet ve cihatta en güzel yollara ve en üstün faziletlere uyma kastedilmektedir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak “Kime Hikmet verilmişse, ona bol hayır verilmiştir.” (Bakara; 2/269) buyrulmaktadır.                                                               

Daha sonra Nebi gerek bireyler olarak gerekse topluluklar olarak, hem din işlerinde ve hem günlük yaşantılarında onların olgunlaşmalarını sağlayacak, bilmedikleri şeyleri de onlara öğretmiştir.                                                                                           
Nebi’nin önemli görevlerinden olan şu dört özellik; Yüce Allah’ın dinini anlama, uygulama ve Rabbi’nin emrettiği gibi dine hikmet ve güzel öğütle (Nahl; 16/125) davet etmede, O’nun sünnetini, yolunu veya metodunu oluşturur. Yine Kur’an’ın Bakara Suresi’nde: “Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı, Hikmet’i ve bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara; 2/151) şeklinde zikrettiği Ayette sözü edilen husus da budur. Böylelikle sünnet bu anlamıyla, amel ve uygulamayla birlikte İslam’ın tanınması için Kur’an‘ın yanında ikinci kaynaktır. Nitekim Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği Huzeyfe Hadisi’nde de geçtiği üzere, Nebi “Sünnet” kelimesini Kur’an ile beraber, onun ardından şöyle kullanmıştır; “Emanet önce insanların kalplerinin derinliğine indi, sonra insanlar emanetin bölümlerini Kur’an’dan öğrendiler, bundan sonra da Sünnet’ten öğrendiler.” (Buhari,rikak 35; fiten 13; İ’tisam 2; Müslim, iman 230(143)

Hz.Ömer şöyle der; “Size bir takım insanlar, Kur’an’ın müteşabih ayetleriyle mücadele etmeye gelecekler. Siz de onlara karşı sünnetleri ele alarak karşı koyun. Çünkü sünnetlere sahib olan kimseler, Allah’ın kitabını en iyi bilendir.”  (Darimi, Mukaddime 17)

Sünnet’in önemi ve delil oluşunu yedi ana başlık altında ele alabiliriz:

A) Kur’an’ın Delaleti:
Kur’an Müslümanlara Allah’a itaatin yanı sıra Resul’e itaati de farz kılmıştır. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve Resul’e de itaat edin.” (Nisa; 4/59) ile “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Haşr; 59/7) buyurarak Nebi’ye itaatin meyvesini, “hidayet üzere olma” diye belirlemiştir. “Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim    Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab; 33/36) Yüce Allah Resûlullah’ın verdiği hükmü kabul etmeyi veya O’nun verdiği hükümden yüz çevirmeyi, imanı nifaktan ayırt eden bir mihenk taşı kabul etmiştir.

B) Sünnet’in Delaleti:
Sünnet’e gelince, birçok hadis, Nebi’ye uymanın ve O’na itaatin farz olduğuna delalet etmektedir: Tirmizi’de geçen hadis-i şerifte belirtildiği üzere; “Şunu iyi bilin ki, koltuğuna yaslanmış bir adama benden bir hadis ulaştığında belki de o, ‘Aramızda Allah’ın kitabı var. Onda helal bulduğumuzu helal ve haram bulduğumuzu da haram sayarız.’ diyecektir. Oysa Resûlullah’ın haram kıldığı da tıpkı Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [Tirmizi, ilim 10(2664)] Yine Nebi şöyle buyurmaktadır; “Kendisine benim emrettiğim ya da yasakladığım herhangi bir emir geldiğinde sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, ’Bilmiyoruz, biz Allah’ın kitabında bulduğumuza uyarız.’ dediğini görmeyeyim.” [Ahmed b. Hanbel, Müsned,6,8;Ebu Davud, Sünnet 6 (4605);Tirmizi, İlim 10(2663)]

C) Sahabe ve Ondan Sonra Gelen Ümmetin İcmaı:
Darimi ile Beyhaki, Meymun b. Mihran’ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir; “Hz.Ebubekir’e bir dava geldiğinde, önce Allah’ın kitabına bakardı. Eğer o hususta Kur’an’da verilebilecek bir hüküm bulursa insanların arasında onunla hükmederdi. Eğer Kur’an’da bulamazsa, o zaman acaba Nebi’nin bu hususta bir sünneti var mı diye ona bakardı. Eğer biliyorsa onunla hükmederdi, bilmiyorsa çıkar ve Müslümanlara, bana şöyle şöyle bir dava geldi. Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine baktım. Ben bu hususta herhangi bir şey bulamadım. Acaba siz bu konuda Nebi’nin herhangi bir hükümle hükmettiğini biliyor musunuz? diye sorardı. Bazen birkaç kişi ayağa kalkıp, “Evet,Resûlullah bu hususta şöyle şöyle hükmetti.” der. Hz. Ebubekir de Resûlullah’ın bu hükmünü alır ve o esnada, “İçimizde Nebi’den O’nun sünnetlerini öğrenenleri bulunduran Allah’a hamdolsun.” derdi. Eğer onlardan da herhangi bir şey bulamazsa, Müslümanların ileri gelenlerini ve alimlerini çağırır ve onlarla istişare ederdi. Onlar belli bir hususta görüş birliğine varırlarsa, o zaman onunla hüküm verirdi.” (Darimi,mukaddime 20; Beyhaki,es-Sünenu’l-Kübra,10,114)

D) Fıkıhtaki Hükümlerin Çoğunun Kaynağı Sünnettir:
Şüphe edilmez bir gerçektir ki, çeşitli mu’teber mezheblerde, fıkıh konularındaki hükümlerin çoğu sünnetle sabit olmuştur. Eğer fıkıh kültürümüzdeki sünnetlerle, onlardan delil olarak çıkarılanları ve onlardan alınarak  detaylandırılmış hükümleri ortadan kaldıracak olursak, elimizde fıkıh adına zikredilebilecek herhangi bir şey kalmaz. İşte bundan dolayı Kur’an’dan sonra ikinci delil olması itibariyle sünnet, gerek bütün fıkıh usûlü kitablarında ve gerekse bütün mu’teber mezhebler nezdinde oldukça geniş ve uzun bir konudur. Bu husus, kıyas ve ta’lili (hükmün gerekçesine itibarı) inkar eden Davud ez-zahiri ile İbn Hazm’ın Zahiri mezhebinden, İslam fıkıh tarihinde “Rey Ekolü” diye bilinen Ebu Hanife ve ileri gelenlerine kadar bütün mezhebler için geçerli bir durumdur.

E) Rey (akıl) Ekolünde Sünnet:
Rey ekolünün imamı Ebu Hanife’nin mezhebi, hiçbir zaman sünnetten yüz çevirmemiştir. Rey ekolünün diğer imamları da daima sünneti delil olarak kullanmışlar  ve verdikleri hükümleri sünnet üzerine kurmuşlardır. Çünkü şer’i hükümler, ancak Kitab ve sünnetten alınıp çıkartılır. Ebu Hanife, büyük fakih sahabi Abdullah b. Mes’ud’un kurduğu Kufe Fıkıh Ekolü’nün mezunudur. Öyle ki; Hz. Ali, Kufe’ye geçtiğinde buradaki fakihlerin çokluğundan dolayı sevinerek: “Allah, İbn Ümmü Abd’e (Abdullah b. Mes’ud) rahmet eylesin. Bu kasabayı ilimle doldurmuş.” demiştir. Şüphesiz ki Abdullah b. Mes’ud’un ashabı, ondan sonra Hz. Ali ve bu ikisine komşuluk etmiş olan Sa’d b. Ebi Vakkas, Huzeyfe, Ammar, Selman, Ebu Musa gibi büyük sahabiler, Kufe’de yaşamışlar ve “Hadis ile Fıkıh’ın” arasını ve “Rivayet ile Rey’in” arasını birleştirmişlerdir. Bunu yapanlar, bizzat sahabilerdi.

F) Bütün Fakihlerin Sünnete Başvurdukları:                    Şunu belirtmeliyiz ki, Müslüman fakihlerin hepsi mezhebi ister yaşasın, ister tarihe karışsın; ister bağlısı bulunsun, ister bulunmasın, çeşitli ekollerden, farklı bölgelerden delil olarak sünneti almayı ve hükümlerde O’na müracaat etmeyi, Allah’ın dininden vazgeçilmez bir parça olarak görmüşler ve O’nun emri dışına çıkmamışlardır. Bu hususta Rey Ekolüne mensub olanlar ile Hadis Ekolüne mensub olanların durumu aynıdır.

G) Sünnet’in Tasavvuf İçin de Bir Kaynak Olması:
Tasavvufla ilgilenen ilk Müslümanlar, ashab-ı suffe ehlinden olup, İslam’ı tebliğ eden, bilgi öğreten ve inanç taşıyan kişiler olarak Arap Yarımadası’nın değişik bölgelerinde görev alacak şekilde sürekli kendilerini yetiştirip hazırlayan kimselerdi.
Fakihler teşri kaynağı olarak ve Sûfîler de (tasavvufi) yönlendirmede sünnete dayanmışlardır. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (ö.751/1350) “Medaricu’s-Salikin” adlı eserinde büyüklerden şu sözleri nakleder ki bu sözler sünnet ile tasavvufun ayrılmazlığını apaçık bir şekilde gösterecektir;

Cüneyd b. Muhammed el-Bağdadi şöyle der: “Bütün tarikatlar, Resûl’ün rivayetlerine uyanlar dışında halka kapalıdır. Bu hususta Kur’an’ı ezberlemeyen ve hadis yazmayan kimselere uyulmaz. Çünkü bizim ilmimiz, Kitab ve sünnet ile kayıtlandırılmıştır.”

Yine Cüneyd el-Bağdadi şöyle der: “Bizim yolumuz, Kitab ve sünnetteki esaslarla sınırlandırılmıştır.”

Yine Ebu Yezid el-Bistami şöyle der: “Bir adama, havada yükselmeye varıncaya dek çeşitli kerametler verildiğini görseniz bile emir, yasak ve had cezalarının korunması ve Şeriat’ın yaşanması hususlarında nasıl davrandığını görmedikçe ona uymayınız.”

Şeyh Ebu’l Hasan eş-Şazeli (ö.654/1256) ise şöyle buyurur: “Bizim için keşifte yanlışlardan korunma garantisi verilmedi. Bu korunma garantisi bize ancak Kitab ve sünnet hakkında verildi.”

Tasavvuf erbabına mensub büyüklerin her bir sözleri ve hareketleri bizzat Resûlullah’ın (sav) yaşantısıyla bezenmiş harikulade örnekler ve Resûl’e varisliğin apaçık belgesidir.

Peygamber şairi Hassan b. Sabit: “Ben sözlerimle Muhammed’i övmedim. Muhammed ile sözlerimi övdüm.” derken biz de O (sav) ve varislerinin halleri ile hallenmeyi, aldığımız şu nefesleri gerçek bir yaşama dönüştürecek bir anahtar bilelim...

Kaynakçalar:
İmam Suyuti,Sünnet’in İslamdaki Yeri
Prof.Dr.Muhammed Hamidullah,İslam Peygamberi
Prof.Dr.Yusuf el- Karadavi,Sünnet’i Anlamada Yöntem
Prof.Dr.İsmail Lütfi Çakan,Hadis Usulü
Dr.Vehbi Karakaş,Hicazlı Sevgili

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Belki bazı kimseler, yarınlar için plan, proje yapmanın, Allah'a ve kaza-kadere imana ters düştüğü anlayışıyla, bırakınız planlamayı teşvik etmeyi, dini hayatta planlamaya asla yer olmadığını savunarak bu düşünceyi tamamen zihinlerinden çıkarırlar. Ne var ki gerçek durum bundan farklıdır. Zira Kur'an ve Sünnet'i iyice tetkik eden kimse, görecektir ki Kur'an ve Sünnet, hazırlıksız olmayı, rastgele hareket etmeyi, işlerin plansız, prensipsiz ve intizamsız olarak kendi haline bırakılmasını reddetmektedir. Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre Allah'a tevekkül etmek, sebeplere sarılmamak ve Allah'ın mahlukâtı için koymuş olduğu sünnetullahın önemsenmemesi demek değildir. Neredeyse her Müslüman, Hz. Peygamber'e gelip de devesini mescidin önünde bırakıp sonra Resûlullah’a şöyle bağıran bedevinin hikâyesini bilmektedir:

“Ey Allah'ın Resûlü! Devemi bağlayıp da mı, yoksa serbest bırakarak mı Allah'a tevekkül edeyim?” Buna Resûlullah'ın (sav) cevabı İse, “Deveni bağla, sonra Allah 'a tevekkül et” olmuştur. (Feyzu’l-Kadir, II,7,Hadis no:1191)

İmam Taberî, sebeplere sarılmanın tevekkülün kemâle ermesine (olumsuz) etki edeceğini iddia edenlerin bu anlayışlarını reddederek şöyle demiştir: “Gerçek olan şu ki, Allah'a güvenen ve Allah'ın takdirinin mutlaka vaki olacağına tam bir itimat içerisinde olan kimsenin sebeplere sarılması, onun tevekkülüne zarar vermez. Zira Resûlullah'ın (sav) sünnetine uymanın icabı budur. Çünkü Hz. Peygamber zırhını giyinmiş, miğfer takmış, okçuları (Uhud'daki) vadinin baş tarafına yerleştirmiş, Medine'nin etrafına hendek kazmış, Habeşistan'a ve Medine'ye hicrete izin vermiş ve kendisi de Medine'ye hicret etmiştir. Yine Resûlullah (sav) yeme-içme gibi sebeplere de tevessül etmiş, ailesi için azık biriktirmiştir. Hiçbir surette bu azığın gökten kendisine inmesini beklememiştir. Hâlbuki böyle bir şey olacak olsaydı, insanlar içerisinde bunun olmasına en layık kimse Resûlullah olurdu.

Hz. Peygamber'in sîretini okuyan kimse, Onun (sav) Allah'a en güzel şekilde tevekkül ettiği halde her iş için hazırlık yaptığını, o işin sebeplerine tevessül edip onun için hazırlandığını, bütün ihtimalleri göz önüne alarak tedbir aldığını fakat her zaman ihtiyat paylarını da bıraktığını görecektir. Öyle ki, Kureyş'in ashap üzerindeki baskı ve işkenceleri artınca onlara Habeşistan'a hicret etmelerini emretmiş; ancak bu sanıldığı üzere, okun yaydan fırlaması gibi birden bire olmamıştır. Bilakis o vakitte Habeşistan'ın coğrafî, siyasî ve dini durumu göz önünde tutularak verilmiş oldukça stratejik bir karardır. Yoksa Arabistan ile aynı (siyasî) şartlardaki bir yere hicret etmeyi ashaba emretmek, hiç de kolay bir iş olmazdı. Çünkü Kureyş, dini, kültürel ve edebî nüfuzuyla onlara kolayca ulaşabilirdi.

Aynı şekilde bu ilk Habeşistan muhacirlerinin, İran ve Roma imparatorluklarının hükmü altındaki bir beldeye de gitmeleri akıllıca olmazdı. Zira bu imparatorluklar, yeni ortaya çıkan din ve mesajları kabul etmeye yanaşmayan zorbalar tarafından yönetilmekteydi. Hint Alt Kıtası ve Çin gibi Arap Yarımadası'ndan uzak bölgelere gitmeleri de planlı ve hikmetli olmazdı. Zira böyle bir durumda onlardan haber alınamaz ve hicret, onların kaybolup gitmelerine sebep olabilirdi.

Şu halde Habeşistan, coğrafî olarak böyle bir hicret için en münasip yer durumundaydı. Zira bu bölge, Arabistan'a ne çok uzak ne de çok yakındı ve Arap Yarımadası ile arasında deniz bulunmaktaydı. Ayrıca dini olarak da, hicret etmeye en uygun yerdi. Çünkü halkı, Ehl-i kitap'tan sayılan Hıristiyanlardan oluşmaktaydı ve Müslümanlara sevgi besleme konusunda en yakın dini grup olarak addediliyorlardı. Yine siyasî bakımdan da Habeşistan'da, hicrete münasip bir ortam bulunuyordu. Zira insaf ve adaleti ile ün salmış bir hükümdar (Necâşî) tarafından yönetilmekteydi. Bu sebepledir ki, Resûlullah (sav) oraya hicret iznini verirken ashabına şöyle demiştir: “Orada (Habeşistan 'da) size zulmetmeyecek bir hükümdar bulunmaktadır.”

Bu da göstermektedir ki Hz. Peygamber ve ashabı, kıtalar ve ülkelerarası bütün ulaşım zorluklarına rağmen, içinde yaşadıkları dünyadan kopuk olarak, uzlet hayatı içerisinde değillerdi. Yine, Müslümanlarla müşrikler arasında münakaşaya sebep olan ve Rum suresinin ilk ayetlerinde anlatılan, İran ve Roma imparatorluklarının birbirleri ile savaşları konusundaki tavırları da, Hz. Peygamber ve ashabının planlamasına delalet etmektedir. Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:

“Rumlar (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerden sonra bir kaç yıl içinde galip geleceklerdir.”

İşte bu şekilde onlar, kendilerine yönelik bütün işkencelere ve güçsüzlüklerine rağmen İslâmî davetin icaplarını yerine getirmekten geri kalmadıkları gibi, dönemin en büyük iki devleti veya Doğu ve Batı'daki en büyük iki ordusu arasındaki çekişme konusunda da bilgi sahibi idiler.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti, bu konuda daha açık bir örnektir. Çünkü bu hicrette ilmî planlama ve imanî tevekkülün nasıl yan yana olduğunu görmekteyiz. Zira Hz. Peygamber bu hicret esnasında, bir beşerin hazırlaması gereken bütün tedbir, hazırlık ve yardımları tek tek planlayıp uygulamaya koymuştur. Öncelikle Evs ve Hazrec kabilesinden müminlerle I. ve II. Akabe bey'atlerini gerçekleştirip onlardan, kendileri için zararlı görüp men ettiklerini kendisi İçin de men etmeleri sözünü almış ve böylece hicret edeceği yere (Medine ve halkına) kalbi ısınıp mutmain olmuştur. Yine pek çok tehlike ve ani ortaya çıkacak durumlar içeren bu zorlu yolculukta kendisine arkadaşlık edecek kimseye kalbi ısınmıştır. Tabi ki bu arkadaşlık konusunda Ebû Bekir'den (ra) daha faziletli kimse bulunmamaktaydı. Hicret yolculuğuna çıkacağı gece kendisini muhtemel tehlikeye atarak ve onları gözleyen düşmanların hainliklerini hesap ederek, kendi yatağında geceleyecek fedaiye de kalbi ısınmış ve ona güvenmiştir. Elbette ki bu görev İçin en uygun fedai, -amcası Ebû Talip'in oğlu ve İslâm mücahidi- Hz. Ali'den başkası olamazdı. Diğer taraftan da Hz. Peygamber, hicret esnasında kendisine yol gösterecek, Onu arayanların şaşırmasını mümkün kılan yol ayırımlarında ve gizlenilecek yerler hususunda kendisine yardım edecek mahir bir kılavuz bile ayarlamıştı. Bu kılavuz, emin bir müşrik olan Abdullah b. Üreykıd idi.

Böylece Hz. Peygamber, yol arkadaşı Ebû Bekir ve kılavuzları, çıkacakları bu uzun yolculukları için gerekli hazırlıkları yapmışlar, kervan ve yolcuların az uğradığı bir yerde buluşmak üzere anlaşmışlardı. Arama tarama faaliyetleri azalıncaya ve Kureyşliler Hz. Peygamber ve yol arkadaşını bulma konusunda ümitsizliğe düşünceye kadar, üstelik Kureyşlileri fazlasıyla şaşırtmak için Medine yolu üzerinde olmayan bir mekân olan Sevr Mağarası, bir kaç gün gizlenmek üzere seçilmişti. Hizmet için görevli olan grup, gizlendikleri süre zarfında, onlara azık getiriyor, Kureyşliler hakkında istihbarat topluyordu. Buna göre, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma, oğlu Abdullah azık getiriyor; ardından da Ebû Bekir'in (ra) azatlı kölesi Amir b. Füheyre, koyunlarıyla gelip sütünü sağıyor, onlara verdikten sonra geri dönerken, Abdullah ve Esma’nın ayak izlerini silip yok ediyordu.

Görüldüğü üzere bu hicret yolculuğunda, halkalar birbirine iyi örülmüş, içinde doldurulmayan hiçbir boşluğun bırakılmadığı, her görevlinin şartları ve gücü oranında kendine düşen görevi üstlendiği, kısaca her türlü tedbirin alındığı bir plan devreye konulmuştu. Bu planın uygulanmasında Hz. Ebû Bekir'in rolü, Hz. Ali ve Hz. Esmâ'nın rolünden farklıdır. Yani her şey yerli yerinde uygulamaya konulmuştur. Daha sonra müşrikler, onların saklandıkları mağaranın kapısına kadar gelebilmişlerdi. Planın suya düşmesi ve olayın mahiyetinin ortaya çıkması ve de Resûlullah'ı mağarada görmek için, kapıya kadar gelen müşriklerden birinin sadece mağaranın içine bakmış olması yeterliydi. Nitekim Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah’a, “Onlardan biri eğer içeri bakmış olsalardı bizi görürlerdi” sözüyle endişesini dile getirmesi, bunu gösterir. Ancak Hz. Ebû Bekir'in bu endişesini gören Resûlullah, iman dolu ve teskin edici sözlerle ona, 'Ey Ebû Bekir! Üçüncüsünün Allah olduğu iki kişi hakkında ne düşünürsün?” buyurmuş ve şu âyeti okumuştur:

“Üzülme! Allah bizimledir.” (Tevbe,9/40)

İşte burada Allah'a gerçek tevekkülün nasıl olması gerektiği ayan beyan ortaya çıkmaktadır.

Buna göre insan güç ve kudreti oranında gayret sarf edecek, alabildiği kadar tedbirini alıp, yapabildiği kadar planlamasını yapacak, güç ve takatini aşan kaderin ani tecellileri konusunda da Allah'a sığınacaktır. Zira buradaki “Allah bizimledir” ifadesini böyle anlamak gerekmektedir.

KAYNAK: Yusuf el-Karadavi, Bilgi ve Medeniyet Kaynağı Olarak Sünnet.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 09 Kasım 2012 18:44

MÂLAYÂNİ

Peygamberimiz (sav): “Kişinin mâlayâniyi (boş sözleri) terk etmesi onun Müslümanlığının güzelliğindendir.”

“Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter (Müslim)!” buyurdular.

Mâlayâni; kelime anlamı olarak boş sözler, davranışlar, fiiller demektir. Kısacası bizi ilgilendirmeyen, kendisine harcadığımız her vaktin uğruna zayii olduğu fiillerdir.

İnsan bir beşerdir, kat etmesi gereken yolu uzun, ancak vakti kısadır. Bir an önce engelleri aşıp ummana ulaşmak gerekir, bu yolda da nice engeller ayağımıza takılır. Bazen de takıldı deyip kendimizi avutmak isteyebiliriz, ancak genelde bu engelleri biz, elimizle kendimize çekeriz adeta… O engeller nefsimize tatlı mı gelir ne? Ancak yapmamız gereken şey kendimizi silkelemektir… Rasûlullah (sav) bizleri çağlar ötesinden uyarmış ve adeta bu günlerimizi görüp bizler için endişelenmiştir. Zira O’nun (sav) bize duyduğu endişeyi bizler kendimize duyamayız.

“Kişinin her duyduğunu anlatmaması” ve “mâlayâni ile uğraşmaması” bizlere Rasûlullah’tan bir uyarıdır… Bu iki hadiste de hem bir ikaz hem de bir müjde mevcuttur. Ancak mâlayâniye çok dikkat etmek gerekir. Zira mâlayâni, çok fazla eylemi kapsar. Günah olan tüm fiiller, sözler, hareketler; hatta sadece boş ve faydasız düşünce ve fikirler de mâlayânidir. Bunu tüm hayatımıza yayarak düşünelim, her hareketimizde sakınalım. Özellikle de değinmemiz gereken, kendimizden çok başkaları üzerine geçirdiğimiz vakitlerimizdir… Ne kadar da çokmuş gibi vaktimiz, saatimiz… Hususen bayanların büyük zaafı olan bu konu üzerinde kendimizi fazlaca yoklamalıyız. Biz vaktimizi neyle geçiriyoruz, bu günler, yıllar ne uğruna harcandı? Bu soruyu kendimize sorabilmeliyiz. En önemlisi de gereğini yapabilmeliyiz.

Dikkat etmemiz gereken kişi bir başkası değil biziz. Hepimiz dönüp bir kendimize bakalım, herkes kendine şöyle bir baktığında, tüm samimiyetiyle kendi hatalarına ve kusurlarına yöneldiğinde zaten kimse başkasında, başka bir kardeşinde kusur göremeyecek hale gelecektir. Birinde bir kusur mu gördün, işte bil ki sen aslında o kardeşinin aynasında kendini gördün… Kim ki çok kusur görür, bilsin ki o kendini görmüştür ve kim ki sürekli kardeşinin kusurlarından şikâyetçidir, bilsin ki o kendisini eleştirmektedir. Yazık o insana herkesi görmüştür de bir tek kendini, kusurlarını görememiştir… Ne yazık ki sadece kendine kör ve sağır kalmıştır… Allah’a sığınırız…

Yapmamız gereken şey sürekli kendimizi hesaba çekmektir. Kim kiminle, nerede, ne yaptı ile geçirilen zamanlara yazık!..  “Ayşe ne yaptı? Fatıma kiminle?” yerine, “Ben bugün Allah için ne yaptım?”  desek;  Bizi ilgilendirmediği halde adeta ışık hızıyla bize uçurulan haberlere kulaklarımızı tıkasak, işte o zaman eksiklikleri sadece kendimizde görür ve ihvan olmanın şuurunu tatmaya başlarız… İşte o zaman vaktimizi mâlayâniye değil de Allah’a harcamış oluruz…

Kişinin her duyduğunu anlatması konusu da çok hassastır. Çünkü buna “yalan” da, “iftira” da, “gıybet” de girmektedir. Bize bir ön uyarı vardır sanki hem gıybet yapma hem de yalan söyleme! Çünkü her duyduğumuzu yetiştirmek (!) de dedikodu sınıfına girmektedir. Kesinlikle emin olmadan dile getirdiğimiz tüm sözler “iftira” seviyesine varabilecek bir ihtimal taşımaktadır. Ki, gıybet zaten gerçekte vuku bulan bir şeyin dile getirilmesidir, vuku bulmayan bir şey dile getirildiği takdirde bu artık “iftira” sınıfına girer. Gerçekleşen bir olayı bile dile getirmek ölü kardeşinin etini yemek gibiyken, gerçekleşmeyen bir olayı dillendirmenin günahı, vebali ne büyüktür…

Görüldüğü gibi bir günahın ardından birçok günah sıralanıp gelmektedir. Hepsi birbirini adeta takip etmektedir. Hiçbir günah küçümsenmemelidir. Doğruluğundan kesinlikle emin olmadığımız bir şeyi bile dile almak insanı en büyük günahlara nasıl da sürükleyebilmektedir. Allah’a sığınırız…


Tabii ki bu iki hadis birbirini tamamlamaktadır… Mâlayâniyi terk etmek dinin güzelliğindendir, zira  “yalan”  da mâlayânidendir…

Bir ayeti kerimede: “Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü göz, kulak ve kalp hepsi sorumludur, mutlaka sorguya çekilecektir (İsra, 17/36)” buyrulmaktadır. Başka bir ayette ise, mâlayâniye iltifat etmemek, vakarlı müminin özelliklerinden biri olarak sayılır. Ayet şöyledir: “(O kullar) Yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler   (Furkan, 25/72).”

O müminlerden olabilme duası ile…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort