JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 12 Haziran 2014 16:03

EMİN OLUNAN KİŞİ

Peygamber Efendimiz (sav); “Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kişidir.” buyurmuşlardır. Öncelikle bir Müslüman da olması gereken en önemli vasıf ahlâk-ı hamidedir. Ahlâk-ı hamide yani övülmüş ahlâk; emanete riayet, sorumluluklarını yerine getirmek, yalan söylememek gibi vasıfları içermektedir Bu yüzden mü’min kişinin öncelikle yalan masivasından kurtulması gerekir. Çünkü yalan her kötülüğün başıdır. Peygamber Efendimiz (sav) de; “Benim ümmetim her günaha düşebilir fakat yalan söylemez.” buyurmuşlardır. Yalan söylemek kişiyi günaha düşürdüğü gibi toplumu da güvensizliğe düşürür. İnsan başkalarına yalan söylemekle sadece onların güvenini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda  kişinin kendine güveni de sarsılır.

İmam Gazâlî’nin “Abidler Yolu” adlı eserinde şöyle buyrulmaktadır: İnsanoğlu sabahleyin kalkınca bütün azalar dili yanına koşuşarak ona (lisan-ı halleriyle) şöyle derler; “Allah’tan doğru olmanı isteriz. Çünkü sen doğru olduğun müddetçe biz de doğru oluruz. Şayet sen saparsan biz de haliyle saparız.” Yani dilin konuştuğu sözler insan hayatında mutlaka  iyililik ve kötülük yönünde tesir eder.

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde; “Kişi, Peygamber Efendimiz’e (sav)  ne kadar benzemeye çalışırsa o kadar  imanı kuvvetlenir ve ahlâkı güzelleşir.” diye buyurmuşlardı. Hepimizin de bildiği gibi Peygamber Efendimiz’in (sav) en önemli vasıflarından biri de küçük yaşında dahi olsa asla yalan söylememesidir. Hatta müşrikler bile Peygamber Efendimiz’e (sav) “Muhammedü’l-Emin” emin kişi diye hitab ederlerdi.

Bu sadece yalan konusunda değildir. Peygamber Efendimiz (sav) gıybetten de hoşlanmazdı. Hatta gıybet olan yerden ya derhal ayrılır yahut gıybet edenleri sustururdu. Bir hadisi şeriflerinde; ”Gıybet edenleri dinlemek suretiyle gıybete ortak olanlar günaha da ortaktırlar.” diye buyurmuşlardır.

İmam Gazâlî Hazretleri de; ”Yapılan salih amellerin korunması gerekir. Çünkü dilini tutmayıp konuşan kimse şüphesiz insanların gıybetini yapar. Nitekim; ‘Çok konuşan çok yanılır.’ denilmiştir.” Boş konuşmak yani mâleyânî için de durum aynıdır.

Hadisi şerifte; ”Cenâbı Hakk’ın çok sevdiği amel, lisanı mâleyânîden (dili boş ve lüzumsuz sözlerden) hususiyle yalan ve gıybet, sövüp saymak gibi men edilen şeylerden korumaktır.” diye buyrulmuştur. İnsanın Allahu Teâlâ’ya karşı olan ibadet ve taatlerinde boş söz, gıybet ve yalana yer yoktur. Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde gıybet edip kardeşlerinin etini yediği için ağzından et parçaları çıkan sahabeler örneğini anlatıp; ”Öyleyse gıybet ve yalan orucu bozar.” buyurdular.

Baştaki hadisi şerifte de buyrulduğu gibi; ”Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kişidir.” Buradaki elinden tabiri, eliyle zarar vermek, harama el uzatmak gibi manalarda kullanılmıştır. Bir kıssa ile açalım:

İmamı Âzam efendimizin babası  Hz. Sabit bir gün akan suya düşmüş bir elma görürler ve gayrı ihtiyari elmayı sudan alır ve ısırırlar. O anda haram olma hususu aklına gelir ve ısırdığı lokmayı yutmaz. Ancak ısırmış olduğu elmanın suyunu tatmıştır. Hemen akan suyu takip eder ve akan suya sarkan elma ağacını bulur. Sahibini arar ve helallik diler. Ancak bahçe sahibi; ”Hakkımı helal ederim ancak dilediğim kadar benim yanımda karın tokluğuna çalışırsan!” der. Hazreti Sabit kabul eder. Rivayetlere göre yedi yıl karın tokluğuna çalışır. Tekrar helallik ister, ama bahçe sahibi bu sefer de başka bir şart koşar; ”Benim bir kızım var. Gözü kör, kulağı sağır, dilsiz, elleri ve ayakları sakat. Bu kızımla evlenirsen sana hakkımı helal ederim.”der. Hazreti Sabit boynunu eğer ve kabul eder. Düğün gecesi odaya girince çok güzel bir kızla karşılaşır ve hemen yanlış odaya girdim diye odadan dışarı çıkar. Dışarıda kayınpederini bekler bulur ve neden odadan çıktığını sorunca, yanlış odaya girdiğini, içeride bahsedilen kusurlarda bir kızın olmadığını, çok güzel bir kızın olduğunu söyler. Kayınpederi ise; “Gözü kör dedim; çünkü harama bakmaz da o yüzden. Kulağı sağır dedim; harama kulak asmaz, dinlemez. Dilsiz dedim; haram yemez, haram konuşmaz. Elleri sakat dedim; harama el uzatmaz. Ayakları sakat dedim; haram yerlere adım atmaz.” diye söyler. Öyleyse mü’min bir kişi haram işlemek konusunda, tabiri caizse, gözü kör, kulağı sağır, dilsiz, elleri ve ayakları sakat olmalıdır.

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde; ”Kalbi bir havuz olarak, ağız, göz, burun gibi azaları insanın kalbine akan su damarcıkları olarak düşünün. O azalarıyla günah işlemişse o günahlar kalbe akar ve kalbi kirletir.” diye buyurmuşlardır. Yani mü’minin azalarıyla yaptığı iyi ya da kötü şeyler kalbine tesir eder. Öyleyse biz de hem Hâce Hazretleri’nin (ksa) sözünü yerde bırakmamalı, ibret almalı; hem de Peygamber Efendimiz’e (sav) layık bir ümmet olmaya çalışmalıyız.      

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hiç şüphesiz kul olmak isteyen önce Rabbi’ne gönülden inanmalıdır. Bu inanışın bir gereği olarak da O’na tevekkül edip teslim olmak esastır. Kul bilmelidir ki, rızkın kefili Allahu Teâlâ’dır. Kullara ulaşan her iyi iş ilâhi fermandan, zor işler ise kaderi ilâhiden habersiz olamaz. Hakiki mü’minin bilhassa bu ayeti celileye sarsılmaz bir imanı ve tevekkülü vardır:

“Allah’a bağlı olup O’ndan korkulursa, güç yollar kolay aşılır. Bilmediğimiz yerlerden rızık kapıları açılır. Kendisine tam tevekkül edene Allah kâfidir.” (Talak, 2)

İman sahibi, bu ayeti okuyunca daima ferahlar. Gün gelir ilâhi hikmet icabı önüne bir imtihan çıkıverir. O gün geldiğinde kul boş yere sızlanmaya başlarsa, tam olarak Rabbi’ne inanmamış, teslim olmamış demektir. Zira imtihan karşısında sızlanmak da bu kaderi değiştirmez. O kişinin hâlini Rasûlullah Efendimiz şu şekilde belirtir;

“Fakirlik, zaman olur ki kişiyi küfre yaklaştırır.”  Ancak hakiki iman sahibini bu felaketler sarsmaz. O her şeyin, saadetin ve acının geçici olduğunu bilir ve bunların imtihan olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Zira Rabbimiz dilerse belayı kaldırır. O’nun ihsanı ve lütfu boldur. Zaman gelip de kişi imtihan devresi bittiğinde, mü’min afiyete erer. Daima şükür ve hamd içinde olur.

Bu haller imtihanın iki yönden zuhur ettiğini gösterir; biri iman sahibinin imanını artırmak, diğeri imanı zayıf olanın maneviyatını korumak. Eğer o zayıf iman sahibi imtihanı kazanırsa imanı kuvvet kazanır.

Rasûlullah Efendimiz buyurmuştur ki:
“ Hayır ve şer iki meyvedir.”

Hayır ve şer iki meyve gibidir. Aynı yerde biterler, kökleri aynı yerdedir. Bir ağacın iki dalında iki ayrı meyvedir. Ağaç aynıdır, kök aynıdır, ancak meyvelerin tatları farklıdır. Biri tatlı iken diğeri acıdır. Bize düşen tatlı olanı seçmektir. Bu seçimi yapabilmenin yolu da bir mürşidi kâmilin terbiyesinde daim olmakladır.

Zira onların gözleri bizim gibi görmez; bizim gibi değildir onların görmeleri, işitmeleri, bakmaları. Bize düşen onların buyurduğu şeyleri seçmektir. Biz tatlı meyveye el uzattık derken acı olanı seçtiğimizi fark edemeyebiliriz. Bu sebeble bizim için hayır ve şer olanı bizden daha iyi gören mürşidimize teslim olabilmeliyiz.

Belanın birçok çeşidi vardır. Mal ve para bakımından nasipsiz olmakla insan, dünyevi bazı şeylerden korunur. Bazı şeylerden mahrum bırakılarak, manevi zararlardan korunur. Böylelikle zahirde zor görünen, hakikatte ilâhi bir rahmet olan şeyler vasıtasıyla kalp temizlenir. İçinde Hakk’ı, Hakk’ın Nebisi’ni ve O’nun varislerini barındırır. Zira onları barındıracak kalp de temiz olmak durumundadır.

Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Biz peygamberler zümresindeniz, belanın en çoğu bize verilmiştir. Sonra sıra ile iman bakımından derecelerine göre velilere, sıddıklara.”

Şüphe yok ki Allah’a dayanan sonunda kurtulur. Allah’a inanan için en dar zamanlar, en geniş zamanla değiştirilir. Bu iman ve sabırlarından ötürü, onlar her daim şükür içindedirler. Eğer bu şekilde düşünülür ve amel edilirse  yere daha sağlam basılır. Rabbimiz bu şekilde kullarını, başkalarından medet umma ve başkalarına sığınma gibi şeylerden muhafaza buyurur. Kul, Allah’tan gelen şeyi kabul ettiğinde kendisine manevi bir güç verilir, metaneti artar.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;
“Eğer şükrederseniz biz de ihsanımızı artırırız.” (İbrahim, 7)

Zorlukların en yakın olana isabet etmesi tabii olandır. Nasıl ki birinin bir sultana yaklaştığı nispette, yanlışlarının daha çok göze battığı, ceza çektiği görülürse, Hakk’a yakınlık nisbetinde zorluklar yaşanır. Şu ayeti kerime de bunu çok güzel ifade eder;

“Ey Peygamber’in hanımları! Sizden herhangi biriniz hataya düşerse, diğer hanımlara nazaran cezanız iki misli olur.” (Ahzab, 30) Görüldüğü gibi Cenâbı Hak, burada, Efendimiz’in hanımları ile diğer hanımları ayırt etmiştir.

Şüphesiz ki Allah’a dayanan kazanır. Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Kıyamet gününde en nasipsiz olan, dünyada fakir; ahirette ise cehennem azabına uğrayandır.” Bu hâlden Rabbimiz’e sığınırız.

Ashabı Kiram efendilerimiz de dünyada çok sıkıntı çekmişlerdir, ancak her zaman birbirlerine sabrı tavsiye etmişlerdir. Hz. Cabir’in hikayesi çok ibretliktir.

Hz. Cabir bir gün Rasûlullah Efendimiz’i evine davet etmiştir, ikram etmek için hazırlık yapmaya başlar. Kendisinin bir devesi vardır, onu da Rasûlullah Efendimiz’e ikram etmek için keser. Hz. Cabir’in iki oğlancığı vardır. Oğullarından biri babasını deveyi keserken izler. Eve dönen diğer oğlan devenin kesildiğini görünce, deveyi kimin kestiğini sorar. Kardeşi de babasının kestiğini söyler. Nasıl yaptı kardeşim bana da göster der. Kardeşi de Hz. Cabir’in deveye yaptıklarını göstereyim diye kardeşine yapar. Çocukcağız orada ruhunu teslim eder. Biraz sonra annesi gelir ve oğluna kardeşinin başına ne geldiğini sorar. Çocuk da olanı biteni bir bir anlatır. Kardeşinin öleceğini bilemediğini, sadece ona gösterdiğini söyler. Bunun üzerine anne de çocuğu dövmeye çalışır, çocuk da kaçmaya başlar. Çocuk evin damına çıkar ve kendini damdan aşağıya atar ve ruhunu teslim eder.  Anne ise; “Hüküm Allah’tandır.” der. Çocukları bir yere yatırır, sabreder. Az sonra Hz. Cabir elinde odunlarla eve gelir, ocak yakılır. Et pişirilir. Eşi, üzülmesin diye Hz. Cabir’e bir şey diyememiştir. Bir zaman sonra Rasûlullah Efendimiz eve teşrif buyururlar. Yemek sofraya getirilir. Ancak Rasûlullah Efendimiz yemeğe başlamaz ve Hz. Cabir’e iki çocuğunu sorar. Onların da sofraya gelmelerini buyurur. Hz. Cabir hanımına çocukları sorar, hanımı da; “Siz yiyin, ben onların hakkını ayırırım.” der. Hz. Cabir, Rasûlullah Efendimiz’e; “Efendim Siz yiyin, biz onların hakkını ayırırız.” der, ancak Rasûlullah Efendimiz, iki çocuk gelmeden bir şey yemeyeceğini söyler. Hz. Cabir bunun üzerine derhal hanımına gider ve tekrar çocukları sorar. Hanımı da üzgün bir şekilde çocukları gösterir ve olanı biteni anlatır. Eşine sabrı tavsiye eder. Rasûlullah Efendimiz’in bu olayı duyup da üzülmelerini istemediği için sustuğunu söyler. Eşine; “Ancak sen bildiğini yap.” der. Hz. Cabir de olanı biteni Rasûlullah Efendimiz’e anlatır. Peygamberimiz de derhal çocukları görmek ister. Çocuklar getirilir. Efendimiz de ashab da çok üzülürler. Derhal namusu ekber Hz. Cebrail gelir ve Peygamberimize Allahu Teâlâ’dan haber getirir;

“Ya Muhammed, Hak Teâlâ Sana selam etti. Habibim dua etsin, sahabiler “Âmin!” desinler, ben o oğlanları diri kılayım. O hatun, Benim Habibim’e hürmet etti. Oğullarının musibetine sabretti. Onun sabrı bereketinde ve Senin hürmetine oğlanları ben yine diri kılayım.” buyurur Rabbimiz.

Peygamberimiz hamd eder, derhal ellerini kaldırıp dua eder, ashab da “Âmin!” der. Oğlanlar sanki uykudan kalkmış gibi gözlerini ovarak uyanırlar. Rasûlullah Efendimiz’in mübarek ellerini öperler. Yemeği Peygamberimiz ile birlikte yerler. İşte ashabı kiram, Efendimiz’e karşı böyle bir ahlâk ve Rableri’ne karşı da tevekkül içinde idiler. Rabbim her daim şükür içinde olmayı ve şükredilecek vaziyette olduğumuzun bilincinde olmayı bizlere nasib etsin. Âmin!

Yararlanılan Kaynak: Fütuhu’l-Gayb, Abdulkadir Geylânî, Sezgin Neşriyat.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 16:13

ALLAH İÇİN VERDİĞİMİZ SÖZ

Hz. Peygamber (sav), yahudilere, Allah’ın onlardan kendisi hakkında aldığı söze ilişkin tutumlarını hatırlatınca Malik b. Sayf, “Vallahi, bizimle Muhammed hakkında bir ahitleşme ve sözleşme yapılmadı.” dedi. Bunun üzerine şu ayet indi:

“Onlar her ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.” (el-Bakara, 100)

Cenâbı Hak, yahudilerin durumlarını bildirmek ve yaptıklarını reddetmek için buyurdu ki: “Onlar her ne zaman bir antlaşma yapıp onu kabul etmişse içlerinden bir grup onu bozmuştur.” Yahudilerle zamanında şu sözleşme yapılmıştı: “Eğer onlar son peygamber olan Hz. Muhammed Efendimiz’e ulaşırlarsa muhakkak ona iman edip kendisine yardım edeceklerdi.”

O’na (sav) ulaştıklarında ise sözlerinde durmadılar ve bu anlaşmayı terk ettiler. Aynı şekilde yahudilerle, Rasûlullah Efendimiz’e karşı müşriklere yardımcı olmayacaklarına dair sözleşme de yapılmıştı; fakat onlardan yahudi Kurayza ve Nadiroğulları bu anlaşmaya uymadılar. Müşriklerle birlik olup Rasûlullah’a düşmanlık yaptılar. Bu anlaşmayı bozanlar da hepsi değil, içlerinden bir gruptu. Bu grup da onların çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Bunun içindir ki ayette; “Zaten onların çoğu iman etmez.” dendi. İşte bu çoğunluk, yaptıkları ahdi bozan ve haddi aşan kimselerdi.

Allah ile yapılan anlaşmayı bozmak bir münafıklık hareketidir. Aynı şekilde Allah’ın kullarıyla yapılan anlaşmalarda yapılan ihanet de bir münafıklık hareketidir. Hiç şüphesiz ki kişi sevdiği, aynı zamanda kendisinden hayâ ettiği ve saygı duyduğu birine karşı bu ihaneti gerçekleştiremez. Ancak imanlardaki zayıflık insanı bu sadakatten uzaklaştırabilir. Çünkü verilen sözün küçüğü veya büyüğü yoktur, o sözün kime verildiği önemlidir. Yapılan anlaşma, verilen söz anlaşmayı yaptığımız zat kadar önemlidir. Çünkü maksuda çıkan her kapı yaptığımız bu anlaşmalara olan sadakatimiz nisbetinde bize açılacaktır.

Allah Teâlâ kurtuluşa erenlerin sıfatını anlatırken şöyle buyurmuştur:

“Onlar, emanetlerine sahip çıkan ve sözlerine riayet eden kimselerdir.” (el-Mu’minûn, 8)  

Yani kurtuluşa eren o kimsedir ki, her şeyini Rabbi’ne verdiği ahit üzere yaşar, onun sınırlarını aşmaz, emirlerini yerine getirir, yasaklarından sakınır ve bütün yollarını O’na bağlar. Ömrünü O’na adar. O’nun rızasından çıkmamaya niyet eder, O’nun Resûlü’nün ve varislerinin yoluna tam bir teslimiyetle kendini verir.

O büyükler her şeyi Hak Teâlâ nazarından gördükleri için bizim sahip olmadığımız gözlerle bakarlar. Her yerde ve her şeyde bize doğru anlayışı aşılarlar. Onları tanıyan artık her şeye daha bir başka bakmaya başlar. Zira onların gönülleri her an Hakk’ın tecelligahıdır. Rasûlullah Efendimiz’in buyurduğu gibi; “…onlarla Allah arasında perde yoktur.”  İşte insan ancak o büyüklerin nazarıyla basiret sahibi olabilir. Hikmet onlarda toplanmıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Hak hikmeti, kullarından dilediğine verir.” Hikmet, dinde derin ilim sahibi olmak ve işlerde basiretle hareket etmektir.

Rasûlullah Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Allah kime hayır vermeyi murad ederse onu dinde fakih (güzel anlayış ve derin ilim sahibi) yapar; kendisine doğruyu ilham eder.”  (Taberani, el-Kebir, nr. 10445.)

Hikmet hakkında pek çok tarif yapılmıştır:  

Hikmet, görüşte isabettir. Hikmet, Allah’ın kitabını anlamaktır. Hikmet, Allah’tan gelen özel bir anlayışa sahip olmaktır.

Rasûlullah Efendimiz hikmet ile ilgili şöyle buyurmuştur; “Hikmetin başı, Allah korkusudur.”     

Yani evvela Hakk’ı bilmek , O’ndan gerektiği gibi sakınmak demektir. Hem ümit hem de korku arasında ölçüyü tutturabilmek demektir.

Şöyle de denilmiştir: Hikmet, bir şeye sağlam olarak başlamak ve onu istikamet üzere ilerletmektir. Böylece sonuç olarak Allah’a verdiğimiz söze sadık kalmak demektir.

Sûfî ıstılahında, Zât’ın sırlarına “kudret” derler. İlâhî sıfatların nurlarına da hikmet derler. Buna göre bütün varlık, hikmet ve kudretle ayakta tutulur. Kudret, varlıkları ortaya çıkarmaktadır. Hikmet ise onu örtmektedir. Kim hikmete takılıp kalarak kudreti müşahede etmekten perdelenirse o kimse, Allah’tan perdelenmiş olur. Aslolan bu dengeye dikkat etmek ve sonsuz kudret sahibine yönelebilmektir. Rabbimiz onlardan eylesin. Âmin…

Bahru’l-Meddi fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Mecid, İbn Acibe el-Haseni, Semerkand yay., c.1.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Resûlullah’ın (sav)  söz, fiil ve takrirleri sünenât-ı Muhammediye’yi oluşturmaktadır. O’nun yaşayışı İslam’ın ve dolayısıyla güzel ahlâkın zirvesidir. Kendisi de öyle buyuruyor:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” Güzel ahlâk O’nda kemâle ermiş ve yine bu ahlâk varislerinde tecelli etmiştir.

Fahri Kâinat Efendimiz dünyadan göçmeden önce bizlere tabiri caizse hayatın reçetesini vermiş ve onların dışına çıkmadan yaşamanın, kurtuluşa ve refaha çıkan tek kapı olduğunu bildirmiştir.

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.”  buyruğu üzere bu refah kapısının anahtarlarını varislerine emanet etmiştir. Artık bu anahtar onlarda ve çıkış da, felah da onların ahlâkıyla ahlâklanma, onların rızası doğrultusunda yaşama ve onların gönül kapısından içeri alınmayla tamam olmuştur.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:  

“O’nun nurunun misali, içinde (lambanın konulması için duvarın çıkıntısında) lamba/kandil yanan bir fener gibidir.” (en-Nur, 35)

Bu ayeti kerime üzerine büyüklerimiz, Resûlullah’ı o duvara, kalbi şerifini o çıkıntıya benzetmişlerdir. Kalbi şerifinden sudur olan, gelişen hadis ve hadislerinin hükümlerini de lambalara benzetmişlerdir. Yani nasıl ki, bir duvarın iç yüzüne veya çıkıntısına konulan lambalar, yerinin yüksekliği nisbetinde çevresini aydınlatıyorsa, aynı şekilde Resûlullah’ın kalbi şerifinden gelen hadisler de kendisine sarılan, onunla amel edip, onunla yaşayanlara manen ışıklar verip kalbini nurlandırmaktadır. Tîbî der ki; lamba bir taraftan alıcıdır ve bir taraftan vericidir. Allah’tan Resûlullah’a gelen nur, inananların kalbini aydınlatır.

O’nun nurunun misali bir fener gibidir. Nasıl ki bir fener, yağı alıp da onu ışığa çeviriyorsa, Resûlullah da Allah’tan (cc) aldıklarını varislerine, onlar da ihvanın gönüllerine nakşetmektedir.

İşte bu nur-i Muhammedî, Resûlullah’ın varislerine aktardığı bu nur, yine varisleri tarafından bir fener misali muhibbanın kalplerine işlenmekte ve onların yollarını aydınlatmaktadır.

Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Ve hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine (Kur’ân’a, sünenata, varislerine) sarılın.” (Âl-i İmrân, 103)

Allah’a ulaştıran bu ip, tıpkı O’nun dostlarının gönlü, kendisi gibidir. Nasıl ki Maksud’a bir aracı ile (onu Allah’a ulaştıracak Allah’ın ipi ile) varılırsa, işte Allah’ın dostları da teşbih misal o ip gibidir.

Maksuda ermek için muhakkak o ipe sımsıkı tutunup, sarılmaya ihtiyaç vardır. Ancak ipin sahibi o ipi yukarı doğru çektiği gibi aşağıya da indirebilir. Allah’a sığınırız, aynı zamanda o ipi tamamen ellerinden de bırakabilir. Şayet eğer o ip bırakılırsa, bizi Maksud’a ulaştıracak başka bir çıkış yoktur. O kişiye ne dünyada ne ahirette saadet vardır.

Efendimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Salih insanlar birer birer ölürler. Daha sonra arpa elekten geçirildiğinde artık kalan parçalar gibi insanlar geriye kalır. Bu insanlara Allah aldırış etmez.”  (Sahih-i Buhari, Polen yay. s.1049, 1984)

En büyük felah ile en büyük zillet arasında ince bir çizgi vardır. Ya o ipe tutunur ve o iple kurtuluşa ereriz veya bir an için o ipten, o ipin sahibinden gafil kalır ve o ipten düşüp zelil oluruz. Allah’a sığınırız.

Rabbimiz Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“… birçoğunu onunla saptırır, birçoğunu da onunla hak ve doğru yolda yürütür…” (el-Bakara, 26)

Yani muhakkak her türlü gidişatımız ancak onlarla hemhâl olmakla hayra ulaşır. Onlarsız atılan tek bir adım gaflet bataklığına iter. Tarifi imkânsız sıkıntılar yaşatır. Hem maddi hem de manevi sıkıntılar insanı dört bir yana savurur. Şayet onlar birini severse bırakmazlar, o kişi kendini bıraksa da onlar bırakmazlar. O insana şifa olurlar. Onları  ‘Hablillah’ halkalarına dahil ederler ve o kişinin gayreti nisbetinde de onu yukarı doğru çekerler. Şüphesiz insanız, günah işlemekteyiz ancak önemli olan o hatayı idrak edip, o hatada ısrar etmemektir. Tam bir pişmanlıkla tevbe etmektir. Hayatın tüm pusulalarını ona döndürmektir. Sadece onu kıble bilmektir. Bir an onun kıblegâhından dönse gönlü her anına kaza etmektir.

Rabbim bizi O’nun ipine sımsıkı tutunanlardan eylesin, bir an bile kendisinden gafil etmesin, bizi bize bırakmasın, rızasından ayırmasın. Âmin…

Tahkim-i Sâdât Şerh-i Mişkat, İsmail Çetin, Dilara Y. , c. 1, s. 185- 190.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

7. EBU SAİD EL-HUDRÎ (RA)

Ashabı kiramın fakihlerinden biri. Sa’d b. Malik b. Sinan b. Ubeyd, Adiyy b. Neccar kabilesindendir. Babası, Medine’de İslam’ın tebliği başladığında Müslüman olmuş, Ebu Said Müslüman bir ailede dünyaya gelmiştir. Ebu Said el-Hudrî, Rasûlullah’ın hadislerinden binden fazla rivayet eden Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik, Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas ve Cabir b. Abdillah ile birlikte muksirun adı verilen sahabilerden biridir. Bu yedi sahabe on altı binden fazla hadis rivayet etmiştir. Ebu Said el-Hudrî bin yüz yetmiş hadis rivayet etmiştir

Ebu Said, Medine’de Mescidi Nebevi’nin inşasına katılmış, Bedir Gazası’nda küçük olduğundan bulunamamış, on üç yaşında Uhud Gazası’na babası ile katılmış ve bu savaşta babası Malik şehid olmuştur. Babasının şehadetinden sonra ailenin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bağlamıştır. Ailenin kadınları “Kalk da Rasûlullah’a (sav)  git, O’ndan bir şey iste, herkes istiyor.” dediklerinde önce gitmemiş, sonra Rasûlullah’ın huzuruna gittiğinde O’nun şu hutbeyi irad ettiğini görmüştür: “İstiğna gösteren ve iffeti muhafaza eden insanları Cenabı Hak âlemden müstağni kılar.” Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatmıştır:  
“Rasûl-i Ekrem’den bir şey dilemeyerek döndüğüm halde Cenabı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 449.)

Haricilere ilişkin şu rivayeti vardır:  

“Bir gün Rasûlullah bir şeyleri taksim ederken bir adam geldi ve O’na: “Ya Rasûlallah, adalet üzere hareket et.” dedi. Rasûlullah: “Ben adalet etmezsem kim eder?” buyurdu. Hz. Ömer (ra) adamın kellesini uçurmak istedi. Rasûlullah buyurdu ki: “Hayır bırak. Onun öyle arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmeyecek, fakat onlar bir ok yayından nasıl çıkarsa dinden öyle çıkacaklar. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar bir fetret içinde iken zuhur edeceklerdir.” Ve o sırada o adam hakkında şu ayet nazil oldu:

“Adamlar içinde öyleleri vardır ki, Sen sadakayı dağıtırken Seni kaşla gözle muaheze ederler.”, “Sadakalar hakkında Sana dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnut olurlar, verilmezse hemen öfkeleniveririler. Eğer onlar Allah ve Rasûlü’nün kendilerine vermiş oldukları şeylere razı olsalar ve ‘Allah bize yeter; O ve Rasûlü bol nimetinden bize verecektir; doğrusu biz Allah’a gönül bağlayanlardanız.’ deselerdi daha hayırlı olurdu.” (et-Tevbe, 9/58-59)

Ebu Said el-Hudrî, ashabın âlim ve fakihlerindendi. Yanına gelen genç talebeleri,  “Hz. Peygamber’in bizlere tavsiye buyurduğu kimselere merhaba!” diyerek karşılar ve şöyle derdi: “Hz. Peygamber (sav) bize, sizin gibi olanlara yer vermemizi ve hadis öğretmemizi emretmişlerdi. Bizden sonra yerimize siz geçeceksiniz ve bu hadisleri halka nakledeceksiniz.”  derdi. (Kenz, V/243 İbnu’n-Neccar, Ebu Said’den)

Talebelerinden Kuz’a,  Ebu Said’e, Rasûlullah’ın namaz kılma şeklini sorduğunda Ebu Said şöyle demiştir: “Rasûl-i Ekrem öğle namazına durdukları zaman birimiz kalkar, Bâkî’ye gider, ne işi varsa görür, ondan sonra evine gelir, abdestini tazeler, sonra mescide döner, Resûl-i Ekrem’i birinci rekatte bulurdu.”  (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 35.)

Ebu Said el-Hudrî’nin (ra) rivayet ettiği bazı hadisler şunlardır:   

“Sahabilerime sövmeyin! Eğer sizden birisi, (sadaka olarak) Uhud dağı kadar altın dağıtsa, (dağıtılan) bu (altın) , onlardan birinin bir müddlük sadakasının sevabına ya da yarısına ulaşamaz.” [Buhari, Fezailu Ashabi’n- Nebi 5; Müslim, Fezailu’s- Sahabe 222  (2541)]

“Kalpler dört çeşittir; temiz ve nurlu kalpler, perdeli ve karanlık kalpler, çarpık kalpler, karışık kalpler. Temiz kalpler mü’minlerin kalbidir; iman bu kalplerin çorağıdır. Perdeli ve karanlık kalpler kâfirlerin kalpleridir. Çarpık kalpler münafıkların kalpleridir; bunlar Hakk’ı tanır, fakat onu inkar ederler. Karışık kalpler, içinde hem iman hem nifak bulunan kalplerdir; bu kalplerde kan da var, irin de var. Bunların hangisi galebe çalarsa o kalp de, o hal ve mahiyeti alır.”

Ebu Said el-Hudrî (ra) h.74 yılında, seksen bir yaşında vefat etmiştir.

KAYNAKLAR:   

1. Şamil İslam Ansiklopedisi, c.2, s.174-175.
2.  İbrahim el-Hazimi, Yedi Hadis İmamının İttifak Ettikleri Hadisler, Tercüme: Hanifi Akın
3. M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s- Sahabe, Mütercim: Ali Arslan, c.3, s.480
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort