JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

1. EBÛ HUREYRE (ra) Adı Abdurrahman b. Sahr; künyesi Ebû Hureyre’dir. Cahiliye döneminde ismi Abuşşems idi. Hz. Peygamber (sav) onu, Ab- durrahman olarak adlandırdı. Ne sebeple Ebû Hureyre diye künye edindiğini kendisi şöyle açıklamıştır: “Bir kedi bulmuştum, onu el- bisemin yeninde taşırdım; bundan dolayı Ebû Hureyre (kedicik babası) künyesiyle çağrılır oldum.” Hayber Gazvesi sıralarında Yemen’ den Medine’ye gelip Müslüman olmuştur. O tarihten itibaren Hz. Peygamber’in vefatına kadar O’ndan ayrılmayan bir sahabisi olmuş, kendisini O’nun hizmetine adamıştır. Hizmet süresi yaklaşık dört yılı buluyordu.

Hz. Peygamber’in misafirperverliği ve cömertliği sayesinde yaşayan Ebû Hureyre, Rasûlullah’ın mescidinde sadece ibadet ve ilimle meşgul olan Ehl-i Suffe’nin en ileri gelen siması idi. Rasûlullah’ı büyük bir muhabbetle sevmiş, O’nun sünnetine uygun olarak yaşamış ve hizmet etmiştir. İffet sahibiydi, eli açık ve cömertti. Hz. Osman’ın şehit edilme- sinden sonraki fitne olaylarında köşesine çe- kildi. Halk onun bu halinden söz ettiklerinde Rasûlullah’ın şu hadisini rivayet ediyordu: “Fitneler çıkacak. O zamanda, oturanlar ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim dönüp bakmaya yönelirse, o da ona yönelir. Kim bir sığınak veya korunak bulursa onunla korun- sun.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Fiten, 10.) Gülzâr-ı Hâcegân İmam Şafii gibi büyük âlimlerin bildirdiğine göre Ebû Hureyre kendi döne- mindeki hadis nakledenlerin içinde hafızası en sağlam olanıdır. Rasûlullah ile nispeten kısa sayılabilecek bir süre birlikte olmasına rağ- men, O’nun hadislerini bu kadar büyük bir sayıda elde edebilmesinin sırrı ve sebepleri şöyle açıklanabilir:

a) Hz. Peygamber ile sık sık görüşmesi ve O’na hiç çekinmeden her çeşit sorular sor- masıdır. Nitekim Buhârî ve Müslim’in naklet- tiklerine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: “Siz, Ebû Hureyre’nin çok hadis rivayet ettiğini söyleyip duruyorsunuz. Ben fakir bir kimseydim. Karın tokluğuna Hz. Peygamber’e hizmet ediyordum. Muha- cirler çarşıda, pazarda alışverişle, Ensar da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Hz. Peygamber’in meclislerinin bi- rinde bulunmuştum; buyurdu ki: ‘İçiniz- den kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa ben- den duyduğunu bir daha unutmaz.’ Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim, Hz. Peygamber de sözünü bitirince, onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o andan sonra O’ndan duyduğum hiçbir sözü unutmadım.” (Buhârî, İlim, 42; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 159)

b) İlme olan tutkunluğu ve Rasûlullah’ın ona bildiğini unutmaması için dua buyur- 59 masıdır. Bir adam Zeyd b. Sabit’e gelerek ona bir mesele sordu. O da Ebû Hureyre’ye gitmesini söyledi ve şöyle devam etti; “Çünkü bir gün ben, Ebû Hureyre ve bir başka sahabi Mescid’de oturuyorduk, dua ve zikirle meşgul idik. O sırada Hz. Peygamber geldi, yanımıza oturdu; biz de dua ve zikri bıraktık. Buyurdu ki: ‘Her biriniz Allah’tan bir dilekte bu- lunsun.’ Ben ve arkadaşım, Ebû Hureyre’den önce dua ettik, Hz. Peygamber de bizim du- amıza âmin dedi. Sıra Ebû Hureyre’ye geldi ve şöyle dua etti: ‘Allah’ım, Sen’den iki arkadaşımın istediklerini ve de unutulmayan bir ilim dilerim.’ Hz. Peygamber bu duaya da âmin dedi. Biz de, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, biz de Allah’tan unutulmayan bir ilim isteriz.’ dedik. Hz. Peygamber, ‘Devsli genç sizden önce davrandı.’ buyurdu.” [El-Hakim en-Nisaburi, Müst- edrek, (111, 508)]

c) Ebû Hureyre’nin büyük sahabilerle görüşmesi, onlardan birçok hadis alması ve bu sayede ilminin artıp ufkunun genişlemesidir.

d) Hz. Peygamber’in vefatından sonra uzun süre yaşamış olmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber’den sonra kırk yedi yıl yaşamış, ha- disleri halk arasında yaymakla meşgul olmuştur.

Bütün bunların neticesinde Ebû Hureyre (ra), sahabe içerisinde hadisi en iyi bilen, hadis alma ve rivayet etme hususunda diğer- lerinden daha üstün bir duruma gelmiştir. Onun rivayet ettiği hadisler, diğer sahabilerde veya birçoğunda dağınık halde bulunuyordu. Bu yüzden onlar Ebû Hureyre’ye başvuruyor, hadis rivayetinde ona dayanıyorlardı. İbn Ömer (ra), onun cenaze namazında, ona Allah’tan rahmet dileyerek, “Hz. Peygam- ber’in hadisini Müslümanlar adına muhafaza ediyordu.” demiştir.

Ebû Hureyre’nin o güne kadar Hz. Peygamber’e sorulmayan bazı önemli konuları sorup öğrendiği de bilinmektedir. Kıyamet gününde şefaate önce kimin nail olacağını 60 sorduğu zaman Rasûlullah kendisini takdir etmiş ve hadis öğrenme aşkıyla bu soruyu ilk defa onun soracağını tahmin ettiğini belirt- miştir. (Buhârî, İlim, 33; Rikak, 51) Ebû Hureyre, ileride meydana gelecek bazı siyasî karışıklık- ları dahi sorma cesaretini göstermiş, fakat kötü yöneticilere dair olduğu anlaşılan bu hadisleri, “Söylediğim takdirde başım gider.” diyerek kimseye anlatmamıştır. (Müsned, 5, 139; Buhârî, İlim, 42)

Ebû Hureyre, hayatının son dönem- lerinde yabancıların çoğaldığı, görüşebileceği sahabilerin azaldığı Medine’den ayrıldı ve yakın mesafede bulunan Zulhuleyfe’deki veya Akik’teki evine çekildi. Vefatından bir süre önce hastalandı ve 58 (m.678) yılında yetmiş sekiz yaşlarında iken vefat etti. Onun 57 (m.677) veya 59 (m.679) yılında vefat ettiği de söylenmektedir. Cenazesi Medine’ye geti- rildi. Abdullah b. Ömer ve Ebû Said el-Hudri gibi sahabilerin de katıldığı cenaze namazını Medine valisi Velid b. Utbe kıldırdıktan sonra Cennetu’l-Bâkî’ye defnedildi.

KAYNAKLAR

TDV İslam Ansiklopedisi, c. 10, s. 160-165, M. Yaşar Kandemir

Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 169-172, M. Ali Sönmez

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 11 Şubat 2014 09:44

MESCİD ADABI

Câbir İbni Abdullah Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Benden önce peygamberlerin hiçbirine verilmeyen şu beş özellik bana bahşedildi:

1- Yürüyerek bir ayda aşılacak mesafede bulunan düşmanlara korku salmakta ilahi yardıma mazhar oldum.

2- Yeryüzü Benim için mescid ve temizleyici vasfa sahip kılındı. Ümmetimden her kim, bir yerdeyken namaz vakti girerse namazını kılsın.

3- Ganimetler Bana helal kılındı.

4- Peygamberler kendi kavmine gönderildi, Ben  ise  tüm  insanlara gönderildim.

5- Bana şefaat etme hakkı verildi.”

Ebu Katâde es-Selemî’den  Hz. Peygamber’in  şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“İçinizden biri camiye girdiği zaman oturmadan önce iki rekât namaz kılsın.”

Nafi, İbni Ömer’den (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm); “Bu kapıyı kadınlara ayırsak.”  buyurmuştu. Nafi der ki; “İbni Ömer (radıyallahu anh), ölünceye kadar o kapıdan hiç girmedi.” [Ebu Davud, Salat 54, (571).]

AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mescidi  Nebevi’nin giriş kapılarından birinin kadınlara ayrılmasını dilemiş ve oradan erkeklerin girip çıkmamasını söylemişti. Bugün Mescidi Nebevi’de halen bir kapı kadınlara   mahsustur, oradan sadece onlar girip çıkarlar.

Ebu Hureyre’den  şöyle nakledilmiştir:

“Zenci bir adam veya zenci bir kadın, Mescidi Nebevî’yi süpürürdü. Derken vefat etti. Bir gün Hz. Peygamber onu sordu. Etrafındakiler; ‘Vefat etti.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü: ‘Onun vefatını bana haber vermeniz gerekmiyor muydu? Kabrini gösterin!’ buyurdu. Sonra mezarına gelip onun için namaz kıldı.”

SONUÇ:
*Camileri temizlemek faziletli bir ameldir.
*Ortadan kaybolan hizmetçi ve eş dost sorulur.
*Kişi dua ile ödüllendirilebilir.
*Hayırlı kimselerin cenaze namazına katılmak teşvik edilmiştir.
*Cenaze namazına yetişemeyen kimselerin, daha sonra ölünün kabrine gelerek onun için namaz kılması menduptur.
*Vefat, ilan edilir.

Hz. Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Bir adam  mescidde yitiğini ilan etti ve: ‘Kim kızıl deveyi gördü?’ dedi. Bunu işiten Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bulamaz ol! Mescidler  neye yarayacaksa onun için inşa edilmiştir (Gayesinden başka maksadla kullanılamaz)!’  buyurdular.” [Müslim, Mesacid 80, (569)]

AÇIKLAMA:
Bu hadis, mescidde kayıp ilanını  yasaklamaktadır. Âlimler bu hususta ihtilaflıdır. Bir kısmı buna mekruh derken, bir kısmı haram demiştir.

Camilerde yüksek sesle konuşmak da mekruh addedilmiştir. İmam Mâlik ve bir grup âlim “İlim için bile olsa!” diyerek yasağı âmm kılmıştır. Ebu Hanife ve Mâlikîlerden Muhammed İbnu Mesleme ilim, dava vs. gibi insanların muhtaç olduğu meselelerin mescidde yüksek sesle konuşulmasında beis görmemişlerdir.

Resûlullah’ın: “Mescidler ne maksadla yapılmışsa o iş içindir.” sözü, mescidlerin sadece ibadet ve zikrullaha tahsisini gerektirir. Bu sebeple İmam Mâlik gibi bir kısım alimler “çocuk okutma”yı bile bu  gayenin dışında görerek caiz bulmazlar. Sanat icrası, ticaret yapılması da caiz olmaz. Sâib İbn Yezîd’den şöyle nakledilmiştir:

Bir gün Mescidi Nebevî’de ayakta duruyordum. Birden adamın teki bana bir çakıl taşı attı. Hemen dönüp baktım. O kişi Ömer İbn Hattab’mış. Bana, “Git, şu iki adamı tut getir!”  dedi. Ben de gittim, onları bulup getirdim. Onlara ‘Siz kimsiniz?’ veya ‘Nerelisiniz?’ diye sordu. Onlar da ‘Taifliyiz.’ diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ömer onlara şöyle dedi: ‘Eğer Medineli olsaydınız canınızı yakardım. Zira siz, Rasûlullah’ın mescidinde sesinizi yükseltiyorsunuz!’

İmam Buhârî, camide yüksek sesle konuşmanın yasak olduğunu gösteren Hz. Ömer hadisi ile bunun yasak olmadığına delalet eden Ka’b hadisini zikretmek suretiyle; sesi yükseltmenin faydasız konularda yasak, zaruretin bulunduğu durumlarda ise mubah olduğuna işaret etmiştir.

(Eğer Medine’li olsaydınız!) Bu ifade, camide yüksek sesle konuşmanın daha önce yasaklandığını gösterir. Ayrıca bu hadise göre, hükmü bilme imkanı olmayan kimselerin cehaletleri hoş görülür.

Zeyd İbn Hâlid, Büsr İbn Saîd’i Ebu Cüheym’e gönderip, ona Hz. Peygamber’in  namaz kılanın önünden geçen hakkında ne buyurduğunu sormasını istemiş. Büsr, Ebu Cüheym’e gidip bu soruyu sormuş. O da şöyle cevap vermiştir; “Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittim:

‘Namaz kılanın önünden geçen, ne kadar büyük bir günah işlediğini bilseydi, onun önünden geçmek yerine kırk (zaman) beklemeyi daha hayırlı bulurdu.’ Ebu’n-Nadr şöyle demiştir: ‘Ravi kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı dedi hatırlamıyorum.’

KAYNAKLAR:
-İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l Bari
-İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

_ Ebu'd-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız öyleyse isimlerinizi güzel yapın."    
( Ebu Dâvud, Edeb: 69, (4948); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/424.)

İsimler, insan üzerinde te'sir ve telkin gücüne sahiptir. Bu sebeple isimlerin güzel olmasına dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de isim üzerinde ısrarla durmuştur. Sadece insanlardaki cahiliye devrinden kalma kötü isimleri değil, hayvan, eşya ve mekânlarla ilgili kötü isimleri de değiştirmiştir.

_ Sehl İbnu Sa'd es-Sâidi (radıyallahu anh) buyurdu ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Fâtıma (radıyallahu anhâ) annemizin evine uğramıştı. Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi evde bulamayınca:
"Amca oğlun nerede?" diye sordu.
Fatıma (radıyallahu anhâ):
"Aramızda bir şekerlenme oldu. Bunun üzerine bana kızdı ve çekip gitti" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) birine:
"Hele bir arayıver nereye gitmiş" diye emretti.
"Mescidde yatıyor!" diye haber verince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanına gitti. Hz. Ali (radıyallahu anh) gerçekten yatıyordu ve üzerinden ridası düşmüş, (bu sebeple) toprağa bulanmıştı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),

‘Kalk ey Ebu Turâb, kalk ey Ebu Turâb (yani Toprak babası)’ diye seslendi.

Sehl der ki: Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin en çok sevdiği ismi bu isimdi. (Buhârî, Salat: 58, Fadaili'l-Ashab: 9, Edeb: 113, İsti'zân: 40; Müslim, Fedailu's-Sahâbe: 38, (2409); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/431.)

Bu Hadis-i Şerif’ten şu hükümleri çıkartıyoruz;

1- Burada baba tarafından akrabalara "amcaoğlu" demeye bir irşad mevcuttur, çünkü Hz. Ali (radıyallahu anh), Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ)nın değil babasının yani Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcasının oğludur.

2- Ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit durumlarda dikkat celbedici (isti'taf) bir isim kullanmayı irşad buyurmaktadır. Sanki, Hz. Ali ile Fatıma arasındaki tatsızlığı sezmiş de bunun izâlesinde müessir olacak akrabalık bağ ve alâkaları hatırlatıyor gibi. Nitekim, Hz. Musa'nın kızması karşısında Hz. Hârun da ağabeyisi Musa (aleyhimâ'sselam)'ya "Ey annemoğlu" diye hitab etmiştir: "Ey annemoğlu sakalımı, başımı tutma..." (Tâha, 20/94).

3-Öfkelenmiş birisine şaka yaparak, öfkesinin teskin edilmesine de hadiste irşad mevcuttur.
4- Kızmış, gücenmiş birisine yakınlarının ilgi göstererek iltifat ve müdârede bulunarak gönlünü hoş etmeye çalışması gereği de hadisten anlaşılmaktadır. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ali'yi aramış bulmuş ve ona iltifatta bulunmuştur.

5- Baba kızının evine, kocasından izin almadan girebilir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/432.)

_ Esmâ Binti Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:

"Mekke'de Abdullah İbn Zübeyr (radıyallahu anh)'e hâmile kalmıştım. Doğum yaklaşmıştı ki, Mekke'yi terk ettim ve Medine'ye geldim, Kuba'ya indim. Abdullah'ı orada dünyaya getirdim. Doğunca, bebeği alıp Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürdüm, kucağına bıraktım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hurma istedi, ağzında çiğneyerek ezdikten sonra, tükürüğünden çocuğun ağzına bıraktı. Abdullah'ın midesine ilk inen şey Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mübarek tükürükleri idi. Sonra (yumuşattığı o) hurma ile çocuğun damağını oğdu, hakkında bereketle dua etti ve Abdullah ismini verdi. Müslüman aileden ilk doğan çocuk bu idi. (Medine'de bütün Müslümanlar) onun doğumuna çok sevindiler. Çünkü "Yahudiler size sihir yaptılar, asla doğum yapamayacaksınız" diye bir şayia çıkarılmıştı" (Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr: 45, Akîka: 1, Müslim, Âdâb: 26, (2146); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/432-433.)

Bu Hadis-i Şerif’ten şunları çıkartıyoruz;
1- Burada yeni doğan bir çocuğa yapılan muameleyle ilgili bir örnek görmekteyiz. Çocuk daha anne sütünü emmeden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürülüyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çocuğu kucağına oturtup, ağzında yumuşatmış olduğu hurma ile çocuğun damağını oğuyor ki buna tahnik denmektedir. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua edip isim veriyor. Yukardaki rivayette geçen Abdullah İbnu Zübeyr örneği tek değildir. Medine'de ikamet eden Müslümanların müstemir âdeti budur. Çocukları doğunca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirirlerdi.

2- Abdullah (radıyallahu anh)'ın ilk doğan Muhâcir çocuğu olması da bilhassa belirtiliyor. Çünkü Yahudi ve münafıklarca çıkartılan bir şâyianın huzursuz edici te'sirlerini bertaraf etmişti. Şöyle ki, Mekke'den gelen Muhâcirler herşeylerini bırakarak kuru canlarıyla gelmişlerdi, bir kısım maddî sıkıntıları vardı. Buna intibakta zorluk çektikleri, Medine'nin rutubetli havası, değişik ictimâî muhiti de eklenince vatan hasretlerini artıran bir durum ortaya çıkmıştı. Onların bu çeşit sıkıntılarını istismar ederek Müslümanların moralini bozmak, huzursuzluklarını artırmak için plânlı, şuurlu çalışmalar da yapılıyordu. İşte bunlardan biri, Muhâcirlerin artık Medine'de doğum yapamayacaklarına dair şâyia idi. "Yahudiler sihir yapmıştır, artık çocukları olmayacak" deniyordu. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız hâlet-i rûhiye şartlarında bu çeşit sözler müessir olabiliyor, morali bozup sıkıntılara mukavemet gücünü zaafa uğratabiliyordu.

İşte Abdullah İbnu Zübeyr'in doğumu böyle menfi şartlarda serinlemeye, morallerin düzelmesine sebep olmuştu. Bir Yahudi hilesini bozmuştu.

3- Abdullah'ın ilk Muhacir çocuğu olmasını "Medine'de" diye kayıtlamak gerekir, çünkü Habeşistan'da Abdullah İbnu Ca'fer doğmuştur. Hicretten sonra Medine'de Ensar'dan da -bir rivayete göre- Mesleme İbnu Muhalled doğmuştur. en-Nu'mân İbnu Beşîr'in ilk olduğu da söylenmiştir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/433-434.)

_Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Abdullah İbnu Ebi Talha'yı doğduğu zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürdüm. Bebek bir bez içerisinde idi. Vardığımızda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devesine katran sürüyordu.

"Beraberinde hurma da getirdin mi?" diye sordu.

"Evet" dedim ve birkaç tane hurma verdim. Onları ağzında çiğnedi, sonra çocuğun ağzını açtı. Ağzına tükrüğü püskürttü. Bebek, yalamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)

"Ensar'ın hurma sevgisine bakın (doğar doğmaz başlıyor)" diye  latife etti ve çocuğu “Abdullah”  diye isimlendirdi." (Buhârî, Cenâiz: 42, Akîka: 1; Müslim, Âdab: 22, (2144); Ebu Dâvud, Edeb: 69, (4951) Hadisin metni; Müslim'deki metindir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/434.)

_Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çirkin isimleri değiştirirdi" buyurmuştur. (Tirmizî, Edeb: 66, (2841); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/437.)

Hz. Aişe (radıyallahu anha) burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çirkin (kabih) isimleri değiştirme prensibini belirtiyor. Arkadan gelecek rivayetlerde, değiştirilen isimlerden örnekler görülecektir.

Çirkin diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı kabîh'tir. Bu hasen'in zıddıdır. Hasen ise güzel demektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın değiştirdiği isimlerin cümlesini "çirkin" kabul ederek tedkîk edecek olursak, hepsinin aynı çeşitten "çirkinlik"i taşımadığını görürüz.
Mesela; müteakip hadiste “Berre” isminin değiştirildiğini görüyoruz. “Berre” , “Birr” kökünden türemiştir; iyi insan, kusursuz kimse gibi mânalara gelir. Bu ismi taşıyanın zihnine, kendini beğenme gibi bir mâna verebilir. Nitekim bizzat hadisten öğreniyoruz ki Berre hakkında "O, kendini temize çıkarıyor" diye dedikodu yapılmıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kulağına bu söz gelince ismi Zeyneb'e çevirmiştir. Şu halde bundaki "çirkinlik" mananın çirkinliğinden gelmiyor. "Kendinizi temize çıkarmayın, kimin muttaki (temiz) olduğunu O (Allah) çok iyi bilir" (en-Necm, 53/32) âyetine muhâlefetten ileri geliyor. Şu halde İslâm adabına uymayan, kişiye gurur, kibir, aldanma telkin edecek isimler "çirkin" dir.

Dilimizde, Aziz, Kadîr gibi -yukarıda verilen ölçüye göre mahzurlu olan isimler- çocuklara verilmektedir. Bunlar Abdülaziz, Abdilkadîr'den kısaltma olmalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a ait isimlerdir, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunlarla isimlendirmeyi uygun görmemiş ve her seferinde değiştirmiştir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/438.)

Kaynak: İbrahim Canan,  Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 05 Şubat 2014 09:11

SÜNNETTE, TEMİZLİĞE VERİLEN ÖNEM

Medeniyet idrakinin önemli ilkelerinden biri de geçmiş hiç bir din ve fikir sisteminde bulunmadığı oranda İslâm'da temizliğe verilen değerdir. İslâm temizliği, inanç ve ibadet ilkeleri içerisine yerleştirmiş olarak günlük hayatının bir parçası olarak görmüştür.

Bilindiği üzere İslâm, Müslümanın sürekli Allah (cc) ile beraber olmasını sağlamış ve sabah fecrin doğmasından gece şafağın kaybolmasına kadar olan zamanda kılınan beş vakit namazı, kadın erkek her Müslüman üzerine farz kılmıştır. Beş vakit namaz, Müslüman için adeta psikolojik bir arınma vesilesidir. Buna göre Müslüman, günde beş kez hatalarından ve maddî/manevî kirlerinden yıkanıp arınmış olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir.” (Hud, 11/14)

Her şeyden önce namazda başta hissî/maddî temizlik şart koşulmuştur. Namaz, cennetin anahtarı; taharet/abdest de namazın anahtarıdır. Resûli Ekrem şöyle buyurmuştur: “Allah (cc), taharetsiz (abdestsiz) hiç bir namazı kabul etmez.” (Buhari, Vudu, 2; Müslim, Taharet, 1.)

Burada sözü edilen taharet, maddî pisliklerden (necaset) temizlik ve manevî pisliklerden (hades) temizlik olmak üzere iki kısımdır. Maddî pisliklerden temizlikten maksat; namaz kılanın bedenini, namaz kıldığı elbisesini, üzerinde namaz kıldığı yeri, kan, leş ve domuzun bulaştırdığı pislikler ile insan ve hayvan idrar/dışkısı gibi şer’an pislik sayılan şeylerden temizlemesidir. Manevî temizlik (hadesten taharet) ise, hissi yani elle tutulur, gözle görülür pislikten temizlenme değil; hükmî bir temizliktir. Yani şâri'in (hüküm koyucu) hükmüyle küçük taharet/abdest almayı gerektiren durum olup pisliğe bulaşması diğerlerine oranla daha fazla mümkün olan uzuvların yıkanmasıdır. Veyahut da büyük taharet/gusül abdestini gerektiren durumun meydana gelmesidir. Çoğu zaman tekerrür eden tabii sebeplerden dolayı, bu taharetin diğeriyle irtibatı, Müslümanın temizlenmesini (abdest veya gusül olarak) gerekli kılmaktadır.

Bunun da ötesinde İslâm, özellikle cuma namazı ve cemaatle kılınan diğer namazlarında din kardeşleriyle buluşacağı zaman, Müslümanın beden temizliğine önem vermesini müstehap olarak değerlendirmiştir. Zira cuma namazından önce gusletmenin müstehap   olduğuna   dair   hadisler   bulunmaktadır. “Cuma  günü gusletmek, bulûğa eren her Müslümana vaciptir.” (Buhari, Cuma, 2-3; Ebu Davud, Taharet, 127) Mealindeki hadiste de olduğu gibi, bazı rivayetlerde cuma günü gusletmenin vacip olduğundan bile bahsedilmektedir. Diğer bir hadiste de Müslümanın haftada en az bir kere yıkanmasının gerekli olduğu ifade edilir: “Her yedi günün birinde, başını ve bütün vücudunu yıkamak suretiyle banyo yapmak, her (akıl-balîğ) Müslüman üzerine (Allah’ın) bir hakkıdır.” (Buhari, Cum’a, 12.)

Öte yandan sünnet, vücudun belli azalarının yıkanmasına da özel önem vermiştir. Ağız, sünnetin temizlenmesine bilhassa itina gösterdiği uzuvlardan olup onun temizlenmesi için, Arap Yarımadası’nda yaşayanların kolayca elde edebilecekleri “misvak ağacının dalları” vesile kılınmıştır. Bir hadisinde Resûli Ekrem şöyle buyurur: “Misvak ağız için temizlik ve Rabbin rızasını kazanma vesilesidir.” (Buhari, Savm, 27; Nesai, Taharet, 4)

Sünnetin, temizlenmesine özel önem verdiği uzuvlardan biri de saçlardır. Bir hadisi şerifte; “Saçı olan, ona hizmet etsin/yıkayıp temizlesin.” buyrulmuştur. (Ebu Davud, Tereccül, 3) Atâ b. Yesâr rivayete göre şöyle demiştir: “Resûlullah’ın (sav) mescitte olduğu bir sırada saçı sakalı karmakarışık bir adam içeri girdi. Resûlullah bu adama -Sanki ona saçını düzeltmesini emrediyordu.- işarette bulundu. Adam saçını düzelterek geri döndüğünde Resû-li Ekrem, şöyle buyurdu: 'Böyle olması, sizden birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık bir vaziyette gelmesinden daha hayırlı değil midir?’ (Malik, Muvatta, Şa’r, 7)”

Bütün bunlar göstermektedir ki, Müslümanların en büyük muallimi Hz. Peygamber (sav), İslâm'ın birincil önceliği olan iç/bâtın güzelliğine önem verdiği gibi, dış görünüşün güzel olmasına ve estetik değerleri de ihmal etmemiş ve bunları ashabına öğretmiştir.

Resûlullah (sav) yemekten, özellikle de et yedikten sonra ellerini yıkamalarını da ashabına öğretmiş ve özellikle uykudan önce bunu ihmal etmemelerini tembihlemiştir. Bu hususta O (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden her kim ellerine et (kokusu) bulaşmış olduğu halde (güzelce) yıkamadan uyur ve bu durumdayken başına bir şey gelirse, kendisinden başka hiç kimseyi kınamasın.”

Sünnet, evlerin temizliğine de özel önem vermiştir. Bir hadisi şerifte; “Evinizi ve avlunuzu temizleyin.(Evlerinizi pis tutmak suretiyle), yahudilere benzemeyin!” buyrulmuştur. Sünnetin temizliğine ehemmiyet verdiği mekânlardan bir diğeri de yollardır. Bu sebeple, gelip geçenlere eziyet veren cismin yoldan kaldırılması, “sadaka” olarak değerlendirilmiş, imanın cüzlerinden sayılmıştır. Öyleyse yolda bulunan necaset ve her türlü pisliğin kaldırılması da, bu hadisteki mâna üzere sadaka hükmündedir.     

Kur’ân-ı Kerim’de olduğu üzere, sünnetin temizliğe verdiği önem, esasen birkaç sebepten kaynaklanmaktadır:   

Birincisi: Temizlik, Allah Teâlâ’nın sevdiği güzel hasletlerdendir. O (cc) şöyle buyurmuştur: “Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de  temizlenenleri de sever.” (el-Bakara, 2/222)

Diğer bir ayette de, Küba Mescidi cemaatinin temizliği övülerek şöyle buyrulmuştur: “İlk günden takva üzerine kurulan mescit (Küba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (et-Tevbe, 9/108)

İkincisi: Temizlik, sağlıklı ve güçlü olma vesilesidir. İslâm, bedenin sağlıklı ve kuvvetli olmasına son derece önem verir. Zira bu, fert açısından her an zinde ve hazırlıklı olmak; cemaat bakımından ise, ileriye dönük yatırım yapmaktır. Çünkü Allah katında kuvvetli mümin zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevimlidir. Beden, Müslümana verilmiş bir emanettir. Dolayısıyla onu aşırı yıpratmak da ihmal ederek hastalığa yakalanmasına yol açmak da caiz değildir. Nitekim Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır.”  (Buhari, Savm, 55.)

Üçüncüsü: Temizlik, Allah ve Resûlü’nün sevdiği güzellik ve güzel görünüm için şarttır. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulur: “Allah güzeldir, güzeli sever!” Hz. Peygamber bu hadisini, “Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez.” hadisinden sonra irâd buyurmuştur. Bir adam çıkıp, “Muhakkak ben elbisemin, ayakkabılarımın güzel olmasını istiyorum.” veya “Bir kimse elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olmasını ister.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: “Allah güzeldir, güzeli sever. Hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemek de kibirdir.” (Müslim, İman, 147.)

Allah Teâlâ; “Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin.” buyurmuş, sonra da şöyle devam etmiştir: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?” (el-Araf, 7/31-32)

Bu sebeple Allah Resûlü (sav), kişinin iş elbiseleriyle camiye gitmesini yasaklamıştır. Dolayısıyla kişiye yakışan, mescide gitmek istediğinde güzel elbiselerini giymesi, güzel kokular sürmesi ve saçını taramasıdır. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda da “Rabbim için güzelleşiyorum.” deyip, “Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin.” âyetini yaşamasıdır.

Dördüncüsü: Temizlik ve güzel görünüm, insanlar arasındaki irtibat ve iletişimin güçlenmesine vesile olur. İnsan, fıtratı gereği, pislikten nefret edip pis insanlardan da kaçınmaya çalışır. Cuma günü namazdan önce yıkanmaya teşvik edilmesinin gerisindeki sır, belki de bu olsa gerektir. Aynı şekilde soğan, sarımsak, pırasa gibi nahoş koku veren sebzeleri yeyip camiye gidilmesinin yasaklanmasının ardındaki hikmet de budur. Zira böylelikle yayılması muhtemel kötü kokulardan insanlar rahatsız olmamış olurlar. Eğer kişi bu gibi sebzeleri yemede kararlı ise, mescide gidip cemaatle namaz kılma sevabından mahrum kalacağını bilerek yemelidir.

Sahihayn'da İbn Ömer'den (ra) rivayet edilen bir hadisi şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim şu yeşillikten -sarımsağı kastediyor- yerse, (bu haliyle) mescidimize yaklaşmasın.” (Müslim, Mesacid, 68.72) Benzer manadaki bir hadis de Hz. Enes’den (ra) rivayet edilmiştir. Hz. Cabir’den (ra) rivayet olunan merfû bir hadiste ise, “Her kim sarımsak, soğan yerse, -bizden yahut mescidimizden- uzak durup evinde otursun.” (Buhari, Ezan, 160.) buyrulmuştur. Yine merfû olarak Muğîre b. Şube’den nakledilen rivayette de Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim bu kötü yeşillikten/ağaçtan yerse, kokusu gidinceye kadar namazgâhımıza yaklaşmasın.”

Görüldüğü gibi bütün bu hadislerde, sarımsak, soğan ve pırasa gibi ağızda nahoş koku oluşturan bu sebzeleri yiyenler bir anlamda kınanmıştır. Dahası bu sebzeleri yiyenler bu halleriyle mescitlere girmemeleri konusunda, haramla tehdit edilmiştir. Çağımızda ise bu yasaklamanın kapsamına, sigara vb. kokusuyla insanlara eziyet veren maddelerin girdiğinde şüphe yoktur. Zira yenildiğinde nahoş koku veren bu sebzeler, aslında helâl yiyeceklerdir. Ancak sigara bu helâlliğin dışındadır. Çünkü sigaranın, gerek sağlık gerekse maddî bakımdan kişiye zararları bulunmakta bu yönleriyle de haram olduğu bilinmektedir.

Burada zikredilmeyenlerle birlikte bütün bu Nebevî emir ve tavsiyeler, din adına insana ve çevreye verilen önemin göstergeleridir. Nebevî adımların örnekleri olan bu emir ve tavsiyelerin, insanlık tarihinde benzeri bulunmamaktadır.  

Kaynak: Yusuf el-Karadavi; “Bilgi ve Medeniyet Kaynağı Olarak Sünnet”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 04 Şubat 2014 00:00

HADİSTE TEDVİN ve TASNİF

Tedvin, sözlük anlamı olarak dağınık malzemenin bir araya toplanması demektir.

 

Hadis tarihi içindeki ıstılahi anlamı ise, dillerde ve/veya değişik yazı malzemeleri üzerinde dağınık halde bulunan hadis metinlerinin herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutulmaksızın bir araya getirilmesidir. Bu demektir ki, tedvin;

 

Henüz yazıya geçmemiş, rivayetleri yazıya geçirmek,

 

Eskiden yazılmış veya yeni yazıya geçirilmiş olan hadis metinlerini ayrıma tabi tutmadan bir araya toplamak, gibi iki ayrı işi ifade etmektedir.

 

Ayrıca tedvin edilen malzemenin, müdevvin tarafından bizzat yazılmış olması gibi bir şart da söz konusu değildir. Müdevvin kendi yazdıkları ile birlikte başkalarının yazdıklarını da pek tabii olarak toplayabilir.

 

Aslında dikkat edilirse kitabet, tedvin ve tasnif kelimelerinde ortak nokta “toplanmak” tır. Ama bu üç terim anlam, kapsam, sistem ve zaman bakımından farklı “toplama” işlemlerine delalet etmektedir. Şöyle ki:

 

Kitabet, herhangi bir sahabinin bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu hadisleri kendisi için yazıp bir araya getirmesi olayıdır. Bunlar, hatırlamak maksadıyla tutulmuş özel notlar (müzekkirat)dır. Hadisleri yazı ile tespit eden sahabilerden herhangi birinin, bir başka sahabinin rivayetlerini yazma girişiminde bulunduğuna dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Sahabileri, ellerinde hadis yazılı vesikalar dolaşırken de görmemekteyiz.

 

Kitabet anlamındaki bu tedvin, kapsam olarak “kendi işittiği hadisler”i herhangi bir sisteme bağlı olmaksızın Hz. Peygamber ve ashab devri sınırları içinde kalarak yapılan “en dar anlamda, toplama”dır.

 

 

Tedvin belli bir sisteme bağlı olmasa bile zaman olarak büyük tabiiler devri diyebileceğimiz birinci asrın sonları, ikinci asrın başlarına ait bir “umûmi ve resmi toplama”  olayıdır.

 

 

Tasnif ise tedvin edilmiş (müdevven) malzemenin, ya sahabi ravisine ya da ilgili alanlarına göre belli bölüm ve bab/konularda  “toplanması”nı ifade etmektedir. Tasnif, zaman olarak, tedvinden sonra ki bir döneme ait, “kitaplaştırma anlamında bir toplama” faaliyetidir.

 

 

Hadis tarihi içinde, hadis edebiyatına başlangıç teşkil eden resmi ve sistemli bir tedvin faaliyetinin hicri birinci asrın sonları ve ikinci asrın başlarında Ömer b. Abdilaziz’in (101/719) emriyle başladığı kabul edilmiştir. Onun Medine valisi, Ebu Bekr b. Hazm’a (120/738) ve ülkenin her tarafına (ila ehli’l-afak) gönderdiği resmi yazı şudur.

 

“Hz. Peygamber’in hadislerini, sünnetlerini (Amra bint Abdirrahman’ın rivayetlerini) araştır ve yaz; zira ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden endişe ediyorum.

 

Tedvin faaliyetinin en meşhur ismi İbn Şihab ez-Zuhri’dir. İbn Şihab için “Hadisi ilk tedvin eden kişi” denilmektedir. Nitekim Halife Ömer b. Abdilaziz’in emrini ilk gerçekleştiren ez-Zuhri’dir. Ebu Bekr b. Hazm, derlediklerini göndermeden halife vefat etmiştir. Neticede de İbn Hazm’ın topladıkları kaybolmuştur.

 

Emevi halifesi Velid b. Yezid’in öldürülmesinden sonra, Mervan ailesi için, ez-Zuhri’nin yazdığı hadislerin kitaplar halinde hayvanlarla taşındığı görülecek ve Zuhri’nin tedvin konusundaki çalışmalarının boyutları hayranlık uyandıracaktır.

 

Zuhri’nin bu yazdıkları arasında sahabe kayilleri de bulunmaktaydı. Çünkü Zuhri -bunları da “sünnet” içinde mütalaa ediyordu.

 

Tedvin, sünnet malzemesini herhangi bir ayrım söz konusu olmaksızın ve yok olmaktan korumak maksadıyla yazılı olarak bir araya getirmek şeklinde gerçekleştirilmiştir.

 

Tedvin hicri ikinci asrın ilk çeyreğinde bitmiş, tasnif dönemi onu takip etmiştir.

 

Tasnif devrinde başlayıp süregelen iki ana tasnif sistemi görülmektedir. Bunlardan biri hadislerin onları rivayet eden sahabi ravilerinin isimlerine göre sıralanması (ale’r-rical), ikincisi de konularına göre (ale’l-ebvab) tasnife tabi tutulmasıdır.

 

Hiç kuşkusuz tasnif sistemleri, toplumdaki ihtiyaca ve musanniflerin amaçlarına uygun olarak ortaya çıkmıştır. Musannif ve müelliflerin maksatları ise, tabii olarak farklılıklar arzedecektir. Biz burada bu ilişkiyi de dikkate alarak tasnif sistemlerine kısaca temas edeceğiz.

 

Ale’r-Rical Tasnif:

 

Bu sistemde sahabi raviler muhtelif kriterlere göre sıralanır ve her birinden rivayet edilen hadisler, konularına bakılmaksızın isimleri altına dercedilir.

 

Kriter olarak da sahabilerin Müslüman olmakla kıdemi, Hz. Peygamber’e yakınlık derecesi gibi hususlar benimsenir. Mesela Ebu Davud et-Tayalisi ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’lerinde aşere-i mübeşşereden ilk halife Hz. Ebu Bekr’in Müsned ilk sırayı alır.

 

Bu sistem hadis metinlerini olduğu gibi korumak ve ricale ait rivayetleri bir yerde toplamak maksadından kaynaklanmaktadır.

 

Müsnedlerden başka etraf kitapları ve mu’cemler de bu sisteme sahiptir. Ancak mu’cemlerde musannafın hocaları ya alfebetik ya kabilelerine göre sıralamaya tabi tutulmak suretiyle onların rivayet ettiği hadisler peş peşe verilir. Et-Taberani’nin el-Mu’cemu’l-Evsat ve el-Mu’cemu’s-Sağir’ i bu gurubun en meşhur örneğini teşkil eder. El-Mu’cemü’l-Kebir ise müsnedler gibi sahabi isimlerini esas alır.

 

Ale’l-Ebvab Tasnif:

 

Bu sistemde hadisler ravilerine bakılmadan konularına göre taksim ve tasnife tabi tutulur. Herhangi bir konunun esas ve tali noktalarıyla ilgili hadisleri bir arada bulmak mümkün olur. Zaten bu sistemin temelinde yatan ana gaye; hadisleri delil oldukları konularda zikretmek ve onlar için birer bab/konu tahsis etmektedir. Bu sistemle meydana getirilmiş eserlerin genel adı Musannef’tir.

 

Hemen işaret edelim ki bilhassa tasnif devri edebiyatı içinde Abdurrezzak b. Hemmam gibi musanniflerin eserleri de bu genel adı taşımaktadır.

 

Hadis edebiyatı içinde ilerideki sahifelerde tek tek tanıtacağımız Camiler ve Sünenler ve buna bağlı olarak müstedrek, müstehrec, zevaid vs. gibi isimlerle meydana getirilmiş eserlerde bu türe dâhildir.

 

Sistematik olarak kolaylıkla yaralanma imkanı veren musannef türü, hadis edebiyatının hâkim sistemidir.

 

Diğer Tasnif Sistemleri:

 

İlk örneklerini tasnif devrinden itibaren gördüğümüz bu ikili temel tasnif sistemleri yanında musanniflerin amaçlarına paralel olarak yeni bazı sistemlerde geliştirilmiştir. Bu alanda ilk teşebbüs, bahis konusu iki sistemi karma olarak uygulamak şeklinde görülmüştür. Baki b. Mahled Müsned’inde her sahabinin rivayetlerini o ismin altına (konularına göre) fıkhî tertibe koymuştur. Böylece Ale’r-Rical sistem içinde Ale’l-Ebvab sistemi uygulanmış ve onun kitabı musannef niteliği kazanmıştır.

 

Daha sonraları da daha çok Ale’r-Rical sisteme yakın gözüken Ale’l-Ahruf (alfabetik) bir sisteme geçilerek hadisler ilk kelimelerine göre tasnif edilmiştir. Bunun en yaygın örneği Süyuti’nin el-Cami’u’s-Sağir’ i olmuştur.

 

Hadis edebiyatı içinde çok daha değişik amaçlara bağlı olarak değişik isim ve muhtevada eserler meydana getirilmiştir. Prensibi; İbnu’l-Esir el-Cezeri’nin dilinden belirtmekle yetiniyoruz:

 

“Değişik amaçlar, değişik eserlerin ortaya çıkmasının sebebidir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

globerx24.com

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort