JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Mutlu ve psikolojik açıdan sağlıklı çocuklar yetiştirebilmenin anahtarı, ebeveynlerin kendi mutluluğudur. Ebeveynin mutluluğu ve huzuru, kendini enerjik hissetmesi, çocuğun da böyle hissedebilmesi için önemli bir etkendir.

Gündelik hayatın telaş ve yoğunluğundan uzaklaşarak aile içerisinde sorumlu olduğumuz her bir ferde özel ilgi ve zaman ayırmamız, onları dinlemeye hazır bulunmamız, davranışlarının nedenini merak etmemiz, onların hayatında neler olduğunu anlama çabamız aile içerisinde paylaşımı, karşılıklı güveni, iletişimi sağlar. Bu durum, özellikle çocuklarımız büyüyüp de hayatındaki gelişmelerle ilgili bilgi vermediğinde daha çok önem kazanacaktır. Hayatımızda çocuklarımızın onlara ait, ayrılmış özel birer yerlerinin olduğunu bilmesi; sadece kelimelerle kurulamayacak bir güven ve süreklilik duygusuna sahip olmalarını da sağlar.

Ailenin en önemli görevi olan koruyuculuk ve kuşatıcılık yönünü yerine getirmedeki başarısı, aile bireylerini mutlu kılar. Çünkü toplumsal yapının stres ve acımasızlığı, insanda sığınabileceği, ihtiyaç duyduğunda sırtını yaslayabileceği, güven duyduğu tarafa iter. Aile, bu yönden bireylerine cevap veremediğinde, bu boşluk dışarıda başka kişilerle ya da aktivitelerle doldurulmaya çalışılır. İnsan, ihtiyaç duyduğunu nerede bulabiliyorsa, ya da bulduğunu sanıyorsa orayla sıkı bir gönül bağına girer. Zamanını, enerjisini, gayretini oraya bağlar. Anlayışını ve yaşantısını buraya göre şekillendirir.

Bireylerinin birbirinden uzaklaştığını gören aile, bunun sebeplerini genellikle toplumda arar. Bu durumu toplumda gördüğü hızla çoğalmakta olan kültürel, ahlaki sapmalarla açıklamaya çalışmak yerine toplumda yaşadığımız maneviyatsızlığın, ahlaki ve kültürel sapmaların, ailenin koruyuculuk ve kuşatıcılık fonksiyonunu yerine getirememesinin doğal sonucu olduğunu kabul ederek anlamaya çalışmak daha doğru olacaktır.

Aile toplumun çekirdeğidir. Toplumu aileler oluşturur. Bireylerine sahip çıkan, ihtiyaçlarına cevap arayan, mutlu ailelerde yetişen fertlerle oluşan toplumda birlik, beraberlik, anlayış, sevgi, saygı, ortak değerleri yaşama ve yaşatma, yardımlaşma, dayanışma bilinci doğal olarak gelişir.

Bize, sahiplenicilerin en güzeli olan Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde Bakara Suresi’nin 138. ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor: “Sizler ancak ve ancak Allah’ın kullarısınız.” Bizi zatına kabul buyuran Rabbimiz, Cenabı Hak, siz benimsiniz, bana aitsiniz müjdesiyle, tek onur sebebimizi ortaya koymaktadır. İnsanın dünyadaki hayatı süresince asıl amacından şaşırmaması için bize verilen bu pusula, gerçek mutluluğun da anahtarıdır.

Her şey kaybolduğu yerde aranır. Mutluluğu kalbimizde kaybettik. Kalp O’nunla olmakla, O’nu anmakla mutluluğa erer. Bunun dışında mutluluğu arayacak ne bir yer ne de bir yol vardır. İnsanın dünyadaki tüm çaba ve gayreti O’na aitliğimizi belirleyecek, O’nun boyası ile boyanmak olmalıdır. Allah’ın boyası ile boyanmak, iman boyası ile boyanmak demektir. Cenabı Hak buyuruyor ki, bundan daha güzel bir boya olamaz. Kulluk boyasıyla, ubudiyet boyasıyla, iman nuru ile boyanıp özümüz dışımıza yansıdıkça, kendimizden sıyrılırız. Gerçeklerin perdesi olan benliğimizden uzaklaştıkça asliyetimize döneriz. Asliyetini fark ederek içi dışı bir yaşayan kişi, zorluk ve sıkıntıda da nimet ve bolluk zamanında da Allah’tan irtibatını, ümidini kesmez. Bu dünyalık sıkıntılar karşısında Hakk’a olan güveni sarsılmaz, Hakk’ın ipini bırakmaz, Allah’a sırt çevirmez, Allah’tan ümidini kesmez. Mutluluğu, huzuru Allah’tan başka sebeplere bağlamaz. Allah’ı bırakıp başkalarından ummaz.

En büyük saadet O’nunla olmaktır “İyya-kenesta’in” ifadesini iyi düşünmemizi ve bu ifade de samimi olmamızı pek çok sohbetinde ifade buyuran büyüğümüz Hâce Hazretleri “Ancak Sen’den isterim” derken Rabbimizden: “Ya Rabbi, Sen’den Sen’i isterim. Rızanı, likanı isterim, hoşnutluğunu, yakınlığını isterim. Elimden tutmanı isterim. Bana lütfetmeni, merhamet buyurmanı, beni bir an bırakmamanı isterim.” Bunları isteyebilmek bizim mutluluğumuzun anahtarıdır. Bu manada himmeti yüce tutmalı O’ndan yine kendisini istemeyeliz. O’nunla olanın her şeyi vardır. O’nsuzluk, mutsuzluğumuzun asıl sebebidir. Mutluluğu O’ndan başka yerlerde aramak, Hz. Musa’nın kavminin soğan, sarımsak istemesinden farksızdır bizler için.

Mutluluğu, saadeti, huzuru yanlış yerlerde arıyoruz. Alışkanlıklarımızı terk etmek bizim için çok güç olabilir ama bizi olmadık hallere sokan bu alışkanlıklarımız değilmi ki zaten. Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde: “Dünya ve içindekiler lanetlidir. Ancak Allah için olan şeyler müstesna.” buyurmuşlar. Ancak gerçek saadet, O’nun için olmakla elde edilir. Aksi halde dışarıda aradığımız, gayrı ne varsa, bunların tamamı bizim mutsuzluk kaynağımızdır.

Aile toplumun geleceğidir. Bizler bu anlayışla hareket edersek aile içerisinde gerçek huzuru bulabiliriz. Anne ve babalar, gerçek mutluluğu aile efradına bulaştırarak o minik yavruların ilk geldikleri gibi bozulmadan, güzelliklerinin hakikatini kavrayarak hep güzel kalabilmelerini sağlarlar. Bu ailelerin sayısı çoğaldıkça toplumdaki değer ve hakikat anlayışı da yeniden şekillenecektir.

Çocuklar kendi çevrelerinde öğrendikleri yaşam kalıbıyla, hayata bakış örnekleriyle kendisini şekillendirir. Dünya adaptasyonunda önüne sunulan model ne ise ona göre konumunu belirler. Bugün çocuklarımız gündemi oluşturan, kitle iletişim araçlarının sunduğu, popüler kültürün etki alanında büyüyor. Çocuklarımız, toplumda rağbet gören ne ise, okullarda kendisine öğretilen şekilde toplumdaki yerini almaya hazırlanıyor.

Aile sağlam temellere dayanırsa, gücünü Rabbi ile olan asıl olması gereken münasebetten alırsa, karşısına çıkan her şeyi eritir. Etkisiz hale getirdiği gibi diğer aileler için de örnek teşkil eder. İnsan, hakikatin numunesini çevresinde gördükçe hakikate doğru ilerler. Özellikle günümüz insanının en büyük özelliklerinden birisi de şudur ki; pratiğini çevresinde gördüğü şey, onun için daha inandırıcıdır. Örnek olmak anlatmaktan daha derine nüfuz eder.

Mutluluğun hakikatini yaşayan aileler çoğaldıkça toplum kendisine örnek alacağı, aradığı gerçeğe sonunda kavuşacaktır. Hakikat, arayana kendini buldurur; yeter ki insanın nasibi olsun.

Rabbimiz hepimize hakikati anlamayı, yalnızca O’nun olarak, O’nunla yaşamayı nasib etsin… Âmin

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Ölüm perdenin arkasına ulaşabilmektir. Gerçeğe dönme anıdır. Dünyanın hızlı temposu insanı hakikatten ne kadar uzaklaştırırsa uzaklaştırsın, gördüğümüz her ölüm bize Rabbimiz’in en büyük nasihatidir. Şahit olduğumuz her mevtada kendimizi sigaya çekme imkanı veren ölüm, anlamak isteyene en büyük nasihatken, gözünü, gönlünü açmayana da “Ölenle de ölünmez ki, hayat devam ediyor.” gibi hakikatten uzak sözlerle savuşturulan, içimizde gizlediğimiz en büyük korkunun bilinç altında büyütülmesidir.

Her ölüm, yeniden var olmanın ifadesidir. Ölüm vuslattır. Kişinin aslına dönüşüdür. Cismin ortadan kalkması değil, en sevgili olan Rabbi, Hak Teala’ya doğru uçmasıdır. Hazreti Mevlana’nın buyurduğu gibi “Vuslat Günü”, “Düğün Günü” yani “Şeb-i Arus”dur.

Ölmek felaket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir. Büyüklerden bir zat; “Ben Azrail Aleyhisselam’ı, Cebrail Aleyhisselam’dan daha çok seviyorum.” buyurmuş, etrafındakiler; “Efendim hikmeti nedir?” diye sorduklarında “Çünkü o beni Rabbime kavuşturuyor.” cevabını vermiş. Ölümden sıkça bahsetmek Efendimiz’in (sav) sünnetidir. Ölümden kaçış olmayacağı gibi, bunu düşünmek Müslüman’ın hakikatten ne denli uzaklaştığının işaretidir. Ölüm, seveni sevdiğine kavuşturan köprüdür. Müslüman için ölüm, Rabbimiz’in en değerli hediyesidir. Ölüm, ölmemek üzere doğuştur. Ölüm olmasaydı bu hayat hiç çekilir miydi? Ölüm, Müslüman’ın teselli kaynağıdır, hasretidir.

Büyüklerimiz Rabbimize kavuşturduğu için ölümü sevmişler, sevdirmişler. “Ölmeden evvel ölünüz ki Rabbinize kavuşasınız.” buyurarak yaşarken ölümle bizleri dost kılmışlar. Ölümü, dostun dosta kavuşma daveti olarak anlamışlar, anlatmışlar. Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) defalarca ifade buyurdukları şu kıssa çok manidardır: “Azrail Aleyhisselam, İbrahim Aleyhisselam’dan ruhunu almak için izin istediğinde, “Nasıl olur, dost, dostun canını alır mı hiç?” der. Allahü Teâlâ, Azrail Aleyhisselam ile haber gönderir: “Dost, dosta kavuşmaktan kaçınır mı?” Bu emir kendisine ulaşınca, “Ya Rabbi, ruhumu hemen al!” diye duada bulunur.

Dünya müminin zindanıdır. Vefat eden bir mümin bu zindandan kurtulmuştur. Bir hadiste Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem): "Dünya mümin için zindan, kafir için cennettir." buyurmuştur. Dünya bir kafes, ruh da içinde kuştur. Ölen ruh kafesten çıkmış, özgürlüğüne kavuşmuş ve ebediyet semasına uçmuştur. Ruh bedende tutsaktır, ölümle hürriyetine kavuşur. Ruhun esas mekanı ruhlar alemidir. Asli vatanından bu dünyaya geçici olarak gelmiştir ve esas vatanın özlemi içindedir. Burada gariptir, ait olduğu diyarın hasretini çekmektedir.

İnsan çok doğal olarak sevdiği kişinin naaşına bakınca üzülür. Belki o bizden ayrıldığı için, belki de biz ondan ayrıldığımız ve onu kaybettiğimiz için, onun haline bakıp üzülürüz. Belki de bir gün insan, kendisinin de öleceğini ve bu hale geleceğini düşünüp üzülmekle, ölüden çok kendi haline ağlamaktadır. Asıl olan da budur. İnsanın ölümden ibret alıp, zamanında, iş işten geçmeden kendine ağlamasıdır. Durum ister öyle, ister böyle olsun, ölüm olayı ders ve ibret alınması gereken bir olaydır. İnsanı derinden etkiler, bu kaçınılmaz hakikati görmesini sağlar, onun için insan, tamahına, hırsına ve bencilliğine gem vurup kendine çeki düzen verir. Ölüm olayının dirilere sağladığı en büyük faydası da budur. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem): "Vâiz olarak sana ölüm yeter." buyurmuştur. Hz. Ömer'in bu ibareyi yüzüğüne yazdırdığı, ölümü hatırlamak için sık sık ona baktığı rivayet edilir.

Mevtanın arkasından üzülmek, hüzünlenmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek ilahi rızaya ve teslimiyet göstermeye aykırı değildir. Efendimiz (sav), oğlu İbrahim vefat edince gözleri yaşarmış ve "Bizden ayrıldığın için hüzünlüyüz ey İbrahim!" buyurmuş. "Siz de mi ağlıyorsunuz?" diyenlere de şu cevabı vermiştir: “Gönlümüz mahzun, gözümüz yaşlıdır ama Allah'ın rızasına uymayan bir söz söylemez, bir iş yapmayız.” Efendimiz’den (sav) öğreniyoruz ki, ölülerimizin arkasından hüzünlenmek, ağlamak normaldir fakat aşırıya kaçmamaya, ağıt yakarken ağzımızdan çıkanlara, özen göstermeliyiz.

Aile bireylerinden birisinin ölümü aile içerisinde, özellikle de çocukların tek başlarına kaldırabilecekleri bir durum değildir. Bu durumda çocukların hayatta kalan birinci derecede duygusal bağla yakın oldukları büyüklerin rehberliğine önemli derecede ihtiyaçları vardır. Ölüm gerçeğini çocuklara en doğru biçimde anlatmanın yolu, biz büyüklerin onu en doğru biçimde anlamamızdan geçer. Onun dünyasına girip, onun seviyesine inerek eğer ona “Ölüm yok oluş değildir, yeniden, gerçek hayatta diriliştir. Hiçlik değildir.” hakikatini ve kabir kapısının nur alemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsak çocuğun küçücük kalbi paramparça olacaktır. En basitinden, çocuğumuz, en sevdiği oyuncağını elinden aldığımızda ya da kaybolduğunda feryat edercesine ağlıyorsa her gün beraber oynadıkları kardeşinin, babasının veya bir yakınının birdenbire kaybolmasına da tahammül etmesi çok zor olacaktır.

Çocuğun minicik kalbiyle empati kurarak baktığımızda, o saf kalbi cennet ve ahiret inancının nuruyla aydınlanması sağlandığında o çocuğun yüzündeki acı ve keder bulutları dağılacak: “Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım, kardeşim veya evimizin direği babam, neşe kaynağımız annem öldü ama cennetin bir kuşu oldu; orada sevgili Allahımız (cc) ona ne güzel bakıyordur. Orada bizden daha iyi yaşıyor. Hem nasıl olsa biz de onun yanına gideceğiz. İleride yine onlarla beraber olacağım. Ben de onlar gibi iyilik yaparak yaşamalıyım ki onların gittiği cennette onlarla buluşabilelim. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim, hem bir kere ölen daha hiç ölmeyecek. Ölüm bir odadan başka bir odaya, ama çok çok büyük bir odaya geçmek gibi bir şey.” Düşüncesi, şuur ve hislerine yansıyınca gözyaşları dinecek ve minicik kalbine sabır ve huzur gelecektir.

Çocuklar ölümle çok erken yaşlardan itibaren ilgilenmeye başlar. Bu onlar için büyük merak konusudur. Çocuk psikolojisinde: 2.5–3 yaşına gelen bir çocuk ölüm kavramını zihninde çözmeye başlayabilir. Evde yaşayan akvaryum balığının, muhabbet kuşunun, evcil hayvanların ölümüne şahit olduğunda “Onun bir daha geri gelmeyeceği” düşüncesiyle ölümü algılar. Fakat bunun ötesinde ölümü anlamaları beklenmemelidir. Genellikle 5-6 yaş dönemindeki çocuklar yakınlarını kaybetmekten korkmaya başlarlar. 7 yaşında ise ölüm hastalık ve yaşlılıkla bağdaştırılmaya başlanır. Çocuklar ancak ilkokul yıllarının sonuna doğru, 10-12 yaşlarında ölümün bu dünya hayatının sonu olduğunu, ölen bir canlının bu dünyaya geri dönemeyeceğini algılar. Çocuğa bu dönemde ölümü anlatmak çok zor değildir. Yeter ki ölümü gerçekten de anlayan bir yakınından dinlesin. Daha çok okul öncesi dönemdeki çocuklara ölümü anlatabilmek özel ilgi ve maharet gerektirir. Okul öncesindeki çocuklarımıza ölümü anlatabilmek için aşağıdaki örnek ifadeleri kullanabiliriz:

Tüm canlıların yaşamlarının başladığı ve bittiği bir zaman vardır. Başlangıç ve bitiş arasındaki döneme yaşam denir. Tüm canlılar doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ailedeki ölüm, yaşlanmadan kaza veya hastalık nedeniyle gerçekleştiyse, çok ağır bir hastalığın veya iyileşemeyecek kadar ağır yaraların da, yaşlanmadıkları halde canlıların ölümüne neden olabildiğini söyleyebiliriz. Yalnız hastalığın, normal hastalıklardan çok farklı olduğunu söylemeliyiz ki, çocukta hastalığa karşı aşırı bir korku gelişmesin. Tüm canlıların yaşam süreleri farklıdır. Bu insanlar için de böyledir; bazı insanlar yetmiş yıl yaşar, bazıları ise doksan yıl yaşar. Yaşam süresi yaşayan tüm canlılar için farklıdır, ama tüm canlılar mutlaka bir gün ölürler. Bu her yerde ve herkes için böyledir. Bu açıklamaları yaparken canlıların resimleri gösterilebilir veya renkli kalemlerle çocukla birlikte küçük ve yaşlı canlılar çizilebilir.

Makalemizi şu sözlerle özetleyebiliriz ki:
“Ölüm, insanların sevdiği kişilerle ayrılacağı bir yok oluş değildir. Ölüm bir öbür dünyada sonsuza dek acısız, kedersiz, mutlu yaşamak için buluşma fırsatıdır.

Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber.

Ahirete intikal etmiş tüm yeni ve geçmiş mevtalarımıza rahmet, geride kalan yavrularımızın minik gibi gözüken masum, mahzun gönüllerine sabır diliyoruz. Allah cümlemize rahmet eylesin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 27 Ocak 2014 13:58

AİLE ÇOĞALMAK KADAR, KORUMAKTIR.

Kur’an-ı kerim’de Rabbimiz: “Ey inanlar, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz” (Tahrim, 66/6) buyurmuştur. Aile, İslam toplumun temel taşıdır. Sağlam bir Müslüman, temelleri sağlam atılmış aile ortamında yetişir.

Kısaca aileyi şu şekilde tarif edebiliriz: Aile karı, koca ve çocuklardan meydana gelen, fıtratın oluşturduğu küçük bir sosyal topluluktur. Tüm insanlar aile denen yuvada gözlerini açarlar. Dolayısıyla aile insanın ilk kültür ocağı, ilkokulu, ilk sevgi kaynağı ve ilk dostlarını tanıdığı bir yuvadır.

Dinimiz, aile ahlakıyla ilgili sağlam ölçüler koyar ve çeşitli tavsiyelerde bulunur, sosyal birliğin en üstün ve en sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, dayanışma, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla korunmasını ve sürdürülmesini hedef alır. Ailenin dünya hayatının düzeninde olduğu gibi, ahiret hayatında da önemi vardır. Rabbimizin emir ve yasaklarına uyanların erişecekleri mükafatı müjdelerken onların yanında atalar, zevceler ve soylarından salih olanların bulunacağı, buna karşılık Cehenneme girerken hüsrana uğrayanların kendilerini de ailelerini de ziyana uğratacakları haberi verilmiş, sevap ve azapta ailenin rolüne dikkat çekilmiştir. Aile ile birey birbirinden ayrı tutulmamıştır. Aile de biz şuuru vardır. Bir kişinin iyiliği aileye mal edilirken, ailede yetişen kötü bir bireyin durumunu da tüm aile paylaşır.

Aile cemaattir. Cemaat, cem’den gelen bir kelimedir. Toplanmak, bir arada bulunmak anlamına gelir. Bir topluluğun, kalabalığın cemaat vasfını taşıması anlamlı ve şuurlu olabilmesine bağlıdır. Yine peygamberimiz (s.a.v) “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır”  buyurur.  Aile cemaatinde, imam babadır. Ev içindeki ve dışındaki ağır yükümlülükleri sebebiyle kadınlar üzerinde kaimdirler. Bu da babanın sorumluluğunu daha da artırır. Baba gerek ahlakıyla, gerek İslam’ı yaşamasıyla, gerekse çalışkanlık ve fedakarlığıyla, örnek olabilirse diğer aile bireyleri de bu güzel vasıflarla şekillenir. Aile babayı örnek alır. Anne, babanın yaşantısından etkilenerek çocuklarını yetiştirir. Çocuklar anne babanın toplumdaki yansımasıdır. Neyi nasıl görmüşse onu yaşar. Buna kültür denir. Kültür bir milletin kimliğidir. Milletlerin kimliği onu yaşayan ve yaşatan kişilerle sürekli hale gelir. Çocuğumuz için ilk dönemlerde tek örnek olmaya değer varlık ailesidir. Her şeyini ailesinden öğrendikleriyle şekillendirir. Aile büyüklerini taklit eder. Cemaati bulunduğu aile yapısı tarafından kişiliği şekillenir.

Ailenin önemi dendiğinde akla ilk gelen çoğalmaktır. Mutlaka bu ailenin toplumun sürekliliğini sağlama fonksiyonunu oluşturan en önemli amaçlarından birisiyken aynı zamanda aile bireylerinin fıtratını koruma ve yaşatma fonksiyonunu da unutturmamalıdır. Aile insanı Rabbiyle barışık tutabiliyorsa, bireyleri tehdit eden dünyevileşmekten muhafaza edebiliyorsa vazifesini icra edebiliyordur. Aileden murat koruma altına alabilmesidir. Yoksa üremek, genişlemek işin ikinci boyutudur. Asıl olan çokluk değil niteliktir. Toplum nitelikli bireyler sayesinde gelişir. Efendimiz(s.a.v)’in buyurduğu “Ümmetimin çokluğuyla övüneceğim” Hadis-i şerifinin bir diğer manası da Ümmetin niteliğinin artması ve genişlemesidir. Aile, İnsan-ı Kamil’e zemin hazırlamalıdır. Her aile daha ilk andan itibaren sağlam zeminler üzerinde bina ediliyorsa, dünyaya gelen her çocuk yetişeceği ortam tarafından neyi nasıl görüyor, nasıl yaşatılıyorsa o yönde bir şekillenme gösterir. Abdestsiz çocuğunu emzirmeme hassasiyeti taşıyan, kulağına okuduğu ninniyi zikirle söyleyen bir anneyle çocuklarının kursağından geçen her bir lokmayı helalinden kazanma hassasiyeti gösteren babanın oluşturduğu aileden peygamber Efendimiz(s.a.v)’in övüneceği nitelikli ümmetten başka ne çıkar ki.

Efendim Hace Hazretlerinin: “Her şey kaybolduğu yerde aranır” sözü içinde bulunduğumuz durumun çözümüdür aslında. Aile yapımız çürüdükçe, yetişen ümmet de farklı olmuyor maalesef. Asıl olan Ailenin sağlam temellere dayandırılmasıdır. Bu da işini değil eşini bulmakla olur. Eş seçiminde peygamber Efendimiz(s.a.v)’in tavsiyeleri bizim için iyi anlaşılmalıdır. Ailede eşlerin amaca uygun olarak seçilmesi çok önemlidir. İnsanların eş seçiminde kullandıkları ölçüler farklıdır ve çoğu kez geçici hevesler ve zevklerin etkisi söz konusudur. Bu sebeple Resulullah Efendimiz(s.a.v), ümmetini eş seçimi konusunda uyarmış ve sağlam ölçüler getirmiştir. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Kadın dört özelliğinden dolayı seçilir: Malı, soyu, sopu, güzelliği ve dindarlığı; evlilikten hayır görmen için eşin dindarını seç!” (Buhari, Nikah, 15) Buyurarak bizler için en doğru tercihi yapmıştır.

Yine Buhari’den gelen bir diğer rivayette: İki cihan güneşi, ashabı ile beraberken yanlarından bir adam geçer. Efendimiz(s.a.v) “Bu adam hakkında ne dersiniz?” diye sorar. “Bu kişi bir kızı isterse verilir, bir iş için aracı olursa geri çevrilmez, konuşursa dinlenir” dediler. Bir müddet sükut ettiler, sonra Müslümanların yoksullarından biri geçti. Efendimiz(s.a.v): “Bu adam hakkında ne dersiniz” diye sorunca, sahabe: “Bu adam birinden kız istese vermezler, bir iş için aracı olup ricada bulunsa geri çevirirler, konuşsa dinlemezler.” cevabını verdiler. Peygamberimiz(s.a.v): “Bu fakir, öbür zengin gibi dünya dolusu insandan daha    hayırlıdır.”     buyurdular. Peygamberimizin bu değerlendirmelerine göre eş seçiminde öncelik dindarlık ve ahlaka verilmeli, diğer iyi ve güzel vasıflar önem bakımından ikinci sırada tutulmalıdır.

Aile kurumu nikâhla başlamaktadır. Nikâh kelimesi, sözlükte; “eklemek, toplamak” veya “akit yapmak” gibi anlamlara gelmektedir. Dini ıstılahta ise: Evlenme, karı koca arasında birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaşmaya imkân veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir. Birbirine haram olan kadın ve erkek, bu akitle birbirlerine helâl olurlar. İnsan neslinin devamı, nesebin muhafazası, toplumu meydana getiren ve toplumun temel taşı olan aile müessesesinin kurulması evlilikle mümkün olur. İslam dini aile yuvasını sağlam temellere oturtmak, faziletli nesiller yetişmesine zemin hazırlamak için meşru ölçüler içinde evlenmeyi hem emretmiş, hem de bir takım müeyyidelerle onu cazip hale getirmiştir. Allah Teala bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var eder. Size temiz şeylerden rızk verir. Öyleyken batıla inanıyorlar ve Allah’ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar? ” (Nahl 16/72)        

Evlilikte eş tercihi mümkün olduğu kadar insan-ı kamille, büyüklerimizle, istişareli ve onların tercihine göre olmalıdır. Yerini ve zamanını onlara bırakmak en doğrusudur. Her şeyin zaman ve yerini doğru belirlemek başarının başlangıcıdır. Evliliğin akabinde aile olarak, birbirlerini tanıyabilecekleri evliliği anlayabilecekleri, sorumluluklarının farkına varabilecekleri zamanı eşler kendilerine tanımalıdırlar. Bunun için de büyüklerimiz evliliğin ilk 3-4 yılında çocuk tavsiye etmemişlerdir. Çocuk dünyaya getirmenin ne kadar önemli olduğunu anlayabilecek olgunluğu yakaladıktan sonra şuurlu anne-babalar olarak sağlam ve dirayetli bir yuvada, hazırlıklı olarak çoğalmak en doğrusudur. Bu şekildeki bir çoğalma nitelik taşıyacaktır. Cemaat şuurunu yakalayabilmek, ailede başlar. Aile cemaat olabilirse; beraberinde mahalle, kasaba, şehir, tüm dünya buna göre kurulur. Çünkü aile toplumun çekirdeğidir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çocuk yeniliktir aileye, mahalleye, topluma, memlekete. Her anımız çocuklarımızın varlığıyla zenginleşir. Mutluluğumuz onlara bağlıdır adeta. Onlar hastalandığında, derde düştüğünde aynı dertle bizler de muzdarib halde doktor doktor derman ararız. Hele ki anneliğin bir diğer adı olan Rabbimiz’in “Rahim” sıfatının tecellisini taşımak elbette büyük sorumluluk işidir annelerimiz için. Hastalandığında yavrusu, sabahlara kadar başının ucunda “Ah! Ne olurdu ben hastalanaydım?” dercesine onunla hasta olur. Mutluluğunda da onun için ondan daha fazla sevinir. Analı kuzu kınalı kuzu demekle ne de güzel anlatmışlar her şeyi dedelerimiz.

Yetim bir yavrunun başını elinin çamurunu silmek niyetiyle okşasa bile Ebu Cehiller, bundan hoşnut olan o yetimin bir anlık mutluluğunun hatrına Rabbimiz, niyet ne kadar kötü olsa da Ebu Cehil’in ameline bakmayıp o minik yavrunun sevincine ortak oluyordu. Çünkü “Beni, mahzun gönüllerde arayın.” demişti. Analık şefkati yaşayamayan yetim bir yavrudan; babalık şefkatinden mahrum yaşayan bir gönüle adeta ferman gönderen Rabbimiz,  “Ben seninleyim ya, üzülme.” diyordu.

Düşündük mü hiç çocukluğumuzda annelik,  babalık olarak ebeveynlerimizden beklentilerimiz nelerdi? Yemeyip yediren, içmeyip içiren, giymeyip giydiren onlarken bize... “Ah, keşke!.. Ne olurdu?” dediğimiz geçmişe dönük çocukluk dönemlerimizi sorgulamaya, içsel hesaplaşmalarımız, özlemlerimiz var mı? Hayatın dikenleri hem çok fazla hem de çok yırtıcıdır. İnsan takılmaya görsün. Tek başına kurtulmak belki dünyanın en zor işi. İnsan debelendikçe diğer telleri de kendisine batırabiliyor. Şarkıda geçtiği gibi: “Daha dün annemizin kollarında yaşarken/Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken…” Koştuğumuz o yolların kaçı bizi gerçeğe götürüyor? Ya da oynadığımız bahçe kimin bahçesi, annemizin kollarında neyi nasıl yaşadık?

Her doğan yeni bebek Rabbimiz’in topluma işaretidir. Bizler de öyleydik. Büyüdükçe acıdık. Tadımız tuzumuz birbirine karıştı. Ne halimizi anlayabildik ne de anlatabildik. Yeni doğan bir bebek gördüğümüzde içimizde bir muhabbet beliriverir. Hak’tan gelişin  tazeliğiyle bizi de kendi haline bular. Sanki bize der ki; hep böyle sevimli kalabilmek için içinizdeki çocuğu öldürmeyin. Sürekli taze tutun. Geçen yıllara rağmen Rabbin’den uzaklaşmadan yaşayan hep taze kalır. Gül kokar, güllere koku verir. Tabi ki dikenlere rağmen gülü fark edebilenlere.  

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) bir sohbetinde, evlat yetiştiren anne babalara hitaben; “Sizden tek isteğimiz çocuklarınıza tertibi, düzenli olmayı öğretmeniz, bu yeter.” buyurmuşlardı. Yıllar sonra, ben de baba olunca daha anlaşılır geldi kendilerinin bu arzusu. Anne babalar çocuklarında oluşturabilecekleri düzenliliğin, güzel ahlakın, başkalarına saygının, yardımlaşmanın, paylaşımın, doğruyu yanlıştan ayırabilmenin, ahde vefanın da temelini oluşturur. En önemlisi de bizim hem dünyamızı hem ukbamızı düzene sokmak için bizi Rabbimizle barıştırma gayesiyle, bizim için, bize kimsenin veremeyeceği emeği sarfeden üstadımızı anlamamızı sağlar. Bize neler yaptığını görüp dünyada kimsenin veremeyeceği asıl sermayeyi nerede, nasıl kullanacağımızı öğretir. Bize harcanan emeği görüp şeref diye bilinen bizde ne varsa kimden nasıl geldiğini bildirir. Bize gerçek/hakiki dostluğu öğretir. Kısaca, Rabbimiz’in bizden istediği dostluğu öğreniriz ona dost olmuştan.

Anne babalar doğal olarak evlatlarının hayırlı olmalarını isterler. Bu onların en doğal haklarıdır. Fakat öncelikle, ebeveynlerin hayırdan anladıkları; elden etekten düştüklerinde çocuklarının onlara bakmalarıdır. Bu da hayırlı evlat olmanın içinde çok önemli bir yerdedir mutlaka. Ama aynı  zamanda hayırlı evlat; Rabbini bilen, O’nu tanıma, anlama yolunda hayatını sürdüren evlattır. Ebeveynlerin tek endişelerinin ve çabalarının bu olması gerekirken; ne var ki çocuklarımızın, bizlere Rabbimiz’in emaneti olduğunu hep söylememize rağmen bu kutsal emanetler, sahibinden belki bizim ellerimizle gün ve gün uzaklaşmaktadır. Halbuki her doğan yeni bebek Rabbimiz’in toplumdan umut kesmediğinin, rahmetinin üzerimizde olduğunun bir işaretidir. Dünyaya gelen her yeni bebek sayesinde o toplumda,  maddi ve manevi rızık genişler.

Gülün güzelliğini ve kokusunu aldığı, “Hazreti İnsan”ın ilk dünya sahnesine çıktığı an olan çocuk, her şeyden habersiz Rabbin’den anne babasının kollarına emanet edilmiştir. Dünyevîleşmenin çocuğu kuşattığı ilk an maalesef en çok güven duyduğu annesi tarafından çok ağladığında oyalanması için ona verdiği silikonlu, kauçuk suni emziklerle başlar. Belki de bu çocuğa söylenen ilk yalandır. Yalanı, kandırılmayı dünyada ilk anne babası tarafından yaşamış olan cennet kokulu bebek yaşayacağı dünyayı küçük ama etkisi hep devam edecek bu yanlış tecrübeyle tanımaya  başlamıştır.

Her dünyaya gelen çocuk ergenliğe kadar İslam Dini üzeredir. Daha sonra anne babasının verdiği dinî, ahlâkî terbiyeye göre çocuğun geleceği şekillenir. Ebeveynlerin çocuklarına hazırlayacakları gelecek endişesi daha çocuk doğmadan başlar. Bu endişe çocuğa geldiği yeri unutturmama, onu ilk anki gibi taze tutabilme adına ise ne mutlu o anne babaya ki emaneti muhafaza edebilmeye azmettiği için...     

ÇOCUK

Görmeyi bilene melektir çocuk,
Tıpkı dikenlerin içinde yetişen gül gibi, saklar kendini nazılı nazlı.
Sevgiyi anlatır, öğrenmek isteyene masum bakışıyla derinden,
Anlarsın, çocuk diye küçük görmeyip edeple,  içten seyredebilirsen.
Her çocuk dünyaya geldiğinde nurdan bir parçadır,
Gerçek sevgiyi bulduğunda, Mevla’dan bahşolunan dilek gibidir.
Yüzünde tebessüm, aklında oyun. Devamlı sevilmek, ilgilenilmek ister.
Bazen hırçınsa, bazen de masum. Ama hep şefkat ve bağışlanmak ister.
Çocuk toprak misali en sadık dosttur insana,
Kızsan, bağırsan, vursan da döner, her şeyi unutup sana.
Dünya’ya gelir hiç günahsız, tertemiz kalp ve imanla çocuklar,
Sonradan bozulur insanlığın zulmetiyle, çoğunda ne kalır kalpte temizlik ne de imandan iz.
Çocuk emanettir, Hak’tan ana babaya, topluma, insanlığa,
Hesabı var unutmadan ahireti, üstüne titreyip dikkatle yetiştirmeli.
Çocuklar yavrudur, her yavru gibi nazik,
Nazik olan her şey, itina ister. Yazık ki pek çoğu bakımsız ezik...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Okul çağındaki çocuklarımızın her yıl olduğu gibi bu yıl da bekledikleri yaz tatili dönemine girmiş bulunuyoruz. Bayram tatilinin de birleştirilmesiyle dört aya yakın bir yaz tatili yapacak çocuklarımız biz büyükleri tarafından çok iyi yönlendirilmelidirler. Unutmamalıyız ki tatil her şeyi bir tarafa bırakıp, gezmek, eğlenmek, istediği kadar televizyon seyredip bilgisayar karşısında zaman geçirmek, sokaklarda sınırsızca oynamak, bisiklete binmek olmamalıdır.

Yazı boş geçirmek büyük bir kayıptır. Havaların erken ısınmasından mı yoksa, bizdeki böyle gelmiş böyle gidecek, alışkanlığından mıdır bilinmez yaz tatilleri bizde üç aydan aşağı olmaz. Diğer ülkelerde yaz tatili süresi bizden çok farklıdır. Bir fikir vermesi bakımından örnek verecek olursak Avrupa ülkelerinde, yaz tatili de farklı sürelerdedir. Yaklaşık olarak yaz tatili süresi Avusturya, Belçika, Finlandiya ve Lüksenburg’da iki ay, Hollanda ve İngiltere’de altı hafta, İtalya’da dokuz hafta, Portekiz’de iki buçuk aydır.

Kimi eğitimciler; “Yaz tatilinde sekteye uğrayan eğitimi telafi edebilmenin tekrar mümkün olmadığını ve bunun için de eğitimin aralıksız sürmesi gerektiğini” söylerler. Kimi eğitimciler de; “Yaz tatili öğrencilerin dinlenme zamanıdır, iyi dinlensin ki bir sonraki yıla hazır olsun.” diyorlar. Her iki görüşün de kendine göre doğru ve yanlış tarafları var. Evet, yaz tatili bir dinlenme zamanıdır. Ancak dinlenme, yaz tatilini, ders bakımından tamamen boş geçirmek de değildir. Hayatın hiçbir bölümünü, plansız programsız ve boş yaşamamalıyız.

Tatil; hem dinlenme zamanıdır  hem de okul zamanlarına oranla daha hafif çalışma programlarının uygulandığı bir zamandır.    

Anne babalar olarak öncelikle, çocuğumuzun karnesine ilişkin olumlu ve olumsuz duygularını     bizimle paylaşmasına teşvik edici olmalıyız. Bu konuda asla ısrarcı ve kırıcı olmamalıyız. İçten ve samimi olarak onun neler hissettiğini anlamaya, onunla empati kurarak (kendimizi onun yerine koyarak onu penceresinden bakarak) yanında olduğumuzu hissettirmeliyiz.

Çocuğumuza, “Hiç vakit kaybetmeden bir çalışma planı yap.” demek yerine, varsa başarısız olduğu derslerde ya da kendini geliştirmek istediği konularda neler yapabileceğini onun düşüncelerine uygun, desteğimizle yanında olarak planlamasını sağlamalıyız. Unutmayalım ki hayatta muvaffak olabilenler ilkeli ve planlı yaşamayı alışkanlık haline getirebilenlerdir.

Anne baba olarak bizden istediği yardım ve desteği mevcut imkanlar ölçüsünde vermeye hazır olduğumuzu, hayatı öğrenene kadar yaşadığımız süre içinde onların yanında olduğumuzu göstermeliyiz. Çocuklarımızın bizden beklentisi onlara güvenmemiz, inanmamızdır. Hangi gelişim döneminde olursa olsun çocuk ebeveynine kendisini ispat etme temayülü taşır. Onlar tarafından güven duyulduğunu bilmek çocuğun hayatındaki başarıların temelini oluşturur.

Çocuğumuzu tanımaya, onun yeterli ve yetersiz yönlerini objektif olarak değerlendirmeye çalışalım ve bu yönleri için çocuğa doğru “geribildirim” vererek onun kendini gerçekçi olarak kabul etmesine yardımcı olalım. Bu nedenle çocuğumuzun farklı ilgi ve yetenek alanlarını keşfedebileceği farklı etkinlik fırsatları oluşturmaya çalışalım. Yeni ve değişik uygulamaları deneyebileceği ortamlarda bulunmasını sağlayalım. Çocuğumuzun başarı alanları okul ve ders ortamıyla sınırlandırılmamalıdır. Çocuğumuz kendi özellikleri bilinerek, o olarak değerlendirilmelidir. Başkaları asla ölçü değildir. Ebeveynler olarak  Rabbimizin emaneti olan çocuklarımızı anlamak, tanımak en önemli anne babalık sorumluluğumuzdur. Bazı alanlardaki başarısızlıklar asla çocuğun hayatında genellendirilemez. Önemli olan başarılı olabileceği alanları keşfedip yetenek ve istidatlarını en etkin kullanabilmesine yardım etmektir. Yaz tatilleri zaman bakımından büyük bir fırsattır. Çocuğumuz sosyal alanlara yönlendirilerek kendilerini tanıma ve keşfetme imkanı verilmelidir. Bunun için her şey maddi imkan demek değildir. Yeter ki bize verilen imkanların farkına varabilelim.

Çocuğunuz için onun yerine plan yapmak, onu yok saymaktan farksızdır. Çocuğumuzun sağlıklı sosyal gelişimi sorumluluklarının farkına vardırmayla başlar. Her yaş döneminde çocuğumuzun sorumlulukları farklılaşır, bu nedenle onu ilgilendiren her konu, onunla birlikte planlanmalıdır.

Anne babalar, çocuklarının okul ortamlarında yetersiz olan dini ve ahlaki eğitim gibi çocuğumuzun kişiliğinin oluşumunda birinci derecede önemli alanları da yaz tatili dönemlerinde onlara imkanlar hazırlayarak telafi etmelidir. Çocuklarımızın eğitimi okullarda öğrendiklerinden ibaret değildir. Her Müslümanın çoçuk yaştan itibaren okumayı öğrenmesi gereken Kur’an-ı Kerim ve temel dini bilgiler yaz tatilinde en azından mahalle camilerinde açılan yaz kurslarıyla telafi edilebilir. Ebeveynler ne hikmetse okul derslerine verdiği ehemmiyeti dini vecibeler konusunda çocuklarına gösterememektedirler. Unutulmamalı ki “Ağaç yaşken eğilir.” Her şey zamanında daha kolay olabilecekken tehir edildiğinde telafisi o kadar da kolay olmayabilir.
Sonuç olarak konuyu daha somut ele alacak olursak “En verimli tatil şu şekilde geçirilir.” diye kesin bir hüküm konulamaz. Çünkü bireysel farklılıklar mutlaka olacaktır. Ancak fikir verme açısından “İyi bir tatil genel çerçevesiyle nasıl olmalıdır?” dersek, maddeler halinde şunları söyleyebiliriz:

Kitap okuma, yorucu bir faaliyet değildir. Bundan dolayı tatile girsek bile okumaya ara vermemeliyiz. Aksi halde zaten zor kazanılan okuma alışkanlığımızı kaybedebiliriz. Kitap okuma alışkanlığını çocuklarımıza kazandırırken onların seviyelerine uygun, bizim kontrolümüzde fakat okuyacakları kitabı kendilerinin seçebilecekleri imkanları onlara sağlamalıyız.

Olabildiğince az televizyon izlenmeli. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki uzun süreli bilinçsizce izlenen televizyon çocuklarımızın otistik olmalarına neden olmaktadır. Hayatta pratiği olmayan hayal ürünü, ya da şiddet içerikli film ve diziler çocuklarımızda davranış bozuklukları oluşturmaktadır. Bunun yerine Kur’an kursları, yaz okulları vb. sportif ve sosyal aktivitelerle zaman değerlendirilmelidir.

Tatile çıktıktan sonra, derslere 10 – 15 gün ara verilebilir. Bu genel bir zihin dinlenmesi sağlayacaktır. Fakat tatil demek okul derslerini de tatile çıkarmak demek değildir.

Temmuz ayında tatil kitapları ve benzeri yardımcı kaynaklar elimizin altında bulunmalı ve her gün en azından yarım saat onlarla zaman geçirmeliyiz. Programlı günlük çalışmalar verim sağlar. Aksi halde bir gün iki saat çalışıp iki gün kitabı açmamak doğru değildir. Yarım saat olsun ama her gün kitabımız açık olsun.

Ağustos ayının on beşinden itibaren çalışmalara hız verilmelidir. Öncelikle, geçtiğimiz yıl işlenen konular tekrar edilir. Daha sonra da örnek soru ve test çözümleri yapılır. Bu da günde en az 50 dk olarak yapılmalıdır.

Okulların açılmasına bir hafta kala ders çalışma bırakılır. Bu ara dinlenme sağlar. Okulların açılmasıyla birlikte haftalık çalışma    programı hemen hazırlanır ve ona göre çalışılır.

İyi değerlendirilmiş bir yaz tatili, iyi geçirilecek bir eğitim öğretim yılı demektir. Tatiller dinlenme zamanıdır ama “Dinlenme” zamanın boş boş geçirilmesi demek değildir.

Çocuklarımıza hayırlı tatiller dilerim. Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz.  

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort