JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 01 Aralık 2012 21:20

SÖZ TAŞIMAK

Dini bir kavram olarak söz taşımak “Kırıcı, üzücü ve dargınlığa sebebiyet veren sözleri bir kimseden diğer bir kimseye aktarmak” demektir. Buna nemime, koğuculuk da denilir. İnsanların arasının açılmasına, toplumda fitne ve fesadın çıkmasına ve kardeşlik bağlarının kopmasına sebebiyet verdiği için, dinimiz koğuculuğu (söz taşımayı) haram kılmıştır.

Yüce Rabbimiz Kalem Suresi 10-14. ayetlerde şöyle buyuruyor: “Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.”

Kur’ân-ı Kerim’de koğucu, söz taşıyan kimselere itaat edilmemesi, sözlerinin dinlenilmemesi emredilmiştir. Dinimiz bizden, kendi fıtratımıza yakışmayan böylesi kötü hasletlerden arınmamızı, toplumda huzur, mutluluk, güven ve barış içinde yaşam sürmemizi ister.

Söz taşıma, birisinin kötü sözünü veya fiilini başkasına taşıyıp da onların arasının bozulmasına, aralarında kin ve nefretin meydana gelmesine sebep olduğu için kötü bir aracılıktır.

İnsan, koğuculuk yaparken yalnızca söz taşımaz aslında… Sözle birlikte kin, nefret, ayrılık ve husumet de taşır. Nedense bu amansız nefis hastalığı insanlara çok hoş gelir ve gönül kapılarını buna kapatamazlar…

Islah olunmamış bir nefis, başkalarının kötülenmesinden, küçük düşmesinden büyük zevk alır. Aslında en büyük düşmanın kendisi olduğunu da bilmez. Çünkü nefis, insanı Allah’a isyana teşvik eder.

Peygamber Efendimiz (SAV) bu konuda iman kaidelerinden olan şu hadisi zikretmiş ve aslında konumuzun özetini vermiştir bize:

“Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe, gerçekten iman etmiş olamazsınız.”

Siz, kendiniz hakkında bir yerde hoşunuza gitmeyecek şekilde konuşulmasına razı olur musunuz?

Ya da arkadaşınıza bir kişi veya konu hakkında görüş beyan etseniz ve bu görüşünüzün  başka ortamlarda dile getirilmesini istemeseniz. Ama sizden gizli bu sözünüzün ifşa edildiğini duysanız..

Hoşunuza gider mi?

İşte kamil Müslüman, kendi hoşuna gitmeyecek şeyi, bir başkası için de istemez…

Müslüman, kardeşinin ayıbını örter, kusurunu gizler. Onun rencide olmasını, aşağılanmasını istemez. Onu hüzünlü gördüğünde gönlü incinir, huzursuz olur.

Peygamber Efendimiz (SAV) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir müminin dünyalık sıkıntılarından birini giderirse Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından birini giderir. Kim zor durumda olana kolaylık sağlarsa Allah da ona dünyasında ve âhiretinde kolaylık sağlar. Kim müslümanın ayıbını örterse Allah da onun dünyada ve âhirette ayıplarını örter. Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımındadır." (Müslim, Zikir, 38; Ebû Davud, Edeb, 68; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Hâkim, Müstedrek, 4/383.)

Bazen de koğuculuk yaparken, nefsimizi temize çıkarmak için, adeta kendimizi kandırırcasına:

“Efendim! Onun söylediğini söylüyorum ben! Yalan söylemiyorum ki, doğrusu bu!” deyiveririz.

İşte… Doğru olsa bile söz taşımak  yine nemime (koğuculuk) olur.Yani bir kişiye nisbet ettiğimiz sözde yalan yok ise de, o söz harfiyen doğru da olsa koğuculuk olur.

Yalan katılırsa zaten iftira olur. Ahirette bunun cezası büyüktür. Böyle yaparak dünyada insanların arasının açılmasına ve huzursuzluk çıkmasına sebebiyet veririz. Onun için "Taş taşı da, söz taşıma" derler.

Peygamber Efendimiz (SAV): “Allah indinde en sevimliniz, ahlakı güzel ve insanlarla güzel geçinenizdir. En sevimsiz olanınız da, insanlar arasında laf taşıyan, dostları arasını açmak için çalışan ve temiz insanlarda kusur arayanınızdır.” buyurmuştur.

Büyüklerden bir zat, oğluna nasihat ederek:

“Ey oğlum, insanlara kızmaktan sakın, çünkü sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, çünkü aşağılanırsın. Laf taşımaktan uzak dur, çünkü laf taşımak insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören onların hedefi olur." buyurmuştur.

İnsanların arasını bulmak, dargınları barıştırmak amacıyla söz taşımak ise dinen caiz görülmüştür. Çünkü bunda hayır murad edilmektedir.

Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Halkın arasını düzelten ve bunun için hayır niyetiyle söz ulaştıran veya hayır maksadıyla yalan söyleyen, yalancı sayılmaz.” (Buhârî, Sulh, 2; Müslim, Birr, 101)

Yine Nisa Suresi 85. ayette şöyle buyuruluyor: "Kim güzel bir aracılık ederse, onun da o işten bir payı (sevabı) olur. Kim kötü bir aracılık ederse, onun da o işten bir vebali olur. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir."

Bu ayeti kerimede iyi ve kötü aracılıktan bahsedilmektedir; bu her türlü aracılığı içine alır ve bu aracılıkları yapanlar, o işin sevabı veya günahına da ortaktır. Kötü aracılık yapıp da söz taşıyanlar ve o sözü dinleyenlerin hepsi, koğuculuk günahına ortaktır.

Ka'b-ül Ahbar hazretleri şöyle nakletmektedir:

“Hazret-i Musa Aleyhisselâm zamanında kıtlık başlamış.. Kaç defa yağmur duasına çıkılmışsa da duâları kabul olmamış.. Allahü Teâlâ, Musa Aleyhisselâm’a şöyle  vahyetmiş:

— İçinizde bir koğucu vardır. O bulunduğu müddetçe duanızı kabul etmem. Musa Aleyhisselâm dedi ki:

— Yâ Rabbi, onu bize bildir, aramızdan çıkaralım. Allahü Teâlâ da buyurdu ki:

— Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken, kendim koğuculuk mu yapayım?

Bunun üzerine, hepsi birden tövbe etti ve sonunda yağmur yağdı…”

Bir gün de bir şahıs Ömer b. Abdülaziz'e gelerek, bir başkası aleyhinde (onun hoşuna gitmeyecek şekilde) konuşmuş. Ömer b. Abdülaziz şöyle demiş:

"İstersen senin şu durumunu (yaptığın koğuculuğu) bir tahlil edelim; bu takdirde, eğer söylediğin söz yalan ise 'size bir fasık bir haber getirince onu araştırın...' âyetinde bahsedilen fasıklardan olursun; söylediğin doğru ise 'diliyle iğneleyen, kovuculuk eden' âyetinde anılan koğuculardan olursun... Muâmeleye koymayalım dersen seni affederiz..."

Adam: "Beni affet mü’minlerin emiri! Bir daha aslâ yapmayacağım!" der ve ayrılır.

Söz taşımaktan kaçınmak lazım; zira bu iş kin ve düşmanlığı kalplere eker ve insanı Allah ve dostlarından uzaklaştırır.

Söz taşıma ve kincilik... Bu ikisi Müslümanın kalbinde yer alamaz, barınma imkanı bulamaz…

Peygamber Efendimiz (SAV):

"Sizin en kötülerinizi size haber vereyim mi?" (diye ashabına sorunca) "Evet ya Resulallah," dediler. O da şöyle buyurdu: "Söz taşıyarak dostların arasına ayrılık salan ve temiz kimseler için kusur arayanlar."

(Bihar-ül Envar,c.75, s.264)

Bir gün Hasan Basri (k.s) Hazretleri'ne bir adam gelir ve:

_Falanca senin hakkında şöyle dedi, der (Koğuculuk eder)

_Ne zaman?

_Bugün

_Nerede?

_Evinde

_Onun evinde ne yapıyordun?

_Ziyafeti vardı, onun için gitmiştim.

_Orada ne yedin?

_Şunu, şunu.. Hatta sekiz çeşit yemeğin hepsini yedim.

Bunun üzerine Tabiinin büyük imamı:

_Be adam, sekiz çeşit yemeği karnına sığdırdın da, bu sözü sığdıramadın mı? Kalk git yanımdan, diye kızar..

"Koğucu cennete giremez" (Hadis-i Şerif)

Aslında bu zikrettiğimiz hadislerde geçen (cennete giremez), (benden değil) ifadeleri, “Tevbe edip, koğuculuğunu yaptığı kişiyle helalleşmeden ölen kişi,  bunun cezasını çekmeden cennete giremez" manasındadır.

Birisi bize söz getirdiğinde, söz getirene karşı şöyle davranmak gerekir:

Söz getiren kişiye inanmamalı.. Çünkü söz getiren fasıktır. “Fasığa inanılmaz. Sözü ile hareket edilmez. Koğucunun sözlerini kabul etmek, koğuculuktan daha kötüdür” buyurulmuştur.

Onu, yaptığı bu kötülükten alıkoymalı. Çünkü Allahü Teâlâ “(insanları) münkerden nehyet” (Lokman 17) diye buyurmuştur.

Söz taşıyan kimseler sevilmemeli… Onlarla fazla dostluk kurulmamalı.

Hiç kimseye karşı “acaba bu sözü hakikaten söylemiş midir?” diye suizanda bulunup da kötü gözle bakılmamalı. Çünkü suizan haramdır.

Koğucunun getirdiği sözün doğru olup olmadığını araştırmamalı. Çünkü tecessüsü (günahları, kusurları araştırmayı) Allahü teâlâ yasak etmiştir. “Birbirinizin kusurunu araştırmayın” (Hucurat 12)

Getirilen söz hakkında kimseye bir şey söylememeli, yorum yapılmamalı. Eğer söylenirse, başkasının günahı açığa çıkarılmış olur. Müslümana yakışan ise kusurları gizlemektir.

Görüldüğü gibi hem Kur'an-ı Kerim ve hem de hadisler açısından söz taşıma (koğuculuk) fiili en kötü amellerden birisi sayılmıştır. Bu amel, insanın ahretini kararttığı gibi, dünyada da insanı dostlarının gözünden düşürür.

Nice kinlerin, kavgaların, fitnelerin husule gelmesine, arkadaşlıkların bozulmasına, ailelerin yıkılmasına ve kim bilir daha nice kötü olaylara sebebiyet verir…

Allah hepimizi dilimizin afetlerinden korusun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 16 Haziran 2014 15:04

YAŞAMAK ANI BİLMEKTİR.

İnsanoğlu hayatının her anını ileriye dönük ümitleriyle sürdürür. Hayatla ilgili motivasyonunu hep beklentileriyle sağlar. Hele bir hafta sonu gelse de dinlensem, ah bir okulumu bitirsem, bir büyüsem, ya da ileriki dönemlerimizde şu çocuklar bir büyüse, bir emekli olabilsem, bir, bir, bir… Derken bir de bakmışız ömür kuşu elimizden uçtu uçacak. Elde koskocaman bir sıfır kalmış, ömür sermayesinden.

Genellikle ilerleyen yaşlarda da geleceği planlamak yerini, geçmişi sorgulamaya bırakır. Hayatın gündemini geçmişin pişmanlıklarını ifade eden keşkeler belirler artık.

Halbuki bu günümüz geçmiş anlarımızdaki tercihlerimizin birer sonucu olarak karşımıza çıkar, istesek de istemesek de. Bazen yerinde ve zamanında verilmiş isabetli doğru kararlar bizi bütün ömrümüz boyunca mutlu etmeye yetebilir. Ya da yanlış kararların olumsuzlukları ileriki yıllarda daha büyük altından kalkılmaz pişmanlıklar olarak karşımıza çıkar

Geçmişin ve geleceğin kesişme noktası yaşadığımız andır. İnsanın yaşadığı an geçmişteki tercihlerinin sonucudur. Eğer Allah (c.c.) nasip ederse geleceğini de şu anki tercihleri şekillendirecektir. Büyüklerimiz ne güzel söylemişler: “Perşembenin geleceği, çarşambadan belli olur.”

Büyüğümüz Hace Hz’nin (k.s.) buyurdukları gibi: “Kişi ne yaparsa kendisine yapar.” Bir insanın kendisine yaptığını bütün bir alem bir araya gelse yapamaz. Ama doğru, ama yanlış.

Kişinin sağlam bir dimağa ve sağlıklı bir psikolojiye sahip olabilmesi büyük ölçüde, içinde bulunduğu anı ne kadar yaşayabildiğine bağlıdır. Bir gün veya bir yıl önce neler olduğu, ya da, ertesi gün neler olabileceğinin önemi yoktur. İnsanın var olduğu yer, içinde bulunduğu andır. Asıl olan budur. Geçmiş adı üzerinde olmuş, bitmişlerin adıdır. Tekrar o an bir daha geriye gelmez. Önemli olan geçmişin tecrübelerinde faydalanabilmektir. Gelecek ise bırakalım dakikasını, saatini, gününü, ayını, yılını, takdir edilen nefesin bir fazlasını kimse kimseye veremez. O halde hayat aldığımız nefes kadardır, demek en doğru kelam olacaktır.

Şimdi, şu an yaşadığımız zamandır. Şimdiyi yaşamak, neredeysek orada olmaktır. Zaman, arkasından koşup da tutamayacağımız bir şeydir. Yaşadığımız tek gerçek an, hemen içinde bulunduğumuz an’dır. Ne bir saniye öncesi, ne de bir saniye sonrası. Bizim için daha iyi sonuçlar verecek seçenekler de, kaçırılmayacak fırsatlar da, yaşadığınız an içinde akıp gider. Eğer biz karşımızda duran fırsatları o anda fark etmiyorsak, hiçbir fırsat “Hey! Beni unuttun” diye arkamızdan koşmaz. Her şey olup bittikten sonra, “Keşke öyle değil de böyle yapsaydım, şöyle söyleseydim” der dururuz. Peki hiç düşündük mü, neden aklımız başımıza iş işten geçtikten sonra gelir? Aslında cevabı çok basit! Çünkü bizim aklımız, o anda başka bir yerdedir. Ya geçmişin telafisinin yollarını günümüzde değil pişmanlıklarda aramada ya da belki de geleceğimizin toz  pembe hayallerini gerçekleştirme planları yapmada…

Çoğumuz birçok şeyi aynı anda dert etme sanatında ustalaşmışızdır. İnsan her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştıkça psikolojik sorunlar da beraberinde gelir. Geçmiş, gelecek ve yaşanan an, üçü bir insanın uzun bir süre altından kalkamayacağı yük oluşturur. Bu yükün altında ezilen insan stres içerisinde gergin bir hal alır. Hele günümüz insanının en temel hastalık kaynağı strestir. Stres psikolojik ve fizyolojik hastalıkların temel sebebidir.

Geçmişteki sorunlarımız ve geleceğe yönelik endişelerimiz yaşadığımız ana hükmettikçe, biz de kaygılarla ve ümitsizlikle dolu bir bunalıma gireriz. Bu durumdayken hayatımızdaki güzellileri fark etmeyi, önceliklerimizi ve mutluluğumuzu ileri bir tarihe erteleyerek, gelecekte “bir günün” bugünden daha iyi olacağına inanmaya çalışırız. Ne yazık ki,  şimdi bize geleceğe bakmamızı söyleyen nefsimiz,  bunu hep tekrarlar ve o “bir gün” bir türlü gelmez. Hayatımızın gelecek planlarını yapmakla meşgulken, çocuklarımız büyür,  sevdiğimiz insanlar bizden uzağa taşınırlar, kimi ölür, bedenimiz giderek biçim değiştirir; bu arada hayallerimiz uçup gidiyordur. Kısacası, hayatı tamamlıyoruzdur.
Çoğu insan hayatını, sanki gelecekte kullanacağı bir elbisenin provasıymış gibi yaşar. Oysa hakikat hiç öyle değildir. Kimsenin yarın burada olacağına güvencesi yoktur. Sahip olduğumuz ve kontrol edebildiğimiz tek zaman, içinde bulunduğumuz andır. Aklımızı yaşadığımız ana verebilirsek, içimizden korkuyu atabiliriz. Bu korku gelecekte olabileceğinden kaygı duyduğumuz olaylardır. İleride parasız kalabiliriz, çocuklarımızın başı derde girer, yaşlanacak ve öleceğiz, diye duyduğumuz endişelerdir. Temel kaynağını maalesef Rabbimizi tanıyamamak, ona tam manasıyla güvenememek oluşturur. İnsana ait tasavvur etmesi gereken yegane düşünce aldığı nefesin sahibini unutmamaktır. Ondan gafil olmamaktır. Bunu idrak eden kulun geleceğine Rabbi kefildir. Aksi halde gelecek endişesi taşımak çok tehlikeli ve insanı helaka götürebilecek yersiz bir duruştur.

Nefsimizden kaynaklanan her şeyiyle dünyalık gelecek endişesinden kaynaklı korkularımızla savaşmak için en iyi yol, dikkatinizi tekrar şimdiki zamana döndürmektir. Bundan böyle dikkatinizi bulunduğunuz yere ve o ana vermeye çalışarak. “Bir nefesten bir nefese geçerken asla gaflete düşmemek ve huzurda olmaktır”.

Mesela padişahın huzuruna çıkmış biri, hal ve tavırlarına, söyleyeceği sözlere nasıl ki son derece hassasiyet gösteriyor  ise Cenab-ı Hakk’ın nazarının her an üzerimizde olduğu bilinci de kişiyi bu huzurda olma haline götürmelidir. Çünkü ancak nefeslerini gaflet içinde alıp vermekten kendini muhafaza eden kimsenin kalbi Allah Teâlâ ile huzur halinde olabilir. Çünkü Ra’d suresinin 28. ayetinde buyurulduğu gibi; “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle itminan (huzur ve sukun) bulur.

Gerçekten diri olmak, kalbin diri olmasıyla mümkündür. Allah’ı zikredenler felah bulacaklardır.” (Cuma Suresi Ayet 10) Yolumuzun büyüğü Şah’ı Nakşebendi Hz. (k.s.) :         “ Allah’a varış yolunda işin aslı, nefes üzerindedir. Bütün himmet ve gayreti, nefesi muhafazaya; ve her nefesi de huzura hasretmek gerektir. Nefesin giriş, çıkış anı ve iki nefes arası, sakın ha gafletle geçirilmesin.” Buyurmuşlardır.

Nefes alıp vermek hayatta kalma belirtisidir. Yaşamanın ispatıdır. Bu hal öyle sıradanlaşmıştır ki irademiz dışındaki bu tabii halin çoğu zaman farkında bile olmayız. Hûş der-dem prensibi, böyle bir gafletten sakındırmak için, alıp verdiğimiz her nefesin farkında olmamızı ister bizden. Nakşibendiyye’de huş der-dem, yani nefesi muhafaza, nefesin hakkına riayet veya nefesten haberdar olma, yol almanın esası sayılmıştır.

Peki nefesin farkında olmak ne demektir ve bu farkındalık nasıl sağlanacaktır? Cenab-ı Hak, sayılı nefeslerle geçici bir müddet hayat sürmesi için dünyaya gönderdiği insandan, canlı cansız bütün mahlukatın zikire katılmasını istemektedir. Nefeslerimiz bize en geniş anlamıyla “zikir” için bahşedilmiştir. “İnsanın her an her yerde Allah’ı hatırlaması, emir ve yasaklarına riayetle hep O’nun rızasını gözetmesi, Bezm-i Elest’teki sözüne sadık kalması” anlamına zikir mükellefiyeti, kitap ve peygamberler aracılığıyla izah buyurulduktan başka, alıp verdiğimiz her nefeste de sürekli hatırlatılmaktadır.

Büyüklerimiz, “Allah” kelimesinin başındaki elif ve lâm harflerinin belirtme takısı (harf-i tarif) olduğunu, sonundaki “güzel he” ile Allah Teala’nın zat isminin kastedildiğini izah ederler. Ayrıca göre “Hu” zamirinin aslı da, nefes alıp verirken çıkardığımız “h” sesi de lafza-i celâlin sonundaki “he”dir. Bu demektir ki, kainattaki bütün varlıklar gibi insan da kendisi farkında olmasa bile her nefeste Allah’ı zikretmektedir.

İşte insanın aldığı nefesin farkında olması, öncelikle nefesindeki zikrullahın farkında olmasıdır. Nefesinden gafil olanlar, uykuda sayıklayanlar gibi, ilahi ikram eseri bu zikrin varlığından ve mesajından haberdar olamazlar. Zira bir ses yahut söz, zikredileni hatırlatıyorsa zikirdir. Şu halde nefesin farkında olmak; nefeslerimizin sayılı olduğunun, bunları veriliş maksadına uygun sarf etmek gerektiğinin, her soluktaki zikrin bize neyi hatırlatmak için irademiz dışında tekrarlandığının farkında olmaktır. Böyle bir farkındalık niçin yaşadığımızı bilmeyi, her nefeste Allah’ı hatırlamayı, tek nefeslik bir anda dahi Allah’tan gafil olmamayı ve dünya hayatını bu hal üzere sürdürmeyi gerektirir.

Hayat, İçinde Yaşadığımız Andan İbarettir. Geçmiş ve gelecek, elimizde değildir; biz içinde bulunduğumuz anı doğru yaşamaya çalışmalıyız.  “Hayat dediğimiz haller, içinde bulunduğumuz andan ibarettir. O halde yaşamak, aslında içinde bulunulan anı yaşamaktır. Anı yaşamak, şimdiyi yaşamak, hayatı anlamak, tat almasını onu yaşamasını bilmektir.


Dünün pişmanlıkları yarının kaygısıdır, hayatı tüm endamıyla yaşamaktan alıkoyan geçmiş ve gelecekten ibaret olduğunu sandığımız hayat, dünün nedameleri ve yarının kaygısıyla bizi onu hakkıyla yaşamaktan alıkoyar. Oysa dün geçmiştir. Esasında hep gidecek uzaklaşacaktır ve geri gelmeyecektir. Sabahındaki ümitlerle ve akşamındaki hüzünlerle vardır ve öyle kalmıştır çoğu zaman ve hayal ettiğimizden hep yoksundur dün yoksunda kalacaktır. Dünün kaderidir bu hep de öyle kalacaktır esas olan şimdidir. Dokunabildiğimiz, duyabildiğimiz,  işitebildiğimiz, ağlayabildiğimiz, gülebildiğimiz hep bu andır.

Her şey bugünde, şimdide gizli. Bırakalım dün kaçıp gitsin, yarın yanımıza hiç sokulmasın, kuralım hayallerimizi hayal işte demeden, varsın gıdıklasın içimizi gerçekmiş gibi elimizdeki çiçeği şimdiden koklayalım acaba solar mı; önce vazoya koyayım sonra koklarım kaygısına düşmeden, doyasıya koklayalım. Karşımızdakine ister kekeleyerek, ister kızarak, isterse bozararak, nasıl olursa olsun, ama mutlaka yarına ertelemeden şimdi seni seviyorum diyelim, çok geçmeden.

İnsan anı yaşamayı bilmiyorsa bile öğrenmeli, en güzel öğretici yaparak yaşayarak öğretendir. Allah’a (c.c.) şükürler olsun ki an’ı yaşamayı öğreneceğimiz, hayatın gerçek anlamının ne olduğunu bizlere tanıtacak rehberler, öğreticiler, üstatlar, peygamber varisi Evliyaullah Hazeratı bizlerle. Onlar Hak ve hakikati toplumda, halkın içinde, halkla paylaşmak için, öğretmek için dipdiri yaşıyorlar. Ne mutlu onlarla istikamet üzere bir ömür gerçek mutluluğu tadarak hakikati yaşayanlara ve yaşatanlara.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Her yaratılan, İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır.” Buyuruyor Kainatın efendisi. Yani Allah’a muhatap yaratılmıştır. İslami bir mesuliyet ve mükellefiyet üzere yaratılmıştır. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Dünyanın neresinde bir çocuk dünyaya geliyorsa, o Müslümandır. Daha sonra eğitim, kültür, çevre ve sosyal faktörler onda bir kabuk oluşturur. Onu şekillendirir. Çocuk bu faktörlerin etkisiyle din, sosyal, psikolojik, ahlak, kişilik, huy bakımından kendisini bulur. Bunların savunucusu olur. Bu etmenlerin rengine girer. Ailesi ona ne sunmuşsa genelde o olur. Ama yaratılan her şeyin özü İslam’dır. Cenab-ı Hak bizden bu özü muhafaza etmemizi ister.

Anne babalar çocuklarını yetiştirirken bu uzun yolculuk içinde dönem dönem umutsuzluk yaşayabilirler. Hatta depresyona girdikleri bile olur. Gözleri korkar. Çocukların hırçın davranışları bazen çok incitici boyutlara varır. Kendimizi yalnız hissetmenin verdiği panikle çevremizde aynı durumla karşılaşan yakınlarımızın serzenişlerini duymak, endişeli hallerini görmek bizi biraz rahatlatır. Çünkü yalnız olmadığımızı anlarız. Bunu kendimize bir çıkış yolu olarak belirleriz. Hemen sorunun cevabını yapıştırırız. “Herkes öyle. Zamanımız çocukları, hiçbir şeyden mutlu olmuyorlar. Bu zamanda bu kadar…vb” Gerçekte böyle mi? Bu çocuklar bize ilk geldiğinde böyle miydi? Acaba eksik bıraktığımız veya aşırıya kaçırdığımız neler oldu da sonuç böyle oldu. Bunları sormak gerekmez mi?
Bu yazımızda çocuklarımızın her gelişim döneminde karşılaşabileceğimiz hırçın davranışların altında yatan temel sebepleri imkanımız ölçüsünde tahlil etmeye ve ebeveynler olarak neler yapabileceğimizi, nasıl bunların üstesinden gelebileceğimizi Ayet, hadis, geçmiş ve günümüzdeki kanaat önderlerinin tavsiyeleri, uzmanların tespitleri ile işlemeye çalışacağız.

Çocuğumuz bir yaşından itibaren kişilik özelliklerini ortaya koyan özellikler sergilemeye başlar. Her çocuk kendine özeldir ve farklı kişilik özellikleri taşır. Kimi çocuk içine kapanık olur, kimisi dışa dönük. Bazı çocuklar konuşkan olabilirken, bazıları daha sessiz ve sakin olurlar. Bu gibi davranışların dışında bazı duygu durumları vardır ki; hırçınlık bir duygu durumudur ve sonuçları davranışlara yansır. Hırçınlık dediğimizde öfke, ısrar etme, inat ve tutturma, saldırgan davranışlar, zarar vericilik, ağlama nöbetleri, her şeye karşı çıkma, uzlaşmaya yanaşmama gibi en hafifinden en uç noktalara kadar pek çok şeyden bahsedebiliriz. Bu bir duygu ve davranış bocalamasıdır. Çok küçük yaşlardaki çocuklarda da görülmektedir. Ancak bilinçli hırçın davranışlar 2-3 yaşlarında ortaya çıkar. Ortaya çıkmasıyla aileler şaşırır. Ne yapacaklarını bilemezler.

Belirtildiği gibi hırçınlık bir duygu durumu olabileceği gibi, bir davranış biçimi de olabilir. Durumu net tanımlamak önemlidir. Çünkü çocuğa nasıl davranılması gerektiği bu tanımlamaya göre yapılmak durumundadır. Aşırı koruma, aşırı serbest bırakma, reddetme, ilgisiz davranma, aşırı baskı uygulama, tutarsız ve dengesiz davranma, kendine güvenmeyen tutumlar sergileme tarzındaki anne-baba davranışlarının çocukların özgüvenini yitirmesine ve hırçınlaşmasına neden olduğu uzmanlar tarafından belirten başlıca sebepler arasındadır.

Bunların dışında gelişim dönemlerine göre çocuklarımızı hırçın davranışlar sergilemelerine sebep olabilecek durumları şu genel başlıklar altında özetleyebiliriz:

Kendini ifade etmekte yetersiz olduğunu düşünmek,
Kendine güven sorunu yaşamak, özgüven düşüklüğü,
Aile içinde sağlıklı iletişim kurulamamış olması,
Çocuğa olumsuz model olan bir aile bireyinin varlığı,
Kişilik olarak yatkınlık,
Akranlarından ilerde ya da daha geride bir zeka gelişimine sahip olmak,
Çocukla aile arasında güvene dayalı bir ilişki kurulamamış olması,
Çocuğa önem verilmeyen, dinlenmeyen bir ortam,
Okul sendromu ya da okul sorunları,
Beslenme sorunları,
Sağlık sorunları gibi etkenlerin varlığı.

Doğumdan ölüme kadar öfke, her insanın hayatında varlığını sürdüren bir duygudur. Dünyaya gelen bebek, karnı acıktığında, altı kirlendiğinde, uykusu geldiğinde öfkelenip ağlamaya başlar. Bedenî ihtiyaçlar kadar sosyal ihtiyaçlar da önem kazandıkça kendisi ile oyun oynanmadığı için, yalnız kaldığı için öfkelenir. Dili kullanmaya başladığında kendisini kelimelerle anlatamadığı için sinirlenip saldırganlaşır. Okul döneminden itibaren hayat boyunca öfkeyi en çok besleyen durum ise, kişinin haksızlığa uğradığına inanmasıdır.
Hırçın çocukların davranışlarında sakinleşmeyi ve duygularında huzuru yakalamak için mutlaka hırçınlığa sebep olan faktörü ortadan kaldırmak gerekir. Aksi takdirde uygulanacak ağır yaptırımlar ve baskılarla oluşan şiddet içerikli davranışlar, çocuğun öfkesinin ya kendisine dönmesine sebep olur ya da çocuğun pasif - agresif davranışlar geliştirmesine yol açar.

Çocuğun öfkesini kendisine yönelttiği durumlarda suçluluk duygusu, tırnak yeme, tırnak kenarlarındaki etleri yolma, tikler, dudaklarını ısırma, daha ileriki yaşlarda ise jiletle kendi bedenine zarar verme gibi davranışlar görülebilir.

Saldırganlık, pasif - agresif bir yapıya dönüştüğünde ise; inatçılık, kıskançlık, sık sık küsme, kaprisli davranışlar sergileme, yemek yememe, asık yüzle dolaşma gibi tavırlar dikkat çeker. Bütün bu pasif davranışların ortak hedefi, karşısındaki kişiyi mânevî olarak üzmektir. Fizikî olarak uygulanamayan şiddet, manevî yolla uygulanır.

Saldırganlığa engel olmak için uygulanacak baskıcı tutumlar, aktif saldırganlığı söndürmesine rağmen, yine istenmeyen başka olumsuz davranışlara sebep olacaktır.

Saldırganlık, enerjisini “öfke” duygusundan alan bir tepkidir ve çoğu zaman bu öfkeye sebep olan durum, bizim sezemediğimiz, gözümüzle görmediğimiz, fakat çocuğun algıladığı ve baş edemediği bir durumun tezahürüdür. Çocuğun kendisini ve duygularını ifade edememesi, çevresi tarafından anlaşılmaması, davranışlarının sürekli eleştirilmesi, beden enerjisini atabileceği bir ortamının olmaması, aile içindeki problemleri, ilgi ve sevgiye doyamaması, yakın çevresinde öfkesini kontrol edemeyen bir örnek olması, arkadaşları arasında kendisini yetersiz hissetmesi, bir yakınını kaybetmesi, kardeş doğumu gibi sebepler, çocuğun öfke duygusunu şiddetlendirebilir.

Aile fertleri arasında çocuğun saldırgan tepkileri hoş görülmesine rağmen, çocuğun okul çağı geldiğinde, artık saldırgan davranışları daha çok sayıda insanı rahatsız eder ve dışarıdaki insanlar, aile fertlerinin yaptığı gibi her zaman bunları hoşgörü ile karşılamazlar. Çocuğun daha sık karşılaşmaya başladığı engellenme ve eleştirilme durumları, onun öfkesini daha da artırabilir, onun okul ortamından ve akademik çalışmalardan soğumasına yol açar.

Bazen olaylara biraz daha objektif bakmak, çocuğun gerçek sorununu ortaya çıkarmada yetecektir. Kıskançlık bu gibi durumların öncüsü olarak görülür. İkinci bir çocuk dünyaya geldiğinde anne tüm ilgisini bebeğe yöneltir. İlk başta hevesle beklediği kardeşin onu tahttan indirmesi ise farklı bir durum oluşturur. Ve büyük çocuk yeni kardeşi bir rakip gibi görür, ona bu şekilde yaklaşır. Annenin bebeğe olan sevgisini kıskanır. Anneye içten içe sinirlenir, anlamsız ve yersiz tepkilerde bulunur. Örneğin eşyalara, etrafına, fırsat bulduğunda bebeğe zarar verir. Kardeşini kıskanan çocuğun saldırıları bazen anne babaya yönelik de olabilir. Çünkü onun gözünde eve yeni bebeği getiren sorumlu kişiler anne babadır. Bu nedenle anneler hamilelik döneminde dikkatli olmalı ve çocuklarını yeni gelecek kardeşe hazırlamalılar.

Bazı çocuklar hislerini hiç belli etmezler. Önemli olan anne babalar olarak çocuklarının davranışlarını değiştiren asıl sebebi fark edebilmeleridir. Bu da çocuğumuzu tanımakla mümkün olur. Anne babalar görünen somut davranıştan çok davranışın asıl sebebine odaklanmalıdır.

Çocuğumuzun söz dinlemediği dönemlerde yardıma ihtiyacı olduğunu hissetmeli ve onunla dayanışma içine girmeliyiz. Bunu, onu günlük ev işlerine, ortak aktivitelere veya bebek bakımına dahil ederek yapabiliriz. Böylelikle çocuğunuz kendisine bir birey olarak değer verildiğini görür ve zamanla hırçınlığından vazgeçer. En önemlisiyse ona sonsuz sevgi vermemiz, sevgimizi hissettirmemizdir. Sevginin hatırı çok büyüktür. Bizim üzüldüğümüzü algılayan her çocuk sevginin hatırına bir an bile olsa kendisine çeki düzen verir.

Anne baba için kontrolsüzce çıldırarak ağlayan bir çocuktan daha dayanılmazı yoktur. Bu gibi durumlarda anne ve baba genellikle sonradan pişman olacağı tavırlar sergiler. Genellikle bağırarak tokat atabilir. Halbuki çocuk anne babanın her hareketini gözler ve çileden çıkmasını adeta dört gözle bekler. Her tepkiye daha çok çıldırarak karşılık verir. Sonunda çocuk istediğini elde eder, soğukkanlı kalmaya çalışarak kavganın en doruk noktasında çocuğun en az beklediği davranışı yapmak sorunu temelde çözecektir. Bu davranış o kavgalı ortamı sıcaklık ve sevecenlik katacaktır.

En savunmasız küçücük bir bebekken, hatta anne karnındayken gelişimine adım adım şahit olduğumuz, bizden bir parça olan boyu masaya bile yetişmeyen küçük çocuklarımız dik bir pozisyonda elleri belinde bize kafa tutuyor. Bırakın ona söylenenleri dinlemeyi, çileden çıkmamız için ne gerekirse yapıyor. biz de karmakarışık duygular içinde sinirimize hakim olmaya çalışıyoruz. İyi bir anne, iyi bir baba olamadım, nerede hata yaptım diye panik içinde kendinizi yargılıyoruz. Bacak kadar çocuğa, yapması gerekenleri neden anlatamadığımızı, neden söz geçiremediğimizi sorguluyoruz. Aslında işin gerçeği şu; çocuğumuz kendini artık bizim kadar önemli ve kuvvetli hissediyor. Bir bakıma kendini bu şekilde ispatlamış da oluyor. Amacıysa insan yerine konmak, söz hakkına sahip olmak. Ve en önemlisi o, kendi kararlarını kendi vermek istiyor. Sadece anne ve babanın yönlendirmelerine göre yaşamayı tercih etmiyor. Ufacık bir çocuğun aklına nasıl böyle şeyler geliyor diye düşünmeyelim. Onlar sadece emirler alıp, başkalarının isteklerine göre hareket etmek istemiyorlar. Birey olarak kabul görmek istiyor. Günümüzde artık şartlar o kadar değişti ki. Çocuklar sadece cezalandırılmaktan korktukları için değil, anne babalarını sevdikleri ve onları hayal kırıklığına uğratmak istemedikleri için laf dinlemeyi tercih ediyorlar. Azarlanan çocuk çok daha büyük tepkiler verebiliyor. Çocuk anne babası tarafından sevildiğini ve kendisine saygıyla yaklaşıldığını hissettiğinde, bunun karşılığını da zaten sonsuz veriyor. Onları hayal kırıklığına uğratmak istemiyor ve onları onurlandırmak için elinden geleni yapıyor.

Anne babalar sabırla çocuklarının istenmeyen davranışlarının altında yatan asıl sebebi anlamak zorundadır. Tek çözüm yolu hakiki manada çocuklarımızı anlayabilmekten geçer. Bunun için sabır gerekir. Dinimiz sabır dinidir. Yolumuz sabır yoludur. Çağımız sabır çağıdır. Yaşamak zaten başlı başına sabırdır. Kazananlar hep sabredenlerdir. Hz. Yusuf (a.s.) köleliğe sabretti sonunda vezir oldu. Hz Meryem sabretti, Hz İsa’yı dünyaya getirdi. Hz İbrahim  ateşe sabretti gül bahçesine ulaştı. Efendimiz (s.a.v.) müşriklerin zulmüne sabretti, onlara hidayet kapısını açtı. İşte aynı sabır çocuk eğitiminde anne babalarda da olmalı. Çünkü terbiye zaman içinde olacağı için sabır gerekir. Yapılan yanlışı hemen düzeltmek yerine, onu zamana yayıp zamanla düzelmesine sabretmek asıl olandır.

Anneler çocuklarını saksıda büyüttükleri çiçek gibi görmelidir. Her gün çiçeğimize bakıp su dökeriz, ama hemen çiçek açmasını beklemeyiz. Çocuğumuz için de zamanla çiçek açmasını beklemeli, sabretmeliyiz. İstediğimiz şeyler hemen olmayabilir. Çocuklarımızda görmek istediğimiz güzel ahlak ve davranışlar için başka çocuklarda var da neden benimkiler böyle diye isyan etmek yerine onu anlamaya çalışarak, sabretmek aile huzurunu daha da artıracaktır.

Kur’an da pek çok ayette Rabbimiz Allah (c.c.) sabretmeyi emreder. “…Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara–153) “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara–155)

Sabrın sonu selamettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan, iyi insandır. İyi işler yapıp, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa erecekleri haber verilmiştir. Sabır, zafere giden yoldur. İnsanlık için hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayeti kerime vardır. Resulullah’ın (s.a.v.) hayatı ise baştan sonra en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslüman’a düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah’tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

Kendine güvenen, hoşgörülü, sabırlı, sınır koymayı ve takdir etmeyi bilen, davranışlardaki asıl sebebi anlamaya çalışan, Allah için seven, Allah için sevgisini gösteren, tutarlı davranışlarıyla çocuklarına örnek olabilen ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar kendine güvenli, sevecen, girişimci, haklarını korumayı bilen, düzenli, neyi nerede yapacağını bilen, hakka hukuka riayet eden,   düzenli yetişkinler olurlar. Yeter ki biraz sabır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 03 Haziran 2014 15:43

ÇOCUK TERBİYESİ VE DİSİPLİN

Disiplin konusu, çocuk eğitiminde anne ve babaların en çok yakındıkları konuların başında gelmektedir. Genellikle anne babalara çocukları hakkında soru sorulduğunda çocuklarına söz geçiremediklerinden yakınmakta ve bu konuda yardım beklemekte, hatta çocuklarının iyi yetişmesi için her yolu denediklerini ama hiç birisinde de başarılı olamadıklarını söylemekten de geri durmazlar. Aslında burada ciddi bir tezat vardır. Her şeyin yapıldığı bir iletişimde eğer olumlu sonuç alınamıyorsa yapılan yanlışı görme sorunumuz bir an evvel keşfedilmeyi bekliyor demektir.

Çocuklarımızı yetiştirirken anne babalar olarak farkına varmadan aynı anlamda kullandığımız disiplin ve ceza kavramları arasında ayırt edilmesi gereken önemli bir uçurum vardır. Anne babalar genellikle çocuk yetiştirme yöntemlerini dayak, azar, bağırma, itiraz, ceza üzerine şekillendirir. Bunun da adı terbiye etmek olur.

Gerek anlam olarak, gerek içerik, gerekse yöntem bakımından büyük farklılık gösteren bu iki olgudan ceza; gerçekleşmiş, istenmeyen bir davranışın karşılığında oluşan tavırdır. Olumsuz, itici bir davranışın yapılmasından sonra ona bağlı olarak uygulanması olayına verilen teknik bir isimdir. Ceza, istenmedik davranışları bastırma tekniklerinden biridir. Ceza, davranış dağarcığına bir şey katmaz, fakat davranış dağarcığındaki bir davranışın bastırılmasını sağlayabilir. Bu anlamıyla ceza, yeni bir davranış öğrenmeyi değil, istenmedik bir davranışı yapmamayı öğretir.

Disiplin ise davranışı olması gereken şekle götüren yöntemdir. Diğer bir ifadeyle disiplin evin ve ailenin değer, düşünce ve davranışlarına uygun, yapılması ve yapılmaması gereken davranışları içeren bir önlemdir, bir davranış düzenidir.

Biz de bu yazımızda cezadan çok farklı olan disiplinin, çocuk terbiyesindeki önemini ve içeriğini işlemeye çalışacağız.

Disiplin, kelime anlamı olarak, “uyulması gereken kurallar” olarak tanımlanırken; daha geniş anlamda düzen ve intizam temini için zihnî, ahlâki, ruhi, cismani talim ve terbiye olarak açıklanmaktadır.

Tekrar ifade etmek gerekirse ceza ve disiplin birbiriyle karıştırılmaması gereken çok farklı kavramlardır. Disiplin bir yöntemdir. Belirli davranış kalıplarını benimsetmek üzere izlenen yoldur. Disiplin istenen amaca ulaşmak için alınması gereken tedbir ve kuralların tümüdür. Disiplin, sorumluluk ve uyulması gereken kuralları öğreterek çocuklarda iç denetimin gelişmesini sağlayan bir yöntemler bütünüdür. Çocukta ahlâk gelişimini sağlayan disiplinin nihai amacı çocuğun iç denetim kazanmasını sağlamaktır. Disiplin, çocuğa karşılaştığı durumlar ve insanlar karşısında nasıl davranması gerektiğini öğretir.

Temel alışkanlıklar erken gelişim yıllarında kazanıldığından okul öncesi dönemde disiplin konusu hem aile hem de okul öncesi eğitimcilerin üzerinde hassasiyetle durması gereken bir konudur. Atalarımızın; “Ağaç yaşken eğilir.” sözünü hatırlatmak burada yerinde olacaktır.

Zamanında terbiyesini ihmal ettiğimiz çocuklarımızın, şikayet getiren olumsuz, ters davranışları sonucunda onlara iyiyi, doğruyu öğretme adına verdiğimiz cezalar çocuğumuzun öfkesinin artmasına neden olacaktır. Artan öfkenin kaynağı ise büyükleri olarak biz olacağımız için çocuk aldığı ceza ile davranışı arasında bağlantı kurmak yerine, ceza ile bizim aramızda bağlantı kuracak, böylece davranışının sonucunu düşünmesine fırsat kalmadan bizden uzaklaşacaktır. Halbuki amaç çok iyi niyetlerle başlamışken, usulüne uygun davranmadığımız için çocuğumuzu kendimizden uzaklaştırarak belki de ona yapılacak en büyük kötülüğü anne babalar olarak bizler yapabiliyoruz. Hem de hiç farkında bile olmadan.

Bazı anne ve babalar için disiplin deyince hemen dayak akla gelmektedir. Dayak bir anlık öfke ile başvurulan, çoğu kez amacını aşan bir cezadır. Öğretici değeri olmayan, etkisi kısa süren bir yıldırma yöntemidir. Dayak yiyen çocuklar çoğunlukla neden dayak yediklerini unuturlar.

Dayak eğilimli ebeveynler çocuğu korkutarak, bağırarak, şiddete başvurarak isteklerini yaptırmak isterler. Ancak şiddete başvurarak çocuğu disiplin altına almak kesinlikle doğru değildir. Belki anne ve babayı kısa bir süre amacına ulaştırıyor gibi gözükebilir, ancak uzun vadede bunun sonuçları kötüye işaret edecektir. Çocuğa dayak atmakla neyin doğru neyin yanlış olduğu öğretilemez. Dayak, sadece bir ceza olarak kalır. Ancak çocuğun kişiliği üzerinde olumsuz etkiler bırakır. Bir süre sonra dayak arsızı olan çocuğa yapılabilecek ikinci  adım olarak genellikle yerini beddua ile yakınmaya bırakır.

Sürekli dayak yiyen çocuk zamanla ürkek, korkak ve pasif bir kişiliğe sahip olur. Aşırı baskıya maruz kalan çocuklar, zamanla evden kaçmayı düşünürler. Yapılan araştırmalarda suçlu çocukların yüzde 59’unu aile baskısından kaçan çocukların oluşturduğu görülmektedir. Bazı aileler, çocuklarının her yaptıklarına karışırlar. Adeta bir komutan edasıyla emirler yağdırırlar.

Kızmak ve bağırmak çocuğu uyarmak için gerekli olabilir ancak sonucu yararsız ve yıkıcıdır. Ailesine karşı olan güven sarsılır. Çocuk, ailesinin kendisini artık sevmediğini düşünür. Dahası, kendisine herhangi bir durumda kızılan, ceza verilen çocuk da hem kardeşleriylehem de arkadaşlarıyla aralarında bir sorun olduğu zaman aynı şekilde şiddete başvuracaktır.

Disiplin, bir eğitim aracı olarak düşünüldüğünde korkutma, utandırma, gururunu kırma gibi kavramlarla iç içe olmamalıdır. Disiplinin iki temel amacı vardır: Birincisi, çocuğa anlaşılır, kesin ve sınırları olan, güvenli bir ortam sunmaktır. Bu ortam çocuğun sağlıklı gelişimi için gereklidir. Disiplinin ikinci amacı ise, çocuğun kendi kendini yönetme yeteneği yani özdenetim kazanmasıdır. Çocuk denetim altında değilken de öğrendiklerini uygulayabilmeli, kurallara uymayı sürdürebilmelidir. Ana babası yanındayken kurallara uyan, ama denetim kalkınca çığırından çıkan çocuk özdenetim yeteneği kazanmamış demektir.

Disiplin, çocuğu baskı altına alıp, onu yönetmek değildir. Disiplin, çocuğun kendi özdenetimini yapabilecek bir seviyeye gelmesi, dışarıda herhangi bir uyarıya gerek kalmadan bazı kurallara kendi kendine uyması demektir.

Çocuğa bireysel ve toplumsal kuralları sağlıklı bir şekilde öğretme, ona sevgiyle yaklaşma, anlayış ve tolerans gösterme, istenilen davranışlarının desteklenmesiyle olur. Kurallara nasıl uyması gerektiğini sevgiyle öğrenen çocuk, o kuralları zamanla benimseyerek içselleştirir. Çocuğun bu şekilde kuralları öğrenmesi zaman alabilir. Ancak anne ve babaların sabırlı olmaları gerekmektedir. Özellikle küçük çocuklar, daha çok somut düşünme dönemlerinde olmalarından dolayı, anne ve babayı daha fazla yorabilir. Bir çocukta istediğimiz bir davranışın yerleşmesi için, en az altı ay gibi bir süre takip edilmesi gerekir.

Aileler çocukların eğitimi için çeşitli disiplin yöntemleri benimser. Çocuğun yemek yeme, uyku, oyun, televizyon kullanımı, ders çalışma düzeni, bu davranış düzeni içinde şekillenmektedir. Her evin disiplin kuralları farklı olduğu gibi, her yetişkinin uygulayacağı kurallar da farklılık göstermektedir. Anne babaların benimsedikleri yaklaşımların uygulanmasında önemli olan, bu yaklaşımların kendi evlerine, kişiliklerine ve uygulamak istedikleri çocuğun kişilik ve yapısına ne kadar uygun olduğudur.

Anne babalar uyulması gereken kural ve davranışları çocuklarına öğretebilmek için öncelikle onlara model olarak işe başlamalı, çocuklarının onlarla kendilerini sürekli özdeştirdiklerini unutmamalıdırlar. Çocuğun davranış anlayışında çeşitli davranışların eklenmesi ve yerleşmesinde ebeveynler büyük rol oynamaktadır. Çocukların yaptıkları olumlu davranışlara önem vermek, bu davranışları sosyal ödüllerle (güzel söz söylemek, takdir etmek, öpmek) pekiştirmek çocukta olumlu davranışın tekrarlanmasını sağlar. Çocuğun olumlu davranışlarına karşılık olarak verilen sosyal ödüller, davranışın hemen ardından verilmeli ve maddesel ödüller sıklıkla kullanılmamalıdır. Ödüllendirme yönteminde de dikkat edilmesi gereken yapılan her davranışı maddi olarak ödüllendirmeme yöntemidir. Dersini yaparsan sana şeker alacağım ya da seni gezmeye götüreceğim gibi ödüllendirmelerde bir süre sonra çocuğun istekleri karşılanamaz boyuta varabilir. Çocuk rüşvetle davranmayı öğrenir.

Rüşvet ve maddi ödüllerle ilgili en önemli sorun, çocuğun gerçek hayata hazırlanamamasıdır. Bunlar çocukta yanlış beklentilere sebep olmaktadır. Maalesef bu durum yetişkinliğe kadar devam etmektedir. Çocuklarımız bir işi ödül karşılığı yapmaya alıştıkları zaman, bir işi başarmış olma duygusunun sağladığı ödülü hiç bir zaman tadamamaktadırlar. Rüşvet içerikli ödüllerle ilgili en büyük problem de işte budur. Çocuğumuzu, bir ödül almadan da çalışmaya ve başarmaya iten duygudan içsel motivasyondan mahrum bırakmasıdır. Rüşvet içeren ödüller çocuğun yaptığı işten çok ödüle  yoğunlaşmasına neden olmakta ve bu da onun, bir işi başarmış olmanın verdiği mutluluğu hissetmesine engel olmaktadır.

Aynı zamanda ödülün değeri yanında ödülün dozu, yani ölçütü de önemlidir. Çocukların yaptıkları olumsuz davranışların görmezden gelinmesiyle bu davranışların zaman içinde sönmesi, tekrarının engellenmesi mümkün olacaktır. Kurallara uyulmadığı zamanlarda uygulanacak ceza, çocuğu doğrudan olumsuz bir duruma, davranışa maruz bırakma şeklinde değil, onu istediği ya da sevdiği bir şeyden mahrum bırakma, sevdiği bir etkinliğe ara verme şeklinde olmalıdır.

Sonuç olarak özetlersek çocuk psikolglarının disiplin içi önerdikleri şu üç ilke çok önemlidir:

1. Tutarlılık disiplin için en önemli ilkelerden biridir. Ana baba çocuğu uygun olmayan bir isteğine birkaç kez “Hayır!” dedikten sonra sonunda “Evet!” diyorsa, çocuk ısrar etmesinin işe yaradığını öğrenecektir.

2. Ana babanın sözbirliği ve işbirliği yapması disiplin için gereklidir.

3. Ana baba davranışlarıyla çocuğa örnek olduğunu unutmamalıdır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 03 Haziran 2014 13:37

ÇOCUK SEVMEYİ AİLEDE ÖĞRENİR

Sevgi çok geniş bir konu olmakla birlikte bu yazımızda ölçülü sevginin çocuğun gelişimindeki önemini işlemeye çalışacağız.

Sevgi; elle tutulamaz, gözle görülemez, soyut diye ifade edilen kavramlardandır, duygudur.  Bir insanın bir kişi, durum ya da nesneye ilgi ve bağlılık hissidir. Kendinden vazgeçebilmesidir. O’nu kendine tercih etmesidir. O’na vakit ayırıp onunla bütünleşmesidir.  Sevgide acılar tatlanır. Bakırlar altın olur. Sevgiden kirli ve bulanık sular duru bir hâle gelir. Hâce Hazretleri’nin (ks) buyurduğu gibi: “Sevgi insanı putlarından temizler.”

Sevgi, “Seni seviyorum.” sözleri ile hissedilmez veya hissettirilemez. Ancak sevgi hayatın içerisinde, davranışlara yansıyan çeşitli şekillerle somutlaşır. Bu şekiller genellikle; sevgi dolu gözlerle bakmak, dokunmak, öpmek, güzel sözler söylemek, zamanı paylaşmak, öncelik vermek, onu düşünmektir. Tabi bir de “Seni seviyorum.” sözünü duyurarak karşımızdakine değer verdiğimizi tasdik etmektir. Her şeye rağmen herkes sevildiğini duymak ister. Bu ilgi ve bağlılık koşullara rağmen gerçekleştiğinde gerçek sevgiden söz edebiliriz. Güzeli, iyiyi, becerikliyi, akıllıyı, yetenekliyi sevmek kolaylıkla gerçekleşir. Sevginin verilmediği, verilemediği durumlarda kişinin kendisiyle ya da çevresindeki koşullarla ilgili acilen giderilmesi gereken sorunlar vardır.

Yeri gelmişken burada önemli bir kavram kargaşasına değinmek faydalı olacaktır. “Çocuklarımızı sevelim.” kavramından anlaşılacak olan çocuklarımıza onları sevdiğimizi hissettirmektir. Yoksa normal olan hangi anne baba çocuğunu sevmez ki? Şüphesiz her anne baba çocuğunu sevmektedir. Ancak her çocuk anne babası tarafından sevildiğini hissedememektedir. Bu iki farklı sonucun ortaya çıkmasına sebep olan şey iletişimdir. Sevgisini ifade eden, çocuğun sevildiğini hissedeceği faaliyetlerde bulunan, takdir ve onay gören anne babanın çocukları sevildiğini hissetmektedir. Sevgi sözcüklerini kullanmayı ihmal eden ya da çocuğuyla beraber zaman geçirmeyen, onlara vakit ayırmayan anne babaların çocukları ise çok ihtiyaçları olduğu halde sevildiklerini hissedemezler.

İnsanoğlu dünyada varoluşunu sevgiye borçludur. İnsanlar arasındaki sevgi bağı insanları birbirine ve hayata bağlayan en önemli bağdır. Açlığımızı gidermek, susuzluğumu gidermek, uyumak gibi fiziksel ihtiyaçlar insan vücudu için ne kadar gerekliyse sevilmek de ruhumuzun en önemli gıdasıdır. Çocuklarımızda ise zihinsel, duygusal ve sosyal açıdan sağlıklı gelişimleri için fiziksel ihtiyaçlarının yanında duygusal ihtiyaçlarının da karşılanması oldukça önemlidir. Var olan bilgi eksiklikleri zamanla giderilebilir ancak, kişiliğin temellerinin atılmasından sonra, ruhsal ihtiyaçların doyurulması güç olacaktır. Unutmayalım ki, her şey yerinde ve zamanında bir anlam taşır. Ruhsal ihtiyaçların telafisi olamayacağından; çocuklarımızın duygusal ihtiyaçlarını zamanında fark etmek ve doyurmak zorunludur. Bunun ilk adımı ise temel ruhsal ihtiyaçların neler olduğunu fark etmek ve öğrenmektir. Çocuklarımızın temel ruhsal ihtiyaçlarının başında sevgi ihtiyacı gelir.

İnsan hayatında çok anlamlı bir yeri ve değeri olan bu duygular insanda doğuştan mevcut değildir. İnsanoğlu bu duyguları doğduktan sonra yaşayarak, görerek öğrenir ve o da bu duyguları başkasına göstermeye, uygulamaya başlar. Herhangi bir ihtiyacını karşılamak amacıyla yavrusunu kucağına alan, bağrına basan bir anne, bu davranışlarıyla sevilmenin, sevmenin ilk derslerini vermektedir. Sevilmeyi böylece öğrenmeye ve yavaş yavaş alışmaya başlayan çocuk kısa bir süre sonra da bir besin maddesi gibi sevmeyi sevilmeyi bekler. Sevgi ve şefkat insan ruhunun üretebildiği en gönül okşayıcı duygulardır.         
Çocuk psikologlarının ortaya koydukları şu gerçek çok önemlidir: “İnsan, sevme yeteneğini sevilerek kazanır. Sevmeden önce sevilmeyi öğrenir.” Bu nedenle çocukluğunda sevgiye doymamış fertler, hem başkalarını sevemez hem de dengeli bir kişilik geliştiremezler. Çocuğun sevmeyi öğrenmesi için öncelikle isteyerek dünyaya getirilen bir çocuk olduğunu hissetmesi ve bilmesi şarttır. Hayatı sevgi ile algılayıp, sevgiyi alıp vermesi bu temel üzerine atılır.

Yine araştırma sonuçlarına göre; yeterli sevgi gören çocuklar görmeyenlere göre zihinsel, sosyal ve duygusal olarak daha sağlıklı gelişim göstermektedir. Sevgi yoksunu olan çocuklar kendini dışlanmış, değersiz ve güvensiz olarak görür. Bebeklikten itibaren fiziksel temas ve dokunma ile çocuğa gösterilen sevgi biçim değiştirerek onunla zamanı paylaşmak olarak devam eder. Sevgi ve şefkat gören çocuk çevresiyle uyum sağlayarak, rahat iletişim kurar. Sevgi ve şefkat gören çocuk da özgüven duygusu gelişir.

Aileyi bireyin en yakın olduğu ve toplumsallaşma süreci içinde birey üzerinde en etkili olan toplumsal grup olarak tanımlayabiliriz. Bir çocuğun eğitime ilk adım attığı yer aile ortamıdır. Çocuk, ilk ve en yakın çevresi olan aileden oldukça yoğun bir şekilde etkilenir. Kendisine ve çevresine değer veren, yaptıklarının sorumluluğunu alabilen, olumlu benlik algısına sahip bireylerin yetişmesinde ailenin rolü küçümsenemez. Kişiliğinin gelişmesi ailede başlar ve toplumsal kurallar burada öğrenilir. Fiziksel, psikolojik gereksinimlerinin yanında, aile ortamı çocuk için vazgeçilmez olan güvenlik ve sevgi gereksinimlerini karşılar. Sevgi gören çocuklar sıcak ve uyumlu bir arkadaşlık geliştirirken, sevgisiz büyüyenler, ilişkilerinde düşmanlık yolunu seçer. Çocukların ebeveynlerle olan ilişkileri, sergiledikleri davranışlar ve dolayısıyla suça eğilimli olma üzerinde etkilidir.

Sevgi, bilinçli ve ölçülü ise etkinlik kazanır. Aşırı koruyucu ve abartılmış sevgi ile büyütülen çocuklar hayata ve sosyal yaşama gereğince hazırlanamazlar. Hayattan edinmeleri gereken deneyimleri edinmeden hayatla karşı karşıya kaldıklarında hayata uyum sağlamakta güçlük çekmektedirler. Ailenin sıcak kucağından ayrılmak istemezler. Beceriksiz, çekingen ve sakar görünürler. Atılım ve başarma gücünden, kendilerini kabul ettirme istek ve yeteneğinden yoksundurlar. İçlerindeki cevher kolay kolay su yüzüne çıkmaz. Çoğunlukla başarısız ve mutsuz olurlar. Toplumsal yaşam bir kavga ve bir güç yarışıdır. Çocuk bu yarışta baştan yenilgiyi kabul eder. Çocukta yarışma isteği dahi görülmez. Aileden uzak yaşamak çocuk için çok acı gelir.

Ailenin aşırı hoşgörüsü ve çocuğa olan düşkünlüğü çocuğu bencil yapar. Çocuk dünyanın merkezi olarak kendisini görür. Daima dikkat çekmeye ve etrafındaki kişileri kendi emri altında tutup, hizmet ettirmeye çalışır. Çok zayıf bir sosyal uyumu vardır. Arkadaş çevrelerinde lider olmadığı zaman da dışlanırlar. Çocuk kendini topluma kabul ettirmek için zaman zaman isyankar davranışlar sergileyebilir.

Sevginin aşırısı ise eğitimin gevşekliğine sebep olur. Yani; “Çocuğu hoş gör, yaptıklarını boş ver; çocuktur her şeyi yapar; onun her dediğini yapın; ona sevgi verin yeterlidir.” şeklinde yüzeysel ve asılsız öğretilerden oluşan bir anlayış çocuğun, aileye bağımlı, kendi başına kararlar alamayan, sorumluluk duygusundan yoksun bireyler olarak yetişmesine neden olur. Bunun tam aksi durumda ise yani, sıkı eğitimin ve yetersiz sevginin olduğu ortamda yetişen çocuklar ileride ya pasif, içine kapanık ya da agresif ve saldırgan davranışlar gösterir.

En olumlu tutum, temel gereksinimleri en uygun biçimde karşılayan, kişide kendi kendisini doyurabilme yetisi geliştiren, özdenetimi ve özgüveni artıran sevgi ve eğitim gibi iki temel öğeyi en sağlıklı biçimde ve oranda içinde bulundurandır. Anne babaların çocuklarına yönelik tutumlarının sağlıklı olması, büyük ölçüde onların kendi içlerinde barışık, dengeli, huzurlu ve birbirlerine karşı sevgi dolu ve saygılı olmalarına bağlıdır.

Tek çocuk, ilk çocuk, tek erkek veya kız çocuk, en küçük çocuk, sonradan kavuşulan geniş bir sülalenin tek erkek çocuğu olan çocuklar genellikle abartılmış sevginin odak noktası olurlar. El bebek, gül bebek büyütülürler. Aile tarafından çocuğun her çağrısına cevap verilir. Bir kral gibi her dediği anında yerine getirilmeye çalışılır. Bu tür çocukların üzerlerine titrenir. Ağlamasın, üşümesin, terlemesin, hasta olmasın, yorulup incinmesin, mikrop kapmasın diye aile üyeleri ellerinden gelen tüm gayreti gösterir. Abartılmış sevgi ve aşırı koruyuculuk daha çok anne çocuk ilişkisinde ortaya çıkmaktadır. Aşırı koruyucu anne baba çocuğuyla öyle bütünleşir ki onun büyüdüğünü ve olgunlaşabileceğini asla kabul etmek istemez.

Anne baba olarak çocuğa doğal yaşam fırsatını vermeliyiz. Psiko-sosyal gelişimi için yardımcı olmalıyız. Gelecekte girişimci, sosyal ve olgun bir kişi olması için imkan sağlamalıyız. Çocuklar hayatları boyunca kendi ayakları üzerinde kendileri durabilmelidirler. Anne baba olarak bizim görevimiz çocuklarımıza iyi örnek olarak rehberlik etmek ve kendi başlarına sağlıklı, mutlu bir hayat sürmeleri için gerekli imkanı sağlamak ve gerekli eğitimi en güzel şekilde verebilmektir.

Evde sevgi ve ilgi görmeyen çocuk, ilgi çekmekten hoşlanır ve ilgi çekmek için akla gelmeyen yollara başvurur. Aile çevresinin değeri, sevgi ve güvenliğin doğal kaynağı oluşundan ileri gelmektedir. Sevgi duymak, şefkat görmek, çocuğun ihtiyaçları arasındadır. Bu durum çocuğun suça yönelmesini engelleyici niteliktedir.

Çocuğun anne babadan alacağı iki şey vardır: Sevgi/ilgi ve eğitim. Her çocuk kendisine verilen sevgiyi ve eğitimi, gösterilen ilgiyi eşit oranda alma hakkına sahiptir ve bunu somut olarak görmek ister. Dolayısı ile anne babalar çocuğun kişisel özelliklerine, başarısına ve motivasyonuna bağlı olarak çocuğu değerlendirmemeli, edinimleri koşulsuz çocuklarına vermelidirler.

İnsanları bir arada tutan en önemli etken karşılıklı yararlanma ve dayanışma gereksinimidir. Sevginin karışmadığı insan ilişkileri, çıkar ilişkileri olmaktan öteye gidemez. Sevgi, insan topluluğunun bulunduğu her yerde vardır. Ailenin olduğu gibi toplumsal yaşamın da kaynaştırıcı gücü ve mayası sevgidir.

Sevgi önemli bir değerdir. Bu değere sahip olan insanlar, değerli işler yapmak için istekli olmakta ve değerli işler yapabilme cesaretine sahip olmaktadırlar. Sevgiden mahrum olan bireyler, hayatlarını sevgi arayışı içinde sürdürmektedirler. Bir anne babanın çocuğuna vereceği en değerli şey, sevgidir. Anne babanın çocuğuna karşı en temel görevi; sevgiyi hissettirmek ve sevmeyi öğretmektir. Sevgi tüm hastalıkların şifa kaynağıdır.

Sonuç  olarak şunu hiç hatırdan çıkarmamalıyız. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi:

“Sevgi ibadettir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort