JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 19 Aralık 2013 11:08

TAKVÂ GÖNÜLDE VUSLATIN ADIDIR

Rabbimiz, kendi katından muhabbet ve özlemle seslenir biz kullarına: “F’edhulî cennetî” Cennetime gir... (1)
Cennetine davet eder bizi, rızasına, yakınlığına…
Sırrına, muhabbet ve dostluğuna…

Ve ekler peşi sıra “..müttakîler (takvâ sahipleri) için hazırlanmış olan cennete..” (2)

Bu davete icabet edebilmemiz için bir vasıf aranır bizlerde, o da takvâya sahip olabilmektir.

Peki, kimdir bu takvâ sahibi insan (müttakî)? Ve Cenâb-ı Hakk’ın itikat, ibadet ve muamelatta, yani hayatın her safhasında bürünmemizi arzu ettiği bu takvâ elbisesi nedir?

Takvâ, lügatte; kaçınmak, korumak, korunmak;  kendini zararlı, acı ve eziyet veren şeylerden sakınmak manasındadır.

Istılahta ise takvâ; Allah’ın yasaklarından kaçınıp, emirlerine uymak sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmek, O’na sığınmaktır. Azabından kor- karak rahmetinin gölgesine girmeye gayret etmektir.

Takvâ kalpte karar kılan bir nûr, Mü’minin varlığını kuşatan bir bilinç düzeyidir. Kuşandığı zaman, insanı en çetin tehlikelere karşı koruyacak bir zırh gibidir.

Takvâ, kalbi mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden koruyarak cemâlî tecellîlere mazhar edebilmektir. Takvâ, Mü’minin, Allah’ın hıfzu emânına sığınarak, ahirette kendisine zarar verecek şeylerden titizlikle korunması ve günahlardan sakınarak sâlih amellere sarılmasıdır. Bu da nefsanî arzuların köreltilip, ruhanî istidatların gönülde inkişaf ettirilmesi sûreti ile olur ancak. Yani; Kur’an ve sünneti hayatın her safhasına intikal ettirebilmesiyle.

Diğer bir ifade ile takvâ; Allah’a kulluğun bir heyecan, bir vecd ve bir istiğrak halinde ifâ edilebilmesidir.

İç alemimizin Kur’an’la terbiye edilmesi, ibâdet-u tâatimizin lezzete dönüşmesi, ruhu  imandan zevk alabilir hale getirmektir takva.

Kulun Rabbi ile kalpte buluşmasının adıdır. Cemâlî sıfatların gönülde tecelli etmesi, kulun her nefeste, her hareketinde Hakk’ın rızasını aramasıdır takvâ…

Takvâ, olumlu bir korkudur. Hakk’ın sevgisini yıpratma veya yitirme endişesidir. ‘Azab eder’ diye değil de, ‘ Artık beni sevmez’ diye aşkının havfini çekmektir. Maşûkunun sevgisinden mahrum kalmak, aşığın en büyük korkusudur.

İşte takvâ, kişinin Rabbi ile arasında oluşturduğu bu sevgiyi yıpratmaması için her an tetikte durmasıdır. İşlediği kusurlar için dili ve kalbi ile devamlı bir istiğfar halinde olmasıdır.

“...Allah'tan, kulları içinde ancak hakkıyla bilenler (âlimler) sakınır” (3)

İttikâ, çok bilenlerin ulaştığı noktadır. “Hakkıyla bilenler sakınır” buyruluyor Kur’an-ı Kerim’de.  Kelâm-ı Kibar da ise “Takvâ bilginin bir sonucudur. Önemli olan bizden ‘Ne isteniyor, ne bekleniyor?’ un bilinmesidir. Takvâ, istenileni istenildiği şekilde yapmaktır” buyrulmuştur.

Takvâ sahibi olan insana "müttakî" denir. Kimlerin "müttakî" olduğu konusuna ışık tutan âyetler vardır. Örneğin Bakara Sûresi’nin ilk ayetlerinde; “Gayb’e inananlar, namazı dosdoğru kılanlar, Allah'ın kendilerine verdiğinden infak edenler, Rasûlullah'a ve ondan önceki (peygamber)lere, indirilenlere inananlar ve Ahirete yakîn bilgisi olanlar...” diye vasıflanırlar.

Yine “Gece boyunca da pek az uyurlardı (kalan saatlerinde de namaz kılar ve ibadet ederlerdi.)  Onlar seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi. Onların mallarında isteyenlerin ve mahrum olanların (isteyemeyenlerin) hakkı vardır”(4) âyetinde de müttakîlerin özellikleri sıralanmıştır.

Takvâ şeriat, tarikat ve hakikatin birlikte meczedilmis halidir. Bu hale sahip insanlar öyle bir kemâl üzeredirler ki “Onlar görüldüğünde Allah hatıra gelir.” Allah’ı hatırlatırlar.

Hucûrat Sûresi 13. âyet-i kerimede: “Ey insanlar! Muhakkak ki Biz, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Ve sizi milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi (soyunuzu, babalarınızı) tanıyasınız. Muhakkak ki Allah'ın indinde en çok kerim olanınız (ikram olunanınız, en şerefli olanınız), (ırk ya da soy olarak değil) en çok takvâ sahibi olanınızdır. Muhakkak ki Allah, en iyi bilen ve haberdar olandır” buyrulmaktadır.  Burada da takvâ, Allah indinde Mü’minleri birbirinden ayırt edecek bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Zeyd (ra) bir köle idi. Ama Rasûlullah (sav) onu Mute harbinde orduya kumandan yapmıştır.  Yine Üsame (ra)… O da bir köleydi ve kölenin oğluydu ama onu da Peygamber (sav) orduya kumandan yapmıştır. Zaten bu âyet-i kerime bir köle üzerine, kölenin takvâsı üzerine inzâl olmuştur.

Takvâ kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de 250 küsur yerde geçmektedir. Bunlar: Şirkten sakınıp iman üzere olmak (5), isyandan sakınıp itaat üzere olmak (6), her hareketinde Allah'ın rızasını aramak (7)  manalarındadır. Ayrıca Takvâkelimesi iman (8), tevbe (9), ihlâs (10), tâat (11) ve günahları terk etmek anlamlarında da kullanılır.(12)

TAKVÂ ŞÜPHELİLERDEN SAKINMAKTIR
Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. Harama düşmemek için gerektiğinde helâllerden de sakınmak elbette ki takvânın bir göstergesidir. Takvâ, helâlden sakınmak değil, haramdan ve haram şüphesi olan şeylerden sakınmaktır.

Hz. Ebu Bekir: “Biz bir şüpheliden sakınmak için, yetmiş helali terk ederdik.” (13) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) de: “Helal ve haram açık delillerle bellidir. Takvâya riayet etmek isteyen bir cihetiyle helal gibi görünüp, birçok cihetiyle harama yakın olan şüphelilerden sakınsın”(14) buyurmaktadır.

Yine Peygamber Efendimiz (sav) bir Hadis-i Şerifinde:"Kul mahzurlu olana düşerim endişesiyle mahzurlu olmayanı terk edebilecek duruma gelmeden, muttakîlerden (takvâ sahiplerinden) olamaz" buyurmuştur.

Fıkıh ve hadis âlimi Münâvî bu hadisteki ‘mahzurlu’ kelimesinin ‘harama düşme korkusu’ anlamına geldiğini, Fuzulî ise ‘helâlleri terk etme’ anlamında kullanıldığını ifade eder. Ama takvânın; nehyedilen ve münker olan şeylerden sakınmak, emredilen ve ma’ruf işleri yapmaktan ibaret olduğu açıktır.

TAKVÂ AZÎMETİ TERCİH ETMEKTİR
‘Fetvâ ve takvâ’, ‘ruhsat ve azimet’ kavramları birlikte kullanılan ve dinî hayattaki titizlik çizgisini gösteren ifadelerdir.

Fetvâ ve ruhsat, şer’i sınırlarda asgarî seviyeyi, olmazsa olmazı ifade etmektedir. Takvâ ve azimet ise şer’i sınırlara riayette titizliği gösterir. Emirlerde farzların dışında sünnet ve nafilelere de dikkat etmek, yasaklarda haramlardan başka mekruhlardan; hatta mübahların fazlasından sakınmak da takvânın göstergesidir.

Takvâda, ruhsattan kaçış, azimetle amel ediş söz konusudur. Dinde ruhsat verilmiş şeyleri sonuna kadar kullanan bir kimse,  zamanla şüpheli şeyleri de yapmaya başlar ve böylece haramlara yaklaşır.

Takvâ üç derecedir:
Avam’da takvâ: Ebedî olarak cehennem a- zabında kalmamak için, iman edip şirkten korunmaktır.  Havvas’ta takvâ: Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahları tekrar tekrar işlemekten uzak durmak ve farzları edâ etmektir. Ârifler’de takvâ: Bu takvânın en üst mertebesidir ki bütün benliği ile Allah'a yönelmek ve insanı Allah'tan alıkoyan her şeyden uzak durmaktır. Allah'tan yine Allah'a sığınmaktır. Hakiki takvâ budur ve Kur'an'da, inanan insanlardan bu takvâya sahip olmaları istenmektedir. "Ey imân edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin." (15)

“Kur’an takvâ sahipleri için bir hidayettir” (16) buyuruyor Cenab-ı Hak âyet-i kerimesinde. Kur’an insan için indirilmiştir ve onu insan okumaktadır. Kur’an, insanı muhatap almaktadır. Kalp, takvâya eriştiği oranda, insan için Kur’an’ın derinliklerine de mecralar açılmaya başlar. Duygular zarifleşir, nefsanî arzular körelir. ‘Kuluna şah damarından daha yakın’(17) olan Cenâb-ı Hak’la beraberlik duygusu gelişir. Gönül, bolluk anında Allah’a devamlı bir şükür; zorluk anında ise teslimiyet ve sabır elbisesine bürünür…

Koca okyanusların karşısında temsilen dünya hayatı bir damla kadardır. İşte bu kısacık ömrümüzde Rabbimiz bizden, O’nun azâmetine yakışır şekilde takvâ sahibi olmamızı istiyor.

Gönül âleminin muhafazası için Cenâb-ı Hak, “Ey iman edenler! Allah'tan korkun (ittikâ edin) ve sâdıklarla beraber olun” (18) buyurmaktadır. Ayet-i kerîmede takvâya ermenin yolunun sâlih kullarıyla beraber olmaktan geçtiği vurgulanmaktadır.

Ünsiyetimizi, yakınlığımızı kimlerle kuracağımıza çok dikkat etmemiz gerekir.

“Ya Allah ile olmak, ya da Allah ile olanlarla olmak… Allah ehli ile olmak tek çaredir. Gücün varsa Allah ile ol, yok ise Allah ile beraber olanlarla ol” buyrulmuş kelâm-ı kibarda.

Allah dostlarını sevmek, onlarla bir arada bulunmak, onlara gönül bağlamak kalbimize imanın tadının yerleşmesine vesile olur. İmanımızın hamlıktan çıkıp ilâhî aşkın sıcaklığıyla olgunlaşmasını sağlar. Allah’ın velî kulları, baktıkları zaman Hak nazarı ile bakarlar, konuştuklarında Hak kelâmı söylerler. Onların meclisinde kibir, gurur, nifak, haset yoktur. Ömürlerini boşa geçirmek istemeyen, alıp verdikleri her nefesi ihyâ etmeyi ganimet bilen uyanık gönüllüler, onların sohbetleri ile dirilirler.

“Kim takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur" (19)

Sahabeden Ebû Zer (ra) anlatıyor: “Allah Rasûlü  (sav) bu âyeti okumaya başladı. Bitirdiği zaman bana dönüp: ‘Ebû Zer, insanlar bu ayete tutunsalar var ya bu âyet onların hepsine yeter’ buyurdu” (20)

İşte bu ayet, bütün insanları kuşatıcı bir anlam zenginliği barındırmaktadır. Takvâ, bir felâh kapısı olarak konuyor önümüze. Psikolojik, sosyolojik, ekonomik bütün sıkıntılarımıza çözüm yolu olarak...  Darlığa düşüp sıkıntılar içerisinde boca- ladığımızda, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye bir soru geldiğinde aklımıza, çıkış yolu olarak ‘takvâ’ gösterilmiş bizlere. Takvâyı kuşandığımızda gönlümüze ve ondan ödün vermediğimizde Rabbimiz çıkış yolunu elbette gösterecektir bizlere…  Takvâyı en büyük sermaye bilmeliyiz.

Büyük Kur’an müfessiri Abdullah b. Mes’ûd (ra), bu âyetle ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: “Kur’an’da insana en çok ümit veren, ufuk açan âyet işte şudur: “Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder...” (21)

Yine bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz: “Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı takva sahibi olursanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (22) buyurmaktadır.

Takvâ ehline verilen bu meleke ve basîret nuru, şüphelerin giderilmesini sağlayan bir nûrdur. Böylece takvâ ile basiret nûru arasında da bir ilişki oluşmaktadır. Nitekim takvâ ile kalbî bilgi arasında da irtibat vardır. "Allah'a karşı takvâ sahibi olun ki, Allah size öğretsin." (23)

Bütün bunlar, bizlere takvânın meyveleridir. Yüreğimize takvâyı yerleştiriyoruz, sonsuz bir ufuk açılıyor karşımıza. Takvâ ekiyoruz, Mü’min olarak nasıl bir tavır almamız gerektiğinin bilgisini biçiyoruz.

Kalpte doğruya-eğriye karşı ilhamlar başlıyor, eşyanın hakikatine varma şuuru, idrakine erişiyoruz. İnsan bütün problemlerini Kur’an ve sünnetle çözüyor. Çünkü Kur’an insanın şerhidir. Kur’an’da ne varsa insanda vardır, insanda da ne varsa Kur’an’da vardır...  

Böylece hikmetler âyân olur… Gözlerin göremediğini, zihinlerin idrak edemediğini kalpler sezer ve hikmetler tecelli eder. Uzaklar yakınlaşır, zorluklar kolaylaşır. Akılla kavranması güç olan sırlar, takvâyla derinleşen kalplerde hikmetle çözülür. Takvâda kemâle eren bir kalp, artık nazargâh-ı ilâhî olma şerefine erişir.

Takvâ ile Cenâb-ı Hakk’a dostluk ve vuslatta mesafe alınır. Bu dostluk ve yakınlığın neticesinde, Cenâb-ı Hak kulunun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli, hisseden kalbi olur…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 17 Aralık 2013 14:57

GÜZEL AHLÂK-2

Seyyidetü’n Nisa evinin önünde, 50-60 dereceyi bulan sıcağın altında yalnız başına oturmaktadır. Onu bu durumda gören arkadaşları haline acırlar. Niçin iki adım gerideki gölgelikte oturmadığını sorarlar. Cevabı ise bir sevgi destanıdır:

“Rasûlullah (sav) dönene kadar giremem! Rasûlullah güneşin altında iken benim gölgede oturmam mümkün değil. Ne zaman gölgeye çekilirse ancak o zaman içeri girebilirim. Elimde değil gönlüm bırakmaz beni...”  

Yıllar geçmiştir üstünden ama Peygamberimiz (sav) onu hiç unutmamıştır... Hep hasret ve hüzünle anar. Bir gün, “Hatice’ye niçin bu kadar sevdalısın, onu neden hala unutamıyorsun?” diye soran Hz. Aişe’ye şu cevabı verir:

“Onun gönlünde hiç kimsede olmayan bir özellik vardı. İnsanın gönlündeki hüznü bir vakum gibi çeker alırdı…” (1)

Hz. Hatice’yi seneler geçtiği halde Peygamberimiz (sav)’e unutturmayan özellikleri neydi acaba. Rasûlullah (sav) nezdindeki, hanım arkadaşlarına oturduğu minderi bile verdirtecek itibar ve kıymeti, biz hanımların dikkatlerini çekmelidir. Hanım sahabelerin her biri gökteki yıldızlar gibidir. Hz. Peygamber (sav)’in rahle-i saadetlerinde terbiye görmüş, O Sultan’ın eğitiminden geçmiş güzide hanımların ahlak ve yaşantıları, her asırda bizler için en güzel örnek olmalıdır.

Müslüman hanım,  Allah'a selim bir kalple iman etmiş ve O’na boyun eğmiş hanımdır. Bu nedenle yalnızca Allah'tan korkar ve yalnızca O’nun rızasını talep eder. Yalnızca O’na kulluk edip, O’nu ve O’nun dostlarını dost edinir. Kendisini yaşatan, ona nimetini ve yardımını ulaştıran, onu koruyup kollayan tek gücün Allah olduğunu bilir. Hiçbir zaman yaratılmışlara yönelik bir beklenti içerisinde olmaz.

Müslüman hanım, nimet içerisindeyken Allah'a karşı nasıl şükredip, rıza gösteriyorsa, kendisine bir zorluk eriştiğinde de aynı teslimiyet ve rızayı göstermeye gayret eden kişidir. Yaratanına karşı yüreği tevekkülle tezyindir. "... Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." (2) ayetinden ilhamla, karşılaştığı her durumda Allah’ın rahmetini, yakınlığını, sevgisini, yardımını ve dostluğunu görebilen bir iman ve itikad bilincindedir.

Bütün bunlarla beraber Müslüman hanım, dinin bir ferd olarak kendisine yüklediği farizaları yerine getirmede de çok titiz davranmalıdır. Ve yine kendisine haram kılınan şeylerden de uzak durmalıdır.

“Ey Peygamber; inanmış kadınlar; Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasından bir iftira düzüp getirmemek, ma'rufu işlemekte sana karşı gelmemek üzere biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et. Ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur'dur, Rahim'dir.” (3)

Çocuklarının ahlâkî terbiyesi ile yakından ilgilenmeli, onları Hakk’ın razı olacağı şekilde yetiştirmeye gayret etmelidir. İlmi seviyesini yükseltmek için uğraşmalı, çok kitap okumaya çalışmalıdır. Okumayı kendisine vird edinmelidir.

Müslüman Hanım, evde de beyine karşı sürekli güler yüzlü ve tatlı sözlü olmaya gayret etmelidir. Eşinin iyiliklerine teşekkür etmeyi bilmeli, bunu dile getirmelidir. Eşinin meşru isteklerine itaatte gecikmemeli, sözünü dinlemelidir. (Ancak haram işlemeye ve farzın terkine yönelik yersiz bir istek karşısında eşe itaat caiz değildir.)

Müslüman Hanım, tutumlu olmayı öğrenmeli, gereksiz lüks ve masraftan kaçınmalıdır. Elindekiyle idare etmeyi, onu değerlendirmeyi bilmelidir. Eşinden izinsiz dışarıya çıkmaktan çekinmeli ve onun rızası olmadığı kişilerle arkadaşlık etmemelidir. Bunları sık sık dile getirip duruyoruz ama büyüklerimiz ne buyurmuş: “Et-tekraru ehsen ve lev kane yüz seksen” (Yüz seksen defa bile  olsa, tekrar etmek iyidir.)

Her hanım gerek süsü ve gerek giyimiyle eşine cazip görünmeli ve bunu önemsemelidir. Pasaklılık ve evin düzensizliği gönüllere kasvet verir. Kadın eşini sürekli tenkit etmekten ve ona emir verir gibi tavır takınmaktan sakınmalıdır. Unutulmamalıdır ki hiçbir erkek, eşinin ona emir vermesinden hoşlanmaz. Kadın, şaka dahi olsa eşi ile alay etmemeli, onunla hakaretvari tartışmalara girişmemelidir. Hele hele bunu başkalarının yanında asla yapmamalı ve unutulmamalı ki huzursuzlukların ana sebebi dildir.

Hanımların bu konularda büyük zaafları vardır. Kendilerini örnek aldığımız Peygamber hanımları bile zaman zaman aynı zaaflara düşmüşlerdir. Örneğin, Hz. Hafsa Peygamberimiz (sav)’e yüksek sesle konuşup cevap yetiştirdiği için tenkid edilmiş, uyarı almıştır.(4)  Yine Hz. Aişe’nin yersiz kıskançlıkları sebebiyle Peygamberimiz (sav)’i sinirlendirip üzdüğü birçok rivayette mevcuttur.(5) Dahası, verdiği bir sırrı aralarında ifşa ettikleri için Peygamberimiz (sav)’in hanımlarına bir ay boyunca küsüp, onlara yaklaşmadığı bilinmektedir.( İ’lâ Hadisesi)(6)

Bu fıtri bir meseledir. Hanımların yaratılışındaki incelikten kaynaklanır. Allah’ın (cc) yaratmasındaki her şey elbette ki bir sır ve hikmet üzeredir. Bütün bunlar gösteriyor ki hanımların sürekli sohbet meclislerinde bulunmaya ve nasihate ihtiyaçları vardır.

Ahlakımızı bozacak unsurların başında kötü arkadaş gelir. Yüz şeytanın insana yapamayacağını yalnız bir nefis ve yüz nefsin yapamayacağını da bu zamanda yalnız bir kötü arkadaş yapar.

Rasul-i Ekrem (sav) kötü arkadaşı bir ölüye benzeterek şöyle buyurmuştur:

“Ölülerle oturup kalkmak kalbi öldürür.” “Ölülerle oturup kalkmak da nedir ya Rasulallah?” diye sorulunca şöyle buyurmuştur: "İmandan sapmış ve Allah’ın hükümlerine boyun eğmeyen kimselerle oturup kalkmak, ölülerle oturup kalkmak gibidir.” (7)

Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı insanın dinini, imanını, edebini, hayâsını, ahlakını bozmaya çalışanlardır. İşte bu yüzden insan kimlerle arkadaşlık ettiğine dikkat etmelidir. “Kişi arkadaşının dini üzeredir, şu halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (Hadis-i Şerif) (8)

Güzel bir ahlaka sahip olabilmek için öncelikle iyi ve kötü huylarımızı bilmemiz gerekir. Özellikle de kötü huylarımızı iyi teşhis etmek gerekir. Ancak bunu insanın kendi başına yapması biraz zordur. İnsan, değil nefsine kötü bir özellik yüklemek, bunun dile getirilmesinden bile rahatsızlık duyar. Onu sevmeyen kimselerin kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana bir nevi kusurlarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. Dost ise, sevdiğinin kusurunu göremez. Hani bir menkıbe nakledilir ya, adamın biri, İbrahim Ethem Hazretleri’ne gelip kusur ve kötü huylarını bildirmesi için ricada bulunur. O da “Ben seni dost edinmişim.. Her halin bana güzel görünüyor, ayıbını git başkasına sor.” Diye cevap verir.

Günümüzde ahlakı dejenere eden hususlardan bir diğeri de görsel yayınlardır. Özellikle de televizyon… Büyüklerin ifadesiyle “fitnevizyon” …

Televizyonda popülerleşen program ve dizilerin büyük bir bölümünde, boşanma, yalnız yaşama ve ‘sivil evlilik’ diye tanıtılan ‘nikâhsız beraberlikler’, belirli kesimlerce kasıtlı olarak normalmiş gibi gösterilmekte ve toplum da buna özendirilmektedir. Dizilerdeki kadınların yalnız yaşaması, evlilik dışı ilişkiler kurması bizlere ‘kötü örnek’ olup, ahlaki yapımızı zedelemektedir. Biz fark etmesek de çocuklarımızda bile bir merak, bir özenti uyandırmaktadır. Çocuklarımızın bilinçaltına, yapılan bu ahlaksızlıklar normalmiş gibi yansımaktadır. Müslüman hanım, ahlakı yozlaştıran ve yaşam tarzını dünyevi hazlara endeksleyen bu tür yaklaşımlara karşı bilinçli davranmalıdır.

Rabbimizin biz insanlar için dünya hayatında çok kısıtlı bir ömür süresi belirlediğini ve zamanın hızla tükendiğini bilmeliyiz. Geçen her saniye aleyhimize işlemektedir. İşte ahiret hayatında Allah'ın sonsuz cennetini, rahmetini ve rızasını kazanabilmek için değerlendirmemiz gereken, bize bahşetmiş olduğu bu ömür süreleridir. Bu nedenle Müslüman hanımlar, yaşadıkları her anın kendileri için çok kıymetli olduğunu bilerek hareket etmelidirler. Tek bir anlarını bile gaflet içerisinde zayi etmekten, lüzumsuz işlerle uğraşmaktan Allah’a sığınmalıdırlar.

Rabbimiz bizlere, kendi ahlakıyla ahlaklanmayı nasib eder inşallah…

1-Kütüb-i sitte, 2-Şuara Suresi, 62
3-Mümtehine 12, 4-Hüccetü’l İslam İmam-ı Gazali
5-Kütüb-i sitte, Sahih-i Buhari, 6-Tahrim Suresi, 1. 3. Buhari
7-Biharü’l Envar, c.15, s.52. 8-Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 May 2013 14:51

GÜZEL AHLÂK-1

İnsan, yaratılmışların en değerlisidir. Bu değer ve üstünlüğünü koruyabilmesi için her şeyden önce şartlarına uygun iman etmesi ve yaradılış gayesi olan kulluk görevini ifa etmesi gerekir.

İbadetlerin temel amacı da, kişinin Allah rızasını ve sevgisini kazanabilmesi, imanını koruyabilmesi, üstün takva ve ahlaki faziletlere sahip olabilmesidir.

“İnsanların en değerlisi en muttaki olanlarıdır.”(1)  Muttaki olan (Allah’tan hakkıyla korkan) insan, ilahi emir ve yasaklara uyarak güzel bir ahlaka sahip olur.

“İslam güzel ahlaktır.”(2)

Güzel ahlâk, dinin gönülde iyi hazmedilmesinin, olgunlaşıp kemale ermesinin bir neticesidir.

Güzel ahlâk, Allah’ın razı olduğu huy ve davranışlar bütünüdür. Allahü Teâlâ bunu Peygamber Efendimiz (sav)’ in söz fiil ve takrirleri vasıtası ile beşeriyyete tebliğ buyurmuştur.

Allah Rasûlü’nün (sav) ahlâkını soranlara Hazret-i Âişe: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”(3) buyurmuştur. Anlaşılıyor ki Peygamberî ahlâk, tamamen Kur’an ahlâkından ibarettir. Cenâb-ı Hak, razı olduğu “Kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber’in (sav) zatında göstermiş ve O’nu bütün insanlık için örnek bir şahsiyet kılmıştır. Allah Rasûlü (sav) de: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (4) buyurarak gönderiliş amacını özetlemiştir.

Sahâbe-i Kirâm da gönüllerini Allah Rasûlü’nün sevgisiyle doldurup, her hususta O’na itaat ederek O’nun ahlâkıyla ahlâklandıkları için Cenâb-ı Hakk’ın övgüsüne mazhar olmuşlardır.

Ayet-i Kerîme’de: “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (5) buyrulmaktadır.

Ashâb-ı Kiram’dan sonraki yıllarda da Efendimiz (sav)’in ahlâkını bizlere en güzel şekilde yansıtanlar hiç şüphesiz Allah dostları olmuştur. Rabbimiz onları bizler için birer örnek kılmıştır.

“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar (mahzun da olmayacaktır) üzülmeyeceklerdir de.”(6) Ayet-i Kerîmesinde belirtildiği gibi Allah katında pek yüksek bir mevkiye sahiptirler. Bu ilahi müjdeden nasiplenebilmemiz için bizlere de Hak dostlarının izinden gitmek düşer…

İnsan buluğa erip rüştünü ispat ettiğinde, dinen mükellef sayıldığı için Allah’ın emir ve yasaklarından da sorumlu hale gelir. O da zahirde ilmihalini öğrenerek namaz oruç vs. ibadetlerini yerine getirmeye başlar. Ve bu yıllarca hep böyle sürüp gider. Gafil insandır işte, düşünemez ki halini hiç mi terakki ettirmeyecek?

Ruhunda hiç mi bir manevi kemal, ilerleme gerçekleşmeyecek? On beş yaşında ne ise kırkında da hep aynı şeyleri mi devam ettirip duracak? Kendisine emir buyrulan ibadetlerin iç yüzünü, manevi boyutunu hiç mi öğrenip anlamaya çalışmayacak?

Büyüklerin tabiriyle “Çocuklar gibi daha ne kadar elimizi yüzümüzü yıkayıp duracağız?” Övülen, methedilen kalb-i selim ve güzel ahlâka eremezsek eğer, zevk duymadan rutin olarak yaptığımız, tathir edildiğimizi hissetmeden  alışkanlık haline getirdiğimiz ibadetlerimizin, pek de faydası olmayacaktır bizlere…

Allahü Teâlâ bir ayet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor: “Allah tevbe edenleri sever ve Allah temizlenenleri sever.”(7) Allah temiz olanları, yani taharet sahiplerini sever.  Ayet-i kerimede belirtilen temizlikten maksat eli yüzü yıkamak değildir. Nefsimizi, ruhumuzu, kalbimizi, duygu ve düşüncelerimizi hevâ ve heves pisliğinden, dünyanın mülevvesliğinden arındırmaktır. Büyüklerimiz bunu “Tahâret-i Bâtıniyye” diye de ifade etmişlerdir. ‘Tevbe’den bâtıni bir temizlik zuhur ettiği için Allahü Teâlâ da tevbe edenleri sevmiştir. Allahü Teâlâ, Ayet-i kerîmede akabinde de tevbenin gereği temizlenenleri sevdiğini söylüyor. Ancak tevbe edip de temizlenenler Allah’ın sevgisine mazhar olabilirler.

Zevat-ı Kiram şöyle buyurmuşlardır: “ İnsan kalbi bir havuza benzer. Bu havuza beş duyu organı vasıtası (göz, kulak, dil, burun ve hissetme duyusu) ile beş musluk akar. Bu akan suların eğer üzerleri açık olursa bir takım pislikler ve nâhoş şeyler de akan sularla beraber o kalbe iner. Pislikler havuzda birike birike dibinde bir tortu oluşturur ve zeminini tamamen kapatır. Üstten bakıldığında sanki tertemiz berrak bir suymuş gibi görünür ama esasında dibi pek de öyle değildir.” Çevremizde bazı insanlar diyor ya şimdi “Benim kalbim tertemizdir. Kimseye bir kötülüğüm dokunmaz, kimse hakkında kötü düşünmem, kimsenin ırzında namusunda gözüm yoktur. Tamam öyle fazla ibadet ehli değilim, abdest namaz bilmem ama sen benim kalbime bak asıl..”  Böyle konuşan insanların kalbine bir çomak sokup da şöyle bir karıştırdığımızda, diplerde birikmiş olan tortu ve yosunların hemen yüzeye çıkıverdiğini görürüz. O tortu ve yosunlar, tertemiz (!) gönüllerinin dibinde yatan çirkinliklerin aksidir esasında.

Ayette belirtilen taharetten de asıl maksat bu kalp havuzunu temizlemek ve çirkin şeylerin içeriye sızmasını engellemektir.

Gönül havuzunu temizlemek için elbette ki önce o pislikleri beraberinde getiren sular kesilmelidir. Gönüle akan beş musluğa (beş duyu organına) dikkat edilmeli ve onlara biraz daha çeki düzen verilmelidir. Daha sonra da bu gönül havuzunun kirlenmiş, yosun tutmuş zemini Allah zikri ve muhabbeti ile temizlenmelidir. İşte bütün bu işlemlerden sonra gönül havuzunun dibinden öyle bir su fışkırır ki, o su doğrudan doğruya membaından gelir. Gayet saf, berrak ve tertemizdir.

Kalbin zemininden bu berrak su fışkırdığında, o kişiye “ İlmi ledün” denilen, Allah’ın ilham yoluyla bildirdiği bir ilim lütfedilir. İşte bu ilim ancak kâmil iman, salih amel ve güzel ahlâk karşılığında kazanılabilir.

“O gün insanlara ancak selim bir kalp fayda verecektir.”(8)  Paklanmış, tahir edilmiş bir kalptir insanoğluna fayda verecek olan.

Peki böyle bir kalp nasıl elde edilebilir?

Avam içinde faydasız insanlarla düşüp kalkar, vakit geçirir, muhabbete dalarsak, her gün bir kişiden biraz pislik katarsak gönül evimize, yukarda bahsedildiği gibi “her gün birisi bir çomak soktuğunda gönlümüz karışıverirse eğer” arzu edilen, ihtiyaç duyulan selim kalbe erişemeyiz.  Bunun yerine Allah’ın bir velisinin cemiyetine iştirak edip, bir-iki saat sohbet ve muhabbet etmek, O’nu zikretmeye çalışmak pek çok nafile ibadetin, dünya ve içindekiler de dâhil olmak üzere fevkindedir.

Elbette ki insan, nimet içre nimetin değerini anlayamaz. İnsan, nimetin değerini ya nimeti kaybettiğinde, ya o nimetten uzaklaştığında ya da hakikate erdiğinde anlayabilir ancak. Kalbi selim ve güzel ahlaka ermenin yolu büyüklerin sohbetine devamlılık, bu yolda hizmet ve lüzumsuz insanlardan uzak durmaktan geçer. Bu işin en kestirme yolu ise kâmillerin gönlüne girip onların yakınlığını elde etmektir.

“Allah onlara (veli kullarına) pek yakındır.”(9) Siz de o vasıta ile Allah’a yakınlık kazanırsınız.

Cenâb-ı Hakk “Haydi gir kullarımın arasına, gir cennetime” (10) derken, aslında cennetine ve rızasına ermenin yolunun sâlih kullarının arasına girmekten, onların kurbiyyetini, muhabbetini kazanmaktan geçtiğini ifade etmektedir.


Dipnotlar:
1-Hucurat 13
2-Kenzü’l-Ummâl, 3/17
3-Müslim
4-İmâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-hulk
5-Tevbe 100
6-Yûnus 62
7-Bakara 222
8-Şuara 89
9-Bakara 186
10-Fecr 27-30


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bir gün Allah’ın Elçisine sorar:

"Ey Allah'ın Rasulü, beni seviyor musun?"
"Evet ya Aişe, tabi seviyorum!"
Aişe merak eder, acaba nasıl seviyordu?
"Peki beni nasıl seviyorsun?"
Peygamberimiz cevap verir sevgili eşine:
"Kördüğüm gibi..." (1)
İçi rahatlamıştır artık, çünkü kördüğüm öyle kolay kolay çözülmezdi.


Hiçbir kadın, eşini; mübarek annelerimizin Allah Rasûlü’nü sevdikleri gibi sevemez. Hiçbir koca da, hanımını; Allah Rasûlü’nün, güzide hanımlarını sevdikleri gibi sevemez.

Hz. Aişe, Peygamber (sav)’in sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden, kuvvetli zekâsı, aşkı ve imanı sayesinde, hem Hz. Peygamber’in hem de mü’minlerin gönüllerinde taht kuran ve yüzyıllar boyunca adından söz ettiren mübarek validemiz..

Bütün İslam tarihçileri de bilir ki Hz. Peygamber’in Hz. Aişe’ye duyduğu muhabbet, diğer bütün hanımlarına duyduğu ilgi ve muhabbetten ziyadedir. Bu, üzerinde durulmaya değer apayrı bir araştırma konusudur. Hz. Peygamber’in sevgi ve muhabbetini böylesine üzerine celbeden mübarek validemizin hayatının her anı araştırılmaya değerdir. Ancak biz bu yazımızda onun daha çok ilmi yönünü, Hz. Peygamber (sav)’in sünnetine katkılarını ele almaya çalışacağız.

Aişe validemiz daha küçük yaşlarda iken okuma yazma öğrenmiş, zekâsı ve kabiliyeti ile ilimde yüksek derecelere ulaşmıştır. Hz. Aişe'nin eğitim ve öğretimiyle bizzat babası Hz. Ebû Bekir (ra) ilgilenmiştir. Akıllı, zeki, âlime, edibe, iffet sahibi bir hanımdı. Arap dilini maharetle kullanması yanında Arap şiirini de çok iyi bilirdi. Pek çok konuları şiirle anlatan sanatkârca bir ifadeye sahipti. Ashâb, karakter ve hafızasına güvendikleri ve Ayet-i Kerime ile övüldüğünü bildikleri için birçok meseleyi ondan sorar ve öğrenirlerdi.. Öğrendiklerini asla unutmayan, fevkalade bir hafızanın, zekanın, yorum kabiliyetinin ve ilmin temsilcisidir.

Bu konuda Ebu Seleme şöyle demiştir. “ Ben Allah Rasûlü'nün sünnetini Hz. Aişe’den daha iyi bilen, ihtiyacımız olan fıkhi bilgiler hususunda ondan daha âlim olan; hangi ayetin hangi konuda indiğini ve ferâizi daha mükemmel bilen bir başkasını görmedim.” (2)

Hz. Aişe, inen Ayet-i Kerimeleri daha iyi anlayabilmek için Rasûlullah (sav)’a sürekli sorular sorar ve ondan öğrendiklerini uygulamak için özen gösterirdi. Ondaki bu ilmî yetenek ve merak, Rasûlullah (sav)’ın ona derin bir sevgi duymasına vesile olmuştur. Rasûlullah, hanımlarının arasında kendisine yalnızca Hz. Aişe’nin yanındayken vahyin geldiğini söylemiştir ve Hz. Aişe nedeniyle birçok Ayet-i Kerime nazil olmuştur.

Kur’an’ı ve sünneti en iyi anlayanlardan biriydi. Hadisler ışığında kıyas suretiyle yeni hükümler çıkarırdı. Onun bu ictihad ve fetvaları kendisinin bir fakih ve müctehid olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Hz. Peygamberin ashabı arasında çok sayıda fetva vermesiyle meşhur olan yedi sahabeden birisi de Hz. Aişe’dir.

Hz. Peygamber (sav)’in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında da emsalsiz hizmetler ifa etmiştir. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2210’dur. O, hem Hz. Peygamber (sav)’in diğer hanımlarından, hem de Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve Enes b. Malik dışındaki diğer bütün sahabelerden fazla hadis rivayet etmiş olan tek kadındır. Rivayet ettiği hadislerin çoğunu doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den nakletmiştir.

Efendimiz (sav) bekâ âlemine göçmeden önce: “Benden sonra İslam hukukunu size Aişe öğretecek” buyurmuş ve öyle de olmuştur. Çünkü Peygamberimiz (sav) Kur’an’da hukuka dair ayetlerin nasıl yorumlanacağını ona en güzel şekilde öğretmiştir. Şimdiki İslam Hukuku Hz. Aişe annemizin lisanından doğmuştur. Eski Osmanlı Mecelle sistemi Hz. Aişe validemizin yorumlarından ibarettir. Dünya hukuk sisteminde Mecelle önemli bir yer tutar.

Hz. Peygamber devrinde kadın eğitim ve öğretimine verilen önemi göstermesi ve toplumun her kesiminin kadınların ilminden yararlanabilmesini ortaya koyması açısından Hz. Aişe emsalsiz bir örnektir.

Hz. Osman ve Hz. Ömer gibi büyük sahabelerin Hz. Peygamber’in söz ve davranışları konusunda Hz. Aişe’ye başvurdukları ve ondan bilgi aldıkları bilinmektedir. “Rasûlullah’ın hanımları Hz. Peygamber'in birçok hadisini ezberlemişti. Fakat Aişe'nin ve Ümmü Seleme'nin bir benzeri yoktu. Aişe, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın vefatına kadar fetva veriyordu. Sahabenin yaşlıları, Ömer ve Osman, ona haber gönderirler ve kendisinden sünneti sorarlardı”(3)

Hz. Aişe sadece pasif bir eğitici olarak kalmamıştır. O, kendisine herhangi bir konuda başvuru yapılmasa da, yapılan yanlışlıklara müdahale ederek, Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra İslam’ın yanlış anlaşılıp ve yanlış aktarılmasını önlemiştir. İslam dünyasında müsbet eleştiri fikrinin gelişmesine de büyük katkılar sağlamıştır. Hz. Aişe’nin hadis eleştirilerine bir örnek olarak şunu verebiliriz: “Ebu Hureyre’nin Hz. Peygamber’den “Uğursuzluk; ev, kadın ve attan olur.” diye bir hadis rivayet ettiğini duyan Hz. Aişe buna çok kızar ve Allah’a yemin olsun ki Hz. Peygamber bunu söylemedi; O, cahiliye devri insanlarının böyle bir düşüncede olduğunu söyledi.” der.
Hayatının her anı Müslümanlar için örnek ve rehber olan Hz. Peygamber’in (sav) aile hayatını, hanımları ile geçen saatlerini, evde bulunduğu zamanlar neler yaptığını, çocuklarının eğitiminde nasıl bir metod izlediğini, gece ibadetlerini, bir eş ve baba olarak nasıl yaşadığını ve diğer müslümanların görmediği, bilmediği daha nice hususları Hz. Âişe’nin rivayetlerinden öğrenmekteyiz. Bilhassa kadınlara mahsus özel hallere dair fıkhi hükümler kendisinden sorulurdu.

Hz. Peygamber (sav)’den sonra O’nun evi kadın erkek, büyük küçük herkesin huzuruna gelip kendisini dinlediği, varsa sorusunu sorup cevabını aldığı bir ilim ve irfan ocağı olmuştur. Hz. Peygamber zamanından başlamak üzere kadınların eğitim ve öğretimiyle de çok yakından ilgilenmiştir. Çevresinde ders dinleyen ve hadis nakleden birçok hanım yer almıştır. Böylece o hem kendisi, hem de yetiştirdiği talebeleri ile İslam dünyasında kadınların ilimle meşgul olmaları gerektiğini bizlere açıkça göstermiştir.
Allah ondan razı olsun.

Hz. Aişe'nin naklettiği hadislerden bazıları:

"Ey Aişe, Allah, kullarına lütuf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever." (4)
“Doğru yolu tutun. (İbadetleriniz ve amelleriniz hususunda) aşırı gitmeyin. Şunu iyi bilin ki; sizden birisini kendi ameli cennete girdirmeyecektir. Amellerin Allah'a en sevimli olanı, az da olsa devamlı olanıdır.”(5)

"Rasulüllah başkalarını kendi nefsine tercih ederdi"(6)

"O, lafları çabuk çabuk ve peş peşe sıralamazdı, sözleri az ve özdü." (7)

“Ey Aişe, sana birisi, istemeden, bir şey verirse, kabul et. Çünkü o, Allahü Teâlâ’nın sana gönderdiği bir rızıktır.”(8)

Hz. Aişe validemize Hz. Peygamber (sav)’in ahlakı sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an’dı..(9)

“Peygamber Efendimiz (sav)’in karnı hiçbir zaman yemek ile doymamıştır. Bu hususta hiç kimseye de yakınmamıştır. İhtiyaç içinde olmak, onun için zenginlikten daha iyiydi. Bütün gece açlıktan kıvransa bile, onun bu durumu, gündüz orucundan onu alıkoymazdı.”(10)


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Şubat 2013 08:29

ORUÇ VE RAMAZAN

İşte yine o aydayız.. Şeytanların zincire vurulduğu, rahmetin sağanak sağanak yağdığı, af ve mağfiretin gönülleri okşadığı, Kur’an’ın inzal olmaya başladığı, bin aydan daha hayırlı aydayız işte…

Bu ay dünyevileşmeye ara vermemiz gereken bir zaman dilimidir. Rabbimiz bizden bu ayda meşguliyetlerimizden biraz daha sıyrılıp, kendimizi O’na vermemizi ister.

“Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç tutmak size de farz kılındı. Böylece umulur ki korunursunuz.” (Bakara-183)

Nedir oruç?


Oruç: Tan yerinin ağarmasından, güneşin batma vaktine kadar Allah rızasını umarak, bilinçli bir şekilde yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durup, nefsi dizginlemektir.

Esasında bu tarif, avamın (halkın) orucu için yapılan bir tariftir. Bizlerden istenen bu değildir. Havâsın (seçkinlerin) orucu, bunlara ek olarak diğer âzaları da denetim altında bulundurmayı ifade eder. En seçkinlerin yani ariflerin, kâmillerin orucu ise gönül kapılarını Allah’tan başkasına kapatmaktır ki onlar mâsivanın kalplerinde bulunmasından rahatsız olurlar. Oruçtan asıl beklenen de bu son noktayı yakalayabilmektir.

“Oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim o günlerde hasta ve yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar(…)” (Bakara-184)

Hayız, lohusa, hamile ve emzikli kadınlar da oruçtan muaf tutulmuş olup, bunlar, mazeretleri sona erince tutamadıkları gün sayısınca oruçlarını kaza ederler.
Rabbimizin emri olan oruçta bizler için pek çok güzellik ve incelikler vardır. Bütün organlarımız gibi sindirim sistemimizin de dinlenmeye ihtiyacı vardır. Oruç, bu ihtiyacımıza cevap verir. Ama orucun asıl gayesi bu değildir. Rabbimiz O’na kulluk ve şükür amacıyla yapılan ibadetleri kabul eder. İbadetlere değer katan en önemli özellik ise “ihlâs” tır. İhlâs: “Sen O’nu görmesen de O, seni görüyor” bilincinden ayrılmayarak, ibadetini yalnızca Allah rızası için yapmak demektir.
Yememe ve içmeme bir melek özelliğidir. Oruç, insanoğlunun, meleklerin bu sâfiliğine özentisidir, benzemesidir. Bedenin ruha boyun eğebilmesi için, bedenin gücünü sınırlı tutmak gerekir. Çünkü nefis zillette ise ruh izzettedir.

Oruç, günahlara karşı da bir kalkandır. Hatırlatıcı bir ibadet olarak bizim Allah’a daha çok yaklaşmamıza vesile olur. Oruçlu iken işlenebilecek bir günah “Şu an oruçluyum ve bu işi yapmam doğru olmaz” gibi düşüncelerle bertaraf edilir, işlenmez. Oruçlu iken Rabb’e karşı gelmek o ibadetin ruhuna yakışmaz.

Münakaşa, gıybet, dedikodu etmek, fütursuzca günah işlemek… bunlar Ramazan’ın manevi havasının kaldırabileceği şeyler değildir. Oruç zamanında bu hususlara dikkat eden kişi, oruç dışında da bunu yapma alışkanlığı kazanmış olur. Bu anlamda oruç bize bir davranış eğitimidir.

Yüce Rabbimiz bir kudsî hadiste “Oruç doğrudan doğruya benim içindir, onun karşılığını ben vereceğim.”1 buyurur. Bu bakımdan oruçlu kişi, Allah için olması gereken orucunu, çevresine zarar vererek yahut da farklı beklentiler içinde olarak manevî değer kaybına uğratmamalıdır.

Gönül ve vücûdun tüm azalarını oruca iştirak ettiremeyen insan, şeklen oruç tutsa da istenen asıl gayeyi yakalayabilmiş değildir. Gönül ehli kimseler, yalan söylemenin, gıybet etmenin ve başkasını çekiştirmenin de orucu bozacağını bilirler. Mide, yeme/içmeden korunduğu gibi; dil de yalandan, gıybet ve dedikodudan, kötü sözden, boş laftan uzak durmalıdır. Gözler harama bakmamalı, kulak mâleyâni dinlememeli.. Tabi en önemlisi de “Pâdişah gelmez saraya, hâne mâmur olmadan...” Gönülde O’ndan gayri matlub, O’ndan gayri yâr bulunmamalıdır.

Peygamber Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem) “Gıybet etmek, söz taşımak, yalan yere yemin etmek, namahreme şehvetle bakmak orucu bozar”2 buyurmuştur.Mezheb imamlarımız bizlerin kolayına gelmesi açısından bu hadisi her ne kadar  “orucun sıhhatine mani değildir ancak mahrum bırakır” diye yorumlasa da, orucu riske atmak ya da sevabını azaltmak akl-ı selim sahibi insanların kârı değildir.

Yine Hz. Peygamber’in “Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.”3 sözü de aslında bu hususa dikkat çekmek içindir.

Oruçta bizler için pek çok güzellik ve incelikler var, demiştik. Peki nedir bu oruçta ve açlıkta saklı nimetler?..

Bizler aç kaldığımızda gönlümüzü Hakk'a teslim ederiz, aradaki mesafeler aşılır, O’na yakınlaşırız…

Aç kaldığımız zaman yüreğimiz daha hassas hale gelir. Duygularımız incelir, O’na kul olmanın lezzetine varır, Rabb’e daha aciz, daha nazlı dualarda bulunuruz.
Oruç bizim iç dünyamızı tahmin edemeyeceğimiz kadar çok etkiler. İnsan nefsi açlıkla terbiye olduğu kadar hiçbir şeyle terbiye olmaz. Açlık kalpteki gururu, kibiri, böbürlenmeyi kırar; acziyetin farkına vardırır. Esasında insanoğlu pek acizdir.

“Tok açın halinden ne anlar?” derler ya, oruç tutarken, açlığı yaşarken, hep de yoksullar gelir aklımıza, kimsesizler, geceleri açlıktan uyuyamayanlar… Bu ayda onların halini biraz daha iyi anlarız aslında. Zekâtın, fitrenin, sadakanın önemini daha iyi idrak ederiz.

“Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (haluf) Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.” 4

Oruç üzerimizdeki gafleti atmamıza yardımcı olur. Ayrıca hastalıkların çoğunun sebebi; çok yemek, çok içmek ve çok uyumaktır. Bu sebeple esasında açlıkta bizler için sıhhat de vardır.

Oruçlu olmak, iyi davranmayı da zorunlu hale getiren bir sebeptir. Bu ayda nasıl ki iyilikler katbekat fazla yazılıyorsa, işlenen günahlar da bu ayın mahremiyetine binaen daha da fazla yazılır.

Öyleyse bizler de bu mübarek aya gereken önemi vermeye çalışmalı, Kur’an’ı elden, zikri gönülden düşürmemeliyiz.

Peygamber Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Üç kimsenin duası geri çevrilmez, kabul edilir: Oruçlunun iftar vaktindeki duası, adaletli hükümdarın duası, mazlumun duası.”5

Oruçlunun iki sevincinden biri olan iftar vakitlerinde tüm Ümmet-i Muhammed için dua etmeli, hidayet ve şifa dilemeliyiz.

“Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.” 6
Akrabalarımızı, komşularımızı ve ailelerinden uzakta olan öğrencileri iftar yemeğine davet etmeliyiz. Sadaka ve yardımlarımızı bu ayda biraz daha arttırmalı, hizmet, hayır ve hasenat adına daha fazla şeyler yapmalıyız.

Rabbimiz bu mübarek ayı, bizlere layıkıyla idrak etmeyi nasib eder inşallah.

Orucumuzun, dilimizden gönlümüze inmesi dileğiyle.


1.Buhari, tevhid, 35;   Müsim, siyam, 64/65
2.Deylemi
3.İbn Mâce, siyam, 21.
4.İbni Mace
5.Tirmizî, Deavât, 128.
6.Et-Terğib ve’t-Terhib, c.2, s.144

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort