JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 29 Nisan 2014 15:20

NİFAK ALAMETLERİ

İmanda sebat edemeyen, iman ve küfür arasında gelip giden marazlı bir gönül halidir nifak hali. Münafık kelimesi de, İslâm ıstılahında nifak kelimesinden türemiş mü’min görünme gayretinde olan, ama küfürle de bağlarını koparamayan kişiler için kullanılan bir terimdir. Kur’ân’da münafıklar üzerinde  fazlaca durulur ve bunlar küfrünü alenen ilan edenlerden daha tehlikeli görülürler.

Asrısaadette Allah Rasûlü’nün (sav) ardında dört yüz münafık saf tutarmış. Allah Rasûlü (sav) ashabını bunlara karşı dikkatli olmaları hususunda uyarmış. Peygamber’i (sav) dünya gözüyle görüp sohbetine eren kimselerde bile böyle bir kalp marazı bulunabildiğine göre günümüz Müslümanlarında bunun olasılık ihtimali elbette ki daha fazladır. O yüzden her dönem ve her cemaat içerisinde bu tip insanlarla karşılaşmak mümkün.

Münafıklık bazen kişinin farkına bile varmadan içini sarabilecek bir hastalıktır. Çoğu zaman kişi kendisinin münafık olduğunun farkında da olamayabilir. Fesatçı, bozguncu olduğu halde kendini düzgün kimselerden sayabilir. Nitekim Kur’ânı Kerim’de: “‘Fesatçılık yapmayın!’ denilen münafıklar kendilerinin ‘fesatçı değil, ıslahçı’ olduklarını söylerler.” (Bakara, 2/11) buyrulmaktadır.

Birçok sahabi, nifak olayının yani münafıklığın kalbî bir gevşekliğe dayandığını bildikleri için hep tedirgin olmuşlardır. Hz. Peygamber’in (sav) yanında iken yaşadığı duygu yoğunluğu ve ihlâsı O’nun (sav) yanından ayrıldığında kendinde bulamayan Hanzala (ra), gönlünü Hz. Ebubekir’e (ra) açmış ve “Hanzala münafık oldu Ey Ebubekir!” diye derdini dile getirmişti.

Allah Rasûlü’nün (sav) “Benden sonra bir Peygamber daha gelseydi o kişi Ömer olurdu.” buyurarak imanına şahitlik ettiği Hattab oğlu Ömer (ra) , Rasûlullah’ın (sav) kendisine münafıkların ismini bildirdiği Huzeyfetü’l Yemani’ye (ra) gelerek “Münafıklar listesi içinde benim ismim de geçiyor mu?” diye sormuş, bugünün Müslümanlarının iman anlayışlarının tersine kendi iman ve ihlâsının sıhhatinden şüphe duyabilmişti.

Rabbimiz biz insanlara, elest bezminde o yüce emanetin altına girmemize rağmen zalim ve cahil kimselerden olduğumuzu buyuruyor. Nankör olduğumuzu buyuruyor. “Muhakkak ki insan Rabbine karşı pek nankördür.” (Adiyât, 6) Öyleyse kendimizden korkmamız lazım, çünkü “Her nefis kötülüğü emredicidir.” (Yusuf, 53) İnsanı kötüye sevk edicidir.

Allah Rasûlü (sav) münafıkların belirgin özelliklerini sayarlarken bazı kaynaklarda üç, bazı kaynaklarda ise beş madde zikrediyor. Bunlara belki günümüz itibariyle ilaveler olmuş olabilir ama özde diğerleriyle benzerlik arz ederler.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) bir sohbetlerinde münafıklığın alametlerinden söz ederlerken: “Münafıklık alametleri ibaresini kullanmak benim zoruma gidiyor. Ben Mü’minde olmaması gereken hasletler, mü’minde bulunmaması gereken özellikler diye bahsetmek istiyorum.” buyurur.

Öyle ise münafıklık alametleri, diğer bir deyişle mü’minde olmaması gereken hasletler, özellikler nelerdir?

Cenabı Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Bir münafık konuştuğu zaman yalan söyler...” Yalan konuşur. Mü’min, nefsine uyarsa büyük günahlar işleyebilir, hırsızlık edebilir, zina yapabilir Allah esirgesin, ama yalan söyleyemez. Çünkü imanın temeli sıdk, münafıklığın temeli ise yalandır. Yalanla iman bir araya gelmez.

Münafık çekinmeden Allah adına da yalan söyleyebilir, hatta yemin edebilir. Yalanın en büyüğü budur. Bugün platformlarda din adına dinde olmayan nice yanlış söylemler, zannî fetvalar, indî mütalaalar havada uçuşmakta.

Annesi tarafından bir çocuğun yola getirilmesi maksadıyla birkaç hurma ile de olsa kandırılmasına tahammül göstermeyen İslam kültürü, yalan konuşmayı Müslümana yakıştırmamış, bunu fitne ve fesadın kaynağı sayarak nifak alametleri arasında zikretmiştir.

Münafıklığın diğer bir vasfı, ahde vefa göstermemesidir. Münafık söz verir, onu yerine getirmez. Verilen bir sözün kıymeti yoktur onun indinde. Halbuki Allah Rasûlü (sav) “El va’dü ke’d deyn: Söz vermek borç gibidir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sagîr, I/150) buyurmaktadır. İnsan borcunu ödemeden rahat eder mi?

Peygamberimiz (sav) zahirde henüz kendisine peygamberlik verilmemişken bir arkadaşıyla uzak bir yerde buluşmak üzere sözleşirler. Daha sonraki yıllarda Müslüman olan zat, olayı şöyle nakleder: “Ben buluşmak üzere kendisine verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığımız yere gittim. Baktım ki O (sav) hala orada beni bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece “Ey genç! Bana meşakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyorum.” dedi.

Münafık emanete de riayet etmez, ona ihanet eder. Bu emanet bir söz olabilir, eşya olabilir, iffet olabilir. Bugün insanlar Allah’ın kendilerine emanet ettiği şeylere ihanet etmekteler. İnsan kendi inancına ihanet etmekte, bedenine ihanet etmekte, ailesine, mukaddesatına ihanet etmekte. Bunların hepsi birer emanettir. Mülkü insana ait tek bir şey yoktur şu dünyada. İnsanın kendi canı da yaratanına aittir.
Elbette ki bir gün can bedenden gidecek,
Sanki bundan sana ne nedir senden gidecek?
Veren O, alan O... Sendeki bu telaş ne?
Görenler bu halini can senin zannedecek…

Münafık kendisine emanet edilen şeye ehemmiyet göstermez. Onu esas sahibine ilk haliyle iade edemez.

Münafıklığın diğer bir özelliği ise sinirlendiği zaman kötü söz söylemesidir. Kızınca kem söz söyler münafık, küfreder, hakaret eder. İnsan asıl karakterini iradesinin sınırları zorlandığı anda belli eder. Münafık böyle zor zamanlarda iradesine sahip olamaz, zayıflık gösterir ve karakterinin rengini verir.

Kimimiz sinirlendiğimiz zaman çocuklarımıza: “Allah seni şöyle yapsın, böyle yapsın..” diye hemen beddua okuruz.. Dilimiz kolay bir şekilde bedduaya kayar, frekansı direkt oraya ayarlıdır. Sorsan: “Ya ben içimden, gönlümden söylemiyorum. Peşinden tövbe tövbe diyorum” deriz. Gün içerisinde eşref saati diye duaların kabul edildiği bir an vardır. Ya ettiğimiz beddua o vakte denk gelirse? Kızdığımız anda çocuğumuza beddua ediyor, vahşet senaryosu çiziyoruz. Beddualarımız ya o an kabul edilirse? Çocuğumuzu o halde görmeye dayanabilecek miyiz?

“Ama beni çok kızdırdı...”  Kızdırdı ise Allah’a yönelmeli, Allah’tan yardım dilemeli. Kızdırdı ise iyiliğini istemeliyiz. “Allah seni bu halden kurtarsın yavrum. Seni iyi yapsın, kâmil insan yapsın.” diye dua etmeliyiz. Niye frekansımız hayra değil de hep şerre ayarlıdır? Bu insanın iç âlemini gösterir işte.

Münafık din ilimlerinde de bilgi sahibi olmak istemez. Dini öğrenmek istemez. Atadan dededen ne duymuşsa onu yapmaya çalışır sözde. Doğrusunu öğrenmek istemez. Kolayına nasıl geliyorsa onu öyle yapmak ister.

Gel sohbete gidelim dersin, biz çok dinledik onları, öğrendik, biliyoruz, televizyonda hocalar anlatıyor zaten, der. Sohbete gelir, biraz sonra sıkılmaya, daralmaya başlar. Her türlü muhabbete katılır ama ilimden, dinden konu açıldı mı konunun bir an önce kapanmasını ister, rahatsız olur.

Müslümandırlar ama dinin yaşantılarına müdahale etmesini pek istemezler. Çoluk çocuklarını serbest yetiştirirler. Bir defasında Yaz Kur’ân kursuna devam eden on dört-on beş yaşlarındaki bir kız öğrencinin giyim tarzı dikkatimizi çekmişti. Ailesi mütedeyyin olmalı ki evlatlarını Kur’ân kursuna gönderiyordu. Ama en azından kızlarının kursa gönderilirken biraz daha Müslümana yakışır bir giyim tarzıyla gelmesini ailesinden rica ettik. Bizlere: “Kızım, bizi gençliğimizde çok sıktılar, hayatımızı yaşayamadık. Gönlümüzce giyinip, gönlümüzce gezemedik. Evladım yaşasın hayatını bari… Ben örtüye karşı değilim, evlenince örtünür benim kızım.” dedi.

Hayatı yaşamanın adı nedir? İnsan nasıl bir hayatı yaşayınca huzurlu, mutlu olur? Hangi hayat tarzı onu saadete erdirir? Gönlün istediği, razı olduğu, rahat bulduğu giyim tarzı nedir? Öğrenci velisi gerçekten imanî bir problem yaşıyordu ama kızının evleninceye kadar yaşayacağından gâibden haber almışçasına emin konuşuyordu.

Bugün insanların hayatları için sahalar genişledikçe, her sahanın da kendine özgü nifakları ortaya çıktı. Bugün ticari münafıklık var, siyasi münafıklık var. Hukuki münafıklık var, dini münafıklık var. Kültürel münafıklık var. Her alanın kendine özgü nifakları var.

İnsan hayatını bu nifaklardan ayıklayabildiği, temizleyebildiği nisbette mümindir, kâmildir, Allah’a yakındır.

Yalan konuşmamaya dikkat eden bir adamın siyasi hayatına baktığımızda nifaklar mevcut olabiliyor. Ya da ticari hayatında dikkatsiz davranıyor. Belki çalmıyor, çırpmıyor ama bu dikkatsizliği onu nice haramlara bulaştırıyor.

Hukuki nifaklar var bugün. Müslüman bir hanımefendidir mesela, seccadeden başını kaldırmıyor, tesbihi elinden düşmüyor, Kur’ân koltuğunun altında dini toplantılardan beri gelmiyor. Babası vefat etmiştir. Babasının malı taksim edilecek kardeşleri arasında, erkeklerle aynı hisseyi istiyor. “Allah sana bu hakkı vermemiş, hakkına niye razı olmuyorsun?” dendiğinde buna itiraz ediyor.

Miras meselesinden dolayı mahkemeye müracaat edip, kardeşlerini mahkemeye verebiliyor.. Şimdi bu bayanın ibadet adına ettiklerinin bir anlamı kalıyor mu? Kadın Allah’ın emrine rıza göstermeli. Allah erkeğe bir, bayana ise yarım hisse buyurmuştur miras hukukunda. Bayanın bir yarımı da nikâhı olan erkekte mevcuttur, birleşince onunki de bir hisse ediyor. İşte bunlar hukuki nifaklardır. Kişi kanaatkâr olmalı.

İbadet etmek de zor gelir münafığa. İbadet, münafığın müşkilidir. Münafıklar Allah’a yarım yamalak ibadet ederler. Kıldıkları halde namazlarından gafildirler. Namaza tembel tembel, erinerek kalkarlar ve özellikle yatsı ve sabah namazlarını kılmak onlara çok zor gelir. (Buharî)

“Mü’min gıpta eder, münafık ise haset eder.” buyrulur kelâmı kibarda. Bir insan, başkasının nail olduğu maddî veya manevî ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Eğer o kimse o ihsan ve güzelliği o kişinin hak etmediğini, kendisinin hak ettiğini, dolayısıyla o nimetlerin de bir an önce o kişiden alınması gerektiğini düşünüyorsa işte bu nifak alameti olan hasettir. Mümin kıskanır ama haset etmez, buğz etmez. Mü’min teslimiyet içerisindedir. Aslında kıskançlık da yakışmaz mü’mine. Çünkü kıskançlık Allah’ın takdirine bir isyandır.

İnsan bunları mütalaa ettiğinde ister istemez içini bir korku kaplıyor. Çünkü yer yer kendisinde de bu hasletlerin var olduğunu, ya da olabileceğini düşünüyor. Kendi imanını kâmil bilip, bir daha batıla, küfre meyletmeyeceğinden emin olmak da bir nifak alametidir aslında. Münafığın bir tedirginliği yoktur, o imanını hep emniyette bilir. Mü’min ise imanını da o imanı bahşedene emanet etmiştir. Çünkü bilir ki benimdir dediği şeyden imtihana tabi tutulur.

O yüzden Kur’ânı Kerim’de bizlerden çok dua etmemiz isteniyor. “Ve yüsebbit akdamena-Ayaklarımızı sabit kıl Ya Rabbi!” (Âli İmran, 147) başka bir ayette: “Rabbena la tüziğ kulubena-Ya Rabbi kalbimizi batıla meylettirme!” (Âli İmran, 8) buyrulur. Hadisi şerifte ise “Sebbit kalbî alâ dinike-Kalplerimizi sabit kıl, döndürme Ya Rabbi!” (Tirmizi) buyurur Efendimiz. Bir o tarafa, bir bu tarafa tekallüb ettirme, oynatma kalbimizi diye dua etmemiz tavsiye ediliyor.

Kâinâtın Efendisi (sav) “Ya Rabbi, Benim halimi, yaşantımı, Senin razı olduğun en güzel hale tebdil eyle!” “Ya Rabbi beni gafillerden eyleme!” diye dua buyurmuş. Bizler de bu konu da Allah’a çok yalvarmalıyız.

Rabbimiz, cümlemizi kendisine hakkıyla iman eden ve bu imanın gerektirdiği şekilde yaşamasını bilen kullarında eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 10:26

AŞK SOYUT MUDUR?

Beyazidi Bestamî’ye (ks) mana âleminde sormuşlar “Rabbin kim?” diye.. Buyurmuş ki “Beni bir de Rabbime sorun, bakalım benim için ‘kulumdur’ buyuracak mı?.. O bana kulum demedikçe, ben O’na ne kadar Rabbim desem bir şey ifade eder mi?”

Bestamî’ye bu sözü söyleten sevgisidir... Ezberimizi bozan şeydir sevgi. Oysa kime sorsak cevap verecektir ‘Rabbim Allah’tır’ diye.

Aşk hayata anlam katan, insanı insan yapan şey. Kulluğu tatlılaştıran, çileyi çekilir kılan şey… Firakı, hasreti bile tatlılaştıran iksir. Hâce Hazretleri (Kuddise Sirruh) “Aşkın acısındaki tat, en tatlı tatlılarda bile yoktur.” buyurur.

Aşk ateşi ile insan fazlalıklarından, ağırlıklarından arınır. Madenleri ateşle ayrıştırırlar. Madenin özüne işlemiş maddeler vardır, nikel, krom gibi. Örneğin altını saf hale getirmek için potaya koyarlar, eritirler ve içindeki fazlalıklardan ayrıştırarak saf hale getirirler. İnsan da topraktan yaratılmıştır. İnsanın özünde de çok değişik maddeler vardır. İnsanın da saf hale gelebilmesi için yanması, aşk potasında erimesi lazım. O zaman safiyeti, ihlâsı, zühd ve takvası çıkar ortaya.

Mevlana (ks) “Hamdım, piştim, yandım.” buyuruyor. İşte hamlık, çiğlik böyle gider… Ne kadar ilim okursa okusun, ne kadar ibadet ehli olursa olsun, çiğ olan, ham olan insanın da pişmeden, aşk potasında erimeden, insanı kâmil terbiyesi görmeden hamlığı gitmez.

Aşk adına geçmişten günümüze birçok eser kaleme alınmış. İster şiir olsun, ister nesir olsun baktığımızda bunlara hep soyut ifadelerle karşılaştık. Gerçektende aşk adına ortaya konulabilecek şeyler hep soyut kavramlar mıdır?.. Gerçekten de aşk ifade edilemeyen midir?

Bizse aşkı somut olarak düşünmeye çalışıyoruz. Aşkın somut olduğuna inanıyoruz. Bu kadar somut bir hakikati soyut kavramlarda aramak onu tarifsiz kılmış. Soyutlaştırmışız ve soyutlaştırmış olduğumuz aşkın özünden de habersiz olduğumuz için, tarif edemez olmuşuz onu. Aşk, varlık üstü bir mevhum değildir, varlığın doğasında vardır. Varlık üstü olarak algılayınca ulaşamamışız, yetişememişiz ona.

Ama bize bu yol için “aşk yolu”  rah-i aşk denilmiş.  Erişilemeyen, ulaşılamayan bir şeyden yol olur mu? Gidilemeyen, üzerinde yürünemeyen bir yol olur mu?

Aşk Adem’di (as)... O’na cennetleri ve cennetlerdeki nimetleri terk ettiren şey aşktı. Maşuku saydam bir perdenin ardından seyretmek yerine, maşukla hercümerç olmak için dünyayı tercih etti. Altlarından ırmaklar akan cennette, o ırmakları seyrederek susuzluğunu dindirmek dururken, suyu özlemek, susuzluğu hissetmek için dünya çölünü seçti… Öyle ise aşk Adem’di (as).. Yani Adem’in (as) yaptığı şeydi.

Aşk İdris’ti (as) farklı bir cepheden bakıldığında. Adem (as) cenneti bırakıp gelirken, İdris (as) cenneti görünce ordan ayrılmak istemedi. Bahane buldu, ayakkabısını içerde bıraktı, girdi cennete ve çıkmadı bir daha. O da farklı bir cepheden baktı aşka… Birinin terk ettiği, bıraktığı şeye diğeri bütün varlığıyla, benliğiyle yapıştı.

Aşk İbrahim’di (as)… Öyle yanıyordu ki İbrahim (as), O’nun aşkının harareti karşısında, cehennem misali bir ateş duramadı ve ona karşı koyamadı… Aşk ateşiyle yanan tene dünya ateşi tesir etmezdi…

Aşk İsmail’di (as)… Her şey O’na kurban edilmişken, benim de kendimi ona kurban etmemden daha güzel ne olabilir dedi ve gözünü bağladı, usulca koydu başını rızaya...

Aşk İsmail’in (as) annesi Hacer’di (as) … Kuşların bile semalarında dolaşmaya tenezzül etmedikleri o Mekke çöllerinde O’na arkadaş aşktı. Aşkın kudretine inandığı için cesaretle çöllerde kalmaya razı oldu. Aşk hüsnü kabulü getirirdi. Aşk maşukun her haline, her cilvesine rızayı getirirdi. İbrahim (as) kendisine erzak bırakmak istediğinde onu bile kabul etmedi ve “Aşkımız var, bize yeter” dedi…  O’nu Merve’den Sefa’ya, Sefa’dan Merve’ye koşturan aşkı idi..

Aşk Meryem’di (as)…  Aşka adanmıştı ve dolayısıyla hayatı aşktı... Aşkı meyve verdi ve İsa’yı (as) getirdi dünyaya. O günün iffet ve namus kumkuması toplumunda babasız bir çocuk, bir aşk doğurdu Meryem (as.)

Aşk Muhammed’di (sav.) Mayası aşk, ruhu aşk, cesedi aşk, yaşayışı aşk, sırlanışı aşktı... Ümmetine bıraktığı aşktı.

Meşhur müfessirlerden Zemahşeri’nin bir tespiti vardır. Der ki, İslam tarihinde mezheplerin zuhur ettiği ilk dönemlerde Sünni veya gayri Sünni birçok mezhep ortaya çıktı. Mu’tezile, Cebriye, Selefiyye gibi… Peygamber Efendimiz (sav) hadislerinde ümmetinin yetmiş üç ayrı fırkaya bölüneceğini haber vermiş, ama bu sayı ilk dönemlerde belki yedi yüz üçe ulaşmıştır. Hak olanlarına, sünnete sadık kalanlarına Cenabı Hak müsade vermiş, korumuş onları ve neşveleri günümüze kadar ulaşmış gerisi bir bir silinmiş tarih sahnesinden ve müntesipleri azalmış. İlginçtir diyor Zemahşeri, bunların içinden sadece Şia korunmuş. Gayri Sünni bir yapıya sahip olmasına rağmen günümüze kadar ulaşabilmiş ve yeryüzünde de ciddi bir yayılma göstermiş. Âlimler, Ehli sünnet mezhebleri üzerinde bile tartışadururken Şia sevilir, tercih edilir olmuş…

Zemahşeri diyor ki bunun bir tek sebebi vardır. Yoksa Şia da diğer gayri Sünni mezhepler gibi kaybolmaya mahkûmdu. Hepsinin kışı geldi ama Şia’nın baharı uzadıkça uzuyor. Şia’nın temel esası aşktır da ondan diyor Zemahşeri, sevgiye dayandığı için. Ehli beyti, Peygamber evlatlarını sevdiği için, bunlarla teberrüklendikleri için…

Onun için diyoruz ki sevgi, aşk somut bir şeydir. Seven sevdiğini belli eder. Sevgilisinin isteklerine kayıtsız kalamaz. İmanın kimde olduğu nasıl belli oluyorsa, sevginin de kimde olduğu belli olur. Çünkü küp içindekini terler..

Kur’anı Kerim ayetlerinde “Yâ eyyühellezîne âmenu” yani “Ey iman edenler” ve hemen   akabinde de “Ve amilussâlihâti” “ve salih amel işleyenler” buyrulur. Yani imanın, kabulün, sevginin salih amellerlerle, iyi iş ve güzel davranışlarla ortaya konulabileceğini bildirilir ancak.

Cenabı Hak bizlere, O’na yaklaşmayı ve yakınlığın edebine riayet edebilmeyi nasib etsin. Kendisini sevip gayrisinden geçebilmeyi, kendisi tarafından da sevilip, bizi görmek istediği yerde durabilmeyi nasib etsin hepimize.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 11 Şubat 2014 09:51

SESİNİZ HAKK’I AŞMASIN

Sesi gür çıkıyordu…

Biraz da kulaklarının az işitmesinden kaynaklansa gerek. Konuştuğunda fıtraten sesinin tonajı yükseliyor, buna engel olamıyordu.

Evine kapandı Sabit bin Kays (ra)... Mescide gitmez oldu… Daha dün inzâl olmuştu Hucurât Sûresi ayetleri... “Ey iman edenler, seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin.” “İşte bu ayetin muhatabı benim. Bu ayetle Allah (cc) beni uyarıyor.” diye düşündü ve kesti ayağını mescidden…

Özlüyordu Peygamberini (sav). Sesini, sohbetini… Ardında saf saf olan ashabı arasına katılıp, namazda huzura varmayı…

Ama sevmek, bazen de sevgili incinmesin diye kendini firaka itmekti. Seven hep sevdiğinin yanında olmak ister ama asıl sevgi bazen de Sabit bin Kays (ra) gibi Sesim yüksek çıkıyor, ola ki bu hal Allah’ın elçisini (sav) huzursuz eder. diye kendini kapılar ardına kilitlemekti.

Sevgi sârî idi… Sevenden sevdiğine sirayet ederdi. Peygamber (sav) yokluğunu fark etti Sabit’in (ra). Fark edilmek güzeldi. Hele de Allah Rasûlü (sav) tarafından… Onun yokluğunu fark etmesi de bir şerefti, bir saadetti…

-Bize niçin gelmez oldun, diye sorar Allah’ın Rasûlü (sav.)

-Ya Rasûlallah, Allah Teâlâ Sana bu ayeti inzal buyurdu, der ve “Ey iman edenler, seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi O’na da bağırmayın. Sonra siz şuurunda değilken amelleriniz boşa gider.” mealindeki ayeti okur. Benim ise sesim kuvvetli, der. Amelim heder olup da ateş ehli olmaktan korkuyorum, diye serzenişte bulunur.

Tebessüm eder Peygamber… Hüzünlenmiş, tedirgin gönlünü engin şefkatiyle kuşatır ve:

-Hayır, sen o (kastedilen) mevkide değilsin. Hayır ile yaşıyorsun ve hayır ile öleceksin. Sen cennet ehlindensin, buyurur. Sabit’i (ra) bu edebinden dolayı cennetle müjdeler…

Cenabı Hak zaman zaman ashaba ve ashabın şahsında mü’minlere Peygamberi’ne karşı gösterilmesi gereken edepleri en ince detaylarına kadar tarif buyurmuştur. Yine bu edep ölçülerine riayet edilmediği takdirde ziyana uğrayıp helak olacakları belirtilmiş ayeti kerimelerde.

Cenabı Hak mü’minleri silkelercesine “İyi bilin ki aranızda Allah’ın Rasûlü vardır.” (Hucurât, 7) buyurmaktadır. Bu ihtar tüm zamanları kapsamaktadır. Allah Rasûlü her zaman ve dönemde gerek sünneti gerekse şahsı manevisi ile mü’minlerin arasındadır. Değerli İslâm âlimleri, Allah dostları ile vücud bulmaktadır ve yanımızdadır.

Hucurât Sûresi baştanbaşa bir edebler manzumesidir. Allah’a, Rasûlü’ne ve Onlar’ın asrımızdaki vârisleri olan Allah dostlarına karşı takınmamız gereken edebi anlatmaktadır. Onların huzurlarında yahut gıyablarında nasıl davranmamız gerektiğini öğretmektedir. “Aç gözlerini bak, Allah kelamı olan Kur‘ân ayet ayet edebtir.” (Hz. Mevlânâ)

Biz de yukarıda kıssasını anlattığımız Sabit b. Kays gibi büyüklerimiz incinmesin diye kendimizden ödün verebiliyor muyuz?
Sahabe annelerimizden Hind binti Amr, Uhud’da şehid düşen eşi, babası ve oğlu için üzülmemiş, onları Allah’a emanet etmişti… Allah Rasûlü’nün sağ olduğu haberiyle ise gönlü ferah bulmuştu. Bizler Peygamberimiz’i eşimize, kardeşimize, çocuğumuza tercih edecek kadar tahliye edebildik mi gönlümüzü?

Tahliye edilmeyen, boşaltılmayan gönüllere edeb nasıl sığar?

“İyi bilin ki sizin içinizde Allah’ın Rasûlü vardır.” (Hucurât, 7) İyi bilin ve kavrayın ki Allah Rasûlü (sav) sizinledir ve aranızdadır. Bizler ise bu beraberliğin gerektirdiği edeble ne kadar tezyiniz?

İnsanın bunu sadece cemiyet, toplum bazında değil, kendi gönül âleminde de fehmetmesi gerekir. Benim içimde, benim gönlümde de Allah’ın Rasûlü vardır. Hatta benim gönlüm Cenabı Hakk’ın tecelligâhıdır. Orada “O” vardır…

Cenabı Hak: “İyi bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfal, 24) buyurmaktadır. Bu anlamda insanın kendine de edeb etmesi, tazim göstermesi gerekir. Kendi şahsına davranışı da tıpkı o cemiyetteki davranışı gibi olmalıdır. İşte rabıta budur…

İnsan kendi içine yöneldiğinde, Hakk’ı gönlünde tefekkür ettiğinde, kendine hürmetten, tazimden yanlış bir amel işleyemez hale gelir. Şimdi bizler gönlümüzdeki Rasûl’den habersiz kalınca cemiyetteki, toplumdaki Rasûlü de göremez hale geldik.

Rabbimiz (cc) Hucurât Sûresi birinci ayetinde: “Ey iman edenler! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” buyurmaktadır.
Yani sekînet, duygu, düşünce, zahir-batın her türlü iş, hal ve hareketlerinizde nefsinizin isteklerini, sizin aklınızın kestiklerini, Allah’ın ve Rasûlü’nün emirlerine, muradına takdim etmeyin... Onların önüne geçirmeyin. Önceliği daima Allah ve Rasûlü’ne verin. Kendi arzularınızdan, düşüncelerinizden, isteklerinizden feragat edin. Allah’ın emrine intisâb edin, Rasûlü’nün sünnetine temessûk edin ve böyle yapamamaktan dolayı da Allah’tan korkun. Cenabı Hak her türlü yaptığınızı işitir ve bilir.

Müslüman önceliklerinde her daim Hakk’ı tercih edendir. Kul, sorumluluklarını, ibadetlerini günlük işlerine göre değil, günlük işlerini ibadetlerini aksatmayacak şekilde düzenleyen insandır. Müslüman namazda iken dünya işlerini değil, dünya işlerinde iken namazı düşünür.

İbadet kulluğun bir getirisidir. Hz. Ali gibi yeri gelince kulluk için ibadetten de geçebilmeli insan. Allah Rasûlü (sav) bir ramazan günü Hz. Ali’den karpuz istemiş, o da sorgusuz sualsiz gidip getirivermişti karpuzu. Peygamber (sav): “Ey Ali oruçlu değil miyiz?” diye sorunca Hz. Ali de (ra): “Ya Rasûlallah orucu emreden de sizsiniz, karpuz getir diyen de...” cevabını vererek kulluğundaki edeb anlayışını göstermişti.

İmamı Âzam Hazretleri birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında müctehid seviyesinde üç büyük talebesi vardı. Bütün görüşleri bu talebelerinden neş’et etmekteydi. Bunlar İmam Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer idiler. İmam Yusuf’un kavilleri, İmam Muhammed’in fetva ve görüşleri yahut ikisinin ortak görüşleri meşhurdur ama İmam Züfer adına çok fazla bir nakil bulunmamaktır elimizde. Ne hikmetse İmam Züfer’in içtihadları günümüze değin ulaşmamış ve ümmet içerisinde neşvu nema bulmamıştır. Öbürleriyle müşterek nakilleri de yok denecek kadar azdır. Âlimler bunu çok irdelemişler… İmam Züfer de İmamı Âzam’ın meşhur talebelerinden üstad bir insandır. Acaba neden İmam Yusuf gibi, İmam Muhammed gibi haklı bir şöhrete sahip olamamıştır? Araştırıyorlar ve bu durumu usûle uymayan bir davranışı ile ilişkilendiriyorlar.

İmam Züfer bir gün şadırvanda abdest almaktadır. Abdest alırken İmam Âzam Hazretleri oraya teşrif ederler. Herkes imama tazim eder ve ayağa kalkar. Ancak İmam Züfer: “Ben abdest alıyorum, ibadetle meşgul oluyorum zaten…” der ve ayağa kalkıp ona hürmet göstermez… Abdeste devam eder. Bu hürmetsizliği sebebi ile Cenabı Hak onu cezalandırır ve görüşleri ümmet içerisinde yaygınlaşmaz, onlarla fazla amel edilmez.

Ehli irfan arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbul imiş illâ edeb illâ edeb

Hucurât Sûresi ikinci ayette ise Rabbimiz: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” buyurmaktadır.

İşte Said b. Kays’ı yaralayan, evine kapatan, Hz. Ebu Bekir (ra) ve Ömer’i (ra) Hz. Peygamber’in huzurunda adeta fısıltı ile konuşur hale getiren ayet bu ayettir.

Yani, dikkatli olun, büyüklerin huzurunda iken sesiniz onların sesini geçmesin. Yanlarında bağrışıp çağrışarak, sesinizi onların sesini bastıracak şekilde konuşmayın.

İlk ayeti kerimede sanki batınen, gönlünüzün sesi, gönlünüzdeki arzu, gürültü ve  şamatalar O’nun sünnetini aşmasın, buyrulmakta, bu ayette ise zahiren gönlünüze sahip olduğunuz gibi dilinize de sahip olun buyrulmaktadır…

Sesiniz Nebi’nin (sav), O’nun şahsında kâmil varislerinin sesini geçmesin, daima dinleyici olun…

Birbirinizle konuştuğunuz gibi onların huzurunda konuşmayın. Hatta ne konuştuğunuzu da kontrol edin. Kimlerle beraber olduğunuzu unutmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi veya birbirinizle bile olsa onların huzurunda öyle yüksek sesle konuşmayın.

“Yoksa amelleriniz iptal olur, boşa gider de siz farkına bile varamazsınız.” (Hucurât, 2) Müthiş bir tehdittir bu esasında. Çünkü amelin iptali, imanın iptalini de beraberinde getirir… Edebsizlik, usûl bilmemezlik amellerimizi boşa çıkarır da bundan bizim haberimiz bile olmaz. Bakıveririz ki amellerinizin nisbeti, bereketi, muhabbeti, füyûzatı kaybolup gitmiş. Gitmiş de bizim haberimiz bile olmamış.

İnsan nisbetinin kesildiğini nasıl hisseder?

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) buyuruyor:

Nisbeti kesilen insan yavaş yavaş ibadetlerden, hakikatten ve tarikatten uzaklaşmaya başlar, soğur. Sohbetler ona sıkıcı gelmeye başlar ve sohbetlerden ayağını keser. Cemaatin içinde sıkılır, cemaat arkadaşlarını sevmez. Cemaat arkadaşları yerine başkalarıyla beraber olmayı ister ve onların yanında kendini daha rahat, daha huzurlu hisseder.

Amel yapmak onun için zorlaşır. Bir vakit namazını eda edecek misal zannedersiniz ki sırtında taş taşıyacak.
Yanlış hareketlerden zevk almaya başlar. Geçmişinde nefret ettiği, tevbe edip pişman olduğu şeyleri yeniden işlemeye başlar. Takvasından taviz verir…

Edebe riayet edenlerin, Allah Rasûlü’ne, O’nun dostlarına karşı edeb gösteren kimselerin ise kalplerine Allah takvayı yerleştirir. Onları muttakilerden kılar. Onların hasbel beşer başka günahları, kusurları var ise mağfiret eder, bağışlanır ve onlara çokça ecirler verir.

Zahiren her ne kadar Hz. Peygamber (sav) bizim aramızda, içimizde değilse de eminiz ki O, bizim gönlümüzde, ruhaniyet olarak yanımızdadır.

Sûfiyye hazeratı bu yüzden edebe riayeti usûlden bilmişler. İnsanın feyzinin kesilmesini, nisbetinin düşmesini ise edebe riayetsizlikle ilişkilendirmişler.

Rabbimiz cümlemizin gönlünü edeb ve takva ile zinetlendirsin… Verdiği nimetlere şükretmeyi ve onları zayi etmemeyi nasib etsin..

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 10 Şubat 2014 14:07

ZAMAN EN DEĞERLİ SERMAYEMİZDİR

Peygamber Efendimiz (sav) buyururlar: “Musarrifler helak olmuştur.”

Sahabi sorar: “Ya Rasûlallah musarrif kimdir?”

Peygamber Efendimiz (sav): “Yarıncılardır” buyururlar. Yani işlerini hep yarına erteleyenler, yarın yaparım diyenlerdir. (Berika)

Dünümüz geçti, olumlu veya olumsuz mazi oldu artık. Geri getirip düzeltemeyiz. Yarınsa müstakbeldir. Henüz gelmemiştir, ona da ulaşamayız. Ulaşıp ulaşmayacağımız da meçhuldür ya… Öyleyse yaşadığımız an bu andır. Anımızı iyi değerlendirmemiz lazımdır.

Bugün dünün meyvesi, yarının tohumudur. Yaşamakta olduğumuz anın bereketi yahut zulmeti dünlerimizin semeresidir. Yarınlarımıza ışık tutacak yatırımlar ise yine anımızda gizlidir. Öyleyse yaşadığımız an en büyük sermayemizdir.

Sûfi terimlerinde yer alan “Anı muhafaza etmek” “Vukufi zamani” “Ebu’l vakt olmak” la anlatılmak istenen, başta zikredilen hadisi şerifin ifade ettiği mana ile aynı anlam taşımaktadır. Hepsi de içinde bulunulan zamanın farkında olmayı, kalbi uyanık tutmayı, gafletten uzak olmayı, yaşadığımız zaman diliminde üzerimize düşen en hayırlı vazife ne ise onu bilmeyi ve gereğini yapmayı ifade eder.

Derviş zamanını yönlendirebilmeli, onu iyi değerlendirebilmelidir… Sürekli geçmişi düşünüp, geçmişte yaşadıklarımıza takılıp kalmak bize bir kâr sağlamayacaktır. Geleceğin özlemini çekmek yahut hayaller kurmak da bizi hedefe ulaştırmayacaktır. Şu an yaşamaktayız. Aklımız başımızda, imanımız göğsümüzde ve dermanımız dizimizdedir elhamdülillah. Bütün bu nimetlerle birlikte ben ne yapabilirim? Dünümün affı için, yarına bir örnek, bir yatırım olması açısından bugün ne yapabilirim? İşte derviş bunun derdinde olmalıdır…

“Dün geçti, yarınsa meçhul, bugünün hakkını veriniz” buyrulmuş Kelâmı Kibarda. Hayat bir gündür, o da bu gündür. Mazi ve müstakbele dalmaksızın anı muhafaza etmeliyiz. Yunus Emre buyurmuş ya:

Miskin Yunus var yarına, koma bugünü yarına,
Yarın Hakkın divanına, varam Allah deyu deyu…

Bugünün işini yarına bırakmayacağız. Ömrümüzün bugün olduğuna inanıp sanki sabaha çıkmayacakmış gibi, sabaha çıkarsak akşama ulaşmayacakmış gibi bir hazırlık içerisinde olmalıyız. Derviş, yaşadığı anda yapılması gereken en uygun şey ne ise onu yaparsa sevgisinde samimi demektir..

Nefsin en büyük hilelerinden birisidir ertelemek. ‘Yarın yaparım’demek… Namazı yaşlanınca kılarım. Örtümü evlenince takarım. Hacca emekli olduğumda giderim. Tevbemi ileride ederim. Sohbetlere, ilim öğrenmeye çocuklar büyüdüğünde devam ederim… Şair ne de güzel demiş:

Hep yarınlar daha güzel,
Daha mutlu olacağız deriz.
Hâlbuki bugünler de dünlerin
Yarınları değil mi?

Bugüne ertelenen birçok şey, bugüne ulaştığımızda bakmışız ki bir sonraki güne ertelenmiş. Yarın gelse, eğer bugün bir şey yapmamışsak, yarın da fazla bir şey değişmeyecek demektir.

Peki ben ne yapacağım? Zamanımı en iyi nasıl değerlendireceğim? Mesela, şu an bir zaman dilimi içerisindeyim değil mi? Bu anın efdaliyeti nedir, bu anda yapmam gereken en uygun şey nedir, ona bakmalıyım. Şu an müsaidim, kitap okumaktayım, bilgimi artırıyorum. Bakıyorum namaz vakti girmiş, öyleyse kalkıp namaz kılıyorum. Öyle an olur ki çocuğuma bakmaktır o anda yapmam gereken en uygun şey. Çocuğumun terbiyesiyle ilgilenmek, beslenmesiyle, eğitimiyle ilgilenmektir, o zaman da onu yaparım. Anı değerlendirmektir mühim olan.

Ama tercihlerimizde ehem mühim sırasını iyi gözetmeliyiz. Öyle gün olur ki evde işlerimiz vardır, ama aynı anda başka bir yerde de sohbet vardır. Sohbet haftada bir kez olmaktadır belki, ama hanımlar iyi bilir evin işi ise hiç bitmez… Eğer işimizin bir aciliyyeti yoksa sohbete gitmeyi tercih etmek, o an vakti en iyi değerlendirmek demektir...

Bazen de olur ki en gerideki şey ehemmiyet açısından en öne geçebilir. Örneğin bir insan namaz kılmaktadır. Allah’ın huzurundadır. Geriden çocuğu can havliyle “İmdat!” “Anne!” diye bağırsa, o an o kişinin namazını bozup çocuğa bakması farz olur. Zaten namazı batıl olmuştur. Bu durumda dinin bizden istediği şey namazımızı bozup çocuğumuza bakmaktır. Çünkü çocuğun hayatı tehlikede olabilir yahut eli ayağı bir yere sıkışmış olabilir. “Ya ben Allah’ın huzurundayım, hiç namaz bozulur da çocuğa bakılır mı?” düşüncesi bizim kendi düşüncemizdir. Dinin isteği bu değildir. Yani şartlar gereği bakarsınız en gerideki şey en öne geçebilir. Bu da anı değerlendirmektir.

Zamanı iyi değerlendirebilmek, anı muhafaza edebilmek biraz da kişinin kendi özünden gelir. Dervişin yapısında bu vardır. O her anın sancısını çekmektedir, Hakk’ın rızasına uygun bir hâl üzere miyim diye… Sürekli gönlüne yönelmektedir.

Hâce Hazretleri ( Kuddise Sirruh):
“İnsan mürşidini gönlüne yerleştirmeli… Mürşidin senin gönlüne konuşur. Eğer onu işitemiyorsan bu yoldan tad almamışsın demektir. O sana Hakça konuşur, Hakk’ın dilinden konuşur, onu dinlemelisin. Hayrı, şerri, ehemi, mühimi sana hissettirir o. Ama gönlüne ehemmiyet vermelisin. İçine dönebilmelisin. İçinle, gönlünle hemhal olabilmelisin...” buyurmaktadır.

Peygamber Efendimiz (sav) insanların gaflette olduğu, kıymetini bilemediği değerler arasında ‘zaman’ ı da zikreder. (Buhârî, Rikâk) Ayrıca zamanımızı, vaktimizi nerelerde tükettiğimizin hesabını vermeden cennete giremeyeceğimiz de zikredilir bir diğer hadisi şerifte. (Tirmizî, Kıyamet)

Biz de Hâce Hazretleri’ne ( Kuddise Sirruh) sorduk:
“Müslüman bir bayanın, özellikle Hâcegân yoluna mensup bir hanımefendinin öncelikleri neler olmalı? Nelerle daha ziyade meşgul olmalıyız?”

Buyurdular ki:

“Öncelikle düzenli bir ibadet hayatımız olmalı. İbadetlerimizi tedricen artırarak düzgün bir şekilde yapmaya gayret etmeliyiz. Bu yolda ibadetleri düzenli eda edebilmek çok önemlidir. Sonra bilgimizi, genel kültürümüzü artırmaya gayret etmeliyiz. Bilgisiz bir yere varamayız. Ahlâkımızın güzelleştirilmesine itina göstermeliyiz. Ahlakı zemime dediğimiz, kötü ahlâk dediğimiz bataklığı kökünden kurutmalıyız. Hırsımızla, tamahımızla, kibrimizle, gururumuzla, dünyayı sevme yönümüzle mücadele etmeliyiz. Buna ciddi ihtimam göstermeliyiz. Bütün bunlarla birlikte evimizin temizlik ve düzenine, çoluk çocuğumuzun imanlı, ahlâklı, erdemli, kültürlü yetişmesine özen göstermeliyiz. Artan zamanımızda da konu-komşularımıza usulüne uygun şekilde emri bil maruf yapmalı, tebliğde bulunmalıyız. Ve vaktimiz oldukça güzel ahlâkın şubelerinden sayılan komşuluk, hasta ziyareti, taziye ve tebşirde bulunmak gibi sılai rahimle de hayatımızı renklendirmeliyiz.” Buyurdular ve devam ettiler:

“Dervişane, zâhidane bir hayat yaşamalıyız. Düzenli, temiz ama sade bir yaşantımız olmalı. Milletin gözünden, dedikodusundan, malayanisinden uzak, sakin, Rabbimiz ve Büyüklerimizle beraber manevi bir atmosfer içerisinde hayatımızı devam ettirmeliyiz.”

Rabbimiz cümlemizi vaktine sahib olan samimi kullarından eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Allah beni bir muallim (öğretmen) olarak gönderdi.” (İbn-i Mace, Mukaddime, 229) buyuran Peygamber Efendimiz (sav) asrı saadette erkeklerin eğitimi kadar hanımların eğitimine de önem vermiştir. İlim öğrenmek cinsiyet ayrımı yapılmaksızın her müslümana farz kılınmıştır. Dinimizde sorumluluk mevzu bahis olunca erkek ve bayanlar aynı haklara sahiptirler. Bu eşitlik gereği, kadınlar da erkekler gibi kendilerine gereken ilimleri öğrenmek zorundadırlar.

Bir gün bayan sahabiler Peygamber Efendimize (sav) gelerek dediler ki: “ Ya Rasulallah Kur’an sadece erkeklere mi indi? Biz de Allah’ın kullarıyız, biz de insanız.. Cenabı Hakk’ın bizlerden de bir isteği, bir muradı yok mu?” Bunun üzerine ‘Nisa’ sûresi nazil oldu. Genel olarak bayanlarla ilgili hükümleri ihtiva ettiği için Peygamber Efendimiz (sav) bu sûreye Nisa yani ‘hanımlar’ sûresi adını verdi. Kur’anı Kerim’de bir ‘racül’ ‘adam, erkek’ sûresi yok ama ‘kadın’sûresi vardır.

Hanımlar bu olaydan cesaret aldılar ve Peygamber Efendimiz’e (sav) gelerek: “Ya Rasulallah sen sırf erkeklerin peygamberi misin? Onlar ilim öğrenme hususunda bizleri geçtiler.. Bizler de Rabbimizin buyruklarını öğrenmek istiyoruz. Bizler için de müstakil bir gün tahsis etsen..” Peygamber Efendimiz (sav) onlara “Haklısınız” buyurdu ve haftanın bir gününü (pazartesi) hanımlara sohbet için ayırdı. Pazartesi günleri hanımları mescidde topladı ve onlara sohbet vermeye başladı. (Buhari, İlim 36, Buhari, Îdeyn, 15) Hatta Allah Resûlü’nün “Falanca hanımın evinde toplanın” diyerek hanımlara mahsus sohbetlerini belirli bir evde yaptığı da rivayet edilir. (Fethu’l Bârî, 1/236)

Peygamber Efendimiz (sav) ümmetine sadece Cuma namazından sonra değil, diğer günler de namazlardan sonra mescidde, inen ayetleri tebliğ ve tefsir eder, ashabın sorularına cevaplar verirdi. İşte bu sohbetlere hanımlar da katılır, hatta sorular da sorarlardı. (Buhari, İlim, 41)

Yine Peygamber Efendimiz (sav)  bayramlarda hutbeyi irad buyurduktan sonra bulunduğu yerden inip, hanımların yanına giderek onlara da vaazlarda bulunurdu. Hanımlar sadece özel günlerde değil günün müsait olan her vaktinde rahatlıkla Hazreti Peygamber’e (sav) ya da hanımlarından herhangi birine gelerek, çeşitli sorular sorar, müşküllerini hallederlerdi.

Bizim Rabbimiz (c.c) konuşan bir Allah’tır. Peygamberi (sav) konuşan bir Peygamberdir. Dinimizde eğitim ve öğretim ekseri konuşarak/sohbetleşerek yapılmıştır. Eğitim meclislerinde susmak, sessiz kalmak Peygamber’in (sav) uyguladığı bir metod değildir. Suskun kalmak Hakk’ın açığa çıkmasına mani olur.

Kainatın Efendisiyle aynı ortamda bulunup, sohbet etme bahtiyarlığına ulaşan sahabe annelerimiz, kendilerine sunulan bu nimeti en güzel şekilde değerlendirmek istemişler, merak ettikleri her mevzuyu (bunlar mahrem meseleler bile olsa) hiç çekinmeden Peygamber Efendimiz’e (sav) sorabilmişlerdir. Peyamberimiz (sav) onlara bu konuda açıklık getirmiştir. Dinimizde ilim öğrenme mevzu bahis olunca utanma olmayacağını, genel, yahut mahrem, ya da güncel her tür meseleyi kendilerine rahatlıkla sorabileceklerini buyurmuşlardır.  Konuyla ilgili olarak Ensar hanımlarından birinin gelerek Efendimize (sav) mahrem bir soru yönelttiği, Efendimizin de bu hanımın dinini öğrenme hususundaki medeni cesaretini övdüğü bilinen bir olaydır. (Buhari, İlim, 50)

Efendimiz (sav) hanımların da yetişmelerini, kendilerinden sonraki nesillere haliyle, tarzıyla, sohbetleriyle iyi birer örnek ve öğretici olmalarını istiyordu.. Bu yüzden risalet penceresini onlardan yana da açmış, dinin hakikatlerini ana kaynağından öğrenme fırsatı vermiştir. Hatta sohbetlerde aralarında öyle bir samimiyet ve muhabbet oluşmuş ki Cenabı Peygamber (sav) bir kaptan içer, hanımlara da sağından ikram etmeye başlardı. Hanımlar da aynı kaptan şerbet içme saadetine erişirlerdi. Aişe annemiz (ra) muhabbetinden kaptaki bütün şerbeti içmek isterdi, Rasulullah (sav) buna engel olurdu. “Arkadaşlarını da mahrum bırakma..” buyururdu. Hanımlar özellikle de bardağın Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek ağzının değdiği yerinden içmek isterlerdi. O vakitler  bardaklar tahtadan, çömlekten yapılma idi. Aynı yerden içile içile bardağın ağız konulan kısmı aşınmıştı. Aşınan yer kaybolmasın diye gümüşten ilave yapıldı ve herkes aynı yerden içmeye devam etti. O bardak İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda halen aynı hali ile muhafaza edilmektedir.

Hanımların ilim öğrenme hakkı İslam’ın her döneminde mahfuz kalmıştır. Peygamberimiz’den (sav) sonra Hulefa-i Raşidin döneminde de ilim tahsilinde geri kalmadıklarını görüyoruz. Hanımlar sohbet ve hutbelere her dönemde iştirak etmişlerdir. Yine Hazreti Ömer’in (ra) hilafeti devrinde hutbe verilirken Kureyşli bir hanımın kalkıp da Hz Ömer’in mihrin azaltılmasıyla ilgili fikrine karşı çıkması ve bunu ayetten delil getirerek rahatlıkla ifade etmesi, sonunda da bu kişinin haklı sayılması konumuza güzel bir örnek teşkil eder. (İbn Mace, Nikâh, 17, Hadis No: 1887)

İslam kültüründe bu metod müteselsilen devam edegelmiştir. Nasıl ki tıp ilminde namahremiyyet yoktur, kıyasla dinimizi öğrenirken de verilen bu cevazdan faydalanmamız gerekir. Hastalanan bir insanın doktora gittiğinde vücûdunu doktora göstermesinde şer’en bir sakınca görülmemiştir. Çünkü o kişi tedaviye muhtaçtır. Hatta bir bayanın hastalığının ilacını erkek doktordan başkası bilmese ve o kişi “bu erkektir” diye gitmese günaha girer. Çünkü vücûdunun da üzerinde hakkı vardır.

Sıkça sorulan sorulardan birisi de “Mürşidlerin bayanlara sohbet etmeleri caiz mizdir?” sorusudur...

Tasavvuf ilmi de bir tıbbı nebevîdir. Tıbbı manevidir... Gönül hastalıklarının, iman hastalıklarının tedavi edildiği hastanedir. Bayandan mürşid olamayacağına göre bu noktada namahremiyyet de yoktur. Cenabı Hakk mürşidle ihvanı arasında bir mahremiyyet halkeder. Nasıl ki Hacda tavaf esnasında  Allahu Teâlâ nefisleri teslim alıyor, insanlar kadın erkek  Kâbenin manevi atmosferi içinde emniyet ve güven içerisinde birlikte tavaf ediyorsa, sohbetlere de aynı şekilde Cenabı Hakk’ın güven ve rahmeti nüzûl etmektedir.. Hatta Şafii mezhebinde kadın erkeğe dokunsa abdesti bozulur, ama bu hüküm Kâbe’de geçerli değildir. Kâbe’de kadın erkeğe, erkek kadına dokunsa abdestleri bozulmaz. Çünkü orda herkes Allah’ın huzurundadır ve özel bir mahremiyet oluşmaktadır.

‘Sohbet’ de aynen hakikat kâbesinin etrafındaki tavaf gibidir. “Sohbet meclisi Cennet bahçesidir.” (Tirmizi, 3432) buyuruyor Cenabı Peygamber (sav). Bu bahçede –belirli ölçülere riayet edildikten sonra bir kadın erkek ayrımına gitmek doğru değildir. Hâcegân büyükleri sâir şer’î meselelerde çok titiz davranmalarına rağmen, dinin öğrenildiği sohbet meclislerinde bu konuda mutedil davranmışlardır..

Örneklerini Sahabe efendilerimizin ve Peygamberimiz’in (sav) hayatında da gördüğümüz sohbet meclisleri şer’en bir tıbbı nebevi/manevi hükmünde olduğu için, yine belirli ölçülere riayet edilmesi kaydıyla, kadın erkek arasında bir mahremiyyet husule getirmez. Çünkü bayandan bir Peygamber gelmemiştir. Buna kıyasla bayandan mürşid olamaz... Hanımların imameti bile kerahatle câiz iken dinin hakikatini öğreneceğimiz İnsanı  Kâmillerin bayanlara sohbet etmelerini sakıncalı görmek haksızlık olur.

Bunca delile rağmen “Mürşidler, bayan muhiblerine haram değil midir, onlara nasıl sohbet verebilir?” diyerek bu konuda art niyet arayan kişiler, karıncayı yarıp yağını arıyor demektir. Sözde namuslarına çok düşkün, harama helale titizlikle riayet ediyor gözükmek istiyorlar.

Birgün Gavs Hazretleri’ni (ks) ziyarete bir bayan gelir. Zaten çarşaflı olan bayan Gavs Hazretleri’ni (ks) görünce örtüsüne daha da bir bürünmeye başlar. Ellerini örter, yüzünü gözünü örter... Hanımın haline taaccüb eden Gavs Hazretleri (ks) buyururlar ki: “ Kızım, kimsin sen, neden bu kadar örtünüyorsun? Böyle aşırı aşırı örtünmene, hatta gözlerini de kapatmana gerek yok! Daha bugün evde banyo yaptın, sonra üstsüz vaziyette aynanın karşısına geçerek kendine bakındın durdun... O an Allah seni görmüyor muydu? O haldeyken Allah’tan utanmadın da şimdi karşımızda sofu mu kesildin? Yüzünü gözünü kapatıp duruyorsun.. Senin halin o zaman da bana malumdu kızım, kaçmana gerek yok.” Yaptığı yanlışı anlayan kadın, çok mahcup olmuş ve meclisi terketmek zorunda kalmış...

Evliya Allah’ın nâmusudur. Nâmusu ekberdir, Hz. Cibril misali... Ona karşı böyle nâmus iddiasında bulunmak hakikatleri iyi idrak edememekten veya kavrayamamaktan kaynaklansa gerek.

Biz bayanlar çarşı, pazar, mağazalarda çekinmeden herkesle görüşüyoruz.. Onlarla cengaverce pazarlık yapabiliyoruz.. Kapımıza gelen satıcılarla muhatap olabiliyoruz. Belediye otobüslerine bindiğimizde şöföre yolu soruyoruz. Veya evlerimize gelip gidenlere görünüyoruz. Çarşafı başına çekip de çarşı pazardan ayağını çekmeyen nice bayan var. Bunlar problem olmuyor, ama bir İnsanı Kâmille, bir Evliya ile görüştük mü nâmus abidesi kesiliveriyoruz birden. Nasıl olur da mürşid kadınlara görünür veya kadınlar ona görünür? Bu çelişki içerisinden çıkamıyoruz.

Bizlere soranlar oluyor bazen: “Hâce Hazretleri (Kuddise Sirruh) mescide bayanlara sohbete çıkınca sizler ne giyiniyorsunuz?” diye... İşte sırf bu yüzden olsa gerek ki Hâcegân mescidinde tüm bayanların ortak bir kıyafeti vardır. Siyah ferace üzerine, siyah büyük başörtüsü...  Kimsenin kalbi bozulmasın diye. Ama aklı gözünde olanlar fitne çıkarmak için yine eksik gedik arayacak, konuşmaya devam edeceklerdir.. Gavs Hazretleri (ks) buyurmuş ya: “Münkirler bizim sabunumuz gibidir” Elimiz üzerindeki kiri temizlerler, günahlarımızı temizlerler.

Nakşi yolunun büyükleri hiçbir dönem hanımları sohbetten men etmemişlerdir. Çok sık olmasa da onlara da vaz-u nasihatte bulunmuş, dinin emirlerini öğretmeye çalışmışlardır. Merhum Mehmed Zahid Kotku Hazretleri (ks), Hacı Sami Efendi (ks), Mahmud Efendi Hazretleri (ks), yine Merhum Esad Coşan Hazretleri (ks) şer’i kıstaslara riayet ederek zaman zaman bayanlara da sohbetlerde bulunmuşlardır. Allah cümlesinin şefaatlerine nail eylesin.

Hülasa, bu din yalnızca erkeklere inmiş bir din değildir. Bayanların da ilimden, hakikatten, marifetten nasiblerini almaları gerekmektedir. Bunun evde tek başına oturmakla mümkün olamayacağı aşikârdır. Bu ya bir medresede, bir hocanın rahlei tedrisine oturmakla; ya da âlim ve ârif olan İnsanı Kâmillerin sohbetlerine iştirakla mümkündür.

Rabbimiz cümlemizi büyüklerin sohbetlerine eren ve o sohbetlerden hakkıyla faydalanabilen kimselerden eylesin. Sohbet en büyük emanettir, Rabbimiz emanetlerimize riayet edebilmeyi nasib eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort