JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 16 Haziran 2016 00:00

İMAN EDENLERLE ÖTEKİLERİN FARKLARI

av

İman Edenlerle Ötekilerin Farkları - Abdülkadir VİSÂLÎ

Sayı : 99 - Mart 2016

 

İman Edenlerle Ötekilerin Farkları

 

Tarihten günümüze inkarcıları azımsanamayacak kadar çok olsa da biz müminlerin inandığımız en önemli hususlardan birisi Cenabı Hakk’ın ezeldeki takdir ve taksimleri ile insanoğlu iki zıt kutupta; el-Hâdî (cc) ismi şerifinin tecellisi ile hidayet nimetine erenler, el-Mudil (cc) ismi şerifinin tecellisi ile dalalette kalanlar olarak tasnif etmesidir. Ezelden ebede yolculuğunda müslüman olanlar ile olmayanlar/ötekiler arasındaki en bariz fark, üzerlerindeki bu iman nimeti ile alâkalıdır. Hemen belirtmek gerekir ki bu nimet, İlâhî bir taksim/takdir olduğuna göre yani bu nimet-i uzmânın elimizde bulunmasında zerre miskal dahlimiz olmadığına göre bu ayki dosya mevzumuzda işleyeceğimiz üzere “müslüman ve ötekilerin” özelliklerini tefrik etmeye gayret ederken maddelemeye çalışacağımız bütün hususlar bizim açımızdan Rabbimiz’in lütfu bir hidayet, diğerleri açısından nefislerine uyarak müstehak oldukları bir dalalettir. Zaten Rabbimiz buyurmuşlar; “Allah içlerinden kimine hidayet vermiş, kiminin üzerinede sapıklık hak olmuştur.” (Nahl, 36)

Müslümanlar ile diğerleri arasındaki en bariz fark; müslümanın “Hak merkezli”, diğerlerinin “Haz merkezli” yaşamasıdır. Mümin kimsenin gündemini, atacağı adımı, meselelere bakış açısını, hulasa fani olan bu dünyaya ve baki olan ahiret hayatına dair ne varsa hepsini; merkezinde Hakk’ın bulunduğu, yani kaideleri O’nun (cc) belirlediği bir sistemle ele alması gerekiyor. Büyüklerimiz hep buyuruyorlar; özellikle dine ait meselelerde insanın söylediğinden daha ziyade yapıp ettikleri önemlidir. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, demişler. Allah’ın belirlediği sisteme göre yaşama hususunda da beyandan ziyade elbette ki icraat önemlidir. Yani Allahımızın bu manadaki kudretini, belirleyici oluşunu prensipte kabul ettikten sonra bu kuvvete kayıtsız şartsız teslim olup hayatımızı bu doğrultuda tanzim etmek gerekir. Bu Rabbimiz’in inayeti ile “فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ” (Dileyen iman etsin!) sırrına erişmemizle adeta altına girdiğimiz bir yüktür. Haz merkezli yaşayan nasipsiz kimseler ise “وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ” (Dileyen inkar etsin!) ayetinin ifade ettiği şekliyle inkârı seçmiş, dolayısıyla hiçbir kayıtla mukayyet olmamış; heva ve hevesine tabi, nefsini ve şeytanını razı etmiş zâlim ve cahil kimselerdir.

Zaten insanın fıtratı iyiye ya da kötüye meyyaldir. Cenabı Hak bu hâlimizi ifade ederken “فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا” buyuruyor. Yani bizi takvaya da fücura da müsait yarattığını bildiriyor. Demek ki insanoğlu hangisini üzerine çekebilecek bir zemini kendi vücut mülkünde oluşturursa, lisanı hali ile istediğini Rabbimiz ondan esirgemiyor. Bu hususta hayırlı bir zemin oluşturmak ve bunun devamlılığını sağlamak için “inandığımız gibi yaşamak” yani vahiyle belirlenen standartlara ve tâ elest bezminden beri inandığımızı söylediğimiz ölçülere göre yaşamak durumundayız. Bir manada bu ölçüleri kendilerinden öğrendiğimiz âlimlerimizin, salihlerimizin izinden giderek müteselsilen asrısaadet ile kuvvetli bir rabıta oluşturmalı, dolayısıyla da Allahu Teâlâ’nın razı olduğunu bildirdiği, birlikteliklerini teyid ettiği zümrelerle beraber biz de rızaya uygun bir ömür sürebilelim. Aksi takdirde biz de ötekiler gibi “yaşadığın gibi inan” girdabına kapılıveririz ki yanlışla hemhâl ola ola inandığımız doğruları bile sorgulamaya başlar, bunların kendimizce(!) eksiklerini tespit eder ve kendi doğrularımızı ifade ederken içimizdeki her türlü şehvetin tazyikiyle nefsimizi Şari’in (cc) yerine koyduğumuzun farkında bile olmayız, Allah muhafaza!

Bu hakikatlerin hiçbirisinin atlanmadan ve aslına uygun bir şekilde hayatımıza aksedebilmesi için kimlerle birlikte olduğumuza da ziyadesiyle dikkat etmeliyiz. Bunun önemine binaen yüce Rabbimiz, sadıklarla, muhsinlerle, sabredenlerle vs. birlikteliklerini bildirirken; Efendimiz de (as) “Kişi arkadaşının dini üzeredir.”“İyilerle beraber olan kötü neticede iyiler arasına; kötülerle beraber olan iyi neticede kötüler arasına yazılır.” buyurmuşlar. Şu halde biz müslümanlar olarak Allahu Teâlâ’nın bize apaçık düşman olarak bildirdiği “nefsimiz, şeytanımız ve onların yardımcıları ile düşman” mıyız yoksa bizim dışımızdakiler gibi Allahımızın ve Peygamberimizin açık ikaz ve ihtarlarına rağmen onlarla aramızda su sızmayacak bir beraberlik mi var? Büyüklerimiz bu hakikate işareten, nefsi kasdederek “Eğer ağyar gönülden çıkarılmazsa Rabbimiz o haneye gelmez” buyurmuşlar. O vakit insan burada da bir tercih yapacak; ya Rabbimizin gönlünde takarrur etmesi için orada ciddi manada bir tezkiye ve tahliyeye azmedecek ya da nefsiyle birlikteliğinden aldığı fani lezzet ve bu sarhoşluğun kendisine sağladığı geçici menfaatle ebedi saadetin kapılarını açılmamak üzere üstüne kapayacak. Bunun için büyüklerimiz mümin kişi nefsini üç talakla (yani bir daha bir araya gelmeleri mümkün olmayacak şekilde) boşamalıdır, buyurmuşlar.

Bir ayeti kerimede Cenabı Hak bizi topraktan yarattığını haber verirken diğer bir ayette ise bir damla sudan, nutfeden halkettiğini bildirir. Döneceğimiz yerin toprak olduğu da zaten hepimizin malumudur. Bu husus müslümanlara “nereden gelip nereye gideceğini unutmama” hassasiyetini kazandırır. Bunu unutmayan kimse dünyanın geçiciliğini gözden kaybetmediği için ahireti unutup tamamen dünyaya dalmaz, üç günlük dünya hayatı için ebedi saadetini heba etmez, en önemlisi tevazuu elden bırakmaz. Tevazu sahibi kimse her şeyden evvel Rabbinin emirlerine ve azametine boyun eğmiştir. Kibriya’sı karşısında bu boyun eğiş Cenabı Hakk’ın hoşuna gitmiş; “O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler…” (Furkan 63) buyurarak onları Kendisi’ne izafe etmiştir. Bunun aksine yani “gelip gittiği yerden haberi olmayanlara” gelince onlar, ayeti kerimenin ifadesine göre; “dağların boyuna erişemeyeceği, yeri yaramayacağı” sabit olmasına rağmen kibrinden kimseyi beğenmez. Bu kimseyi beğenmeme hastalığı insanın nefsini pohpohlaya pohpohlaya öyle bir hale getirir ki kendi acziyetini bilemeyen insan Rabbinin azametini de tanıyamaz hale gelir de insanlığından çıkıverir. Bunu ifade sadedinde Niyazı Mısrî; “Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.” buyurmuş. Zaten büyüklerimiz kendini tanımayanın, Rabbini bilemeyeceği hakikatini sohbetlerinde sıkça dile getirirler.

Müslümanlarla ötekiler arasındaki en bariz farklardan biri de bizim hizmet eden oluşumuzdur. Çünkü bizler bu hizmet kültürünü başta Efendimiz (sav) olmak üzere peygamberlerimizden ve içimizdeki salihlerden alıyoruz. Bu hizmet kulluğumuzu kemale, insanlığımızı olgunluğa ulaştırma adına evvela kendimize yapılan yatırım demektir. Bu hususiyetleri kendinde cem ederek Rabbiyle ülfet ve ünsiyet kesbeden kul yaratılanı Yaradan’dan yani O’nunla (cc) ilişkisinden ötürü sever, kendisine de merhamet edilmesini umarak onlara merhamet eder ve kendisinden daha ziyade hizmet edilmeye onları layık görür. Efendimiz bu mefkûreye adeta mücessem bir şahsiyet kazandırarak: “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” buyurdular. Bir de hizmet bekleyenler var ki bu da bir evvelki maddede işlediğimiz kibir hastalığının doğal sonucudur. Dünyayı kendi etrafında dönüyor zanneden bu zavallılar, kendilerini ansızın yakalayıverecek ölümü de maalesef hatırlamamakta, daha doğrusu hatırlamak istememektedirler. Bunun için kendilerince dillerine, ırklarına, renklerine göre ayrıştırdıkları insanların “takva ile öne geçtiklerini ve bu hususiyetlerinden dolayı Rableri katında kıymetli olduklarını” (Hucurât 13) anlamak istememişler, dolayısıyla onlarla aynı safta yer almayı yere batasıca gururlarına yediremeyen Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri her asırda diri tutma vazifelerini yerine getirmeye çalışmaktalar. Bu tutumları onları Allahu Teâlâ’nın rızasından fersah fersah uzaklaştırırken, nefsin ve şeytanın arzu ettiği bir seviyesizliğe düşürecektir. Rabbim bizi bu duruma düşmekten muhafaza buyursun!

“Dini bütün hayatına hâkim kılmaya çalışma” hususu da ötekilerle ayrıştığımız noktalardandır. Biz müslümanlar zahiri ve batıni ne ile karşılaşırsak meseleyi dinimize arz ederiz. Her şeyi Rabbimizin Kitabı’ndan ve Peygamberimizin hayatından aldığımız ışıkla değerlendiririz. Bu manada “kınayıcıların kınamasına aldırmadan” (Maide, 54), Selmanı Farisi efendimizin de buyurduğu gibi “ayakkabımızın bağına varıncaya kadar” Allah ve Rasulü’nün rızasına uygun olup olmadığını sorgulayacağız, onların beğendiklerini beğenip hoşlanmadıklarından vaz geçeceğiz. Ötekiler ise bunun dünyanın gerekliliklerine uymadığını, çağın icapları ile bağdaşmadığını, dahası aklını kiraya vermek olduğunu söylerler. Dahası dinin, dinde söz sahiplerine itaatin bir afyon olduğunu iddia ettiler ve kitleleri de buna inandırdılar. Üstelik dine ve başta Efendimiz olmak üzere ondan günümüze kadar hiçbir zaman diliminde eksik olmamış ehliyet sahibi büyüklerimize taarruzda bulunanlar bizim içimizden görünen fakat aslında ötekilerden olan hainler de olabiliyor. Allah’a celle celaluh demeyi, Peygamberimize sallallahu aleyhi vesellem demeyi yalakalık olarak lanse etmeye çalışan ukalaların kimlere yaltaklanmak için bu taklaları attığını artık hepimiz biliyoruz. Üstelik bundan daha acayip bir şey var ki onlar da bunu gizlemekten geri durmuyorlar. Müslümanlara ait olan, uğrunda yıllarca mücadele edilmiş, bizlerce insanın uğrunda öldüğü, milyonlarcasının evsiz barksız kaldığı, bu karışıklıktan faydalanmak isteyen diğer dünya devletlerinin üzerine çullandığı toprakları, kadim İslam geleneğinin topraklarını şunlara, bunlara bırakın diye küstahça çemkirerek safını gayet net izhar etmektedirler. Cenabı Hak o zâlimlerin hakkından gelmeden evvel bu taklacıların oyunlarını açığa çıkarsın da ümmeti Muhammed uyansın inşaallah!

Müslümanların ötekilerden ayrıldığı bir diğer husus da vakte sahip olma yahut olamama meselesidir. Büyüklerimiz mümin ebul vakt olmalı, yani zamana hakim olmalı, buyurmuşlar. Zamanın önünde suyun üzerindeki saman çöpü gibi sürüklenip gitmemeli aksine ona yön verici, yapıp ettiği her şeyi bu kararlılıkla yerine getirici olmalıdır. Bu dünyada alıp verdiğimiz nefes, akıp giden saniyeler, geride bıraktığımız günler, haftalar her şey sayılı. Bunların hepsi bir hesap dairesinde iken bizlerin bu muhasebeden gafil kalması, bizden olmayanlara benzeyişimizin en büyük göstergelerinden birisidir maalesef. Zamana sahip olmak demek bir manada da asıl tasarruf edilmesi gereken mecraya, yani ebedi hayatta bizi saadete kavuşturacak güzel işlerle değerlendirilmesi demektir. Böyle olanın dünyadaki huzur ve rızkından mahrum olmayacağını da tarihimizde defaatle tecrübe etmiş bulunuyoruz.

Belki daha birçok madde zikredilebilir ama müslümanlarla olmayanlar arasındaki en bariz farklardan biri de şudur ki mümin firaset ve basiret sahibi kimsedir. Yani kalbiyle görebilmek bizim en mühim vasıflarımızdandır. Bu gizli olana muttali olma manasına değil, kalbin rehber olduğu, imanın ışığının insana yön verdiği, Efendimiz’in ifadeleriyle “kalbe danışılarak” işlerin yürütüldüğü bir potansiyele sahip olmak demektir. Ötekiler ise büyüklerimizin ten çukuru dedikleri baş gözüne muhtaçtırlar. Halbuki gözümüzün belli bir mesafesi, belli bir açısı, şartlara göre değişkenliği vardır. Kalbin ise uzaklık, yakınlık, zaman, mekân mefhumlarının ötesinde bir kapasitesi vardır. Uçsuz bucaksız bir görüşe sahip olan mümin ile her şeyiyle kısıtlı imkânlara sahip ötekiler arasında yer ile gök arası kadar fark vardır.

Cenabı Hak müminler için neyi beğenmiş, neden razı olmuş ve neyi murad etmişse bizleri onlarla muttasıf kılsın. Müslümanların dışındakilerin vasıflarından da bizleri beri eylesin.

Amin!

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

  

Perşembe, 16 Haziran 2016 00:00

KİMDEN ALDIN KİME SATTIN YA ALİ?

salik i irfan

Kimden Aldın Kime Sattın Yâ Ali? - Sâlik-i İrfân

Sayı : 99 - Mart 2016

 

Kimden Aldın Kime Sattın Yâ Ali?

 

Hamd ve senalar olsun Rabbu’l-âlemin olan Allahımıza. Hamd ve senalar olsun âlemleri insan için, insanı kendisi için yaratan Allahımıza. Yine hamd ve senalar olsun insanı eğitmek için tüm enbiyayı ve son olarak âlemlere rahmet Efendimiz’i (sav) gönderene.

Binlerce salat ve selam ise Sahibimiz, Senedimiz, Şefaatçimiz, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) Hazretleri’nin üzerine olsun. O’nun kardeşleri olan enbiya hazeratına, ehlibeyt hazeratına, ashabı kiram hazeratına ve o günden bugüne gelen ulema, suleha, hukema, urefa… hasılı tüm saadatı kiram hazeratına da selam ve ihtiram olsun.

Evet, hamdele ve salveleden sonra Hz. Ali (kv) efendimizin hayatından paylaşımlara devam ediyoruz. Araştırdıkça, öğrendikçe Peygamber Efendimiz’in (sav), ona niçin “İlmin kapısı.” dediğini daha iyi anlıyoruz. Görüyoruz ki, Ali efendimizdeki bilgi; Hakk’ın eğittiği-öğrettiği, ümmi oluşuyla her şeyin anası-kaynağı olduğunu ifade eden Peygamber Efendimiz’den (sav) gelmektedir. Bütün tarihi kaynaklarımız, Ali efendimizin çocukluğundan itibaren doğrudan Efendimiz’in himayesinde ve terbiyesinde yetiştiğini belirtmektedir. İşte bu Nebevi mektepte yetişen Hz. Ali efendimiz gerek tefsir, hadis, fıkıh gibi dini ilimlerde gerekse tıp, dil bilgisi, tarih, eğitim gibi beşeri ilimlerde asrına ve sonrasına kaynaklık etmişti. Çocuk eğitimi ile ilgili buyurmuş olduğu: “7 yaşına kadar çocuğunla oyna, 15 yaşına kadar onunla dost ol, 15 yaşından sonra onunla istişare et.” ifadesi modern eğitimin bugün ulaştığı verileri aşan bir ufka sahiptir. Ya da yaşlı bir adamın genç hanımından çocuğu olduğunu kabul etmeyen ve kadını zina ile suçlayan varislerin iddialarını çürütme şekli, tıp ilmine vukufiyeti açısından hayli ilginçtir. Aynı yaşta 3 çocuğu yan yana getirip otur-kalk hareketler yaptırır. Çocuğun yaşıtlarından ağır hareket etmesi üzerine: “Bu çocuk o yaşlı adamın çocuğudur.” tespitini “Yaşlı adamın menisi zayıf olur, bu da çocuğun kemik yapısını zayıf kılar, çocuk ağır hareket eder.” ifadesiyle açıklamıştır. Bugünün tıp bilgisine kıyasla o günün bu DNA testi nasıl açıklanabilir? Elhamdülillah Ali efendimiz, nebevî mektebin mükemmel bir talebesidir.

Onun ilim-hikmet, ihlas ve fedakarlığına dair birkaç kısa ve bir uzunca kıssayı paylaşmak istiyoruz. Cenabı Mevlamız bizleri Ali efendimizin ilmine, hikmetine, aşkına, ihlasına bağışlasın. Ona hayran olma şerefini elimizden almasın:

Rasulullah buyurdu ki: “Allahu Teâlâ bana dört kişiyi sevmemi emretti. Ben de onları seviyorum.” Bunlar kimlerdir, denildiğinde; “Ali onlardandır. Ali onlardandır. Ali onlardandır ve Ebû Zer, Mikdat ve Selman’dır.” buyurdular.

Peygamber Efendimiz (sav), Hazreti Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali altı yüz bin koyun mu istersin, yahut altı yüz bin altın mı veyahut altı yüz bin nasihat mı istersin?” Hazreti Ali dedi ki: “Altı yüz bin nasihat isterim.” Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: “Şu altı nasihata uyarsan, altı yüz bin nasihata uymuş olursun:

1. Herkes nafilelerle meşgul olurken, sen farzları ifa et.

2. Herkes dünya ile meşgul olurken, sen Allahu Teâlâ’yı hatırla.

3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol!

4. Herkes, dünyayı imar ederken, sen dinini imar et, zinetlendir.

5. Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken, sen Hakk’ın rızasını gözet. Allahu Teâlâ’ya yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara!

6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et!”

Yine buyurdular:

“Ali Bendendir, Ben de ondanım, Onu bütün müminler sever.”

“Ali’ye bakmak ibâdettir. Ali’yi inciten Beni incitmiş gibidir.”

“Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim.”

“Kızım Fâtıma’yı Ali’ye vermeyi, Rabbim Bana emreyledi. Allahu Teâlâ her peygamberin sülalesini kendinden, Benim sülâlemi de Ali’den yaratmıştır.”

“Ali, kıyâmet günü Benim yanımdadır. Havuz ve kevser yanında Benimledir. Sırat üzerinde Benimledir. Cennette Benimledir. Allahu Teâlâ’yı görürken Benimledir.”

“İmanın alâmetleri vardır: Birinci alâmeti Ali’yi sevmektir. Ali iyilerin rehberidir. Ona yardım edene, yardım edilir. Ona sıkıntı vermeye uğraşanın kendisi perişan olur. Cennet üç kimseye aşıktır. Ali’ye, Selman’a ve Ammar’a.”

“Ehli Beytim, Nuh aleyhisselamın gemisi gibidir. Onlara tabi olan selamet bulur. Olmayan helak olur.”

Hz. Ali bir gün şöyle buyurur: “Şu beş şey kişi için saadet vesilesidir:

-Hanımının kendine münasip bir eş olması,

-Çocuklarının  salih kimselerden olması,

-Kardeşlerinin, arkadaşlarının takva sahibi olması,

-Komşularının salih kimselerden olması,

-Rızkını, geçimini kendi beldesinde sağlaması.” (İmam Şa’rânî, Tenbîhü’l-Mügterrîn)     

el-Hemadânî şöyle rivayet ediyor: Hazreti Ali, Kufe’de kılıç darbesini aldıktan sonra huzuruna girdim. Başını bir şey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey Müminlerin emiri! Yarayı bana gösterir misin?” Hemen sargıyı açtı. Baktım. “Bir şey yok, hafif bir yaradan ibaret.” dedim. Hazreti Ali: “Sizden ayrılmaktayım.” dedi. Kızı Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hazreti Ali: “Kızım sükut et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın.” dedi. “Ey müminlerin emiri, ne görüyorsun?” diye sordum. Buyurdu ki: “İşte bunlar melekler ile nebiler cemaati, işte bu da Muhammed aleyhisselam! O bana: “Yâ Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hal, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır.” diye buyuruyor.

Rasulullah (sav) bir hadisi şerifte: “Fakirlikle övünürüm.” buyurdu. Hazreti Ali bu hadisi şerifi Habîbi Ekrem’den işitince dünyaya hiç kıymet vermedi. Çok fakir oldu. Mesela bugün eline bin altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın demez, hepsini fakirlere dağıtırdı. Rasuli Ekrem, Hazreti Ali’ye cömertlerin sultanı manasına,“Sultân-ül Eshıyâ” buyurdular.

Bir gün Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma’ya: “Evde yiyecek bir şey var mı, çok acıktım?” buyurdu. Hazreti Fâtıma evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin olduğunu söyleyerek: “Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan, Hüseyin meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın.” dedi. Hazreti Ali altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir müslümanın yakasına yapışmış, “Ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim!” dediğini, yakasını bırakmadığını gördü. Borçlu adam, “Bana birkaç gün daha müsaade et!” diyorsa da yakasına yapışan, “Hayır ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek halde değilim.” diyordu. Hazreti Ali bunların çekişmelerini görünce yanlarına vardı: “Münakaşanız kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçedir.” dediler. Hazreti Ali: (Kendi kendine) “Müslümanı bu sıkıntıdan kurtarayım, nasılsa Hazreti Fâtıma’ya bir cevap bulurum.” diye düşündü. Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı.

Bir zaman Hazreti Fâtıma’ya ne söyleyeyim diye düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa Hazreti Fâtıma kadınların seyyidesi, Rasulullah’ın kızıdır, bir şey demez, diyerek eli boş eve döndü. Hazreti Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Babalarının meyve getireceğini ümit ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya başladılar. Hazreti Fâtıma’ya: “Verdiğin altı akçe ile bir müslümanı hapisten kurtardım.” buyurdu. Hazreti Fâtıma: “Çok iyi yaptın, elhamdulillah, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize kafidir.” dedi. Fakat, mübarek gönülleri biraz mahzun oldu. Hazreti Ali üzüntüsünü sezip  iki oğlunun da ağladıklarını görünce gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı. “Bari gidip Rasulullah’ın mübarek yüzünü göreyim de bu üzüntüden kurtulayım.” diye düşündü. Zira Rasulullah’ın mübarek yüzüne bakan kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürur ve safa hasıl olurdu. Bunun için Hazreti Ali, Rasulullah’ın tesiri çabuk ve kesin bir ilaç gibi olan mübarek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti.

Yolda bir kimse gördü. Elinde besili bir deve vardı. Hazreti Ali’ye: “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” dedi. Hazreti Ali: “Şimdi param yoktur.” dedi. O şahıs: “Sana veresiye veririm.” dedi. Hazreti Ali: “Kaça veriyorsun?” buyurdu. O şahıs: “Yüz akçeye veririm.” dedi. Hazreti Ali: “Kabul ettim.” dedi. O şahıs da: “Peki ben de kabul ettim.” dedi. Deveyi, Hazreti Ali’ye teslim etti. Hazreti Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama rastladı. Hazreti Ali’ye: “Bu deveyi bana satar mısın?” dedi. Hazreti Ali: “Evet satarım.” buyurdu. O kimse: “Üç yüz akçeye bana verir misin?” dedi. Hazreti Ali: “Olur veririm.” dedi. Deveyi o şahsa sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fatıma Zehrâ annemiz Hazreti Ali’den bu yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hazreti Ali meseleyi anlattı. Yemeklerini yiyip Allah Teâlâ’ya hamdu sena ettikten sonra Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma’ya: “Ben, Rasuli Ekrem’in sohbetine gidiyorum.” diyerek evden çıktı. Yolda Rasuli Ekrem’e, yanında ashabı kiram oldukları halde  rastladı. Meğer Rasuli Ekrem, Hazreti Ali ve Hz. Fatıma’yı görmeye geliyorlarmış.

Rasulullah: “Ya Ali! Deveyi kimden alıp kime sattın?” buyurdu. Hazreti Ali: “Allah ve Rasulü bilir.” dedi. Rasuli Ekrem: “Ya Ali! Sana deveyi satan Cebrail aleyhisselam, satın alan da İsrafil aleyhisselam idi. Deve de cennet develerinden idi. O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyada bire elli hasene verdi. Ahirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.

Cenabı Mevlamız bizleri Hz. Cebrail’i gören, Hz. İsrafil’i gören Ali efendimize bağışlasın. Onun nesebinden, neslinden varislerini canımızdan aziz bilmeyi nasip etsin. Onun varisi olan Hâce Hazretleri’ne samimiyetle tabi olmayı bizlere lütfeylesin.

Amin,  velhamdülillahi  Rabbi’l-âlemin!

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Perşembe, 16 Haziran 2016 00:00

İNSANIN DEĞERİ HİMMETİ KADARDIR

İnsanın degeri

İnsanın Değeri Himmeti Kadardır - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 99 - Mart 2016

 

İnsanın Değeri Himmeti Kadardır

 

Dünya hayatı oyun ve eğlencelerle çevrili cazibe merkezidir. İnsanoğlu dünya hayatının büyüsüne kapılmadan asıl gayesini yerine getirebildiği ölçüde başarılı bir hayat yaşar. Aksi takdirde sonuç dünyada da ukbada da hezimettir.

Dünya sonu olmayan dipsiz kuyu misalidir. Ne kadar dalarsa dalsın insanda asla tatmin hissi vermediği gibi, bulaştırdığı hırs ve tamah virüsüyle de insanın maneviyatını içten içe eriterek, onda ruhsuz bir hilkat garibesi ortaya çıkartır.

Dünya nimetleri Hakk’ın rızasına ulaşmak için birer araç niteliğindedir. Asıl gaye kulluktur. Dünya nimetlerine dalmak boşa geçen ömürden ibarettir.

İnsan azim ve kararlılığındaki tüm çabasını Rabbi; Allah’ın (cc) hoşnutluğunu kazanma uğrunda harcarsa hakikati bulur. Hayatın lezzetini alır. Kendisine bahşedilen ömür sermayesini gerektiği gibi yerinde değerlendirir. Ömür ikinci defası mümkün olmayan tek haktır. Ne bir nefes az, ne bir nefes fazladır. Nerede verilip nerede alınacağı yaradanımız Allah’ın (cc) bilgisi dahilindedir. Kulun iradesi ise bu tek seferlik ömrünü nasıl harcayacağından ibarettir.

İnsan ne ile meşgul olursa, gönlü ona kayar. “Dünya işleri ile çok uğraşmakta, dünya işlerine gönül bağlamak korkusu vardır.” buyrulmuştur. İnsanın kadir ve kıymeti de sevdiği şeylerle belli olur, açığa çıkar.

Ben merkezcil yaşayan, bencil diye tanımlanan insanlar kendilerinden başkasını düşünmezler. Adeta kainatın merkezinde kendileri vardır. Her şeyin kendi etraflarında döndüğünü zannederler. Halbuki kendi etraflarında döndüğünü düşündükleri tek şey, zavallılıklarıdır. Çünkü bencillik yalnızlık demektir. Yalnız yaşayıp belki de yalnız, tek başlarına ölüp gideceklerinin farkında bile değillerdir. İnsan başkalarının mutluluğunda pay sahibi ise ya da en azından mutluluklarına ortak olabilirse gerçek huzuru bulur. Çünkü dinimiz İslam; insanların kendileri için değil, başkaları için yaşamalarını emreder insanlara. Kendi çıkar ve menfaatlerini düşünenler aciz, zavallı ve zelil olarak addedilir. Dolayısıyla insanların maksadı biz duygusu taşıyan toplum olmalıdır. Bu hedef ve maksat da herkese göre değişir. Bazı insanlar bir aileyi, bazıları bir mahalleyi, bazıları da bir beldeyi, bazıları da bir şehri ve milleti ikaz ve irşad edebilir. Bazı yüksek ruhların hedeflerine ise bütün insanlığın kurtuluşu vardır; Peygamber Efendimiz ve O’nun varisi olan büyük âlimler ve mürşidler gibi.

Ne var ki kurtuluş önce bireyseldir. Bunun için önce insan kendisinde gönül merkezli bir irşad gerçekleştirebilmelidir. Bunun yolu da “İnsan-ı Kamil” iledir. Onun gönlüne girebilmek ile olur. İnsan ancak insanla irşad edilir. Bunun yolu Rabbimiz tarafından insana öğretilmiştir. Yaradanımız’ın (cc) istediği ölçülerde bir kulluk ancak insan ile tâlim, tatbik ve terbiye olunur.

İnsanı insan yapan faaliyetidir. İnsan faaliyetiyle anlamlıdır. Yıkıcı ve yapıcı olarak tezahür eden faaliyetler, insan hayatının da anlamını oluşturur. Faaliyetin etkisi önce yapanda hissedilir. İçten dışa doğru, yapılan faaliyetin dalgaları oluşur. Bu dalgalar da mutluluk ve neşe olarak tezahür eder. Bundandır ki insan için hayat, faaliyet ve hareketten ibarettir. Faaliyetin küçüklüğü ve büyüklüğü de kişiden kişiye değişir. Durumu, imkanı, şartları ne olursa olsun insan, sahip olduklarını kullanma faaliyetiyle imtihandadır. Hasılı insan, himmetiyle anlamlıdır. Hazreti Peygamber’in (sav), “Ümmeti! Ümmeti” yakarışıyla, ümmetinden bir tek ferdin bile cennete girmemesi karşısında, cenneti de istemeyen bir himmet yansıması asırlara hep örnek olmuştur.

Hazreti Ebu Bekir’in: “Ya Rabbi! Cehennemde benim vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ki, ehli imana yer kalmasın!” yaklaşımı, tam bir iman yansıması olarak tarihe geçmiştir. İslam tarihi her dönemde bu ve buna benzer asil davranışlarla bezenmiştir.

İnsanın kıymeti, kıymet verdiği şeylerle ölçülür. Bir kimse neye değer vermiş ise, onu elde etmek için çalışır. Bu kimsenin bütün gayreti, çalışması hep bu yönde olur. Sadece yeme ve içmeye kıymet verenin değeri de, o kadar olur. Kim neye kıymet veriyorsa, kendi kıymetini de ortaya çıkarmış demektir. Kutbüddin Kakî hazreleri buyuruyor ki: “Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur.” Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibadette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir.

Bir diğer açıdan himmeti giyimi kuşamı olanın değeri bellidir. Hz. Mevlana ne güzel buyurmuştur: “Ne elbiseler gördüm, içerisinde insan yok; ne insanlar gördüm, üzerinde elbiseleri yok.” İnsana yakışan elbisesinin süsünden ziyade temizliği ve uyumluluğudur. Yoksa en güzel süs güzel ahlaktır. Süslü elbiseleri gösteriş için giyen, adeta kendini aşağılamak yolunda silahlı bir soyguncu gibi olur. Çünkü bu tarz bir nevi psikolojik savunma mekanizmasıdır. Çevrenin ilgisini kılık kıyafetindeki gösterişe çekerek hakikatteki niyet ve kötü emellerini gizleme çabasıdır.

Büyük evlerde oturmak, lüks arabalara binmek, pahalı markalardan giyinmek, yüksek koltuklarda oturmak ve şöhret sahibi olmak insanoğlunu büyük ve değerli yapmaz. Maddi anlamda zengin olmakla birlikte gönlü fakir nice insanlar olduğu gibi, maddi anlamda fakir olduğu halde mana âleminde sultan olan nice insanlar da vardır. Onun için insanların sadece dış görünüşüne ve sahip olduğu maddi kıymetlere değil;  gayesine, hedefine, gayretine, nerede durduğuna, ne yaptığına ve nasıl yaşadığına bakılmalıdır.

Bu ve buna benzer değersiz, hakikatte bir şey ifade etmeyen kıymetsiz dünya işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınılmalıdır. Çünkü dünyayı çokça konuşmak kalbi karartır. Böyle dünyalık şeylerin yanında bulunmak bile, insanın akıbeti ve ebedi saadeti için kusur, kabahat ve hak yolda ilerlemeye mani birer engel olarak bilinmelidir.

İnsan ne ile meşgul olursa, gönlü ona kayar. Bunun için din büyüklerimiz; “Dünya işleri ile çok uğraşmakta, dünya işlerine gönül bağlamak korkusu vardır.” buyurmuşlardır. İnsanın kadir ve kıymeti de, muhabbet ettiği, sevdiği şeylerle belli olur, açığa çıkar. Ebu Bekr-i Ebheri hazretleri buyuruyor ki: “Her sınıf insanın bir himmeti, ulaşmak için gayret ettiği bir gayesi vardır. Salihlerin himmeti de, Allahu Teâlâ’ya isyan etmeden, O’nun razı olduğu işleri yapmaktır. Âlimlerin himmeti, sevabın artmasına gayret etmektir. Ariflerin himmeti, kalplerinde Allahu Teâlâ’nın büyüklüğünü bulundurmak, Allahu Teâlâ’yı hatırlamaya mani olan şeyleri terk etmektir.”

Himmet; gayret etmek, cehd göstermek, çalışıp didinmek, emek vermek ve bir işe dört elle sarılmak gibi manaları vardır. İnsanın değer ve kıymeti, hedef ve gayesine göre bilinir ve ölçülür. “İnsanın kıymeti himmetiyle mütenasiptir.” yani: Gayesi ne kadar yüksek, tasarladığı hayrı ne kadar geniş ise; makbul ve muteber bir hedefe yönelik, çalışma ve gayreti ne kadar çok ise değeri de o kadar fazla olur. Hz. Ali efendimiz (kv): “Himmetin yüksek olması imandandır.”  buyurmuştur. Anlaşıldığı üzere bütün gücümüzle hayra yönelmeli, tembellik ve lakaytlıktan şiddetle sakınmalıyız. Bu bizim imanımızın vazgeçilmez gereğidir.

Diğer bir mana da kullanılan himmet : “Dede himmet, oğul gayret” atasözünde olduğu şekliyle ancak fiili bir duayla seslendirilen yardım isteğinin kabul göreceğini vurguladığı gibi, himmet bulmanın gayrete bağlı olduğunu da belirtmekte ve himmet ile gayret arasındaki alâkaya da dikkat çekmektedir. Bu zaviyeden himmet, kula nispetle, çalışma ve gayret gösterme; Cenabı Hakk’a nisbet edildiğinde ise, kulun ortaya koyduğu faaliyetlere rahmet ve inayetle mukabelede bulunma manasına gelmektedir.

Mimşad ed-Dineveri hazretleri anlatır: Bir yolculuğumda, yaşlı bir zat gördüm. Salih, hayırlı bir kimse olduğu yüzünden okunuyordu. Kendisinden nasihat isteyince buyurdu ki; “Himmetini koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz olanın, gayreti iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de düzelir.” Her mahlukun, kendi yaratılışı ile alâkalı olarak bir himmeti, gayreti olur. Nefsin de himmeti, gayreti, yaratılanların en cahili olması sebebi ile kendini mahvetmek üzerinedir. Bir kimse, nefsine tabi olursa, kadir ve kıymeti de nefsi kadar yani nefsinin kıymet verdikleri kadar olur. Bunun için insan, nefsine ve nefsinin himmet ettiklerine ta-bi olmayıp, himmetini yani isteklerini, arzularını, taleplerini çok yüksek, kıymetli şeylere çevirmelidir. Allahu Teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratıp, göndermektedir. Yüksek, kıymetli şeylere kavuşmak isteyen kimse, bunlara kavuşturan, götüren sebeplere yapışır, himmetini bu yöne kullanır. Cenabı Hakk’ın rızasına talib olan bir kimse, kötü şeylere, nefsine tabi olmaktan kendini korur.

Abdullah bin Hubeyk hazretleri buyuruyor ki: “Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Ahiret saadetini harab eden şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey için sevinme.”

İnsan için en büyük dava; yaratılış gayesine uygun yaşamak, Allah’ın “yap” diye emrettiklerini yapmak; “yapma” dediklerinden uzak durabilmek, Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine tabi olarak kulluk sınavını geçmek ve Allah’ın rızasını kazanabilmektir. Güzel insanlar, sadece kendilerini düşünmezler, başka insanların da dünya ve ahiret saadeti için çalışırlar ve i’layı kelimetullahı dava edinirler. Büyüklerden aldıkları güzel ahlak ve nispeti çevrelerine de taşıyarak tüm insanların nasiplenmesi uğrunda himmetlerini âlî tutarak. Her fırsatta çaba gösterirler.

Himmetimiz her daim  “Hak ile” olsun inşaallah. Selam ve dua ile.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Perşembe, 16 Haziran 2016 00:00

Hz. Havle Binti Hakim (ra)

Seb i Vuslat

Hz. Havle Binti Hakim (ra) - Şeb-i VUSLAT

Sayı : 99 - Mart 2016

 

Hz. Havle Binti Hakim (ra)

 

Hakim b. Ümeyye’nin kızı olan Hz. Havle’nin annesi, Daife binti As b. Ümeyye’dir. Peygamber Efendimiz’e (sav) akrabalığı vardır. Ashabı kiram arasında zühd-ü takva ile tanınmış bulunan Hz. Osman b. Maz’un ile evlenmiş ve bu mesud izdivacı takiben İslam diniyle de müşerref olmuştu.

Hz. Havle binti Hakim, Rasulullah Efendimiz’e (sav) ilk inanan hanım sahabilerden... Hz. Hatice annemizin vefatından sonra Efendimiz’in tekrar evliliği konusunda dünürcülük yapan bir bahtiyar...

Dini konuları öğrenme hususunda çekinmeden, mahrem mevzuları dahi Efendimiz’e rahatlıkla soran, bilgilenmek için gayret eden ilim aşığı bir hanım... Medine’de ilk vefat eden muhacir Hz. Osman İbni Maz’un’un ailesi...

Hz. Osman İbni Maz’un cahiliye döneminde bile içki içmeyen akıllı bir gençti. Arkadaşlarına, ben aklımı gideren, benden daha düşük kimseleri benimle alay ettiren içkiyi içmem, derdi. Temiz yaratılışlı, dürüst bir insandı. Bir gün eve mutlu bir şekilde, güler yüzle neşeli olarak geldi. Hanımı Hz. Havle binti Hakim ona:

“Ne var ne yok Ebu Saib?” dedi. O da:

“İyilik, güzellik var! Muhammed’e tabi oldum. Yeni dine girdim. İslam’la şereflenen ilk on üç kişiden biri oldum. Geceleyin kardeşim Kudame’yi de götüreceğim.” dedi. Hanımı Hz. Havle de hiç tereddüt göstermeden ben de Ebu Saib, dedi.

Hz. Osman İbni Maz’un gülerek: “Sen de Kudame’nin hanımı Safiyye binti Hattab ile...” dedi. Hep birlikte toplanıp Rasulullah Efendimiz’e geldiler. Huzurda Kur’an’dan ayetler dinlediler. Yeni din İslam hakkında bilgiler edindiler. Kelime-i şehadet getirerek İslam’la şereflendiler.

Hz. Havle binti Hakim evinde huzur ve saadeti, gönlünde büyük bir mutluluğu yakalamıştı. Kocasıyla birlikte ibadet ediyor, sevgi ve saygı içinde neşe dolu hayatlarını devam ettiriyorlardı. Müslüman ailelerdeki yardımlaşmayı, kaynaşmayı gördükçe ve bu tür yuvaların sayısı arttıkça müşrikler bu durumu hazmedemiyordu. Yeni din İslam, Mekke’de yayıldıkça müşrikler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Tehditler, ambargolar, eza ve cefalar hatta işkenceler yapmaya başladılar. Bu arada müslümanlara hicret izni verildi. İlk kafilenin reisi olan Hz. Osman İbni Maz’un on erkek, dört kadın ile birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada huzurla ibadetlerini yapıyor ve sükûnet içerisinde yaşıyorlardı. Kureşliler’in müslüman olduğuna dair bir haber üzerine üç ay kadar sonra tekrar Mekke’ye döndüler. Müslümanlara yapılan işkencelerin devam ettiğini gördüler. Bir müddet daha sıkıntılı günler geçirerek doğdukları şehirde yaşadılar.

Hz. Havle binti Hakim takva sahibi, saliha bir hanımdı. Çok ibadet eder ve çok oruç tutardı. Zahid ve abid bir hayatı vardı. İki cihan güneşi Efendimiz’in hizmetinde bulunmayı kendisine şeref bilirdi. Hz. Hatice annemizin ebedi âleme göç etmesinden sonra bir gün Efendimiz’i ziyarete gitti. Huzuruna vardığında:

“Ya Rasulallah! Hatice’nin eksikliği gözümden kaçmadı!” dedi.

Efendimiz de:

“Evet! Hatice, çocuklarımın annesi ve evimin gözetleyicisi idi!” dedi. Hz. Havle bu yumuşak ve sıcak cevaptan sonra tekrar

Efendimiz’e:

“Ya Rasulallah! Evlenmek istemez misiniz?” diye sordu.

Efendimiz:

“Kiminle?” buyurdu.

Hz. Havle’de:

“İster kız, istersen dulla.” dedi.

Bunun üzerine iki cihan güneşi Efendimiz:

“Kimdir onlar?” buyurdu.

Hz. Havle:

“Kız olan Aişe, dul da Sevde binti Zem’a’dır.” diye cevap verdi.

Fahr-i Kainat Efendimiz Hz. Havle’ye dünürcülük yapmak üzere izin verdi ve: “Git de benim için her ikisiyle konuş!” buyurunca Hz. Havle derhal işe başlamış ve hayırla başarmıştı.

Hz. Havle iki cihan güneşi Efendimiz’in mutluluğuna vesile olan bu hayırlı işi tamamlayarak şerefli bir hizmeti görme bahtiyarlığına eren bir İslâm hanımefendisidir.

Kocası Hz. Osman İbni Maz’un, Medine’de vefat eden ilk sahabi ve Cennetü’l-Bakî’ye defnedilen ilk muhacirdir.

Hz. Havle kabri başında: “Cennet sana mübarek olsun Ey Ebu Saib!” dedi. Rasul-i Ekrem Efendimiz bu söze karşı Hz. Havle’ye bir hatırlatmada bulunarak: “Allah ve Rasulü’nü severdi, desen kâfi idi!” buyurdu.

Hz. Osman İbni Maz’un zahid ve abid olarak yaşamıştı. İki cihan güneşi Efendimiz onun techiz ve tekfininde: “Ey Ebu Saib! Allah sana rahmet etsin! Dünyadan çekip gittin. Ama ne sen ona iltifat ettin, ne de o sana...” buyurdu. Defnedildikten sonra kabrinin başucuna bir taş koyup şöyle dedi:

“Bu bizim selefimizin (önce gidenimizin) kabridir. O bizim ne iyi selefimizdir!” Daha sonra vefat edenlere de: “Hayırlı selefimiz Osman’a kavuş!” buyurmuşlardır.

Hz. Havle binti Hakim ilim aşığı, faziletli bir hanımdır. Dini konuları sorup öğrenme hususunda hiç çekinmezdi. Bir gün Rasul-i Ekrem Efendimiz’e: “Ya Rasulallah! Kadın rüyada ihtilâm olur mu? Olursa ne yapar?” diye sordu. Efendimiz de: “Böyle bir şey olursa gusül abdesti alsın.” buyurdu.

Bir gün Hz. Aişe annemiz Hz. Havle’nin ziyaretine gitti. Onu dağınık bir vaziyette, bakımsız bir halde gördü. Bu durum karşısında Hz. Aişe annemiz onun hakkında: “Gündüz oruç tutan, geceleyin namaz kılan, kocası olmayan yapayalnız bir kadın.” dedi. Onun giyim kuşama bakmayan, dünyaya değer vermeyen abid, zahid ve fazilet sahibi bir hanım olduğunu beyan etti.

Vefat tarihi bilinmemekte olan Hz. Havle binti Hakim Peygamber Efendimiz’den on beş hadis rivayet etmiştir. Bir tanesi şudur:

Hz. Havle binti Hakim’den rivayet edildiğine göre, Rasulallah Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Kim bir yerde konaklar da sonra ‘Eûzü bi kelimâtillâhi’t-tâmmâti min şerri mâ halâk / Yarattıklarının şerrinden Allah’ın mükemmel kelimelerine sığınırım’ derse, konakladığı o yerden ayrılıncaya kadar hiçbir şey ona zarar vermez.” (Müslim)

 

Kaynakça:

Mehmed Emre, Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

Altınoluk Dergisi, 2004, Ocak

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

Pazar, 12 Haziran 2016 00:00

Haziran 2016 Mukaddime

 

Haziran

 

Sayı : 102 - Haziran 2016

Muhterem kardeşlerim, daha dün gibi uğurladığımız ramazanı şerife yeniden kavuşmanın neşesi içindeyiz. Bizim gün sayısı olarak uzun, fakat geliş açısından kısa hissetmemizi, geçen ramazanı şerifte Rabbimize “Ya Rabbi! Bu mübarek günlerden ayrılmak bizlere hüzün veriyor. Bize yeniden ramazanı şerife kavuşmayı nasib buyur!” şeklinde niyazımızın bir cevabı olduğunu düşünüyoruz. 

Rahmetin, bereketin ve günahlardan affın bol olduğu bu ayda, bizleri affetmek için -la teşbih- adeta bahane arayan Rabbimizi hoşnut etmek ve Efendimiz’i (sav) ümmeti ile  fahırlandırmak için tevazu ve mahviyetle kulluğumuzun en güzelini yapmaya gayret edelim. Bir şiirinde Üstad Necip Fazıl:

Karagöz seyri değil, gözyaşı dökme ayı;

Bilinmezi bilirler, bilseler ağlamayı…

buyuruyor.

Evet, eğlence ayı değil ramazanı şerif, tefekkür, tezekkür ve teşekkür ayıdır. Nefsimizi sağlam bir muhasebeye çekip hizaya getirme ayıdır. Oruç ibadetiyle yeme, içme, şehvet gibi arzulardan sıyrılıp her şeyimizle Rabbimize yönelme ayıdır. Kadir Gecesi’ni idrak ederek Kur’an’la hayatımızı bütünleştirme ayıdır. Kamilen bu duygularla hareket ederek bayramla birlikte Rabbimize vuslat ayıdır.

Bir diğer yönüyle ramazanı şerif, cûşa gelen manevi halimizle ve uhuvvet duygularıyla ihvan-ı dinimizi düşünme ayı olmalıdır. Çevremizdeki ihtiyaçlı, ihtiyaçsız tüm kardeşlerimizle görüşmeli, dertleşmeli, fikirleşmeli ve yardımlaşmalıyız. Dünya üzerinde zulüm gören, ezilen, yok sayılmaya veya yok edilmeye çalışılan kardeşlerimizi gerek maddi yardımlarımızla, buna gücümüz yok ise dualarımızla desteklemeliyiz. Yanlış düşüncelerle birbirlerine düşman olan ve birbirlerinin kanını dökmekten çekinmeyen kandırılmış müslümanları elimizden geldiğince uyarmalıyız. Haksız olanlarına Hakk’ın emirlerini hatırlatmalıyız. Karşımızda bizi yok etmeye çalışan düşmanlarımız varken, aramızda halledeceğimiz meseleler yüzünden onları güçlendirmemeliyiz. Bu düşüncelerle sizleri Allah’a emanet ederken, hepinizin ramazanı şerifini tebrik ediyoruz. Son olarak milli şairimiz Mehmet Akif’in niyazına hep birlikte amin diyerek dergimize başlıyoruz:

Yâ Rab, şu muazzam ramazan hürmetine,

Kaldır aradan vahdete hâil ne ise.

Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan

Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se

Mâdâm ki verdin bize rûh-ı nevîn                

Yâ Rab, daha bir nefha-i te’yîd insin.

 

DERGİ ABONELİĞİ İÇİN TIKLAYINIZ

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort