JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 04 Temmuz 2016 12:22

ÇOCUK RUHUMUZUN AYNASIDIR

musluman cocuk

Çocuk Ruhumuzun Aynasıdır - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Çocuk Ruhumuzun Aynasıdır

 

İnsan hayatındaki en önemli dönem çocukluk dönemidir. Çocukluk dönemi kalıtımsal olarak doğuştan getirdiğimiz fıtratımızın gelişerek karaktere dönüştüğü dönemin adıdır. Diğer bir ifadeyle hayatımız boyunca bizim zeka, karakter, anlayış, psikolojik sağlık, hatta bedensel gelişim gibi pek özelliğimiz çocukluk döneminin devamından ibarettir.

Çocukluk dönemi ne kadar ilkeli, bilinçli, sağlam bir zeminde sunulmuşsa birey olarak hayattaki başarımız da aynı oranda sağlıklıdır. Hayatta muvaffak olabilen güzel insanlar bu başarılı hayat şartlarını çevreleriyle de paylaşmaktan haz alırlar. Adeta çevrelerini aydınlatırlar. İnsanlara rehberlik eden, yol gösterici ışık olurlar. Bu insanlarla sosyal temasta bulunan çevrelerinde kim varsa huzurludur. İlk önce aile çevreleri, komşuları, akrabaları, çalışma arkadaşları yanlarındayken kendilerini sürekli güvende ve anlamlı hissederler.

Bir de bunun tersini düşündüğümüzde her şey sistematik olarak birbirini takip edecektir. Hayatı başarısızlıklarla dolu bireyin temelinin atıldığı ilk çocukluk dönemini irdelemek yapılacak en doğru ve en anlamlı ilk adımdır. Çünkü düzensiz, belki de anne babanın ayrı olduğu parçalanmış ailelerde yetişen çocuklar ya da aile içi iletişimin olmadığı ailelerle büyüyen çocuklar hayatı, ebeveynlerinin rehberliğinde değil de karşılaştıkları hayat şartlarına göre tecrübe ederek öğrenirler. Halbuki en önemle sosyalleşme süreci ailede geçen süreçtir. Ailenin eksikliğini hiçbir sosyal müessese dolduramaz. Aile en temel ve en önemli sosyal kurumdur. Toplumun en küçük yapı taşıdır. Adeta insanın canlılık özelliği taşıyan en küçük yapıtaşı olan hücreler gibidir. Nasıl ki hücrelerin kontrolsüz çoğalması veya hareketlenmesi ya da şekillenmesi ile vücut kanser hastalığı gibi ölümcül bir maraz ile karşı karşıyaysa, toplumları oluşturan aile de eğer işlevini yerine getirememişse aynı şekilde toplumun da felç olmasına sebep olur.

Her aile bir sistemden oluşur; ailedeki her bir kişi bu sistemin bir parçasıdır ve değişik roller üstlenerek sisteme işlerlik kazandırır. Her bir sistem ve bu sistem içinde yer alan her bir rol, kendine özgü bir kişilik ve davranış yapısı oluşturur. Bu kişilik ve davranış türlerinin bazıları bireyi uyuma, bazıları ise uyumsuzluğa götürür. Bu yüzden aile çok önemelidir. Aile anne babadan oluşan, çocuklarla şekillenen, fizyolojik temel ihtiyaçların giderildiği bir yapının ötesindedir. Toplumun işleyişindeki en temel çark ailedir. Ailedeki en ufak bir kırılma tıpkı çarkın dişlerindeki kırılma gibi toplumun tüm mekanizmalarındaki işleyişi olumsuz etkileyecektir.

Sağlıklı aile, üyelerinin gereksinimlerini karşılar ve onların gelişmesi için olumlu bir ortam oluşturur. Aile üyeleri arasındaki ilişki rahat, olumlu ve akıcı bir yapıya sahiptir. Aile, toplumla ilişkisini dengelemiştir; ne toplumdan kopar, ne de toplumun baskısına tümüyle boyun eğer. Böyle bir aileden iyi belirlenmiş benlik sınırları olan, kendini değerli bulan, yaşamın değişik yönleri arasında denge kurmuş, duygularını tanıyan ve ifade eden olgun insanlar yetişir.

Her ailede aynı zamanda yukarıda bahsetmeye çalıştığımız sisteminin işlerliğini sağlayan aile kuralları vardır. Bu kurallar sağlıksız ailede gizli ve örtük kalır. Sağlıklı ailede kurallar daha belirgin ve açık-seçiktir. Sağlıklı ailede çatışmanın var olduğu bilinir, tanınır ve üzerinde konuşulur; çatışmayı çözmede kullanılacak kurallar açıkça ifade edilmiştir ve aile üyelerince bilinir. Sağlıksız ailede ise çatışma ile sonuçlanan sorunlar tanımsızdır. Bu sorunların sebeplerinden söz edilmez; kullanılan kurallar gizli olduğu için her şey dolaylı ve örtük olarak ifade edilir.

Her aile ortamında yetişen çocuğun karşılanması gereken bazı temel gereksinimleri vardır. Bunları; dokunulma, güven, düzen, sosyalleşme, uyarılma ve kendini değerli görme olarak sınıflandırabiliriz. Bu gereksinimleri karşılanmayan çocuk kendinde bir eksiklik olduğunu düşünmeye başlar ve kendi öz benliğinde utanç duyar. Bu şekilde gereksinimleri karşılanmayan çocuk terk edilmiş çocuktur. Terk edilen çocuk normal gelişimini tamamlayamaz. Bu tür insanları tanımlamak için psikoloji de “yetişkin çocuk” ifadesi kullanılır. Çocukluğunu yaşıtları gibi yaşayamayan her bireyde eksik bir şey vardır. Zaten bu eksikliklerin yol açtığı gönül burukluğunu farklı şekillerde dışarıya muhakkak yansıtır.

Farklı bir açıdan değerlendirecek olursak, çocuk dünyaya geldiğinde alemin sırrını da beraberinde getirir. Yaratıcımız Allah’ın (cc) en büyük eseridir çocuk. Hangi din ve hangi meshebe, meşrebe bağlı olduğu sorulmaz. Çünkü dünyaya gelen çocuk direk Allah’ın kulu olarak en yüksek mertebe ile müşerreftir. Anne babaya emanet edilirken aynı saflık ve temizlikte itina ile yetiştirilmesi istenir. Ebeveynler olarak çocuklarımıza emanet gözü ile bakabilmek ve bunu unutmadan davranabilmek başlı başına önem arz eden bir değeredir.

Çocuk yaratılış sırrının anahtarıdır. Yaşadıklarımız ne ise ya da yaşayacaklarımız ne olacaksa bir an dahi kaybetmememiz gereken ana eksen çocukluk ruhunda saklıdır. Çocuk ruhu, kalp pusulasının en doğru istikametidir. Çocukluk hayata bakılacak en doğru yerdir. Saflığın, temizliğin, Hakk’a giden yolun, adeta Hakk ile keşiştiği yerdir çocukluk ruhu. Hakikat olan her şeyin anlamı orada saklıdır. Çocukluk ruhu ne olursa olsun kaybedilmeyecek en değerli hazinedir. İçimizde bir yerlerde saklayıp bir anlık bile olsa arada sırada kendimizi hesaba çekeceğimiz “Sırat-ı Müstakim” diye tarif olunan dosdoğru yolun neresinde olduğumuzu görebileceğimiz hakikat aynasıdır çocukluk ruhu.

İnsanın yaşı büyür, fakat bu bedensel büyüme ile birlikte dünya denilen imtihan sahası kalbimizi de karartır. Yaş büyüdükçe kalp de kararma temayülü gösteriyorsa bir süre sonra artık hakikat ile irtibat hızla kopma aşamasındadır. Bu durumda iş çok vahimdir. Çünkü artık kalp ne söz dinler, ne de nasihat. Benlik, hırs, kibir, riya, haset başta olmak üzere daha nice manevi hastalıklar ruhu kuşatır. İnsan eşrefi mahluk iken maalesef esfele safilin olmaya doğru bir akıbet içine girer.

Çocukluk ruhu, içimizde hep diri tutmamız gereken en önemli yaşam alanımızdır. Bu asla gözden kaçırılmamalıdır. Kişisel başarının en önemli sırlarından birisidir, içimizdeki çocuğun farkına vararak onunla zaman zaman konuşabilmek başlı başına bir ayrıcalıktır. Kimileri yaşamındaki her olumsuz olayda kendini suçlar, kimi başkalarını. Çevrenizdeki insanları gözlemlediğimizde: kimi saldırgan, kimi pısırık, kimi bağnazdır. Bazılarının sigara ve içki gibi zararlı maddelere karşı düşkünlüğü vardır, mutluluğu bu gibi gelip geçici, hatta bir anda uçucu metalara bağlamıştır. Diğerlerinin kızgınlık, karamsarlık ya da kıskanma, haset, enaniyet gibi olumsuz duygulara tutkusu çok bariz şekilde açığa çıkar. Sağlıklı, dengeli ve mutlu kişi evliliğinde, işinde, yaşamının her alanında sağlıksız, dengesiz ve mutsuz kişiden farklı davranır. İşte sağlıklı bir psikolojinin temelleri doğru düzgün bir çocukluk dönemi yaşayan bireyler ile atılır. Bu da ancak şuurlu bireylerden oluşmuş aileler ile mümkündür. Bu sebepledir ki ailenin bilinçlenmesi, sorumluluklarının idrakinde olması ve bu yönde hareket etmesi toplumun geleceği açısından çok önemlidir.

Hepimizin içinde bir çocuk vardır. İçimizdeki çocuk her zaman sağlıklı bir ortam içinde gelişmez. Aile, okul, genel kültür ortamı çoğu kere çocuğun sağlıklı gelişmesini engeller. Birey bedenen büyür, fakat içimizdeki çocuk psikolojik anlamda sağlıksız ve cılız kalırsa bu, insana yapılabilecek en büyük zulümdür. İnsan hayatının temiz kalmış bir köşesi mutlaka olmalıdır. İşte bu temiz geldiğimiz gibi tertemiz gidebilmemize de vesile olacak günün birinde tutması beklenen maya gibidir çocukluk. Belki ehil olan biri günün birinde o mayayı bizde Allah için çalacaksa bile, mayanın saflığı ve kalitesi var olması beklenen oluşumun da kalitesini etkileyecektir.

Bütün yolculuklar içimizdeki bozulmamış, ilk geldiğimiz şekliyle tertemiz, çocukluk fıtratına varmak içindir. Demem o ki, çocuk ruhumuz yani henüz çevre, toplum, sorumluluklar, yükümlülükler tarafından kısıtlanmamış, şekillendirilmemiş özümüz her daim içimizde durur. Hayatın kargaşası içinde kendine oynayacak alan bulduğunda kendini hatırlatır. Zaten unutmamak da gerekir. Eğer bir gün umutsuzluğa kapılıp, yolumuzu kaybedecek olursak, bir çocuğun gözlerinin içine bakmak içimizdeki çocuğu fark etmekte mutlaka fayda sağlayacaktır. Fakat bu bakış öyle olmalıdır ki öyle yetişkin gibi değil, içimizde saklanan çocuğun gözleriyle bakabilirsek anlarız hakikati. Bakalım ki, gördüklerimiz bize bizde hep var olan ama bir an bile unutmamamız gerektiği halde, çoğu zaman bihaber olduğumuz hakikati hatırlatabilsin.

Neden çocuklar daha mutludur diye düşünecek olursak, ilk verilecek cevap şu olmalıdır: Çünkü çocuklar anı yaşar. Bir çocuk için, geçmiş ve gelecek kavramları o kadar önemli değildir, onlar için, önemli olan sadece o andır. Ağlaması, ya acıktığı içindir veya düşmüştür, ya da elinden oyuncağı alınmıştır, belki de istediği bir şey olmamıştır. Eline bir şeker, balon, ya da sevdiği bir yiyeceği vermeyi bilirsek eğer, tüm dertlerini oracıkta bitiriveririz. Çünkü çocuk ruhu, Allah’tan geldiği gibi saf ve tazedir. Yetişkinler gibi dünyaya tamah etmeyecek kadar sade ve paktır.

Belki de hep bunun içindir çocuk kalma isteğimiz. Yaşımız ilerledikçe artan sorumluluklarla birlikte, sıkıntılarımız da çoğalır. Artık içinde bulunduğumuz hayatın adı endişeli bir var oluş biçimine dönüşür. Çünkü artık bundan sonra yarına dair hep endişeler birbirini izler adeta bu endişeler birbiriyle yarışır hale gelir. Okul yıllarından itibaren geçmiş sınavların keşkeleri ve gelecek sınavların acabalarıyla tedirgin oluruz. Okul biter, sonuç alınamayan iş bulma çabaları ve bir sürü kaygı, endişe sarar içimizi. Günden güne keşkelerimiz artar ve o zaman anlarız ki, “Büyümek insanın düşlerini satmasıdır anlayabilene…” Büyümek, oyuncaksız kalmaktır ve büyümek dizlerdeki yaraların yüreklere taşınmasıdır.

Pişmanlık duyup derinden bir ah çekerek, keşke hep çocuk kalabilseydik ve muhtemelen bu cümleyi kurduğumuzda çoktan büyümüşüzdür. Artık su birikintilerinde ıslanana kadar oynayamayız ve tek derdimiz parka oyun oynamaya gidememek değildir. Zamanı durduramayız. Bedenimiz, aklımız, sorumluluklarımız günden güne büyür. Büyümek en büyük çelişkilerimizden biri haline dönüşür.

Peki, sağlıklı büyümek kendimizi kaybetmeden nasıl mümkün olabilir, ya da nasıl kurtuluruz bu büyümek denilen çetrefilli işten? Galiba bu sorunun cevabını yine bir çocuğun gözlerinin içinde saklıdır, mutluluk ve mutsuzluk arasındaki kıldan ince kılıçtan keskin o köprü sadece bir çocuğun gözlerinin içinde saklıdır. Tabi ki bakmasını bilenler için… Büyüğümüz Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi: “Görenedir görene; köre nedir köre ne?” Ve bir çocuğun gözlerinin içine bakmayı bilenler görebilir, ancak kendi içlerinde saklanan çocuğun gülümsemesini…

İçimizdeki çocuğa sarılalım ama laf olsun diye değil gerçekten hissettiğiniz için sarılalım, ruhumuzdaki çocuğu istersek ömrümüz boyunca koruyabiliriz. Çünkü çocuk ruhunu kaybetmeyen insanların ruhları çabuk yaşlanmaz ve yorulmaz.

Eğer bir gün yolumuzu kaybedersek, bir çocuğun gözlerinin içine bakmak yapılacak en doğru ilk adımdır. Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğretebileceği çok şeyi vardır. Nedensiz yere de mutlu olunabileceği gibi… Yeter ki büyüdüğümüzü zannettiğimiz şu yaş olgunluğunun oluşturduğu tepeden baktıran kibir atından bir an bile olsa inip ayaklarımızı yere bastırtalım. Belki de daha bize anahtar olacak ne kadar çok öğretecekleri var çocukların. Ama bizim öğrenmeye ihtiyacımız olduğu kadar, masumiyet ve günahsızlık karşısında boynumuzu büküp, gönlümüzü eğersek çocuk masumiyetiyle mümkün olacak bu kutsal öğrenme süreci.

Biz sürekli onu görmezden geldikçe alınacak, darılacak, kırılacak ve bir süre sonra insan hayatını anlamlı kılan, kendi öz varlığımızı anımsatan küçük anları bize göstermekten vazgeçecektir. Onun için, aman ha, iyi bakalım çocuk ruhumuza. Onu hep diri tutalım ki ruhumuz genç kalsın.

Selam ve dua ile….

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

mana sultanları hz peygamberimiz

Mana Sultanlarıyla Birlikte Hz. Peygamberimiz - İhsan PARLAK

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Mana Sultanlarıyla Birlikte Hz. Peygamberimiz

 

“Benim peygamberler arasındaki durumum, güzel ve iyi bir ev yapıp da o evde koymadığı bir kerpiçin yerini bırakan kimsenin durumu gibidir. İnsanlar binayı dolaşırlar, onu beğenirler ve “Bu kerpiç niye konulmamış?” derler. İşte ben, peygamberler arasında o kerpiçin yeriyim.” (1)

“Hz. Muhammed’in mübarek nefesleri ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul edilmiştir. O’na benzer birisi ne bu aleme gelmiştir, ne de bundan sonra gelecektir.” Hz. Mevlana

“Esrar hazinelerinin düğümünü çözmek için, Hz. Muhammed’in elinden ve gönlünden başka bir anahtar yoktur.” Şems-i Tebrizi

Kemal’i zatının na’tı anılmaz ya Rasulallah
Kalır levh-ü kalem misalin yazılmaz ya Rasulallah
Senin mehdinde şirket eylersem Mevla’ya, ma’zurum,
Bu babda cürm-ü isyanıma bakılmaz ya Rasulallah
Şeyh Galip

Hz. Mevlana’nın, maddi ve manevi hayatı etkileyen, hatta tüm dünyaya ve bütün bir hayata teshir eden eserleri, aklıselim bir düşünceyle incelendiği takdirde, sadece:

Bu canım var oldukça ben Kur’an’a tutsağım,
Muhammed Mustafa’nın yolundaki toprağım.
Benden başkaca bir söz nakledenler olursa,
Hem onu söyleyenden, hem o sözden uzağım

Dediği beyitlerin engin ve deruni manaları neş’et edip görünür. Rabbani bir aşk, ulvi bir hasret ve tümüyle Muhammedi olan yüce bir ahlak hasletinin dışında, Hz. Mevlana’da daha farklı beşeri vasıflar aramak manevi idrak ve şuur eksikliğinden kaynaklanır. Hz. Peygamberimiz’e (sav) duyduğu benzersiz muhabbetle aşıklara sertac olan Hz. Mevlana; Ahmed, Mahmud, Muhammed, ism-i şerifinin lahuti manasıyla eriyip gidin bir gönüller sultanıdır.

İki cihan arasına gerilmiş bir mahya hükmünde olan; müşfik, nezih, latif, mücella, mualla ve müberra bir Peygamber’e duyulacak aşk da, ancak böylesi bir aşk olmalı… Sadece Mevlana da değil, nice edipler, şairler, muharrirler ve söz sultanları O’nu (sav) övmeye doyamamışlardır. Evet yürekleri aydınlatan bu aşk, Niyazi Mısri’ye:

Yine dil na’tını söyler Muhammed,
Dil-ü can mülkünü toylar Muhmmed,
Ne kadirim seni methetmeye ben,
Kemali methi Hakk söyler Muhammed!

Dizelerini yazdıracaktır…

Akl-ı meaşın çok ötesinde bir muhabbetle Cenabı Hakk’ın yüce övgüsüne mazhar olan Peygamber Efendimiz fani gibi yüzyıllar önce dünyamızı şereflendirmiş olsa da, her iman ehli bilir ki, kainatta ilk yaratılan Hz. Muhammed’in (sav) nurudur. O nurdan da tüm alemler yaratılmıştır. Cenabı Hakk’ın nurundan bir nur ile yaratılan Hz. Peygamberimiz de evvel, ahir, zahir ve batındır!

Şu bir hakikattır ki; yüce Peygamberimiz (sav) ne doğmuştur, ne de bu alemi terk edip gitmiştir. O’nun nuru daha âlemler yaratılmadan var idi… Bundan sonra da ilahi varlığıyla hep baki olacaktır.

Zira, ezel, ebed esasen tek bir varlık olması itibariyle, ilahi bakış boyutunda, ya da eski(mez) ifade tarzı ile ilm-i İlahi’de, tek bir bakıştır.

Gerçekliği itibariyle kainat tek bir zaman boyutundan ibarettir…

Anlayıp, algılayabilene!..

Bir defasında, gaye-insan ve ufuk Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdular:

“Allah var idi ve O’nunla beraber hiçbir şey yok idi…”

Efendimiz’in bu açıklaması Hz. Ali’ye ulaşınca, ilmin kapısı Haydar-ı Kerrar da şu izahatı yapmıştı:

“An hâla o andır…”

Yani içinde bulunduğumuz “an”, o anlatılan “an”dır.
Evet, “an” Peygamber Efendimiz’in bahsetmiş olduğu o “an”dır. Yani tüm varlık O tek “an” içinde yerleşiktir. Allah indinde, “an” tek bir andır. O anın adı “dehr”dir. Her bir şey bu boyut itibariyle olup bitmiştir…
Yani hülasa ederek şuraya varmak istiyorum. Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz, şu an aynı dünyada başka bir boyutta yaşıyor!.. Ölüm, bizim muhakeme kalıplarımıza sığsın diye bir nikaptır, perdedir, hicap ve örtüdür sadece.. Bunun için ısrarla, neredeyse farz derecesinde salavat okunması emir sadedinde isteniyor!..

“Gerçekten de Peygamber’e, Allah ve melekler de salat ederler. Ey İman edenler; siz de O’na teslimiyetle salat edin.” (2)

İşte bu sebeple, uyku veya yakaza halinde görülen şeyler aslında bir boyut değiştirme ve farklı boyutta yaşanılanları müşâhadedir. Bu mevzuyu izhar sadedinde Hz. Mevlana şöyle buyurur:

“Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin. Ruhlar her gece bu kafesten kurtulurlar; ne kimsenin hakimi, ne de mahkumu olmayarak feragate ulaşırlar...”

Evet, uykuda; ilim, akıl, şuur, evlat, mal her şey gider. Bahr-ı umman-ı ehadiyete atılır.

Hiç kimsenin malı, ilmi, aklı, muhakemesi, algılayışı diğerine karışmaz!..

Birinin ilmi, diğerinin cehliyle, diğerinin cehli ötekinin ilmiyle karışmaz. İyi düşün, her uykuya daldığın zaman, vakit vakit bunlar senden alınıyor!..
Yine dikkat et!.. bir gün, bu alış veriş, verişsiz kalacak ki, ona ecel deniyor…

İşte bu sırra binaen, kainatın iftihar tablosu (sav): “Rüyada Beni gören, gerçekten görmüş olur. Çünkü şeytan Benim şeklime giremez.” buyururlar.

Bu ne demektir, ne için bu hadisi irad ediyor Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa?

Teemmül edelim: Aslında bir insanın rüyasına girmek, bir nevi şekli tay’dır. Yine tefekkür edelim: Rasul-ü Ekrem’i rüyada görmek ancak Rasulü’n izni ve arzusu iledir…

Madem böyledir. Hem O’nun arzusu iledir rüyada görüşmek ve hem de rüyada görmek aynen görmektir!.. Bize ne demek istiyor Efendimiz?

Bu mülahazadan sonra yine Efendimiz’i tahsil etmeye dönüp, sözü yine Aşk sultanlarına bırakalım.

Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Ben görünüşte maddi olarak Adem’in neslinden gelmiş olsam da, mana bakımından Âdem’in atasının atasıyım. Meklerin Âdem’e secde etmeleri benim yüzümdendir.” (3)

“Bütün Peygamberlerin, ‘Ya Rabbi, beni O’nun ümmetinden kıl!’ dedikleri Hz. Muhammed Mustafa’ya söz gelince hiçbir şey söyleyemem. Çünkü O’nun işi pek yücedir. Şüphe yok ki Allah, O’nu kerem denizine batırıp çıkarırken, mübarek bedeninden serpilen nur damlacıklarının her birinden bir nebi, bir peygamber yaratılmıştır. Geri kalan damlalardan da Allah velileri, evliyalar halkedilmiştir. Öyle ise onları birbirinden nasıl ayırabilirim? Ancak en son gelen peygamber evvelkilerin hepsinden çok daha üstündür derim.” (4)
Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilahi nurun olmasa,
Söner alem, nefes kalmaz felek manzurun olmazsa.

“Bütün bağışlar ve ihsanlar ilk önce Hz. Muhammed’in üzerine döküldü; ondan sonra da başkalarının üzerine dağıldı.” (5)

Cihanda fasık-ü facir kerem Senden ümid eyler,
Şefaat kıl Habib-i Kibriyasın yâ Rasulallah (6)

Efendimiz Hâtem’ül Enbiyadır. Bu söz, “Hem ulvi varlığıyla Peygamberlik makamını mühürleyip kapatan, hem de mühürleri açmakta tek ve eşsiz olan zat” manasına gelir. Kur’an’da sözü edilen tüm mühürler anca O’nun ilahi varlığıyla açılır. O nedenle ki Hz. Hamza’yı şehid edecek kadar can gözü kapalı olan Vahşi’nin gönlündeki ve gözündeki mühürler de, bizatihi Efendimiz’in rahmet eliyle açılmıştır.

“Mühürleri kaldırmada, kilitleri açmada sonsun, sonuncusun. Canlar bağışlayan mânâ dünyasının da bir tek hatemi Sensin…” (7)

Sen Ahmed-ü Mahmud’u Muhabbetsin Efendim
Hak’dan bize sultan-ı müeyyedsin Efendim (8)
İki cihanın cümle güzelliği Efendimiz olduğu gibi; Cenabı Allah’ın kapısı da Ahmed, Mahmud, Muhammed ism-i şerifiyle açılır. Hz. Muhammed’e ümmet olmadan Allah’a kul olunmaz!.. Cenabı Hak yarattığı kulunu inkar etmez ama Muhammedi kapıdan girmeyen bir kişinin de huzura varması muhaldir…

O öyle bir varlıktır ki; gündüzler O’nun güzel yüzünün aydınlığı, geceler ise siyah saçlarının gölgesidir…

Efendimiz ne güzel!.. O güzelliği her an gül kokluyor gibi vicdanında duymak daha bir güzel.. Duyurmak ise bir başka güzel!. Maiyete erip beraberce yaşamak hepsinden güzel...

“(Habibim) De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah’da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlaycıdır.” (9)

Yüce Yaratıcımızın bizleri “kulum” diye sevmesi; hata, kusur ve eksikliklerimizi affedip bağışlaması; bizlerin Peygamber Efendimiz’i sevip, O’nun ilahi varlığına samimiyetle uymamıza bağlı tutulmuştur.

Sevmek, sevdiğine benzemektir. O aşk içinde yok olup gitmektir… Gerçek bir müslümanın en önemli alamet-i farikası Muhammedi ahlaka sahip olmasıdır. Efendimiz’e olan imanımız, aşk derecesine ulaşmadıkça sözü edilen güzelliklerin tecelli etmesini beklemek safderunluk olur.

Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır: “Gözümüz Hak’tan başkasına meyletmedi, O’ndan gayrıya bakmadı.” bizim gözümüz de ise kuzgunlar gibi dünya leşine kaymasın inşaallah.

Cümle alemi renklendiren, güzelleştiren Hakk’ın mesti olalım; bağın bahçenin değil…

Böyle yapmaz isek, edepten mahrum oluruz... Edepten mahrum olan da, tüm hayırlardan mahrumdur..

Sakın terk-i edebten, kuy-i mahbub-i Hûda’dır bu!
Nazargâh-ı ilâhidir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu (10)


DİPTONLAR :

1-Buharî, Sahih, Kitabu’l-menakib, 18, Hadis no:    3534; Müslim, Sahih, Kita-bu’l-fedail, 7, Hadis no: 23; Beyhakî, Sünenü’l-Kübra, 9/5; Delailu’n-Nubuvve, 1/365, 366; İmam Ahmed, Musned, 3/361

2-Ahzab Süresi 56

3-Mesnevi, Cilt 4, 525

4-Şems-i Tebrizi, Makalat, Cilt 1, Sayfa 217-249

5-Fihi Mafih, Sayfa 432

6-Leyla Hanım

7-Mesnevi, Cilt 6, S.167

8-Şeyh Galib

9-Al’i İmran: 31

10-Nabi

 

Yazar: İhsan PARLAK

 

Selmani farisi

Bir Hakikat Rehberi Selmâni Fârisî (ra) - 2 - Kerem ACAR

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Bir Hakikat Rehberi Selmâni Fârisî (ra) - 2

 

Selmanı Farisî hazretleri Efendimiz’le (sav) tanıştığında köleydi; bu yüzden ilk dönem muharebeleri olan Bedir ve Uhud’a katılamadı. Hendek ve sonrasındaki tüm savaş ve gazvelerde Efendimiz’in yanındaydı.

Efendimiz (sav) Uhud’tan sonra Selman’ın (ra) azad olması için efendisiyle mukatebetede bulunmasını istedi. O da 300 fidan ve 40 ukiyye (1600 gr) altın mukabiline anlaştı. Efendimiz ashabına: “Kalkın kardeşinize yardım edin!” buyurdu. Fidanlar getirildi. Fidanlar hazır olunca Efendimiz: “Fidan dikilecek toprakları hazır edip Beni çağırın, fidanları Ben dikeyim.” buyurdu ve hepsini kendi elleriyle tek tek dikti. O günlerde Efendimiz’e yumurta büyüklüğünde bir altın hediye gelmişti. Efendimiz o altını Selman’a verip anlaşma karşığında sahibine vermesini söyledi. Hz. Selman: Ya Rasulallah benim borcum 40 ukiyyeye (1600 gr) altın, bu yumurta büyüklüğündeki altın bu borcu nasıl karşılar, demekten kendini alıkoyamadı. Efendimiz ise: “Al bunu, Allah senin borcunu bununla karşılayacaktır!” buyurdu. Daha sonraları Hz. Selman şöyle buyurmuştur: Vallahi o altın tam 40 ukiyye geldi.

Hicretin 5. yılında on iki bin kişilik müşrik ordusu müslümanları yekünen imha etmek arzusuyla Medine’ye doğru yola çıktılar. Efendimiz, düşmanın bu durumunu haber alınca ashabı ile meşverette bulundu. Ashabtan kimi şehir savunmasını kimi de meydan muharebesini önerdi. Derken Hz. Selman hendek fikrini sundu. Bu fikir kabul gördü. Medine’de düşmanın geliş istikameti olan bölgeye 5,5 km uzunluğunda 9 m genişliğinde ve 4,5 m derinliğinde hendek kazıldı. Hendek; arap toplumunda yaygın olmayan bir savunma şekliydi. O yüzden gelen düşman şaşkınlık içinde kaldı.

Hendeğin kazımı esnasında tüm Ashab, Selman’ı kendi gurubuna dahil etmek istedi. Efendimiz ise: “Selman bizdendir, o ehli beytimdendir.” buyurdu. Evet, belki o Beni Haşim’den değildi ama yıllarca hakikat adına döktüğü terler ona bu tacı giydirmişti.

Efendimiz’le çok hususi bir bağı vardı. Hz. Aişe validemiz şöyle buyurdu: Selman ve Rasulullah birçok geceler yalnız kalırlardı ve bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasulullah hanımlarından hiçbirinin yanına girmezdi. (İbnül Esir, Üsdül Ğabe 2/420) Bilindiği üzere Hz. Selman’ın beliğ bir arapçası yoktu, hatta ilk dönemlerde Efendimiz onunla tercüman aracılığıyla konuşurdu. Hal böyleyken geceler boyu süren bu halvet şu hakikatın habercisiydi: “Minel kalbi ilel kalbi sebile.”

Efendimizle, geceler boyu nasıl bir ülfet ve ünsiyet içinde oldukları bizlere muhaldir. Bu rivayetleri bize aktaran İslam tarihçilerimizin de, diğer zâhir ilimlerdeki âlimlerimizin de takâti ve istidâdı ancak o odanın kapısının eşiğine kadardır. Oradan içerisine mahrem olmak, ancak Yüce Mevlâmız’ın lûtüf ve merhametiyledir...

Yine Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah Bana ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip Benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad, Selmân ve Ebû Zer’dir.”

Hz. Selman, Efendimiz’in ahirete irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir’le sürekli sohbetleşirdi.

Hz. Ömer döneminde ise İran fethindeki orduda yer aldı. Ordu İranlılarla karşı karşıya geldiğinde onlara şu konuşmayı yaptı: “Ey İranlılar, ben ırk olarak aslen sizdenim. Gelin Allah’a kul olun. Ben selameti İslam’da buldum. Siz de gelin müslüman olun zira sizle savaşmak zorunda kalırız.” dedi ve onlara 3 gün süre verdi. Üçüncü günün sonunda İran teslim alındı. Hz. Ömer onu Medaine vali olarak atadı.

Hz. Ömer bir gün mecliste: “Size birşey soracağım bana doğruyu söyleyin ki ne beni ne de kendinizi helak etmeyin!” buyurdu. “Size Allah’ın adını veriyorum: Ben halife miyim yoksa hükümdar mıyım?”

Hz. Talha ve Zübeyr:

“Sen bize bilmediğimiz bir şeyi soruyorsun! Hilafetin hükümdarlıktan farkı nedir?” dediler. Orada bulunan Hz. Selman: Ya Ömer sen halifesin, hükümdar değilsin. Zira sen tebean arasında adaleti gözetiyor, bir babanın aile efradına gösterdiği şefkati gösteriyor, Allah’ın kitabı ile hükmediyorsun.” dedi. Hz. Ömer: “Sen söylüyorsan biliyorsundur, çünkü sen Allah Rasulü’nün huzuruna girer, yanında otururdun.” dedi. O esnada Ka’b b. Malik: “Bu mecliste halife ile hükümdar arasındaki farkı benden başka bilen olduğunu sanmıyordum. Ama Allah Selman’ın sinesini hikmet ve ilimle doldurmuş.” buyurdu.

Bir gün valilik yaptığı Medain’de sel taşkını olmuştu. Hz. Selman tüm sahip olduğu eşyayaları bir çuvala koyup yüksek bir taşın üzerine çıktı ve şu veciz sözü söyledi: “Ey ümmeti Muhammed, yükü az olan kurtuldu!”

Valiliği esnasında sade yaşardı. Hatta onu hamal zannedip eşya taşıtan olurdu, o da eşyaları taşır ücret de almazdı.

Numan b. Humeyd isimli sahabe şöyle anlatıyor: Dayımla birlikte Hz. Ömer’in Medain valisi Selman’ın yanına gittik. Selman hurma yapraklarından sepet yapıyordu. Bize:

“Bir dirhem veriyor hurma yaprağı alıp sepet yapıyorum, yaptığım sepeti üç dirheme satıyorum. Üç dirhemin birini yaprak almak için ayırıyorum. Bir dirhemi çocuklarımın nafakasına harcıyorum, ötekisini de sadaka veriyorum.” dedi.

Hz. Selman’ın belki zahiren çok kârlı görünmeyen bir ticareti vardı, fakat Allahu Teala’nın: “Onlar hiç zarara uğramayacak bir ticaret umabilirler.” dediği zümreye ilhak olmuş öncü bir zâttı. (Fatır 28)

Şakik b. Seleme şöyle anlatıyor: Bir arakadaşımla birlikte Selman’ı ziyarete gittik.

Hz. Selman: Rasulullah tekellüften (ikramda bulunayım diye kişinin kendisini sıkıntıya sokmasından) men etmeseydi sizin için külfete katlanırdım, dedi ve bir miktar ekmekle biraz tuz getirip önümüze koydu. Arkadaşım:

Tuzumuzun içinde biraz da baharat olsaydı, diye söylendi. Bunun üzerine Selman matarasını rehin vererek baharat getirdi. Arkadaşım yemeği yeyince:

Verdiği rızıklara karşı bizi kanaatkâr kılan Allah’a hamd olsun, dedi. Selman da:

Allah’ın sana verdiği rızka kanaat etmiş olsaydın mataram rehin olmazdı, diye mukabelede bulundu.

Vefat edeceği zaman, Sad b. Ebi Vakkas onu ziyarete geldi. Biraz yanında durduktan sonra şöyle buyurdu: “Seni tedirgin görüyorum, oysa Rasulullah senden râzı olarak vefat etti.” O da: “Tedirginliğim şundandır ey dostum: Halilim Rasulullah vefat ederken bize “Dünyada bir garip yolcu gibi olun!” buyurmuştu. Acaba bunu yerine getirebildik mi diye düşünüyorum.” buyurdu.

Ahmed bin Hanbel Müsned’inde O’nun vefat anını şöyle anlatır: Son demlerinde hanımını çağırdı ve: “Sana birkaç gün önce bir koku vermiştim o kokuyu etrafa sür, evin kapılarınıda aç zira birazdan misafirlerim gelecek, o misafirler yemek yemezler fakat güzel kokudan hoşlanırlar.” buyurdu. Hanımı odadan çıktı kokuyu almaya giderken odadan Hz. Selman’ın “Ehlen ve Sehlen!” dediğini duydu, tekrar odaya girdiğinde Hz. Selman’ı vefat etmiş buldu. Cenabı Hak şefaatlerine, hizmetine ve yakınlığına nail eylesin. Âmîn bi Hürmeti Seyyidil Mürselin velhamdülillahi Rabbil Âlemîn...

 

Yazar: Kerem ACAR

 

Pazartesi, 04 Temmuz 2016 11:34

Hz. ÜMMÜ KAYS binti MİHSAN (r.anha)

seb i Vuslat

Hz. Ümmü Kays binti Mihsan (r.anha) - Şeb-i VUSLAT

Sayı : 100 - Nisan 2016

 

Hz. Ümmü Kays binti Mihsan (r.anha)

 

Esedoğullarından olan Hz. Ümmü Kays, Mekke’de doğup büyüdü. Asıl ismi Ümeyye olduğu halde künyesi ile meşhur olmuştur. Meşhur İslam kahramanlarından Suffe ehli, cennetle müjdelenen Hz. Ukkâşe b. Mihsan’ın kız kardeşidir. Allah Rasulü (sav) İslam’ı anlatmaya başladığında annesi ve kardeşi ile birlikte müslüman oldu. Cahşoğulları’na çok yakın olan aile, onlarla birlikte önce Habeşistan’a daha sonra da Medine’ye hicret etti. Medine’ye hicret ederken onlar da evlerini ve bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp yanlarına yol azığından başka bir şey almadan hicret ettiler.

Aile Medine’ye hicret ettiğinde Hz. Ümmü Kays henüz çocuktu. Harb b. Ümeyye’nin halefi olan aile, zayıf olduğu için Allah Rasulü (sav) ona ve ailesine yakınlık gösterir, onlarla ilgilenirdi. Hz. Ümmü Kays binti Mihsan anlatıyor: “O günlerde beni görmeliydiniz. Bir gün Medine sokaklarının birinde Allah Rasulü benim elimden tuttu. Bir grup sahabe ile birlikte evlerin dışına çıkarak Kargad Kabristanı’na gittik. Kabristana gelince bana:

-Ey Ümmü Kays, diye hitap buyurdu. Ben:

-Buyur Ya Rasulallah, dedim.

“Şu kabristanı görüyor musun? Kıyamet günü yetmiş bin kişi bu kabristandan ba’s olunacaklar. Ayın on dördü gibi parlak bir şekilde kabirden çıkan bu insanlar, sorgusuz olarak cennete gidecektir.” buyurdu. Orada bulunan Hz. Ukkâşe b. Mihsan ileri atılarak:

“Ya Rasulallah! Ben onlardan biri miyim?” diye sordu. Allah Rasulü (sav):

“Evet, sen onlardan birisin.” buyurdu. Sonra bir başkası:

“Ya Rasulallah! Ben onlardan biri miyim?” diye sordu. Allah Rasulü:

“Ukkâşe bu hususta seni geçti.” buyurarak onun sorusunu cevapsız bıraktı.

Aradan yıllar geçti. Hz. Ümeyye büyüyüp gençlik çağına gelince evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Ona Kays ismini verdiler. Oğlundan dolayı kendisine Ümmü Kays künyesi verildi. Bir gün oğlunu alarak Allah Rasulü’nün yanına gitti. O anı Hz. Ümmü Kays şöyle anlatıyor:

“Bir gün Allah Rasulü’nün yanına gittim. Yanımda henüz yemek yemeye başlamamış olan oğlum vardı. Allah Rasulü onu görünce çocuğu kucağına aldı. Biraz sonra çocuk Allah Rasulü’nün elbisesine ağzından akıttı. Çocuğa hiçbir tepki göstermeyen Allah Rasulü bizden su istedi. Su gelince onu elbisesinin üzerine serpti. Elbiseyi ayrıca yıkamadı.”

Hz. Ümmü Kays Allah Rasulü ile bir başka görüşmesini şöyle nakletmektedir:

“Bir gün küçük oğlumla birlikte Allah Rasulü’nün huzuruna girdim. O sıra çocuğa boğazındaki hastalık sebebiyle ilak denen, elle sıkılarak yapılan tedavi uygulamıştım. Allah Rasulü çocuğu bu hâlde görünce:

“Çocuklarınızın boğaz hastalığını niçin ilak usulü ile tedavi ediyorsunuz? Size Hind çubuğunu tavsiye ederim. Zira onda yedi türlü şifa vardır. Zâtü’l-Cenb’in (verem) ilacı ondadır. Boğaz hastalığı için buruna damlatılır. Zâtü’l-Cenb için ağızdan verilir.” buyurdu.

Allah Rasulünün yakınında bulunan Hz. Ümmü Kays bazen O’nu gözleyerek bazen sorarak ilim irfan sahibi olur, öğrendiklerini hayata geçirip Rabbinin rızasını kazanmaya çalışırdı. İşte onlardan bir kaçı:

Hz. Ümmü Kays’tan rivayet edilir:

Allah Rasulü’ne:

“Elbiseye sirayet eden hayız kanı için ne yapalım?” diye sordum. Allah Rasulü:

“Onu su ve sidir otu ile yıkayın sonra kuvvetlice ovalayın.” buyurdu. Bir seferinde ise Allah Rasulü’ne kıyamet günü birbirimizi ziyaret edip edemeyeceğimizi soran Ümmü Kays, “Evet” cevabı almıştır. Allah Rasulü’nden beş hadis rivayet eden Ümmü Kays’ın bu hadisleri bize 46 yoldan nakledilmiştir.

Hz. Ümmü Kays’ın hastalıktan bir türlü kurtulamayan oğlu küçük yaşta vefat etmişti. Oğlunun vefatına çok üzülen Hz. Ümmü Kays bu acıya dayanamayıp feryadı figan etti. Hz. Ümmü Kays binti Mihsan anlatıyor:
“Oğlum vefat edince acısına dayanamayıp figan ettim. Onu yıkayanların yanına giderek:

“Oğlumu soğuk su ile yıkamayın! Onu öldürecek misiniz?” diye çıkıştım. Benim yaptıklarımı gören kardeşim Ukkâşe benim için endişelenmiş, Allah Rasulü’ne giderek söylediklerimi O’na anlatmıştı. Allah Rasulü tebessüm etmiş, sonra da ona:

“Endişelenme onun ömrü uzun olacak.” diye buyurmuş.

Hadisi bizzat Hz. Ümmü Kays’dan rivayet eden azatlı kölesi Ebu Hasan der ki sahabe hanımları içerisinde ondan daha fazla yaşayan birini bilmiyoruz.

Allah Rasulü’nün duasının bereketi ile çok uzun ve mutlu bir hayat yaşayan Hz. Ümmü Kays’ın ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.

Cenabı Allah (cc) şefaatine nail eylesin.


Kaynakça:
Mehmed Emre, Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

Pazar, 03 Temmuz 2016 19:11

BALLAR BALI

yunus emre sokzler

Ballar Balı - Gönül Pınarından

Sayı : 100 - Nisan 2016

Ballar Balı

 

Şimdi nasıl başlamalı yazmaya? Kelimeler klavyeden nazlı nazlı akıyor. Onların o efsunlu nazı ki insanı düşünmeye-düşündürmeye itiyor. Biri bittiğinde bir yenisi başlamalı, o bittiğinde öteki... Böyle bir silsile içinde bir yazı devam ederken düşünmemek elde değil. İnsan düşünmeli ki yenilerini bulabilsin. Bitenin yerine bir yenisini katabilsin.
Peki, insanı düşünmeye sevk eden ne acaba? Düşünmek, yazarken düşünebilmek tefekkür olsa gerek. Kâinatın Efendisi (sav) buyuruyorlar ki: “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.”(Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310)

Tefekkür ederken, insan o anda gönlünden geçeni hemen bir kağıda aktarası geliyor. Hemen bir fiile geçiş isteği geliyor. İşte bu fiil insanı harekete geçirebiliyor. Bu ibadet oluyor, kulluk oluyor. Düşünmek mi öncedir, yazmak mı? Bu sorunun cevabını verirken insan temkinli olmalı. Bir insan bir yazı olsun, bir iş-fiil olsun ona başlamadan önce o işi düşünür. Nasıl yapacağının hayalini kurar. O yazının o işin içinde kaybolur gider. Nasıl yapmış bunu anlamaz. Bu insanda bir histir. Bu his ise hissi aşktır. İnsan işte bu hisle düşünür. Çünkü aşkta bir güç var, bir enerji var. Aşk bu coşkunun bu işin planıdır. O işin hayaline âşık olursa neler başaramaz ki? Aşk onu alır götürür. Onca yazılmış kitaplar-şiirler, onca övülecek eserler… hepsi ama hepsi bir sırrı barındırır. Hepsi aşkın tahrikiyle olmuş olsa gerek. Aşkın bu üretken yanını görmüş sahabe efendilerimiz ve tasavvuf ehli de kendilerine bu aşkı bir ağaç eylemiş. Yüzlerce yıldır bu ağaç meyve vermiş ümmete. Bugün de bunun meyvelerinden almak mümkün.

Şimdi bir düşünelim, tefekkür edelim. Diyelim ki, önümüzde bir bal kâsesi var ve bal ile dolu. Hem de karakovan balı ve o güne kadar da bal yememişiz. Bırakın yemeyi belki de görmemişiz. Böyle bir şeyle karşılaştık. O kâsenin içindekini merak ediyoruz ama o balın bir sahibi var. Sahibine soruyoruz. Sahibi de ballandıra ballandıra başlıyor anlatmaya. “Bunun ismi baldır. Bunu arılar yapıyor. İçinde glikoz yok. İçinde şu kadar şundan bulunur. Bu kadar bundan var…” Peki bu balı bu kadar güzel anlatmasının sırrı nedir? Biraz düşünelim. Balın sahibi bunları anlatırken bizler de merak içinde bekliyoruz. Balın sahibi “Al da bir tadına bak, bu neymiş gör!” O anda baldan bir parmak alıverdik ağzımıza. Of, of Allahım o ne lezzet! O ne tat! O ne güzel nimet öyle. Sonra bir parmak daha, sonra bir parmak daha… 

İman balının gerçek sahibi Peygamber Efendimiz’dir. O, efendilerimize balı bizzat kendi elleriyle tattırmıştır. İşte asrısaadet bu yüzden asrısaadettir. Sahabe efendilerimiz bu yüzden sahabedir. Bu yüzden sahabe efendilerimiz karanlık gecede parlayan yıldızlar olmuşlardır.

Hâce Hazretleri (ksa) bal arısını ve balı bizlere tarif ederken şöyle buyuruyorlar: Efendimiz (sav) bir hadisinde buyuruyor ki: “Müminin misali arının misali gibidir. Yediği zaman temiz olanı yer. Bir şey vereceği zaman güzel ve temiz olanından verir. Çok narin bir dala konsa bile onu incitmez ve zedelemez.” Neden özellikle arı ve bal? Niye sivrisineğe benzetilmemiş de arıya benzetilmiş? Neticede sivrisinek de arı da sinek familyasından bir mahluk….

Çünkü arı kendisine gelen vahye göre hareket eder. Kur’an-ı Kerim’de arıyla ilgili ayette Cenabı Hak ona vahyettiğini bildiriyor. Dolayısıyla o vahyin neticesiyle ortaya getirdiği ürünün (balın) insanlığa şifa olduğunu müjdeliyor. Arı kendisine gelen vahye uyup onun sözünden dışarı çıkmaz. Kur’an-ı Kerim’de özellikle arıya vahyedilmesinin altı çizilip çok belirgin bir şekilde olmasının nedeni her aklıselim tarafından anlaşılabilmesi olsa gerektir.”

Nahl Suresi’nde mealen Cenabı Hak buyuruyor ki: “Arı gireceği yola Rabbinin izniyle girer. Ürettiği bal bütün insanlar için şifadır.” (68-69) Yani arının ürettiğinde katkı yoktur. Yuvasını tertemiz yapar, öyle başlar çalışmaya. Tertemiz çiçeklere konar. Çok büyük adımlara bıkmadan, usanmadan, sabırla ulaşır. O balı elde edebilmek için sabırla çalışır. Bir kilo bal için altı yüz ile yedi yüz bin sefer yapar. Milyonlarca çiçeğe konar. Arı o balı yapmak için dünyanın etrafını on kez dönmüş kadar yol kat eder. Arılar arasında kusursuz bir iş bölümü vardır. İmamlarına asla ihanet etmezler. Kovanda arı beyi derler veya arı anası diye bilinir. Ona ihanet etmezler, bir kovanda onlarca ayrı farklı iş yapılır ve her bir arı ne iş yapacağını bilmektedir. Kargaşa, patırtı, gürültü olmadan herkes kendi işini yapar. Tembel ve aylak dolaşanlara müsaade etmezler. Arının hayatında tam bir ihlâs örneği vardır. Kimsenin işini kimse yapmaz. Onun Rabbinin vahyine uymaktan başka bir hedefi yoktur. İhlâslı kişinin yaptığı iş ise Allah’tan başka şahit, Allah’tan başka ödüllendirici aramamasıdır. İşte arı tam da böyledir. Bu tarifte olduğu gibi arı şu tehlikelerden de şiddetle sakınır. Tehlikeyi sezer ve tehlikelerden kaçınır. Karanlıktan, sisten, rüzgardan, dumandan ve yağmurdan kaçar, bunlar onun helakıdır. İbnü’l-Esîr’in dediği gibi insan da bunlara mukabil şu tehlikelerden sakınmalıdır: Gaflet karanlığı, şüphe bulutları, fitne rüzgârları, haram dumanları, riya yağmurları. Evet, gaflet karanlığından, şüphe bulutlarından, fitne rüzgârlarından, haram dumanlarından, riya yağmurlarından insan korunmalıdır. Bunlar onu helak eder.

Arı zamanı asla ziyan etmez. Arı tam bir Nakşibendi dervişi gibidir. Arı erkencidir, gün ağarırken arıların çalışmaya başladıklarını görürsünüz. Kendisine dokunmayana asla zarar vermez, kimse ile kavga etmez ama haremine dokunanın canını acıtır. Bunun için kendisini feda eder. Arının sokması demek ölümünü göze alması demektir. Çünkü sokan arı daha yaşayamaz.

Ürettiği bal asla bozulmaz. Bal çürümez bal asildir, çünkü onun maddeleri vahiyle belirlenmiştir.

Bu yolda büyüklerimiz aşkla-zevkle hareket ediyorlar ve bu aşkın çalışmanın kaynağını bize öğretiyorlar, arı beyi gibi. Bu bal arıları milyonlarca çiçeğe konmuşlardır. O balın tadını alanlar, o yüzden gönülden gelenleri yazmaya çalışmışlardır. Onca yazı, şiir, türkü… bu balı tatmanın eseri olsa gerek.

Yunus Emre bu yüzden Yunus Emre olmuş. Emre; aşık tutkun vurgun anlamına gelmektedir. Adlarını sayamayacağımız nice bal arıları var. Şimdi bizlere de kendi balından sunacak bir Nur-ı Muhammedî lazım değil mi? O balın tadını almak için, bal kâsesi önümüzde olsa Yunus Emre gibi ballar balını bulsak o zaman yazmak mı düşünmek mi, bu sorunun cevabını bulabiliriz herhalde. “Men lem yezuk, bilmez yazık.” demişler. Evet gerçekten öyle “Tatmayan bilmez.”


Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin,
Ballar balını buldum kovanım yağma olsun.

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort