JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

mumine bir kadin

Mü'mine Bir Kadının Ev İçindeki Vazifeleri - Burcu KUL

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Mü'mine Bir Kadının Ev İçindeki Vazifeleri

 

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a (cc), salât ve selâm, Kâinatın Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sav), O’nun Ehli Beyti’ne, ashabına, etbaına, kıyamete kadar devam edecek olan varisi ekmelerine ve ümmetine olsun.

Medine-yi Münevvere’de Esma (ra) isminde, edip ve fasih olan bir kadın diğer kadınlar tarafından Resûlullah’ın (sav) huzuruna çıkarılıp, şu sözleri söylemiştir;

“Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah! Ben kadınlar tarafından elçi olarak geldim. Hak Teâlâ seni bütün erkek ve kadınlara peygamber göndermiştir. Biz Sana ve Senin Rabbine iman ettik. Lakin biz ki kadınlarız; sizin evlerinizde kapanıp kalmış ve şehvani ihtiyaçlarınızı karşılamaktayız ve çocuklarınızı taşımakta bulunmuşuzdur. 

Siz ise her cuma namazları kılmak, cami ve cemaate çıkmak ve hastaneye gidip hal hatır sormak, cenazelerde bulunmak ve bir de fazla defalarca hac edebilmek gibi faziletler ile bize faik/üstün olmuşsunuzdur. Bunlardan hepsinin efdali de, Allah yolunda cihaddır. Lakin erkek kısmı hac veya umre etmek veyahut kâfirlerle mücahede ve muharebe etmek üzere evinden çıktığı vakitlerde, sizin mallarınızı biz hıfzeder ve iplik eğirip elbiseler yaparız ve çocuklarınızı besleriz.

Şimdi bu halde bizler o faziletlerin ecir ve hayrında sizlere iştirak edemez miyiz?”

Esma’nın (ra) bu sözü üzerine Hz. Peygamber (sav) bu sözlerin güzelliğine işaret ederek şöyle cevap veriyor;

“Ey kadın, anla ve taraflarlarından gelmiş olduğun kadınlara da anlat ki, kadın kısmının kocasını kendinden hoşnut etmesi, o faziletlerin hepsine muadil olur.”

Allah onlardan razı olsun. Hz. Esma (ra) şahsında tüm bayanlar bu müjdeye nail oluyor. 

Bayan olmanın getirdiği özelliklerle birçok güzellikten mahrum kaldığımızı düşünebiliyoruz. Erkekler Allah dostlarının sohbetlerinde, zikir halkalarında çokça bulunabiliyor, istifade edebiliyorlar. Hac ve umre gibi ibadetleri daha çok yapabiliyorlar. Hadisi şerifte buyrulduğu gibi kocasının razı eden bir bayan bu faziletlerden nasibini alıyor. 

Hz. Ali (ra) buyuruyor ki; “Kadının kendisini güzel bir şekilde kocasının hizmetine vermesi, Allah yolunda cihad etmesi gibidir.” 

Bayan eşine karşı vazife ve sorumluluklarını severek yerine getirirse, camiye, zikre, sohbete giderken onu güzel ve hoşnutlukla yollarsa, kalbi mesud olan erkek bir zarf gibi eşini de gönlünde taşır. Tüm o güzellikleri birlikte yaşarlar. 

Hadis ve kibarı kelâmlarda belirtildiği gibi kadının eşine ve ailesine hizmeti çok önem taşıyor. Elbette ki kadın sadece çamaşır yıkayan, yemek yapan bir canlı değil. Hakk’ın rızasını kazanabilmek için bu vazifeler birer adım. İnsan her yaptığı işi tefekkür ile yapıp hadiselerin arka cephesini düşünmeli. Evin düzeni aile bireylerini etkilediği için, mü’mine bir kadının evindeki vazifelerinden biraz bahsedelim:

Kadının Efendisini Güler Yüzle Karşılaması:

Kendi ve ailesinin nafakasını, ihti- yaçlarını temin etmek için çalışan eş, gün boyu yorulur. Eve geldiğinde kapıda hanımının onu ağırlamasını bekler. Anlayışlı bir kadın, güler yüzle, düzgün kıyafetlerle kapıda eşini karşılar. Eşinin halinden anlar, onu mutlu etmeye çalışır. Yorgunsa dinlenmesi için onun rahatını sağlar. Sıkıntılıysa ona dua eder ve sabrı tavsiye eder. Neşeliyse o da onunla birlikte sevinir.

Bir kişi Resûlullah'ın yanına gelerek şöyle dedi; "Benim bir eşim var ki eve girdiğimde beni karşılar, evden çıktığımda uğurlar. Beni üzüntülü gördüğünde ise; 'Nedir seni üzen?' der; eğer geçim ve rızk sıkıntısı ise, buna kefil olan var (yani Allah rızka kefildir; bilahare bir çıkış yolu bulunacaktır.) Eğer seni sıkan, rahatsız eden şey, ahiret endişesi ise, Allah bu sıkıntını artırsın (yani ahiret düşüncen çok olsun ki ona kendini hazırlayasın)." Bunu dinleyen Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu; "Allah'ın bir çok (özel) elemanları vardır ki bu kadın da onlardandır. Allah ona bir şehidin yarı sevabını verecektir."

Kadın efendisini küçük düşürecek hareket ve sözlerden son derece çekin- melidir. Çocuklarının yanında yahut akraba- larının yanında onu tenkid etmemeli ve mahcup duruma düşürmemelidirler. Bu hal erkeğin kalbinde eşine karşı tiksinme meydana getirebilir. Eşler her zaman nişanlılık dönemindeki gibi nazik ve terbiyeli hareket etmelidir.

Sofrayı Hazırlamak:

Atasözlerimizde de vurgulandığı gibi; Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer. Eşinin sevdiği yemekleri öğrenip yapmalıdır. Bayan günlük düzenli olarak yemeklerini yapmalı ve israfa kaçmamalıdır. “Yiyin, için israf etmeyin. Çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez.” (Âraf; 31) 

Mü’mine bir bayan her an abdestli olmaya dikkat ettiği gibi yemek yaparken de abdestli olmalı. Yemekleri rabıtalı bir şekilde yapıp maddî mânevî şifa dualarıyla pişirmeli. Helal olan yiyeceklerden yemeli. Maalesef günümüzde daha fazla gelir uğruna birçok üründe helal olmayan şüpheli maddeler var. Bunlara çok dikkat etmeli, ailemize temiz olan yiyecekleri almalıyız. Çocuklarımıza yedirdiğimiz her kötü yiyecek onun ahlâkını etkiler. 

Resûlullah (sav) buyurdular ki; “Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kimde şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalbtir.” 

Hakk’ın tecelligâhı olan kalbi, her türlü haramlardan korumak gerekir.

Çamaşır Yıkamak:

Kadın aile bireylerinin çamaşırlarını güzelce yıkamalı ve yıkarken de çocukların çamaşırlarını ayrı yıkamalıdır. Zira çocukların çamaşırları temiz olmaz. İç kıyafetleri ve çorapları akıttıktan sonra yıkamalıdır. Kadın cinsinden çamaşırları insanların görebileceği yerlere asmamalıdır. Gizli yerlere asarak kurutmalıdır. Her çamaşır kendi türünden yıkanmalı ve iyi durulanıp deterjanlı bırakılmamalıdır. Yumuşatıcı diye kullandığımız ürünleri durulamamız gerekir. Zira cilt hastalıklarına sebep olabildiği gibi müstamel mesele olup sabunlu sayılır. Kıyafetlerdeki lekeler çıkarılmalı, sökükleri dikilmeli, ütüleri vaktinde yapılmalıdır. 

Yemek Kaplarının Üzerini Örtmek:

Mutfak takımlarının temizliğine dikkat ederek bulaşık olan yemek kaplarını yemekten sonra yıkayıp intizamlı bir şekilde yerlerine yerleştirmelidir. Su kaplarının ağzını sıkıca kapatarak açık bırakmamalı. Üzeri açık bulunan yiyeceklerin üzeri kapak veya örtü ile kapatılmalıdır.

Bir hadisi şerifte Cenâbı Edîb Efendimiz (sav);

“Gece karanlığı başlayınca çocuklarınızı dışarı çıkmaktan men ediniz, çünkü şeytanlar o sırada yeryüzüne dağılır. Yatsıdan bir saat geçince ‘Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim’ diyerek kapını kapa. Besmele ile ışığını söndür, su kabının ağzını besmele ile ört. Sair kapların ağzını da besmele ile kapat. Yoksa kabın üzerine besmele ile bir şey uzatsan da olur.” buyurmuşlardır.

Evin İç ve Dış Temizliğini Yapmak:

Temizlik başlıca dikkat edilmesi gereken husustur. Ev bir bayanın mescididir. Peygamber Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde;

“Din, temizlik (esasları) üzerine kurulmuştur.”

“Şüphesiz ki Allah temiz olan ibadet ehlini sever.” buyurmuşlardır. 

Evin hali insanın gönlünü yansıtır. Büyüklerin bir sözü vardır. “Gelmez saraya padişah hane mamur olmadan.” Elbette onların sözlerinin hikmeti büyüktür. Gönül Hakk’ın tecelli edeceği yerdir. Gönlü güzel olan insan etrafını da güzelleştirir. Adeta gönlü evine yansır. Her taraf intizamlı bir şekilde düzgün ve temizdir. 

Bazı erkek titiz olabilir. Eve geldiğinde eşyaları saçılmış, etrafı kirli, tabaklar bulaşık, kıyafetleri ütüsüz gördüğünde hanımına karşı gizliden de olsa tiksinme gelebilir. Bu nedenle bayan intizamlı bir şekilde evinin düzenine dikkat etmeli. Kocasının istediği gibi olup rızalığını kazanmaya çalışmalıdır. 

Kadın Eşinden İzinsiz Bir Yere Gidemez:

Kadınların zarurî ihtiyaçlarını dışarıdan temin etmeleri ve gereken meşru yerlere gitmeleri için evinden çıkmaya yetki ve selahiyyeti vardır. Fakat bu yetkilerin bazıları hariç diğerlerinde kocasının izin ve rızasının olması şarttır. Bir kadının, eşinden izinsiz bir yere gitmesi, izinli de olsa gittiği yerden geç gelmesi eşine ağırlık ve nefret verir. Bu işin birkaç defası koca tarafından muaf tutulursa da çok kere af edilmeyerek geçimsizliğe yol açar. Hadisi şerifte Peygamberimiz (sav); “Hangi kadın, kocasının izni olmaksızın evinden çıkarsa, evine dönünceye yahut kocası kendisinden razı oluncaya kadar Allah Teâlâ’nın gazabı içinde kalmış olur.” buyurmaktadır.

Bazı hadiseler nefsimize zor gelse de sabır ve tevekkülle itaat etmek gerekir. Nitekim Peygamberimiz (sav) zamanında adamın biri bir yolculuğa çıkarken karısına evin üst katından alt katına inmemesini tembih eder. Kadının babası alt katta oturmaktadır. Adam hastalanır. Kadın birini Peygamberimiz’e (sav) göndererek evin alt katına inip babasını görmeye izin ister. Peygamberimiz (sav); “Kocanın emrine uy!” diye haber gönderir. Bu arada kadının babası ölür. Kadın yine alt kata inmek için Peygamberimiz’den (sav) izin ister. Peygamberimiz (sav) tekrar; “Kocanın emrine uy!” diye haber gönderir. Kadının babası toprağa verildikten sonra Peygamberimiz (sav) ona, kocasının emrine uyduğu için Allah’ın, babasını affettiğini bildirir. 

İbadetlerini Vaktinde Yapmak: 

Erkek olsun kadın olsun her insan öncelikle Allah’a kul olduğunu unutmamalı. Hakk’ın koymuş olduğu hukuklara dikkat edip kulluğun gereğini yerine getirmeli. Yapılan hizmetlerin hepsini Hakk’ın rızasını kazanmak için yapmalı. 

Burada bahsetmeye çalıştığımız konular bir bayanın evdeki vazifelerinden birkaç tanesi. 

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav); “Herhangi bir (mü’min) kadın, ölür ve kocası da o kadından razı olursa, (o imanlı ve itaatkâr kadın) cennete girer.” (Tirmizî) buyuruyor.

Allahu Teâlâ Habibi’nin hürmetine, o makamların en güzeline erişenlerin, Allah’ın rızasına kavuşanların hürmetine bizleri affeylesin. Kendi rızasını kazanabilmeyi lütfeylesin!

 

Yazar: Burcu KUL

 

Cuma, 01 Ağustos 2014 19:48

MÜSRİFLİK

israf

Müsriflik - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Müsriflik

 

Zengin bir tüccar yeni aldığı kölesiyle alışverişe çıkıyor, gemiye biniyorlar. Hayatında ilk kez gemiye binen köle tedirgin olup korkmaya başlıyor. Tüccar ne yapıyorsa sakinleştiremiyor. Yolcular da bir hayli uğraşmışlarsa da nafile. Bir türlü korku ve paniği geçmiyor. Orada yaşlı bir zatın oturduğunu gören tüccar yanına varıp,

-Efendim bir hayli yaşınız ilerlemiş ve olgunsunuz, kölemi sakinleştiremiyorum. Bu konuda bana yardımcı olur musunuz, der. Yaşlı zat, biraz düşündükten sonra şu cevabı verir,

-Elinden sıkıca tutup denize daldırın, sonra çıkarın.

Denildiği gibi yapan tüccarın kölesinde artık ne korku, ne tasa... Bu durumun hikmetini merak edip, soran tüccara o zat cevap verir, 

-Evladım o köle, suya girmeden geminin kıymetini bilmiyordu, ne zaman ki suya girince geminin sağlam ve güvenilir yer olduğunu anladı. 

Hayatımızda da böyle değil miyiz? Hastalık gelmeden sağlığımızın, fakirlik gelmeden zenginliğin, kıymetini bilemiyoruz. Elimizden alınırsa o zaman değerini/kadrini anlıyoruz. 

Fahri Kâinat Efendimiz (sav) buyuruyor ki; “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin:

1) İhtiyarlık gelmeden gençliğin kıymetini,

2) Hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini,

3) Fakirlikten önce zenginliğin kıymetini, 

4) Meşguliyetten önce boş zamanın kıymetini, 

5) Ölmeden önce hayatınızın kıymetini, biliniz. (Hakim el-Müstedrek, 4, 306)

Hâce Hazretleri (ksa) bu konuyla ilgili bir sohbetlerinde buyuruyorlar ki; “Sıhhat nimettir, variyetin nimettir. Bunların yanında namazın nimettir, zikrin nimettir, aldığın verdiğin nefes nimettir. Sohbet nimettir. Bunların hepsine şükretmezsen yani kıymetini bilmezsen elinden alınır.”

Bizler de şöyle bir hayatımızı gözden geçirelim, şükretmek bir yana; yiyecekte israf var, giyecekte israf var, eşyada israf var, müsriflik var. Unutmayalım ki kanaat etmezsek ve şükretmezsek elimizden alınır.

Rabbimiz (cc) bizlere buyuruyor ki; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.” (Âraf; 31)

“Ve onlar ki harcadıklarını ne israf, ne cimrilik ederler.” (Furkân; 67)

“Şüphe yok ki Allah yalancı ve müsrif kimseyi doğru yola çıkarmaz.” (Mü’min; 28)

Yüce Rabbimiz (cc) müsrifleri doğru yola çıkarmadığını açıkça beyan buyurmuştur. Günümüzde tüketme duygusu maalesef her geçen gün bizi esir alıyor.

Yeme ve içme tüketiminden başlayalım. Misafir çağırmak, ona ikram ve hürmet sünnettir, bu güzel düşüncenin yanında, abartılı ikramlarla o misafirin mahcub olma durumunu da düşünerek; misafirle gıybet, dedikodu, maleyani olayını gözden geçirerek; Allah’ın (cc) razı olacağı şekilde misafirle, muhabbetleşmek gereklidir. Unutmayalım ki vakitlerimiz değerlidir. Vakitlerimizi onu bunu çekiştirmekle değil de büyüklerin istediği gibi sohbetleşerek değerlendirmek en güzelidir. Meşguliyetten önce zamanımızın değerini kıymetini de bilmeliyiz, değerli vakitlerimiz boşa geçmemeli, zamanlarımızın elle tutulmayan değerli bir inci olduğunu her an hatırlamalıyız. 

Fahri kâinat Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki; “Lezzetleri kesip atan ölümü çokça zikredin.” (Tirmizî, Nesaî)

Yani ölümü hatırladıkça, dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilir ona göre kulluğumuzu yaparız. Bizler ise ölümün adını duyduğumuzda ölüm bahsini kapatıp, içimi kararttın, deyip başka konulara geçiyoruz. Oysa Peygamber Efendimiz (sav); “Ölüm mü’minin hediyesidir.” (Beyhakî, Hakim) buyuruyorlar. Büyükler ise “Ölüm, dostu dosta kavuşturur.” buyurmuşlar.

Ölümü hatırlamak, mü’mine günah işletmez, yalan söyletmez. Her an rabıtalı ve tefekkürlü olur.

Vakitlerimizi kendi arzu ve isteklerimize göre değil, büyüklerimizin istediği şekilde olması için gayret ve çaba göstermeliyiz.

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki; “İsraf ve gösteriş şeklinde olmaksızın yiyiniz, giyiniz, tasadduk ediniz. Allah verdiği nimeti kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.”

Günümüzde davet olayını o kadar abartmışız ki, gelenekselleşmiş, olmazsa olmazlardan biridir. Bir kaç tanesini sıralayalım; Ramazan ayında iftar daveti, yeni düğünü olmuş, taze gelin daveti, dünür daveti, yeni ev alınmış ev görme daveti, hacca gideni davet, altın günü daveti.

Bir de bunlar oyunlu eğlenceli geçiyorsa, bunlar mü’min birinin mânevî haz alacağı durumlar değildir. Büyükler eğlenceli altın günlerini “Kısır yiyerek, boş geçen bir vakit kaybı” olarak değerlendiriyor. Bir de sırf gösteriş için ikramda da aşırıya kaçılmışsa, Hakk’ın (cc) rızası aradan kalkar, nefis ve gösteriş devreye girer. 

Misafire üç çeşitten fazlasına kaçmadan, sürekli onu tepeden tırnağa süzmeden, rahat ettirmek mü’minlik vazifemizdir. Ona en güzel ikram ise, karşılıklı sohbetleşmektir. Hem vakitlerimiz de boşa geçmemiş olur.

Rabbimiz (cc) Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki; “Yakınlarınıza, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ama sakın saçıp savurma, çünkü savurganlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbi’ne karşı pek nankördür.” (İsrâ; 26-27)

Rabbim (cc) her konuda israfa ve gösterişe kaçmadan, çok da cimrilik yapmadan yerinde, kıvamında olmamızı nasip etsin. 

Eşyada da birçok israfımız var. Yine birkaç tanesini sayarak devam edelim. 

Bir bayan olarak alacağımız şeyin en iyisi, kalitelisi olmasına dikkat ederiz. Bunun yanında aşırıya kaçmamalıyız, tutumlu olmalıyız. İsraf cömertlik değildir. Var olan eşyanın bir ikincisi veya üçüncüsü israftır. Fakire veririm düşüncesi ile almak da yanlış düşüncedir. Ne yapsın fakir senin eski eşyanı, eğer hayır edeceksek o alacağımız eşyanın parasını veya ona gıda türü (yiyecek) alarak hayır yapabiliriz.

Bizler çarşıya çıktığımızda alacağımız şeyi zar zor beğeniyoruz. Bir de yanımıza da çok dolaşmaktan hoşlanmayan birini almışsak o kişiyi huzursuz edebiliriz. Şöyle bir düşünürsek çarşıdaki boşa geçen vakit kaybımız nelerdir? Bir kaç tanesini sıralayalım;

Eşya merakı, marka hobisi, komşumun var benim de olmalı, en kalitelisi ve pahalısı olmalı, alınan eşyayı gönlüme sinmedi, geri iade etme merakı, misafirim yok bilmemeli, soframda kuş sütü kuru üzüm olmalı, onun bana ikram ettiğinden fazlası, eksiksiz ikram olmalı... Bunların hepsi şeytanın ve nefsin hileleridir. Abartılı saçıp savurma, kendini gösterme merakı nefsin oyunudur. Gizli kibirdir. Büyükler ne güzel buyurmuş; “İsraf, dipsiz bir kuyu gibidir.”

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki; “Dikkat edin! Sizin için Beni en çok korkutan şey, nefsinizin isteklerini uymak ve uzun ameldir. Nefsin arzularına uymanız; sizin Hakk’a ulaşmanızı engeller. Uzun amel ise dünya sevgisinden kaynaklanır.

Dikkat edin! Dünyayı sevdiklerine de, sevmediklerine de verir. Fakat bir kulunu sevdiği zaman ona imanı bahşeder. 

Dikkat edin! Bazı insanlar dinin bazıları da dünyanın derdine düşerler. Sizler dininizin derdine düşün. Dünyanın kulu kölesi olmayın.

Dikkat edin! Dünya arkasını dönüp gitmektedir, ahiret ise size doğru gelmektedir. İyi biliniz ki sizler amelin olduğu fakat hesabın olmadığı bir dünyadasınız, iyi biliniz ki sizler amelin olmadığı hesap gününe doğru yaklaşmaktasınız.” (Müttakî-i Hindî, Kenzü’l-Ummâl)

Allah Teâlâ (cc) bizlere yemede, içmede, eşya alırken, hayır yaparken, davetlerimizde nefislerimizin hoşuna gidecek şekilde değil de Hakk’ın (cc) rızasını gözeterek, sünnetlere uyarak hayatımıza uygulamamızı nasip edip israftan ve gösterişten uzak, emin, muhafaza etsin. Âmin.

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

Kâinat Tablosunda Bizim Anlayışımız ve İdrakimiz Misaller Üzerinedir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Kâinat Tablosunda Bizim Anlayışımız ve İdrakimiz Misaller Üzerinedir

 

Sual: Efendim bugünlerde okuduğumuz bir eserde çocuğunu kaybeden bir annenin çaresizliği, güçsüzlüğü o kadar derinden anlatılmış ki okurken sanki, o anı siz de yaşıyor gibi oluyorsunuz.

Siz de sohbetlerinizde buyuruyorsunuz; “Zikrederken annesini kaybeden bir yavru gibi, kuzu gibi zikredin.” Gönenli merhumun “Ya Rabbi! Bana anamın baktığı gibi bak!” duasını bu anlamda eksikleri de olsa beğeniyorsunuz… Bu tip somut örnekleri, misalleri sıklıkla kullanıyorsunuz. Bu misaller bizim anlayışımıza nasıl etki eder?

Cevap: Kâinat tablosuna baktığımızda, büyükler bu tabloyu 18 bin âlem diye tarif etmişler. Anlayabilmek için öyle söyleyelim ki 18 bin ciltlik bir eser düşünün… Kâinat tablosu böyle… Buranın birbiri içinde saklı çok farklı boyutlar var. Tâ arşın katmanlarından -ki “Seb’a semâvâti’n-tibâkâ” buyuruyor Cenâbı Hak. Arş, semavât yedi âlemdir, yedi tabakadır/katmandır- arzın derinliklerine kadar –ki arz da bir katmandır aşağıya doğru-bunların arasında kalan âlemler toplamı 18 bin. O her bir âlemin de farklı bir görüntüsü, manası, işlevi var.

Bizim bulunduğumuz tabaka, insan olarak bizim bulunduğumuz boyut misal âlemi… Çevremizde gördüğümüz her şey mi-sal âleminin renkliliği, çeşitliliği, zenginliği…nasıl değerlendirirseniz. Dolayısıyla bizim anlayışımız ve idrakimiz de bu misaller üzerindendir. Biz örneğini görmediğimiz ve bilmediğimiz bir şeyi ne düşünebiliriz, ne onu hayalimizde veya sun’umuzda/sanatımızda şekillendirebiliriz. Örneğini bilmediğimiz, ben- zerini görmediğimiz şeyi hakikat de olsa, biz idrak edemeyiz.

Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim meselenin mana cephesini tarif ederken de bize hep bizim seviyemizden, bizim boyutumuzdan hitap etmekte, misallerle meseleyi bize anlatmakta… Mesela Kur’ân-ı Kerim’in cehennem tasvirine baktığımız zaman adeta demir çelik fabrikasının haddehanesini tarif ediyor sanki. O tarz misaller veriyor. Niye? Biz en şiddetli, en yüksek ateşi oralarda görmüşüz. Eritme gücü en yüksek olan derece, o demir çeliğin kullandığı, demirin eridiği nokta, o pota. Gerçekte cehennem böyle mi? Belki de değil. Ama muhatap biz olduğumuz için biz onu görsellerimizle mukayese edeceğiz. Görebildiğimiz, kavrayabildiğimiz şeylerle onu mukayese edeceğiz ve o kıyastan çıkan netice üzerinde biz düşüneceğiz. O düşünce bize korku salacak, bize heybet, haşyet verecek, biz günahtan cehennem var diye uzak duracağız.

Mesela cenneti tarif ederken muazzam bir mesire yeri tarif ediliyor Kur’ân-ı Kerim’de. Sanki Sular Vadisi’ni tarif ediyor… Altından nehirler akan; yeşillikler, her çeşit meyve ağacının, çiçeğin bulunduğu bir âlem, bir tabiat tarif ediyor Cenâbı Hak. Niye? Biz tabiatı biliyoruz. Tabiattan, tabiat güzelliklerinden bahsederken dahi, örneği bir tarafa bırakın lafını işittiğimizde de, yüzümüzde tebessüm beliriyor, bir hoşnutluk alâmeti oluyor. Seviyoruz böyle yerleri, meylimiz var. Cenneti böyle yerlerle kıyaslıyoruz. Cennet gerçekten öyle mi? Bir mesire yeri mi? Cehennem için dediğimiz gibi, belki de değil. Bu bizim anlayış seviyemiz olduğu için bize böyle tarif ediliyor.

Mesela Cenâbı Hak âyeti kerimelerde bize cennetteki hurileri tarif buyuruyor. Daha yeni ergenliğe ermiş, affedersiniz, genç ba-yanlar suretinde tarif ediyor. Öyleler mi hakikaten? Hayır. Ama biz onların üzerinden kıyasla bir malumat sahibi olabiliriz. Misalini bize gösteriyor Cenâbı Hak. Âhiretle ilgili, mana ile ilgili her ne varsa bununla mukayese edebilirsiniz.

Mesela Cenâbı Hakk’ın Esma-ı İlâhîsi var. Kâdir diyoruz, Hakîm diyoruz… Allah Hakîm’dir, Allah Kâdir’dir, Allah Azîz’dir, Rauf’tur, Rahim’dir… Âmenna. Ama gerçekte yani Cenâbı Hakk’ın kendi indinde, yanında Allah’ın böyle isimleri var mıdır? Veya böyle isimlere ihtiyacı var mıdır? Hayır. O bu isimlere de muhtaç değildir. O kendi kudret ve kuvvetini bize anlatmak için kendisini öyle tesmiye buyurmuş. Kâdir diye bahsetmiş kendisinden. Merhametini, şefkatini bize anlatmak için Rahim, Rahman diye bahsetmiş kendisinden. Biz anlayalım diye. Bunların her biri bir misal. Bunlar mutlak değil. Biz Hakk’ın o yönlerini, o tecellilerini anlayalım diye.

Biz Hakk’a dair hangi hakikati anlamak istiyorsak bunu ancak misalleriyle anlayabiliriz. Misalleri olmayan şeyleri biz anlayamayız. 

Demek ki bu misaller bizim anlayışımızı tahrik ediyor, uyandırıyor. Duygusallığımızı, his-siyatımızı, idrakimizi, aklımızı, bilgimizi bu anlamda neye sahipsek, bunları harekete geçiriyor ve biz bunların sayesinde o gerçeğe yaklaşmış oluyoruz. Yoksa gerçeğin kendisi, anlatılmaya çalışılan şekilde değil. Bunun için bizim Mustafa Efendi’nin güzel bir ifadesidir, der ki; “Lâ teşbih, kelimesi olmasa hiç konuşamayacağız.” Genelde bu tip mana meselelerinde “lâ teşbih velâ temsil-teşbihte, temsilde hata olmaz” diyerek söze başlanılır… Bütün söylenilenler bu anlamda teşbihtir. İşte o teşbihler, o tespitler, o temsiller bizi harekete geçiriyor, hakikate farklı cephelerden yaklaşabiliyoruz. Belki o misaller, sizde farklı duygular meydana getiriyor, bir başka kardeşimizde farklı bir hâl alıyor; hepimizde aynı şey olmuyor. Hepimiz ona farklı boyutlardan bakıyoruz. Bu da hakikatin, hikmetin ne kadar zengin olduğunu gösteriyor. Demek ki bir hikmetin tek bir cephesi yok. Hikmet bir asliyyeti gösteriyor, asliyyete işaret ediyor.

Bu hikmetin asliyyeti ne? Cenâbı Hak, Zâtı Bâri… Cenâbı Hak bütün cihetlerden münezzeh, O’nun bir ciheti yok. Bütün cepheleri kuşatmış. Onun için Süleyman Çelebi Mi’râc’ı tarif ederken buyurur;

Şeş cihetten münezzehtir Zü’l-Celâl 

Bî kem u keyf ona gösterdi cemâl

Cenâbı Hak bütün cihetlerden münezzehtir, keyfiyetini bizim anlayamayacağımız bir şekilde Habibi Kibriyası’na cemâlini gös- termiştir.

İşte hikmetlerin, hakikatlerin farklı cep- helerinin, boyutlarının olması buraya işaret ediyor. Cihetsiz, cephesiz oluşuna işaret ediyor. Herkes kendi durduğu, bulduğu cephe-den bakıyor ve oradan gördüğünü söylüyor. Bu da zenginlik.

Bu zenginlikler Hanefî, Şâfî, Mâlikî olmamıza; bu zenginlikler Nakşî, Kâdirî olmamıza; Nur şakirti, Süleyman Efendi’ye talebe olmamıza bu cepheler vesile oluyor.

Öyle ise şunu peşin peşin bütün Müslümanlar kabul etmeli; bu, benim gördüğüm benim cephem. Arkadaşım farklı bir cep-heden görebilir. Biz kâinata Cenâbı Hakk’ı tek noktadan gösteremeyiz. Müslümanların kavgasındaki sebep biraz da bu, kendi cep-hemizden Hakk’ı insanlığa göstermek istiyo-ruz.

Peki, nasıl olacak? Kapıdaki bir anahtar deliğini düşünün… Oradan misal koridora bakacağız, o delik bir kişinin bakmasına müsaittir. Bir kişi bakarsa görebilir, bu odadaki bütün insanların hepsini, aynı anda, o delikten baktıramayız. Kimse bir şey görmez. Görme-yince de aklın yolu bir, haklı olarak inkâr eder, orada bir şey yok der. Ama o kapının üzerin-de birçok delikler açarsak kapının kapasitesi ölçüsünde kaç delik açmışsak o kadar kişi koridoru görebilir.

Şimdi biz Hakk’ı bir anahtar deliğinden bütün kâinata, yedi milyar insana göstermeye uğraşıyoruz. Bu Hakk’ı ketmetmektir, Hakk’ı küçültmektir, Hakk’a hakarettir. “Benim gördüğüm Hak’tır.” demek sen bir şey görmemişsin, bütün kâinata, körsün demektir. Makul mü bu, mantıklı mı?

Bu yüzden Cenâbı Hak buyurur ki; “Ardullahi vâsia” Allah’ın arzı, mülkü o kadar geniştir ki o kadar olur… Niçin böyle geniş? Herkese yer olsun diye, herkes bir cepheden baksın diye.

Niçin kâinattaki her şey dönmekte? Herkes onun her yerini görsün diye. Herkese sunum yapıyor Cenâbı Hak. Öyle olmasa, dönmese, yuvarlak olmasa, sabit olsa bu tarafta olanlar asla zıt cepheyi göremezler. Zıt cephede olanlar da bu tarafı göremezler. Ama Cenâbı Hak, kâinatı döndürerek bir vitrin misa- li adeta kâinatta bulunan bütün havârikleri, güzellikleri, harikulade hadiseleri herkese gösteriyor. Adeta o dönüş yüzünden bakın rahmet mevsimlerinden senenin tamamı faydalanıyor. Ramazan bir sene Ağustos’a geliyor, bir sene Temmuz’a, Mayıs’a geliyor…Biz bütün aylarda, bütün günlerde ibadetin zevkini tadıyoruz. Böyle olmasa, Ramazanı Şerif sürekli misal Ağustos’a, Temmuz’a gelse adalet olur mu sizce? Sıcak bölgeler-deki insanlar hep o kavurucu sıcakta oruç tutacak, serin bölgedekiler rahat edecek. Onu döndürerek Cenâbı Hak, hem adaleti temin buyuruyor hem bütün kullarına adeta senenin bütün günlerinde, bütün saatlerinde, bütün saniyelerinde Allah ile beraber olma imkânı sunuyor.

İşte bu noktadan bakarsak birbirimizi kabul etmek zorundayız. Çünkü biz dönen bir dünyanın üzerindeyiz, dönüyoruz… Biz bunu fark etmesek de dönüyoruz. Öyleyse bu dönüşte farklı cepheler, farklı manzaralar görebiliriz. Gözümüzü kapatmamalıyız.

Bunun için Kur’ân sürekli ihtar manasında “Elâ” diye buyurur, “Gözünüzü açın.” Birçok önemli âyetin; ikaz, ihtar, irşad manasında olan âyetlerin önlerine -nasıl ki belli tehlikeli yerlere dikkat levhası koyarlar-Cenâbı Hak dikkat levhası koymuştur. Elif Lam ile harfi tarif dediğimiz dikkat levhası asmıştır. “Elâ-Uyanık olun, gözünüzü a- çın, gözünüzü kapatmayın…”

Ama maalesef Müslümanlar hep gözleri kapatmaktan yana. Gözümüzü kapatınca ne oluyor? Rahat hayal görüyoruz. Sonra birbiri-mizle muamele ederken o hayaller üzerinden muamele ediyoruz. Dostluk-kardeşlik ilişkilerimiz, ümmet ilişkilerimiz; siyasetimiz, ticaretimiz, hukukumuz… hep bu hayaller üzerinden...

Dün de yine bir camide, Hocaefendi ile müzakere ediyorduk, kendinden biraz bahsetmişti. Hocaefendi Güneydoğulu bir arkadaş Bitlis’li. Bir yerde görev yaparken orada bulunan bazı Müslümanlar da, cemaat ehli insanlar bunlar, ilim irfan hizmetiyle meşgul olmaya çalışıyorlar. Bu Müslümanlar “Vay efendim hem Kürt hem Kur’ân eğitimi veriyor, Kur’ân-ı Kerim bu kadar düştü mü; düşe düşe bir kürde mi düştü Kur’ân-ı Ke- rim?” diyerek bunu iki de bir şikâyet etmiş…

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’i bize bir Arab öğretti, Hz. Muhammed (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) Arab idi… Hoca ile sürekli uğraşmışlar, sürekli kovuşturma, takibat geçirmiş. Doğulu olduğu için pkkya yardım ediyor diye şikâyet etmişler. Yahu ne istiyorsun gariban, fukara bir adam; kendini Allah’a vermiş, Allah’ın yolunda hizmet etmeye, insanlara dinini öğretmeye çalışıyor. O mahrumiyet bölgesinden, terör belasından kaçmış, canını kurtarmak için gelmiş, burada gayret sarf ediyor. İftihar edeceğine, takdir, yardım edeceğine şikâyet ediyorsun… Bunları çektiği için diyor ki niye Müslümanlar böyle, acaba, niye biz böyleyiz? İmanımız mı zayıf, samimiyetimiz mi yok?..

Şimdi Batı’ya baktığımızda, Batı büyü-dükçe güçleniyor. Kendi aralarında güç, kuvvet birliği yapıyorlar. Misal, savunmada, sanayide, ekonomide… birleşiyorlar, adeta kendi aralarında bir tutkunluk başlıyor. Müslümanlara bakıyoruz, ilginçtir, büyüdükçe güçlenmeleri gerekirken büyüdükçe kırılı-yorlar. Büyüdükçe kırılıp güçleri, mukavemetleri azalıyor; büyüdükçe farklılıklar başlıyor. Farklılıklar bir zenginlik olmalı ama ben senin farklılığını kabul edebilmeliyim, sen benim farklılığımı kabul edebilmelisin.

Müslümanlarda “Benim doğrularım.” derdi başlıyor. Doğru birdir, o da kimsenin değildir. “Benim doğrularım.” yerine be-nim doğruya yaklaşımım, doğruya isabet edebilmem var. Ben doğruya ne kadar isabet edebilmişim, tamam bunu tartışalım. Ben o doğruya kendimi ne kadar adapte edebilmişim, bunu müzakere edelim. Ama “Benim doğrum.” olunca kavga çıkıyor. Çünkü senin doğrun, beni doğrultmayabiliyor, bana uygun düşmeyebiliyor. Ben de bu sefer tez-antitez meselesi, senin doğruna karşı ben de farklı bir tez geliştiriyorum ona da “Benim doğrum.” diyorum.

Aynı cemaatin içinde bile bakıyoruz o cemaat büyüyünce kendi içinde kırılmalar oluyor. Bu iman eksikliğinden mi, samimi-yetsizlikten mi? Hayır… Neden? Anlayış eksik-liğinden… İslâm’ı anlayış farklılığı oluyor. İşte bu farklılıklar zenginlik olması gerekirken bizde tefrika oluyor. Farkla furkan aynı köktendir. Furkan, hakla batılı birbirinden ayıran, yanlışla doğrunun arasını kesin çizgilerle ayıran manasında. Bizdeki farklılıklar furkan- laşması gerekirken tefrikalaşıyor. Müsbet anlamda gelişmiyor, menfi anlamda gelişiyor.

İşte o zaman misallerde kâr etmiyor. Çünkü eğer ben bir minare çalmışsam ona göre kılıf hazırlamak zorundayım. Kabul ettinse benimlesin ne alâ, kaymağı yiyorsun; etmedinse sana bir sürü isim bulabiliyorum. Sana yedi kitaptan dışarı bir sürü isim bulabiliyorum. Bu hikmetin cihetsiz oluşunu anla- yamadığımızdan…

Geçmişte Galileo dünyanın döndüğünü söylerken o günün sözde din adamları, kilise mensubu Hristiyan âlemi ona karşı çıkmıştı.Bunun vücuduna şeytan girdi diye Galileo’yi yakmaya karar verdiler. O iddia ediyor, tezini ispatlamaya çalışıyor; karşı taraf kör bir cehalete saplanmış hayır diyor; dünya dönmüyor… En sonunda arkadaşları Galileo’ye yalvarıyorlar yapma ya sen onlardan betersin. Ne bu inat? Ama nasıl olur bu bilimsel bir gerçek, diyor Galileo… Arkadaşları, sen şimdi bunu burada reddetsen, dönmüyor desen bu gerçek değişecek mi, diyorlar. Yok. Öyleyse sende dönmüyor de canını kurtar, yoksa diri diri yakacaklar seni… Bunun üzerine mahkemeye dönüyor, ben yanılmışım diyor ve beraat ediyor. Mahkemeden çıkarken kendi kendine diyor; “Siz ne derseniz deyin dünya dönüyor.”

Şimdi biz adeta bugün bunu kabul etmiyoruz. Böyle farklı bir taassubun, cehâletin içindeyiz, adeta dünyanın döndüğünü, hadiselerin döndüğünü, dönerken de her Müslümana farklı cepheden göründüğünü anlamak istemiyoruz. Bize göre dünya dönmüyor. Her şey sabit… Hayır, hâlbuki şu kâinatta sabit bir şey yok. Fânî olan hiçbir şey sabit olamaz. Sabit olan şey sübut bulmuştur, değişmez.

Kâinatta böyle yaratılmış olan sabit bir şey yok. Biz sanki her şeyi sabitleştirmek istiyoruz. Niye? Yenilerine hazır değiliz de ondan. Dünyada hep bir yenilikçilik propagandası da var, Müslümanlar arasında da çokça konuşulan bir terim, duyuyorsunuz; gelenekçiler, yenilikçiler… Belki kâinatta her şey yenileniyor, doğru; -istisnalar kaideyi bozmaz- ama insan kendini çokça yenileyemiyor. İnsan şu kâinata bakarak kâinatla hareket edemiyor, kâinatla uyum sağlayamıyor. Hadiseleri çok geriden takip ediyoruz.

Misallerden buralara geldik, sorunun başına dönersek, o misaller hareketliliği, gayreti arttırmak için; düşünceyi, hissi, duyguyu, kalbi, ruhu, sırrı harekete geçirmek için…

orucumuzu havasin orucuna benzetmeliyiz

Orucumuzu Havasın Orucuna Benzetmeliyiz - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Orucumuzu Havasın Orucuna Benzetmeliyiz

 

Oruç insanın tefekkürü ile gönlüne seyahati için gereken yolculuğun adıdır. Sûfi geleneğinde bir esas vardır: “Sefer der vatan...” Özbek meşayıhının, Türkistan diyarının ulularından -Bu diyardan çıktığı için, mekânını söylemek amacıyla söylüyorum. Aslında bütün İslam âleminin ulusudur.- Abdulhalık Gucdüvanı (ks) Hazretleri bir tespitinde, teşhisinde “Sefer der vatan” buyurmuştur. İnsanın sürekli geldiği yere, aslî vatanına yol alması, sefer etmesi... Bu insanın yaradılış gayesidir. “Fefirru ilellah - Allah’a doğru firar ediniz.” ayeti buna işarettir. Oruç böyle bir seyahatin adeta başlangıcıdır. Ramazan’a has olan bereketin, yedi cennet ve semanın kapılarının açılması, cehennem kapılarının kapatılması ve şeytanların zincire vurulması ile oluşturulan huzur ve bereket ortamında insanın gecelerini de teravihle süsleyip Ramazan’ın nihayetinde ciddi bir muhasebe yapabilmek için, ben bu ayı kârla mı, zararla mı kapattım, yıllık bilançosunu kontrol için insanın on günlük itikâfa girmesi; bu ayda îfa edildikleri için zekât ve fitre gibi ibadetlerin de yardımıyla insan temizlenir. Hâce Hazretleri (ks)

Bu ayki dergimizin konusu Ramazan ve dolayısıyla oruç hakkında olacaktır. İçerisinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’ni barındıran başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş olduğu beyan buyrulan ve sonunda vuslata ererek bayram edilen ayın içine giriyoruz. Biz bu yazımızda oruca büyüklerimizin bakışı nasıldır, bundan bahsetmeye çalışacağız.

İmamı Gazâlî (ksa) Hazretleri’de şöyle buyuruyorlar: 

Oruç üç derecedir:

A) Avamın orucu

B) Havassın orucu

C) Ahass’ul-Havassın orucu

Avamın Orucu: Bu oruç, mide ve tenâsül uzvunu şehvetlerden sakındırmaktır. Yani yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmaktan sakınmaktır.

Havassın Orucu: Kulak, göz, dil, el, ayak ve sâir âzaları günahlardan uzak tutmaktan ibarettir.

Ahass’ul-Havassın Orucu: Kalbi, dünyevî düşüncelerden tamamen arındırıp Allah’tan başka herşeyi kalpten uzaklaştırmaktır. Böyle bir oruç Allah’tan ve kıyâmet gününden başka birşeyi düşünmekle bozulur. Din için düşünmezse dünyayı düşünmek de bu orucu bozar. Fakat din için istenilen dünya, âhiretin azığı olduğu için dünyalıktan çıkar ve böylece bu orucun bozulmasına vesile teşkil etmez. Hattâ kalp ehli, akşam iftarda yiyeceği ve içeceği şeyleri düşünmek suretiyle fikir yürüten kimsenin hatada olduğunu kaydetmişlerdir. Çünkü bu Allah’ın fadlına güvensizlik, Allah tarafından va’dedilen rızka tam inanmamak demektir. Bu mertebe, peygamberlerin, sıddîklerin ve mukarreblerin mertebesidir.

Bu mertebenin sözle anlatılması mümkün değildir. Bunun tahkiki sadece amelî yönden mümkündür. Çünkü bu, himmetin bütünüyle Allah’a yöneltilmesi ve Allah’tan başka herşeyi bir tarafa itmek demektir.

Muhakkakki, bu üç oruç çeşidinden birincisi olan avamın orucu kısmı, bizlerin tuttuğu orucu bahsetmektedir. Avam olarak hepimizin durumu böyledir. Gündüz oruç tutarız. Bazen orucu uykuya tuttururuz. Bunun sebebi de eğer uyanık kalırsak, dışarıda insanlarla muaşeret içinde oluruz. Onların hal ve hareketlerine tahammül edemezsek sinirlenip kalplerini kırarız.

Veya sigara müptelası bir kişi sigara içemediği için onun stresiyle kötü laflar kullanabilir, düşüncesiyle orucu uykuya tuttururlar. Bu hal yanlış bir hal olduğu gibi, belki Ramazanı Şerif’te en masum hata olarak görülebilir. Bir de dışarı çıkıp insanlarla ilişki kuran bu tip insanların bahsedilen kalp kırmak, insanlara küfürlü konuşmak, hakkına razı olmamak gibi kötü amellerin neticesinde tuttuğu orucu “Sadece açlık yanına kalır.” emri Peygamberisi’nde buyrulduğu gibi olur. Özellikle bayanların ve özellikleri bayanların özellikleri gibi olan erkeklerin gıybet etmesi, başkalarını çekiştirmesi –ki, bu camilere ibadet için gittiklerinde bile görülen bir ahlaksızlıktır- orucun sıhhatini tamamen ortadan kaldırabilir.

Fakat oruç, Rabbimiz Celle Celaluhu tarafından “Sevabı benim katımdadır.”, “Oruçlunun ağız kokusu misk kokusu gibidir.” diye buyrulmuştur. Bunun manasına vakıf olmak durumundayız. İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurmuş olduğu havassın orucuna ulaşmak belki zor olabilir. Fakat bizim gayretimiz, iyinin en iyisine ulaşmak olmalıdır. Düşünelim ki, Rabbimiz Celle ve Âla Hazretleri bu güzel amellere bizleri niçin teşvik etmiş? Yılda on iki ay varken, onlardan birini seçip onda da oruç ibadetini emir buyurmaktan muradı nedir? Bilelim ki, Rabbimiz’in bunlardan muradı bizleri affetmek istemesidir. Bizleri sevdiğindendir.

Rabbimiz adeta “Şu bir ay içerisinde Bizim buyurduğumuz gibi yapmaya gayret ederseniz, sizleri affedeceğim ve afla da kalmayıp visalimi lutfedeceğim. Kâmil kullarımın arasına katacağım.” buyuruyorlar. Bunun için diyoruz ki, gelin bizler zora talib olalım. Havassın amelini yapmaya gayret ederek onlara verilen nimetlere ulaşalım. Aslında bizler için bu da kolaylaştırılmıştır. Çünkü bizim içimizde bu amelleri yapıp, semerelerini görmüş ve kolaylıkla nasıl elde edileceğini bizlere talim eden büyüklerimiz var, elhamdulillah. Onların tavsiyelerine uyarsak bize -biiznillah- her şey kolaylaşacaktır. 

İmamı Gazâlî (ks) Hazretleri devamen buyruyorlar ki, 

Havassın orucu ise, sâlihlerin orucudur. Bu orucun keyfiyeti, âzaları günahtan korumakla beraber şu altı şeyle tamam olur;

1. Gözü Korumak

Gözü, çirkin ve istenilmeyen şeylerden korumak, kalbi meşgul eden ve Allah’ın zikrinden alıkoyan şeylere bakmamaktır.

Hz. Peygamber (sa) şöyle buyurmuştur:

Haram bakış, İblis’in zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah’tan korkarak onu terkederse, Allah Teâlâ o kuluna tadı kalbinde beliren bir iman ihsan eder.

2. Dili Korumak

Dilini hezeyan, yalan, gıybet, nemime, fahiş konuşma, galiz konuşma, kavga ve riya ile konuşmaktan korumaktır. Ve aynı zamanda dili sükût etmeye icbâr, Allah’ın zikri ve Kur’ân tilâvetiyle meşgul etmektir. Bu ise, dilin orucudur.

Hz. Peygamber (sa) şöyle buyurmuştur:

“Oruç, mü’min için kalkandır. Bu bakımdan herhangi biriniz oruçlu ise, fahiş konuşmasın, cahilce hareket etmesin. Eğer bir kişi kendisiyle çirkin konuşur veya dövüşürse, desin ki; ben oruçluyum, ben oruçluyum.”

Hz. Peygamber’in devr-i saâdetinde oruç tutan iki kadın, günün son saatinde açlık ve susuzluktan bitkin bir hale geldiler, neredeyse telef olacaklardı. Hz. Peygamber’in huzuruna bir elçi göndererek oruçlarını bozmak için izin istediler. Bunun üzerine Rasûlullah kendilerine bir fincan göndererek şöyle buyurmuştur; “Onlara söyle! Yediklerini bu fincana kussunlar.”

Kadınlardan birisi, fincanın yarısı kadar katı bir kan ile iri bir et parçası kustu. Diğeri de aynı şekilde kusarak fincanı doldurdu. Hâdiseyi gören halk, hayretler içerisinde kaldı. Bu durum karşısında halkın hayretini Rasûlullah şu mübârek sözleriyle gidermeye çalıştı:

“Bu iki kadın, Allah’ın kendilerine helâl kıldığı şeylerden uzaklaşarak oruç tuttular. Fakat Allah’ın kendilerine haram kıldığıyla iftar ettiler. Bir arada, oturarak onu bunu çekiştirdiler. İşte fincanda gördüğünüz irin, onların yemiş olduğu halkın kanı ve etidir.”

3. Kulağı Korumak

Kulağı her mekruhu işitmekten alıkoymak gerekir. Çünkü söylenilmesi haram olan her şeyin işitilmesi de haramdır. İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ, gıybet dinleyen ile haram yiyeni eşit tutmuştur:

“Onlar sürekli yalan dinlerler, haram yerler.” (Mâide; 42)

Bu bakımdan gıybete karşılık sükût haramdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisâ; 140)

Bu sırra binaen Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:

“Gıybet edenle, onu dinleyen günahta ortaktırlar.”

4. Diğer Âzaları Korumak

Diğer âzaları da günahtan alıkoymak gerekir. Meselâ el ve ayak gibi. Karnını iftar zamanında nefsin istediği şehvetlerden korumalıdır. Helâl yemekten çekinmek suretiyle oruç tutup, iftar zamanında haram ile iftar edenin orucu hiçbir fayda temin etmez ve mânâsız kalır. Böyle bir oruçlunun durumu tıpkı bir köşk binâ edip, bir şehri yıkanın durumuna benzer. Çünkü helâl yemek ancak fazla yendiği takdirde zarar vericidir. Onun azı ise faydalıdır.

Bu bakımdan oruç, onu azaltmak için icâd edilmiş bir ibadettir. Zararından korkarak ilâçları terketmek, sonra da zehir almak, hamakattan başka birşey değildir. Haram ise, dini yok eden bir zehirdir. Helâl ise, azı fayda, çoğu zarar veren bir ilâçtır. Oruçtan gaye, helâlı azaltmaktır.

Çünkü Hz. Peygamber (sa) şöyle buyurmuştur:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan sadece açlık ve susuzluk elde eder.”

5. İftarda Az Yemek

İftar zamanında tıka-basa; helâl de olsa yememek gerekir. Helâl de olsa tıka-basa doldurulan karın, Allah nezdinde en fazla buğzedilen kaptır. Oruçlu bir kimse, gündüz yemediklerini iftar zamanında tıka-basa yerse, acaba Allah’ın düşmanı olan nefis ve şeytanı nasıl kahredebilir ve şehvetini nasıl kırabilir? Bazen de kişi, oruçlu olmadığı takdirde yiyeceklerinin birkaç mislini temin ederek iftarda yer.

6. İftar Sonrasında Korku İle Ümit Arasında Olmak

Oruçlunun iftardan sonra kalbi korku ve ümit arasında muzdarip olmalıdır. Çünkü orucunun kabul edilip kendisinin Allah’a yakın olanlardan veya orucunun kabul edilmeyip Allah’ın gazâbına maruz kalanlardan olup olmadığını kestirememektedir. Her ibadetin sonunda da böyle olmalıdır.

Hasan b. Ebî Hasan b. Hasan el-Basrî, kahkaha ile gülen bir grubun yanından geçerken onlara şöyle der: “Ey insanlar! Allah Teâlâ, Ramazan ayını, kulları için bir yarış sahası olarak yaratmıştır. Kullar o ayda ibadet hedefine doğru koşuşurlar. Şüphesiz o grup, zaferi elde eder, diğer bir grup ise geri kalıp, mükâfat kazanmaktan mahrum kalır. Hayret edilecek durum, o gülen ve oynaşan kimselerin durumudur ki, halkın koştuğu hedefe kavuştukları bir günde, onlar gaflet içerisinde gülüşüp oynaşırlar. Böyle bir nimetten mahrum kalırlar. Ey gülenler! Şunu iyi bilin. Allah’a yemin ederim ki, eğer Allah Teâlâ perdeyi aralasaydı, iyilik yapan iyiliğiyle, kötülük yapan da üzüntüsüyle meşgul olur, böylece gülmek kapısı kapanırdı”

Kıymetli kardeşlerim, yukarda da belirttiğimiz gibi, İslam dininin tüm hakikatlerini ancak ve ancak, ehassul havas diye tabir edilen kümmelini evliullah hazeratından öğrenebiliriz.

Bu açıdan baktığımızda yukarda gerek Hâce Hazretleri’nin (ks) kibar-ı kelamları, gerekse İmam Gazâlî (ks) Hazretleri’nin İhya-u Ulumi’d-Din eserinde yazdığı kelamlar, bizlere Ramazan-ı Şerif’e bakışımızı ve bu ayda yapacağımız ibadet ve taati nasıl yapacağımızın ip uçlarını sunmaktadır. Bunun içindir ki, avamlıktan kurtulup havas olabilmenin yolu sadece onlara tabi olmakla olur. Aksi takdirde nefislerinin enaniyetlerinden kurtulamamış, mü’minleri ibadetlerinden uzaklaştırmak için çalışan ya da mü’minleri sadece amellerin fazlalığına boğarak, bıkacak seviyeye getiren anlayışların kurbanı olmaktan kurtulamayız. 

Bu vesileyle Hakk’a yakınlığa ulaştıracak oruçlar tutabilmeğe müyesser kılmasını Rabbimiz’den niyaz ediyor, sizleri Allah’a emanet ediyoruz.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Salı, 01 Temmuz 2014 11:16

KUR’AN İLE İNSAN İKİZDİR

kur an ile insan ikizdir

Kur'an ile İnsan İkizdir - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Kur'an ile İnsan İkizdir

 

Rabbimiz’e hamd olsun ki kadri/kıymeti Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen, Receb ve Şâbân ayları ile gelişi müjdelenen, içerisinde bin aydan daha kıymetli bir geceyi barındıran, ümmet için karşılığı yalnızca Rabbimiz’ce malum bir ibadet olan orucu tutma zevkini veren ve Kur’ân ile hemhal olunması, Kur’ân’dan kâmilen aksi feyz edilmesi ve Kur’ân’ı anlama ve anlatmaya en çok gayret etmemiz gereken bir aya; Ramazanı Şerîf’e ulaştık çok şükür. Cenâbı Hak en güzel şekilde Ramazan’ı ihya edebilmeyi, onunla tekrar dirilebilmeyi ve şikâyetinden emin olabilmeyi bizlere nasip etsin.

Beraat Gecesi’nde bir bütün olarak Levh-i Mahfûz’a indirilen Kur’ân-ı Kerim, Ramazan Ayı’nın içerisinde, Kadir Gecesi’nde de peyderpey Efendimiz’e (sav) vahyedilmeye başlamıştır. Onun için Ramazan Ayı ile Kur’ân arasında hususi bir münasebet vardır. Levh’den indirilen Kitâb’ın zemini olarak bir İnsan’ın seçilmesi ve O’nun (sav), Şâri’in (cc) yanındaki kadir ve kıymeti bize bahşedilen bu hakikatin hayatımızın bütününü kapsaması için muhakkak anlaşılması gereken bir durumdur. Nitekim “Yâ Rasûlallah! Ben okuma yazma bilmiyorum. Kur’ânı okuyup anlayarak amel edebilecek bir durumda değilim. Ancak ben Allah’ı ve Resûlü’nü çok seviyorum. Sen bana Allah adına ne söylersen ona itaat etmeye gayret edeceğim, Seni hangi iş üzere görürsem izinden gitmeye azmedeceğim.” diye halini arz eden bir sahabiye Efendimiz’in (sav); “Bu insanın anlayışı ne güzel bir anlayıştır!” buyurmaları da meselenin ehem ve mühimini bize açıkça göstermektedir. Zaten satırdan satıra aktarılandan çok daha mühim olan yani onları da aslını bozmadan muhafaza edecek kimselerin sadırlarına dökülen inciler de bu anlayış sayesinde onların sinelerine yerleşmektedir. 

Biz de bu ayın Kur’ân ayı olması münasebetiyle bu ayki yazımızı Hazreti Kur’ân çerçevesinde yazmaya gayret edeceğiz. Fakat daha önce çok kereler yapılanın aksine Kur’ân’ın içeriğine, ayetlerine, hükümlerine dair değil de isim ve sıfatlarına değinen bir çalışma olması gayretinde olacağız. Hatta bu isim ve sıfatların daha iyi anlaşılması, müşahhas bir kimlikle değerlendirilmesi ve dolayısıyla da daha hayatın içinden, yaşanabilir olması için de bu isim ve sıfatların başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere ekmel ve eşref olan insana da ait olduğu bilinciyle bir değerlendirme yapmak istiyoruz. 

Malum olduğu üzere Hazreti Âişe validemize Efendimiz’in (sav) ahlâkı sorulduğunda; “Siz hiç Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun (sav) ahlâkı Kur’ân’dı.” buyurmuşlar. Yani başka bir deyişle Hazreti Peygamber’in (sav) “Yaşayan Kur’ân” oluşu bize O’nun en yakınları tarafından ifade buyrulmuştur. Hadisi şerifte; “İnsan ile Kur’ân tev’emdir/ikizdir.” buyrulması, Hazreti Ali efendimizin kendilerine karşı mızrakların ucuna Kur’ân sahifeleri takarak halifenin ordusunu geri püskürtmeyi amaçlayan Hâriciler’e hitaben; “Ben konuşan Kur’ânım. Mızrakların ucuna taktıklarınız kâğıt parçalarından ibarettir.” buyurarak bu hakikati teyit etmişlerdir. 

İşte biz de hayatımızdaki tek şerefimiz olan insanı kâmil ile birlikteliğimizin kıymetini bir nebze olsun daha iyi anlamak; henüz bu büyük hazineye tutunamamış, onunla tanışamamış, Rabbimiz’in bu noktada kısmetini açmadığı diğer insanların tanıyışına da vesile olabilmek ümidiyle Kur’an’ın isimlerini başta Efendimiz (sav) olmak kaydiyle zâhiren ve bâtınen O’na varis olan insanı kâmil aynasından okumaya gayret edeceğiz. 

Bu noktada böyle bir çalışma için evvelâ bize ışık olan isimden, Âl-i İmrân Sûresi 3. ayette geçen “Hablillâh” isminden başlamak istiyoruz:

Hablillâh: Habl, sapasağlam ip, Hablillâh ise Allah’ın, kopmayan sağlam ipi manasına gelmektedir. Ayeti kerimelerden oluşan Kur’ân’ın kendisine tutunanı kesintiye uğratmadan, yarı yolda bırakmadan, Rabbi’ne vasıl ettiği hususunda hiçbir mü’minin şüphesi olamaz. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Allah’ın en büyük ayeti hiç kuşkusuz “Hazreti İnsan”dır. Zaten Kur’ân’ın izahı, ayetlerden kastedilen manalar da ancak bir insan sayesinde anlaşılmaktadır. Eğer o izahlar olmasa, bunca senedir bize yol gösteren kâmil insan -Allah muhafaza- bulunmasa biz de bugün Kur’ân’ı anlayacağız diye ne idüğü belirsiz fikirlere kapılır, Kur’ân’ı anlayacağız derken kendi heva ve heveslerimize göre yorumlarda bulunup dünya ve âhiretimizi berbat edebilirdik. Bu yüzden Kur’ân’ı anlamak ve hayatımızı ona göre tanzim edebilmek için evvelâ ehlisünnet ve’l-cemaat olan, sahih bir akîdeye sahip, sünneti yaşayan ve yaşatmaya gayret eden Hazreti İnsan’a tutunmalıyız ki Cenâbı Hakk’ın Zâtı’na yol bulmak mümkün olabilsin

Müfessir Alûsî de bu manaya işaret ederek Âl-i İmrân Sûresi 103. ayetteki “hablillâh” ifadesini izah ederken İmam Hasan’ın (ra); “Burada geçen sağlam ip/hablillâh Resûlullah’a uymaktır.” sözünü nakletmektedir. Resûlullah hayattayken O’na uymak bizi Hakk’a götüreceği gibi O’ndan sonra da kâmil varislerinin izini takip etmek de bizi aynı menzile ulaştıracaktır inşaallah. 

Hazreti Peygamber’in hayatı Kur’ân’ı anlama ve anlatmakta, yaşamakta, O’na sımsıkı tutunmakta bize en güzel örnek olduğu gibi râşid halifelerinin, sahabilerinin ve onların yolunu tutan sulehânın da kıymeti iyi anlaşılmalı ve onlara duyulan ihtiyaç ve iştiyak insanda had safhaya ulaşmalıdır. Hablillâh olan Kur’ân’a tutunmanın yolu hablillâh olan insanı kâmilin elinden tutmakla mümkündür.

Furkân: Hakkı bâtıldan ayıran manasına gelen Furkân kavramı da mü’min/muvahhid bir kimse için olmazsa olmaz hususiyetlerden bir tanesidir. İnanan kimse hakikati öğrenip ona tabi olmakla yükümlü olduğu gibi bâtılın sınırlarını da iyi bilmeli ve bâtılın karanlık uçurumlarına yuvarlanmamak için var gücüyle son nefesine kadar azmetmelidir. Hatta bu firaset bugün için o kadar önem arz etmektedir ki bunu izaha kalkmak bile başlı başına bir yazı konusu olabilir. Şu kadarıyla iktifa edelim ki; nefsin bizi kandırabileceği/alt edebileceği hileleri sadece butlan yollardan olacak diye bir kaide yoktur. Aksine “Nefs sizi hayır ile de kandırır.” hakikatinin de işaret ettiği gibi belki bugün yanlıştan ziyade doğruluk kılıfına büründürülmüş, aslında yanlışa kıyas ile çok daha tehlikeli olan bir formatta karşımıza çıkmakta ve bizi Rabbimiz’in huzurunda mahcup edebilecek amelleri hiç de zorlanmadan bir bir yaptırmaktadır. Bu noktada dine sonradan sokulan bid’atler ve israiliyyat da dediğimiz hurafeler, bu doğru ile kandırma, daha doğrusu doğru gibi görünen yanlışlarla aldatma işinde başroldedir. 

Furkân vasfını taşımayan, daha doğrusu Fâruk olamayan bir mü’min zarar kimden ve nasıl gelir anlayamayacağından; iyilik kimlerle ve nasıl temin edilir bunu fehmedemeyeceğinden maalesef kaş yapayım derken göz çıkartmakta ve bazen hem kendine hem de onu Müslüman bir şahsiyet olarak bilen ve inanan diğer insanlara zarardan başka bir şey getirmemektedir.

Mev’ize: Öğüt verici manasına gelen bu kelime Kur’ân-ı Kerim’in bir ismi olduğu kadar tam manasıyla kâmil bir mü’minin de vasfıdır. Çünkü mü’min, sadece kendi inanmakla ve inandıklarını münferid olarak yaşamakla kendisinden beklenenin cüz’î bir kısmını ortaya koymuş olur. Diğer vazifelerini de yerine getirmiş, tamamlamış ve yaratılmasından asıl maksadını yerine getiren bir kul olmak için yaşadığı hakikatleri bozmadan, yıpratmadan diğer insanlara da aktarmalı ve yeryüzünde, sosyal hayatın içerisinde birlikte yaşanabilir bir din tesisi için gayret etmelidir. Çünkü mü’minin hayatı talim, tatbik ve tebliğden ibarettir. 

Tebliğ denilince de ilk akla gelen metod elbette öğüt vermek, nasihat etmektir. Zaten Efendimiz’in (sav); “Din nasihattir.” emr-i hümâyunları da aynı manaya işarettir. Ancak öğüt yahut nasihat sadece söylemek de değildir. Hâcegân büyükleri (ksa); “Kâl ile yapılan değil, hâl ile verilen öğüt tesirli olur.” buyurmaları zaten asıl tesirin belki konuşmaya dahi gerek kalmadan hakikati yaşamakla mümkün olacağını bizlere haber vermektedir. Böyle bir metodla binlerce Nakşibendî’ye yol gösteren Şâhı Nakşibend (ks) Hazretleri öğüt/nasihat hakkındaki görüşlerini toparlayan şu ifadeleri ile en büyük nasihatçinin hakikati yaşan bir insan olduğunu ifade sadedinde “Sükûtumuzdan anlamayan, sohbetimizden hiç anlayamaz.” buyurarak mühim olanın Kitab ve sünnete muvâfık bir yaşantı, duruş olduğunu bizlere ifade etmişlerdir.

Zaten Cenâbı Hak “Yapmadıklarınızı niçin söylersiniz?” buyurarak önemli olanın işlemek olduğunu bize bildirmiş, hakikati yaşamayı yahut yaşama azmini bize öncelikli olarak bildirmiş; böyle olursa tebliğin yerini bulacağına da mutlak manada işaret etmiştir.

Hüdâ: Yol gösteren, hidayete en büyük vesile manasına gelmektedir. Cenâbı Hak için kullanıldığında bizâtihî hidayet eden manasına da gelir. İnsanın Rabbin’e yol alması evvelâ bir insanın hak ve hakikat olduğunu kabul ile başlar. “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh” ifadesi Allah’ın kendi adına hidayete davet edecek bir insanın varlığı kabul edilmiş olur. Zaten Kur’ân da, melek de, âhiret de, hesap da, mizan da, cennet ve cehennem de bu kabulden sonra gelir. 

İslâm’ın ilk muhatabları sahabe efendilerimiz için de Hazreti Peygamber’in varlığı her şeyden daha mühim idi. Çünkü O’nun gitti yol, dosdoğru olarak Rabbi tarafından teyid edilmiş, insanlara da Allah’a itaatten sonra bir hidayet rehberi olarak O’na ve kendilerinden olan emir sahiplerine ittiba etmeleri emredilmiştir.

Şifâ: Kur’ân-ı Kerim, zahirî ve batınî hastalıklara bir şifadır muhakkak. Ancak asıl olanın Allah katında ondan daha sevimli ve sevgili olan İnsan’ın sesinin, sözünün, yüzünün yani bizzat kendisinin şifâ oluşudur. Yani onların varlıklarından alınan mânevî kuvvet, yanlarında olmaktan ötürü duyulan eminlik, birlikte yaşamanın getirdiği huzur şöyle dursun; ellerini sürdüklerinde hissedilen ferahlık, sözlerinden anlaşılan hakikat, nazarlarındaki kuvvet, kalplerindeki rikkat ve şefkat insanın maddî ve mânevî bütün sıkıntılarını giderecek bir kimyaya sahiptir. Meselenin bu yönü tasavvuf ıstılahında teveccüh ve teberrük olarak ele alınmış ve haklarında müstakil eserler vücuda getirilmiştir. 

Eserlerimizde hem teveccühle/yönelmeyle hem de teberrükle/bereketlenmeyle ilgili hem diğer peygamberlerden, onların zamanlarında yaşamış salih kimselerin hem de Efendimiz ve güzide ashabından nice menkıbeler vardır. Hazreti Hızır’ın yaptığı gibi insanların mânevî müşküllerinin halli için yapılanlar olduğu gibi mübarek terlerinden, kıllarından, ballarından insanların maddî hastalıklarına şifâ olduğu da bir hakikattir.

Rahmet: Kur’ân-ı Kerim’in bir diğer isminin “Rahmet” olması rahmete vesile olmasından ileri gelmektedir. Rabbimiz’in Rahmân isminin tezâhürü. Yani Cenâbı Hak indirdiği bu Kitab’la merhametine vesile olabilecek amelleri ve rahmetinden ebediyen uzaklaşmaya sebep olabilecek yanlışlıkları bize bildirmiştir. Cüz’i irademizle, doğruyu yanlışı ayırt edebilmeye yarayan aklımızla ve içimizdeki terazimiz olan vicdanımızla hak ve hakikate yönelmemizi bizden murâd eder. “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurarak, Efendimiz’e (as) itaatle bu muradın geçekleşeceğini de bize bildirmiştir. 

Zaten meselenin özü bu İnsan’a itaat etmekte yahut edememekte gizlidir. Yoksa kulun bilgisi, tecrübesi, ameli bu itaat olmadan bir şey ifade etmemekte. Cenâbı Hak iblis aleyhi’l-la’ne ile Hazreti Âdem’in kıssasını naklederek bize bu hakikati tüm yönleriyle aktarmış, kendimiz ibret olmadan bize bu hadiseden ibret almayı salık vermiştir. Binlerce yıllık ilmi, ameli ve tecrübesi olmasına rağmen Hazreti Âdem’e itaatteki eksikliği onun rahmetten ebediyyen uzaklaştırılmasına sebep olmuştur. 

Bunun aksi de mümkündür. Eksik olsun diye söylemiyoruz fakat insanın ilimde, amelde yahut herhangi bir hususta eksiklikleri olsa bile kâmil insanla irtibatı, ona olan sevgisi ve onu takip etmekteki hassasiyeti kişiyi Cenâbı Hakk’ın katına tabi oldukları ile birlikte kılacaktır inşaalah. “İyilerle beraber olan her kötü, neticede iyilere yazılır.” Hadisi şerifi, “Sadıklarla beraber olun.” ve “Ya Rabbi! Bizi şahidlerle beraber yaz/onlarla beraber et.” ayeti kerimelerinde, bu hakikate işaret edilmiştir.

Aziz: İzzet sahibi, neticede mutlak galip, manasına… Ayeti kerimede; “İzzet ancak Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerindir.” buyrulmuştur. İzzet sahibi kimseye aziz denilmektedir. Dolayısıyla kitabımızın isimlerinden olan Aziz sıfatına mü’minlerin de layık görüldüğü apaçık ortadadır. Düşünüldüğünde gerek kıraat yönünden, gerek hükümlerinin uygulanması açısından, gerekse de ona yapılan taaruzların bertaraf edilmesi cihetinden Kur’ân-ı Kerim’in izzetinin korunması da Allah’a, Resûlü’ne inanan ve Kitab’a iman eden izzetli kimselerin vesilesiyle olmaktadır.

Önümüzdeki ay yazımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz inşaalah…

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort