JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 01 Eylül 2014 19:46

ÇİRKİN GÜZELE BAKA BAKA GÜZELLEŞİR

cirgin guzel

Çirkin Güzele Baka Baka Güzelleşir - Salih ŞAKAR

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Çirkin Güzele Baka Baka Güzelleşir

 

Güzel‘in sözlük anlamı: Göze ve kulağa hoş gelen, hayranlık uyandıran, çirkin karşıtı, biçimindeki uyum ve ölçülerindeki dengeyle hoşa giden, görgü kurallarına uygun olan, beklenene uygun düşen ve başarı düşüncesi uyandıran, sakin, hoş, soyluluk ve ahlâkî üstünlük düşüncesi uyandıran.

Yukarıdaki anlamlardan da anlaşılacağı üzere; güzel, çok göreceli bir kavramdır. Sana göre güzel olmayan bana göre güzel olabilir. Bana göre güzel olan sana göre güzel olmayabilir.

Bir olayı veya bir kavramı değerlendirirken Hakk’a göre ele alıp ona göre hareket etmek çok önemlidir. Güzel bir hanımefendiye erkek olarak tabiri caizse erkek bakışı ile baktığında sadece seni memnun ve tatmin edecek birisi gibi görüp ona göre değerlendirmede bulunursun.

Eşrefi mahluk cephesinden baktığında Allah’ın eseri olarak görüp ona göre değerlendirmede bulunursun. Yani insan olarak güzelden ziyade, duruşumu ve bakış açımı sana göre bana göre değil de Hakk’a göre belirlemem gerekiyor. Çünkü ona göre anlam yükleyip ona göre davranışlarımı ayarlamaya çalışırım.

Çok kaliteli, hatırı sayılır marka ve güzel al benisi olan bir aracınız var. Ben bunla hava atayım, kendi hevam ve arzularıma göre kullanayım diye bir bakışla yaklaşırsan nefsinin tatmini için kullanmış olursun. Ama bu bana Hakk’ın bir hediyesidir diye baktığında O’nun yolunda hizmet olsun diye kullanırsın. Bakın güzel olan bir şeye sahiptiniz ama onu bakış açısına göre ele aldığınızda anlamına uygun ya da uygun olmayan bir şekilde değerlendirmiş ve kullanmış oluyorsunuz.

Evim, arabam, yazlığım her neye sahipsen güzel diyorsun, alırken ne kadar zorluk çektin değil mi? Geceni gündüzüne kattın.Gerekti kredi çektin, gerekti başka ikinci belki de üçüncü işleri yaptın. Amaç ne? Güzel bir dünyevî şeye sahip olman. Oysa güzel olan Hazreti İnsan’dır. Ona ulaşmak, onunla beraber yaşamak, ona sahip olmak için neler yaptın? Allah insanları eşrefi mahluk olarak yaratmış ve kendine halife seçmiş. Kendi güzelliğinin farkına varıp sahip çıkabildin mi? Yoksa bu güzelliği beyhude harcayıp heba mı ettin?

Toplum içinde ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca diye bilinen sözün doğrusunun “Ben güzele güzel demem ben güzelin olmayınca.” olduğunu buyurmuşlardı Hâce Hazretleri. Evet, Allah öyle buyurmuyor mu “Dağa taşa sığmadım mü’min kulumun gönlüne sığdım.” Onların kalbinde Allah’tan başka bir şey yoktur. Önemli olan bir insanı kâmilin gönlüne girebilmektir. Güzel olan budur. Çok sevdiğiniz bir hanımefendi eğer sizi sevmiyorsa, size değer vermiyorsa sizin bu güzel benim demeniz neyi değiştirir acaba?

Ama o sizi sevip değer verse, sizi sahiplense çok şey değişir ve siz o güzelin olmuş olursunuz. Sanki bunun gibi eğer Allah dostunun kalbinde olursanız doğal olarak anlayışınız ölçüsünde bütün güzelliklere sahip olmuş olursunuz. Çünkü onun bir parçası olmuşsunuzdur. O, vefalıdır sevdiğini, gönlündeki birisini asla ama asla yarı yolda bırakmaz yeter ki sen onu gönlünden çıkma.

Adamın birisi bir uçak kazasında kadınların olduğu adaya düşmüş. Onca kadınların içinde sadece bu düşen adam varmış. Kadınlar kendi aralarında toplanıp bu böyle olmaz içimizde sadece bir erkek var deyip onu öldürmeye karar vermişler. Adama sormuşlar seni öldüreceğiz son bir isteğin var mı?, deyince, adam:

- O zaman beni içinizde en çirkin olanınız öldürsün, demiş.

Kadınlar birbirlerine bakmışlar ve kimse çirkinliği kabul etmediği içni adamı öldüren olmamış adam da böylece kurtulmuş.

Güzel olmak istiyorsan önce çirkinliğini yani tüm kötü şeylerin senden kaynaklandığını kabullenmen ve güzellerle beraber olman, onlarla birlikte yaşaman gerekir. Sürekli bizlere anlatılır belki tekrarı olacak ama yeri geldi, şöyle ki:

Adamın biri doksan dokuz kişiyi öldürmüş. Zamanla bundan rahatsızlık duymuş ve o zamanın âlim zatına giderek:

- Ben doksan dokuz kişiyi öldürdüm. Bundan rahatsızlık duyuyorum. Allah beni affeder mi?, demiş.

O zat:

- Bu kadar kişiyi öldürmüşsün senin işin zor Allah seni affetmez, deyince adam:

- Ha doksan dokuz ha yüz demiş ve onu da öldürmüş. Gel zaman git zaman adam yine rahatsız olmuş ve başka bir âlim zata giderek başından geçenleri anlatmış, rahatsız olduğunu söyleyip, “Allah beni affeder mi?” diye sormuş.

O zat:

- Tevbe et, Allah’ın rahmeti büyük inşaallah seni affeder ama sen buralarda kalırsan yine adam öldürmeye devam edebilirsin o yüzden falanca yerde güzel insanlar var sen oraya git ve bundan sonraki yaşamını orda devam ettirmeye çalış, demiş.

Adam da o zatın söylediğini dinleyip oraya gitmeye karar vermiş.Yolda giderken vefat etmiş.Cennete ve cehenneme götürecek melekler kendi taraflarına almak için tabiri caizse tartışma içine girmişler. Tam bu sırada bir ses:

- Hangi tarafa yakınsa o tarafın melekleri alıp götürsünler, demiş.

Melekler ölçmüşler ve cennet yakın geldiği için cennete götürmüşler.

Bakın yüz kişiyi öldürmüş. Allah’ın kendisini affetmesi için niyetlenmiş ve güzel insanların yanına hicret etme yolunda vefat etmiş. Daha oraya varamadan, onlarla yaşamadan bile o halis niyeti adamı kurtarmış. Bir de onlarla yaşarsan, onlara arkadaş olursan ne olur var gerisini sen düşün.

Evet arkadaşlar bunlar bize niye anlatılıyor? Oo, çok güzel bir hikaye ya, bayağı etkilendim diyelim diye mi? Etkilendin de bu uğurda niyetinde, amelinde, yaşantında bir değişiklik oldu mu? Güzellerle beraber değilsen bir güzelin kalbine girme niyetin, arayışın, gayretin var mı? Güzel seni buldu ise, ona teslim olmada, hizmet etmede, şükrünü vermede ne kadar hareketlisin?

Allah yâr ve yardımcımız olsun.

 

Yazar: Salih ŞAKAR

 

Pazartesi, 01 Eylül 2014 19:29

DÖRT ŞEHİT ANNESİ HZ. HANSA (ra) ANNEMİZ

hz hansa annemiz

Dört Şehit Annesi Hz. Hansa (ra) Annemiz - Şeb-i VUSLAT

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Dört Şehit Annesi Hz. Hansa (ra) Annemiz

 

Hz. Hansa mersiyeleriyle tanınmış meşhur hanım şairlerden...

Cesaret ve kahramanlığıyla ün salmış bir hanım sahabe...

Dört oğlunun şehadet haberini müjde gibi karşılayan iman dolu bir anne...

Çocuklarının şehitlik sevincini hamd ederek, dua ve niyaz ile açığa vuran, kadere teslim olmuş bir iman eri...

Hz. Hansa annemiz Amr b. Şerid’in kızı olup kudretli bir şairdi. O birçok şair yetiştirmiş Benî Süleym kabilesine mensuptur. Asıl adı Tümadur binti Amr olan annemiz “Hansa” lakabıyla bilinmektedir. Annemiz, Arap edebiyatında kadın şairlerin en önde geleni olarak kabul edilir. Şiirlerinin çoğunu cahiliye devrinde söylemiştir. Savaşlardaki, yiğitlik, kahramanlık sahnelerini kadın duygusallığı içinde sade bir dille anlatmıştır. Özellikle mersiye türünde meşhur olmuştur.

Hz. Hansa’nın biri Muaviye, diğeri Sahr isminde iki kardeşi vardı. Muaviye yakışıklı bir yiğit, Sahr da hâlim-selim cömert biriydi. Kabileler arasındaki savaşlarda ikisi de öldürülmüştür. Hansa bu iki kardeşinin mertlik ve cömertliğine dair söylediği mersiyelerle meşhur olmuştur. Hz. Hansa (ra) annemiz, İslâm’ın ilk dönemlerde çocuklarıyla birlikte Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’in sohbetlerinde bulundu. Hz. Ömer (ra) ile görüştü. İki cihan güneşi Efendimiz onun şiirlerini beğenirdi. “Haydi Hunâs!” diyerek şiir okumasını isterdi.

Hz. Hansa (ra) öldürülen kardeşleri için çok gözyaşı döküyordu. O kadar ki ağlamaktan dolayı yüzünde izler meydana geldi. Hz. Ömer (ra) kendisine; “Niçin bu kadar ağlıyorsun? Onlar şimdi cehennem odunu.” deyince o şefkat ve merhametinin neticesi olarak bu sözden alındı ve; “İşte şimdi hüznüm bir kat daha arttı” diye serzenişli bir cevap verdi.

Hz. Hansa (ra) İslâm’ın nuruyla kalbini doldurmaya ve çocuklarını da bu yolda yetiştirmeğe gayret etti. Mal ve evladın Allah’ın (cc) bir emaneti olduğunu bildi. Dört oğlunu da Allah (cc) yolunun yolcuları olarak büyüttü. Onlar Allah (cc) yolunda cihat edebilecek yaşa, 17-18 yaşlarına girmişlerdi. Güçlü, kuvvetli enerjik ve gönülleri şehitlik özlemiyle dolu, pırıl pırıl birer genç olmuşlardı. İslâm dini yayılmaya başlamış, fetihler çoğalmıştı. Müslümanlar zaferden zafere koşuyordu. Bu dört mücahit genç delikanlılar, anneleriyle birlikte Hz. Ömer’in (ra) halifeliği döneminde “Kadisiye Savaşı” için hazırlanan orduya gönüllü olarak katıldılar. Allah’a (cc) ve Resûlü’ne (sav) teslim olmuş bir anne için ne büyük bir mutluluktu bu.

Hz. Hansa (ra) annemiz bir akşam üstü çocuklarını yanına topladı. Dört oğlunu bir anne şefkati nazarıyla süzdükten sonra onlara yüce hedeflere ulaşma konusunda nasihatler yaptı. Gönüllerini coşturan tesirli, derin ifadelerle, onların iman dolu damarlarını harekete geçiren şöyle bir hitabede bulundu;

“Yavrularım! Sizi Müslüman olmaya kimse zorlamadı. Kendi isteğinizle Müslüman oldunuz. Kendi iradenizle orduya katılıp buralara kadar geldiniz. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, siz hep bir annenin oğlu, bir babanın çocuklarısınız. Ben sizin babanızın namusunu korudum; ona ihanet etmedim. Dayınızı da mahcup edecek bir ahlâksızlıkta bulunmadım. Şerefinize leke düşürmedim. Soyunuzu değiştirip bozmadım. Sizler, Allah yolunda savaşan mücahitlere Rabbiniz’in hazırladığı sevabı biliyorsunuz. Bakî olan âhiret yurdunun fâni olan dünyadan daha hayırlı olduğunu da biliniz. Cenâb-ı Hakk’ın: “Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân; 200) buyurduğunu hatırlayınız. Yarın inşaallah sağ sâlim sabaha erişirseniz, basiretli bir şekilde, sabır ve sebatla düşmana saldırın. Bu konuda düşmana karşı sadece Allah’tan yardım isteyin. Harp kızıştığında düşmanın can alıcı yerine kadar gidin. Onların kumandanı ile çarpışın. Zafer elde ederseniz ganimete kavuşursunuz. Şehit olursanız cennete girer, ikrama nail olursunuz.”

Sevgili annelerinin gösterdiği hedefe ulaşmak için dört kardeş sabahı zor etti. Sabah olduğunda yerlerinde duramayan Hz. Hansa’nın (ra) oğulları arslanlar gibi savaş meydanına atıldılar. Büyük kahramanlıklar sergilediler. Sonunda özlemini çektikleri şehitlik mertebesine eriştiler. Bedenleri savaş meydanında kaldı. Ruhları cennet-i âlâya uçtu.

Kadisiye Savaşı Müslümanların zaferiyle neticelendi. Dört civan genç kardeşler de şehitler arasındaydı. Annelerine haber vermek için gelenler üzgün üzgün Hz. Hansa (ra) annemizin yanına geliyordu. Hâlbuki o büyük bir metanet içerisinde, kadere teslim olmuş bir vaziyette, son derece sakin bir halde idi. Dört oğlunun şehitlik makamını kazanmaları onun için büyük bir saadetti. Onların şehadet haberini sanki bir müjde gibi karşıladı. Allah’a hamd edip sevincini şu dua ve niyaz ifadeleriyle açığa vurdu;

“Onların şehadetiyle beni şereflendiren Allah’a hamdolsun. Yüce Rabbim beni onlarla beraber rahmetinin gölgesinde birleştirsin.”

Hz. Hansa (ra), hayatın, servetin ve evladın kendine Allah’ın bir emaneti olduğunun şuurunda idi. Çocuklarını da bu duygu ve düşüncelerle yetiştirdi. Onlara ölmez ufuklar verdi. Dünya hayatı fâni, âhiret yurdu bakî idi. Emaneti sahibinin yoluna feda etmek en kârlı ve en akıllı bir işti. Kendinden önce âhirete böyle hayırlı oğullar gönderdi geriye de rahmet ile anılacak bir isim bıraktı.

Cenâb-ı Hak şefaatlerine nail eylesin, âmin.

Selâm ve dua ile...

 

Kaynakça:

Mehmed Emre, Büyük İslâm Kadınları ve Hanım Sahabeler, Çelik Yayınevi, İstanbul

Altınoluk Dergisi, Eylül 2002

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

Pazartesi, 01 Eylül 2014 19:17

KULLUKTA DEVAMLILIK

Kullukta Devamlılık

Kullukta Devamlılık - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Kullukta Devamlılık

 

Âlemlerin Rabbi olan (cc) eşi benzeri ve dengi olmayan, Allahu Teâlâ’ya (cc) binlerce hamdu sena olsun. Habib-i Kibriya, Muhammed Mustafa’ya (sav) mahlukatın nefeslerinin adeti sayısı kadar salâtu selâm olsun. Cümlemizi mağfiret zumresine ilhak eylesin.

Bu ayki yazımızda, Allahu Teâlâ (cc) Hazretleri’ne, farz ibadetleri yapıp geri kalan, zamanlarımızda da boş ve faydasız şeylerle oyalanmayıp hayatımızın her karesinde hiç durmadan, kullukta nasıl devamlı olabiliriz? Rabbimiz ayeti kerimesinde bizlere şöyle buyuruyor ki:

“İşte Benim yolum dosdoğru aydınlık İslâm’dır, o yoldan gidiniz onun dışında kalan başka yollara sapmayınız.Çünkü o yollar size aydınlık Allah yolundan saptırarak bölünmelere ve felaketlere sürükler.” (En’am; 153)

Doğduğumuz andan itibaren önümüzde, sürekli yürümemiz gereken bir yol var. Bu yolda, ışıklara dikkat ederek, levhalara bakarak; koşmadan, tökezlemeden, yerimizde saymadan, duraklamadan, engellere takılmadan, istenilen menzile varmamız için bir yol var, ciddi bir musabaka var. Bu yolu kat etme var. Ama nasıl?

Allahu Teâlâ (cc) bizlere buyuruyor ki: “Önünüzde bir yol var.” 

Bizler de ayeti kerimeyi duyduk yürüyoruz, yarışıyoruz. Bütün insanlık yarışıyor. Ama ne için, nereye doğru? İçimizde yarış hissi var, hep yarıştık. Düşünsek ki ne için? Mal biriktirmekte, makamda, giyimde kıskançlıkta, titizlikte, derste, işte... hep yarıştık. Dünyaya kim daha hızlı sarılır, kim nefsin şeytanın adımlarını takip eder... Oysa yarışmamız gereken konuy bize ayetin devamında açıklanıyor:

“Rabbiniz’in tarafından mağfiretine, bağışına ve takva sahibleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun bu Allah’ın dilediğine verdiği lütuftur.” (Hadid; 21-22)

Evet koşmamız gereken hiç durmadan ara vermeden, Kur’ân’ın deyimi ile:

“Sana ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbin’e kulluk et.” (Hicr; 99)

Bir yarış ki, düşünelim! Pisti; Hz Adem‘den (as) başlayıp ne yaptığını ve kim için yaptığını bilip, bize kadar gelmiş geçmiş, şuur sahibi olarak ilerlediği yolda hayat bulmuş, kimisi canıyla kimisi malıyla, bu yolda en güzel şekilde, onlar ilerlemişler. Ayeti kerimede de buyrulduğu üzre:

“Canları ve malları karşılığında cenneti satın alıyorlar.” (Tevbe; 111)

Bu yolda bize en güzel örnek olan onların yaşantıları bize yol arkadaşı olmalıdır.

O yarışta ateşlere atılırken, Cebrail (as) bile aradan çıkaran, “Rabbim beni görüyor o bana yeter.” diyen İbrahim (as) var. O yarışta vücudunu saran hastalığa sabreden, Eyyüb (as) var.

O yarışta, bıçağın altına yatıp, “Allah (cc) böyle buyuruyorsa emri geciktirme babacığım!” diyen İsmail (as) var. O yarışta malının hepsini terk edip Allah (cc) yolunda sarf edip bir hasıra sarılan Hz. Ebû Bekir (ra) var.

O yarışta; zengin genç, İslâm’a girdiği için ailesi onu reddetmiş bütün servetten mahrum kalmış, Uhud savaşında Resûlu Kibriya (sav) ona, “Benim zırhımı giyer misin?” buyurduğunda hiç tereddüt etmeden, şeref kabul ederek şehid olan Musab bin Umeyr var.

O yarışta kızgın çöllerde, üzerinde kocaman bir kayanın altında “Ehad!” diyen Bilal Habeşî var. O yarışta Sümeyyeler, Asiyyeler var. Kimler geldi kimler bu yarışı bitirdi, şimdi sıra bizde.

Biz ise nasıl ilerliyoruz bu yolda? Bir düşünelim; tesettüre küskün nefse ağır basan, mendil kadar ipek baş örtülerle, namahrem olan erkeklerin yanında dar giysilerle, vücut hatları belli eden giysilerle, Allah’ın (cc) istediği tesettür biçimiyle örtünmeyen bedenimizle bu yarıştayım diyoruz. Oysa Cenâbı Hak bize buyuruyor ki:

“Mü‘min kadınlara söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar, zinet sayılan yerlerini göstermesinler ancak kendiliğinden görünen el yüz bunlar hariçtir. Başörtülerini yakalarının üstüne kadar, boyunlarını örtecek şekilde korusunlar.” (Mü’minûn; 31)

Değil her anımızda dilimizde Allah (cc) zikri, 15 dakika bile günlük virdimize, zaman ayırmak bize ağır gelen, yalanın, dedikodunun hemen ardından, tevbe etmeye üşenen şu, taşlaşmış kalbimizle hasetle, kibirle gururla, gıybetle boş işlerle oyalanmakla, bu yarıştayım diyoruz.

Dünya malında, titizlikte, kıskançlıkla, bütün hırsımızla herkesi geçmeye çalışan halımizle bende bu yarıştayım diyoruz.

Sünnetten uzak hayatımızla, dilinden anlamadığımız Kur’ân-ı okumaya bile üşenerek, kâinatın yaratılış gayesini anlamadan hayatımızı kendi istediğimiz şekilde şekillendirerek bu yarıştayız diyoruz. Değerli vakitlerimizi televizyonun karşısında geçirerek, daha acıkmadan ne yemeliyim düşüncesine kapılarak arada bir, huşusuz namaz kılarak ben de bu yarıştayım diyoruz. Oysa Kur’ân-ı Kerim’de bizlere:

“Ben insanları ve cinleri ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât; 56)buyuran Mevlâmız’a (cc) ne kadar kulluk ediyoruz hiç düşündük mü? Bizler bu yolda durmadan yerimizde saymadan, yavaş ama emin adımlarla, büyüklerin izlerinden giderek, ilerlemeliyiz.

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyorki; “Allah katında amellerin en makbulü, az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, İman, 32) 

Hızlı koşup yorulup durmaktansa yavaş yavaş ama emin adımlarla devamlı yürümek en güzelidir.

Bir gece sabaha kadar yatmadan ibadet edip, bir dahaki kandile kadar uyuyup kalmaktansa, her gece 2 rekat kılmak daha güzelidir. Bir gün saatlerce zikredip diğer günler gafletle gezmektense, 15 dakikalık günlük virdimiz devam etmek ve her an rabıtalı ve tefekkürde olmak en güzelidir.

Senede bir ay Kur’ân’ı hatmedip diğer aylarda ara vermektense, her gün bir cüzü mealiyle okuyup hayatımıza uygulamak en güzelidir.

Kendi başımıza bu yolda ilerlemek, emeklemeyi bile bilmeyen bebeğin annenin yardımı olmadan yürümesine benzer. Mürşidin müridi üzerinde mânevî tasarrufu vardır. Nefsin hilelerinden ve şeytanın tuzaklarından koruyup koruyandır.

Tarikat yol demektir. Mürşidi kâmillerin metodu zikri, rabıtayı tefekkürü, hayata yaymak; kişiyi bir anlık değil, her anl mü’min yapmaktır. Bunun için azdan başlayarak emin adımlarla bıktırmadan, yolda da bekletmeden, ilerletirler. Nefsi yavaş yavaş terbiyeye alıştırarak, zamanla çoğu yapabilecek hâle getirirler. Onun için, mürşidi kâmilin terbiyesinde eğitilerek yola devam edenin hâli daha bereketlidir.

Bir bakalım Allahu Teâlâ Hz.’nin (cc) nimetlerine; az ama devamlı, toprak birden bol verip mahsülü 3 sene daha vermemezlik yapıyor mu? Güneş bu gün de doğmayacağım demiyor, her gün asırlardır saniye bile şaşmadan devam ediyor. Gözün her an görüyor, dilin dönüyor, kalbin atıyor “Hay” sıfatı her an tecelli eden, bir Rabb’e her an kulluk gerekmez mi?

Allah dostları buyuruyor: “Her an kulluk, kemiyetle değil, keyfiyet ile olur.” yani sayıyla (çoklukla) değil ihlâsla olur.

Niyetimizin güzelliği ile hayatımızın her anını, kulluğa devamlılığa çevirebiliriz. Nefsi yormadan hevesini kırmadan örneğin; yiyeceğimiz yemeği, ihtiyaç ve zevk olsun diye değil, “Ya Rabbi bana ibadetde kuvvet olsun” niyetiyle yersek Allah’ın rızasına çevirebiliriz.

Birgün Efendimiz (sav), Hz. Fatıma’nın evinin önünden geçerken, meleklerin evi kuşattığını üst üste yığılıp evi gözeltlediğini gördü. Gittiği yerden geri dönerken, evinin üstündeki meleklerin dağıldığını sadece birkaç tanesinin kaldığını fark edince, merak etti ve kızının evine girdi ve, “Ya Fatıma! Bir sat önce ne yapıyordun?” diye sordu. Hz. Fatıma’nın cevabı, “Dilimde Hakk’ın (cc) zikri, elimde Hz. Ali’nin cübbesini dikiyordum.” oldu.

Niyetimiz her işimizde Allah rızası için olursa, kulluktaki devamlılık her an ibadetle değil ihlâsla, samimi niyetle olur. Eğer böyle yaparsak ayetteki “Allah’ın mağfiretine koşun!” emrini az da olsa en güzel yaşayanlardan, ilerleyenlerden oluruz inşaallah.

Cenâbı Hak yine bize ayeti kerimede buyuruyor ki: “Şüphesiz Rabbimiz (cc) Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üstüne melekler iner onlara ‘Korkmayın, üzülmeyin! Size vad olunan cennetle sevinin.’ derler.” (Fussulet; 30)

Bizler düşünelim ki Allah dostunun yardımı nazarı olmadan, gafletlerle günahlarımızla, beşeri sevgilerle, bu yolda nasıl olur da ben yürüyebilebilirim deyip de emin olabiliriz.

Allah dostları bu yolda istenilen çizgide, yürümenin belirtilerini şöyle sıralamışlar; “Dedikodudan korunmakla, su-i zandan kaçmakla, başkalarıyla alay etmemekle, gözünü haramdan sakınmakla, yalan söylemekten dilini muhafaza etmekle, Allah yolunda yoksul ve düşkünlere yardım etmekle, israf etmemekle, büyüklük taslamamak ve gurura kapılmamakla, eksiksiz beş vakit namazı terk etmeden huşuyla kılmakla, Allah korkusunu gönüllere yerleştirmekle, ehli sünnet ve’l-cemaat yolunda yaşamakla ve yaşayanın dizinin dibinde, onun buyruklarına teslim olmakla.”

Allah (cc) bizleri mürşidimizin himmetiyle, bizim de gayretimizle gönül gözü açılanlardan, muhabbetullahı yakalayanlardan, imanın tadına varanlardan, Hakk’ın rızasına erenlerden olmayı, nasip etsin. Bu yolda bizim istediğimiz şekilde değil, büyüklerin istediği şekilde yürüyüp, yol kat etmemizi nasip etsin. Âmin.

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

Geçen Her Gün Bizi Allah'a (cc) Bir Adım Daha Yaklaştırıyor - Yakub Hâşimî Hocaefendi

Sayı : 81 - Eylül 2014

 

Geçen Her Gün Bizi Allah'a (cc) Bir Adım Daha Yaklaştırıyor

 

İmam Efendimiz buyuruyorlar ki; “Mü’min odur ki Allah için bir iyilik yaptığında ondan dolayı mesrur olur. Bir hasene işlediğinde, bir güzel işte bulunduğunda o güzellik onu kuşatır, sarar ve huzur bulur; muhabbetlenir, şevklenir, gayrete gelir… Seyyiatıyla da, bir günah işlediğinde, hata yaptığında onu mahcubiyet sarar, mahzun olur ve Hakk’a karşı bir yanlış yaptım diye boynu/yüzü yerde olur. İşte bu neşe ve gayret, bu hüzün ve mahcubiyet imanın alametidir. Bu mü’minin Allah’a olan sevgisi ve hayâsının gereğidir.”

Arkadaşlar günler geçiyor… Suyun akışı gibi takvim yaprakları kopuyor. İçinizde genç yavrularımız var; Allah hepimize, onlara da hayırlı uzun ömür ihsan eylesin, doğdukları günü hatırlıyorum. İsimlerini vermiştim, bazılarının kulaklarına ezan-ı Muhammedî okumuştum. Bugün şimdi aranızdalar bakıyorum ki askerlik çağına gelmişler, iş güç sahibi olmuşlar. Ömür geçiyor… Geçen her gün bizi Allah’a bir adım daha yaklaştırıyor. Ölüm denilen terhise yaklaşıyoruz, adeta şafak sayıyoruz. Her gün kepin içine bir yıldız daha işaretliyoruz adeta. Ölüm de bir terhistir, dünyadaki askerliğimiz bitiyor. Ölerek vatan-ı asliyemize döneceğiz. İnşaallah cennete dönenlerden oluruz, buna gayret edelim. Gönülden âmin diyelim ama bilelim ki sırf âminle olmuyor. Âminlerimiz buna yetmez, bu uğurda gayret etmemiz lazım. Er geç buradan gitmekliğimiz muhakkaktır, gideceğiz. Nefeslerimiz sayılı, nakit para gibi hemen harcanıyor. Cenâbı Hak ne kadar ömür vermiş ise, enfâs-ı ma’dudemiz ne kadarsa bunlar bitince buradan ayrılacağız.

Bu gidiş iki türlüdür: Biri ihtiyaridir/irade ile gitmek. Adeta güle oynaya, koşarak gitmek… Ölüme koşarak gidilir mi? Evet, selef-i salihin, ashab-ı güzin, Âl-i Resûl… hep koşarak gitmişler. Ölüme böyle koşarak gidiş erbâb-ı saadete mahsustur. Onlar gidecekleri yeri adeta görmüşler daha burada dururlar mı…

Rivayet edilir ki Seyyidimiz Hazreti Ali efendimize (ra) bir keşiş diyor ki: “Biz de inanıyoruz Hazreti Muhammed (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) temiz bir şahsiyettir, güvenilirdir/emindir, yalan söylemez. O buyurmuş ki; “Dünya O’nun (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) dinine, şeriatına inanmayanların cenneti, mü‘minlerin zindanıdır.” Size göre biz inançsızız, biz Hazreti Muhammed’in şeriatına inanmıyoruz öyleyse dünya bize cennet gibi, size de zindan gibi olmalı ama şu hâlimize bak. Bir senin şöhretine, namına, saltanatına bak bir de bana bak, bir dilim ekmeğe muhtacım. Ben Hazreti Muhammed’in (asv) bu sözünü nasıl anlamalıyım.” 

O dönemde -hâşâ- Hazreti Ali’ye İsa aleyhi’s-selâm gibi Allah diyenler vardı. Yahudi bozması Abdullah ibni Sebe insanları Hazreti Ali’nin Allah olduğuna inandırmaya çalışıyordu, muvaffak da oldu. O gün başlayan fitne bugün Suriye’yi yakıyor. Esed, Ali’nin Allah olduğuna inananlardan, o taifeden. Nusayrilik Şia’nın gulat, aşırı, ehli ifrat kollarındandır ve Ali’nin Allah olduğuna inanıyorlar. Yetmiyor Esed keferesi kendisinin de Allah olduğunu iddia ediyor, tam bir firavun. Suriye’de muhalifleri Allah olduğuna –hâşâ- inanmaya zorluyor… 

Hazreti Ali efendimiz cübbesini o keşişin başına örtüveriyor, Allah’ın dilemesiyle bir anda basireti açılıyor ve Hz. Ali’nin ve kendisinin yerini görüyor… Feryad ediyor “Ya Ali kurtar beni!”, diyor. Hz. Ali “Ne oldu gördün mü bizim yerimizi?” diyor. Keşiş “Gördüm!” diyor. Ali efendimiz “Şimdi burası bize zindan mı?” diyor, “Ya Ali zindan! Orada yerinizi, makamınızı gördüm. Burası size zindan…”

إِنَّ الْأَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ 

“Şüphesiz ki ebrâr, (güzel amel sâhibi, içi dışı tertemiz hayırlı insanlar) ni’met içinde (Naîm Cenneti’nde)dirler!” (İnfitâr; 13) buyuruyor Allah (cc). O ebrar olanlar, güzel olanlar, salih kul olanlar… Onlar nimetlerin içindedir, Naim cennetinde, Rıdvan bahçelerindedir…

Hz. Ali, “Kendi yerini gördün mü?” diyor. Keşiş “Gördüm!” diyor.

وَإِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ 

“Ve şüphesiz kötüler de cehennemdedirler.” (İnfitâr; 13) Bakın kâfirler için de değil, “fasıklar” için, kâfir daha sonra… O facirler, günahkârlar, asiler, o fücur işleyenler var ya; o fitnebazlar, yobazlar o mürteciler var ya onlar ateşin içindeler, cehennemin katmanlarında/vadilerinde, gayya kuyularındalar… 

“Şimdi burası sana cennet mi?” buyuruyor Hazreti Ali efendimiz. Keşiş “El-Hak ben cennetteyim.” diyor ve “Eşhedu en lâ ilâhe illallâh ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resûluh.” diyerek kurtuluyor. 

Şimdi ihtiyari gidenlerin, severek gidenlerin, yarışanların durumunu düşünün. Savaşmaya, Allah yolunda cihada gitmek için sahabeden baba oğul dövüşüyorlar… Resûlullah gençler Medine’de kalsın, onlar gelmesin diyor, gençler gelip Resûlullah’la mücadele ediyorlar adeta: “Ya Rasûlallah bizler genciz, ölmeye daha layığız. Niye bizi Allah’a kavuşmaktan mahrum ediyorsunuz? Biz babalarımızdan daha güçlüyüz, daha genciz, ölsek de önemli değil biz tecrübesiziz. Onlar yaşasın insanlık onların tecrübelerinden istifade etsin. Onlar İslâm’ı yaysın. Biz daha yolun başındayız yaşamışız yaşamamışız ne fark eder ama biz daha güçlüyüz, daha iyi çarpışır çok kâfir öldürürüz. Sonunda da ölür Allah’a kavuşuruz. Niye bizi engelliyorsun?..” 

Babaları da diyor ki; “Hayır ya Rasûlallah biz ömrümüzü tamamlamışız, onların daha yaşanmamış dünyaları var. Biz bunca sene yaşadık daha yaşayıp günah işlemeyelim onlar tertemiz, onlar Seninle yaşasın biz gidip Rabbimiz’den af dileyelim, biz ölmeye daha layığız. Biz o kâfirleri iyi tanıyoruz önceden onlarla birlikte, iç içeydik, onların tekniklerini, taktiklerini biz daha iyi biliyoruz, biz ölelim ya Rasûlallah…” Yarışıyorlar… Böyle bir koşuş saadet ehline, yerini görenlere, bilenlere mahsus, Allah’ı tanıyanlara mahsus, Resûl’ün sohbetini özleyenlere mahsus… 

Arkadaşlar bunlar gönlünüzü hoş yapmak için anlatılan hikâyeler değil, bunlar yaşanmış vakalar. Göğüslerini açarak ölüme koşmuşlar. Aslında ölüme değil Allah’a koşmuşlar. Bugünkü sıkıntı burada: Allah’ı tanıyamıyoruz. Layıkıyla Hazreti Allah’ı tanısak biz de koşarız. Uhud’da Bedir’de, Hendek’te, Tebuk’ta, Mute’de, Huneyn’de, Çanakkale’de, Sakarya’da, Yemen’de bu sırrı bilenler koşmuş. Biz şimdi ölmemek için ne çare varsa denemeye çalışıyoruz. Bir günlük beylik, beyliktir diyoruz bir gün daha yaşamaya çalışıyoruz. Yaşayalım, yaşayalım da neticesi gidiş değil mi? 

Bu saadet erbabı da ıstırari ölümle ölecekler, ölüm acısını tadacaklar. Onların da hücreleri çekilecek, ağızları kuruyacak, bedenleri muzdarib olacak. Bu sünnetullah. Fakat bu onlar için ölmek, yok olmak değil, bu sanki doğum sancısı gibidir. Bir anneyi düşünün doğum esnasında müthiş sancı çeker, kıvranır, çığlık atar, feryat eder, ne zaman ki çocuğunu, kendinden bir parçayı, Hakk’ın emanetini kucağına alır bütün o sancılar, feryatlar, ağrılar hepsi zevke dönüşmüştür. O anneye sorsanız “Bu kadar çileye değer miydi?” diye “Bu çocuğu bir kez bağrıma basmaya değer.” der. Anne bir tane doğurmuştur, baba dışarıda beklerken dokuz doğurmuştur. Babanın stresi, heyecanı endişeleri de çocuğunu kucağına aldıktan sonra geçer.

İşte bu insanların vefatları adeta böyle. Bedenleri acısa da, hücreleri çekilse de, ağızları kurusa da, adeta yatağa sığmasalar da, yerlerini makamlarını görerek, Allah’a kavuşacaklarını bilerek, şahadetle ruhlarını teslimiyetleri tüm o çilelere değer. Bu ölmek değil. 

Onlarınki fani âlemden başka bir âleme intikal etmek, mekân değişikliği. Anlayışları, imanları değişmiyor daha da kuvvetleniyor. Burada gayba iman etmişlerdi hiçbir şeyi görmüyorlardı. Allah (cc), “Var!” buyurduğu için iman ettiler. Cenâbı Hak “Cennet hak!” buyurdu elhamdülillah dediler. “Şefaat hak!” buyurdu, elhamdülillah dediler. “Hesap var, haşr var, mizan var!” buyurdu hepsine hak dediler… Hiçbirini tatmadılar, görmediler. Tam bir teslimiyetle iman ettiler. Orada daha yakîn kesbettiler, bunları adeta bizatihi gördüler. Cenneti, suali, haşrı, mizanı hepsini gördüler. Şimdi görüyorlar ki Mevlâmız ne buyurmuşsa hepsi hak, ehli imana ne vaad etmişse hepsi mutlak. Onları fiilen orada görüyorlar. Bu bilinçle oraya gidiyorlar. 

Biz de bunlara iman ediyoruz da gidişte biz bunları mı göreceğiz orası biraz karışık. Biz ondan korkuyoruz. Gittiğimizde bizi başka bir yere alırlarsa diye korkuyoruz. Hakk’ın cemali de var celali de var; kahrı da var lütfu da var… Yaşantımıza bakalım. Anadolu’da bir söz vardır, çocuklar için genelde bu tabiri kullanırlar; “Adam olacak olan büyük abdestinden belli olur.” Biz de Allah adamı olacaksak niyetimiz, amelimiz, fiilimiz düzgün olacak. Kişinin ayinesidir işi lafa bakılmaz. 

Beni etkilediği için hep bunu anlatırım, hoşuma giden bir tablo… Bir genel cerrah arkadaştan işittim, dedi ki: “Hocam biz ameliyat masasına hastayı yatırdığımızda Allah gecinden bu adam ölse cennete mi gider, cehenneme mi gider anlıyoruz.” Nasıl anlıyorsunuz, diye sorunca “Hocam hüküm zahirin, keşf sahibi olmaya gerek yok. Hastaya narkozu verdik mi hasta başlıyor Ordu’nun dereleri/Aksa yukarı aksa… Ölse Ordu deresini takip edecek dere boyu gidecek. Kimine de narkozu veriyoruz başlıyor “lâ ilâhe illallah…” demeye. O da öyle gidecek, tevhidin adamı götüreceği yer belli. Buradan anlıyorum.” dedi 

İnsanın işi, ameli, hali yansıyor. Bakın Kâinatın Efendisi (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) amcalarına çok yalvarıyorlar. Hizmeti olmuş, muhafaza etmiş, çocukluğundan beri evladı diye bağrına basmış, Peygamber’i kollamış kayırmış yetiştirmiş evlendirmiş… İnanmamış ama dinine de sahip çıkmış. Artık son devreleri, yükünü yüklemiş… Cenâbı Peygamber yalvarıyor; “Amca ne olursun bir kez lâ ilâhe illallah de!” Taassup peşini bırakmıyor. Diyor ki: “Ey Evladım, Muhammed’im (sallallahu aleyhi ve sellem)… Şu kavmimin dedikodularından korkmasam, ‘Ebu Talib ölümden korktu da Muhammed’e sığındı!’ diyeceklerinden korkmasam Sana iman ederim. Sende ben güzellikten başka bir şey görmedim. Senin dininde esenlikten başka bir şey görmedim ama ben öldükten sonra beni rezil ederler, hakkımda böyle konuşurlar, diyemem…” 

Bakın telkini yapan Peygamber (sav)… Efendimiz ısrar ediyorlar. O anda akrabalarından da ziyarete gelenler var, Resûlullah ısrar ediyor, bir yandan onlar da ısrar ediyor “Korkudan Muhammed’e teslim mi olacaksın, O’nun sözünü mü dinleyeceksin! Sen bu kavmin efendisisin, önderisin!” diyorlar, menfi manada tahrik ediyorlar. Resûlullah tebliğde bulunuyor (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) en son yalvarıyor, diyor ki: “Ey amca, şahadet söylemiyorsun hiç değilse de ki İbrahimin milleti, dini üzere ölüyorum. Bana teslim olmuyorsun Arapların peygamberi İbrahim’e teslim ol.” Ebu Talib “Alâ milleti Abdulmuttalib - ben Abdulmuttalib’in milletinin, dini üzere ölüyorum.” diyor. 

Demek ki kardeşim hâlimiz müsait değilse peygamber bile bize tebliğde bulunsa olmuyor. Cenâbı Peygamber çok üzülüyor, amcasına bir şey yapamıyor. Cenâbı Hak ayeti kerime ile Efendimiz’i hem ikaz buyuruyor, hem teselli buyuruyor:

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي

مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

“Ey habibim, Allah dilediğine hidayet eder Sen sevdiklerine hidayet edemezsin. Sen sadece tebliğ edersin, davet edersin Allah dilerse kalbine yerleştirir kalbini açar.” (Kasas; 56) Allah dilerse… 

Demek ki Allah’ın dilemesi için biz kalbimizi Allah’a açacağız. Kalbimizle, hâlimizle Allah’ı dileyeceğiz ki O da kalbimizi açsın, tevfik, tebliğ, hidayet bize tesir etsin. Yoksa Allah esirgesin Ebu Talib gibi biz de nasipsiz kalabiliriz. 

Çevrenize bakın binlerce insan Hak’tan, hakikatten habersiz yaşıyor… Namaz yok, niyaz yok, helal haram birbirine karıştırmışlar… Bunlar bizim babalarımız, amcalarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız, komşularımız, arkadaşlarımız, evlatlarımız… Biz şimdi buradayız acaba oğlumuz, kardaşımız nerede? Bunları düşünelim. Bunun için kendimizi ciddi manada bir değişime tabi tutalım. Rabbimiz’in bizi görmek istediği noktaya varmak için gayret edelim. 

“Cennet size iki adım: Birincisi nefsiniz -nefsinizin hevası, arzusu, istekleri- ikinci adım cennet.” buyuruyor Peygamber. Ama nefsinize kuvvetlice basmanız lazım, ezilmesi lazım. Biz hep nefsimizi kayırıyoruz. Nefsimize izzet atfediyoruz. Misal bir şey söylüyorsun ‘adamın izzeti nefsine dokundu’ diyor. Nefiste izzet olur mu yahu! Nefis zelildir, mahkurdur. Allahu Teâlâ ayeti kerimede;

…وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ… 

“İzzet Allah’ındır, Resûl’ünündür ve mü’minlerindir.” (Münafikûn; 8) buyuruyor. Nefis kâfirdir, izzeti yoktur lezzeti vardır. O lezzeti de terk etmedikçe Allah’ın ve Resûlü’nün izzetine ulaşamazsın. İmanın halavetini hissedemezsin, aşkın hararetini kalbinde duyamazsın!

İzzeti nefs derken nefsini azizleştiriyorsun, putlaştırıyorsun. Hâlbuki Mevlâmız ona emmare diyor. Emmare, kötülüğü, şerri, hasedi, fitneyi… emreden güç, şerrin başı. Sen ona izzet atfediyorsun. Nefsin aziz olunca sen ne oluyorsun o zaman? İzzet, şeref onun elinde olunca sen de onun kölesi oluyorsun. Efendimiz sürekli dua buyuruyor; “Allahu’m-mahfez min şerri’n-nefsi’l-emmare - Ya Rabbi beni emmare olan nefsimin şerrinden muhafaza et!” Peygamber dua ediyor ama senin benim nefsimin izzeti var. Biz izzeti nefis taşıyoruz. Nefis aziz olunca iman, İslâm zelil oluyor… Bakın seyrimiz nereye gidiyor, bunu anlayalım diye bunları söylüyoruz. Hayat seyrimiz, mânevî seyrimiz, istikâmetimiz hangi çizgide… 

Rivayet ediliyor ki Cenâbı Hak Zebur’da Hazreti Davud’a öyle buyurmuşlar: “Ey Davud nefsini bırak sonra Bize gel.” Hazreti Beyazıd-ı Bestami’ye (ks) soruyorlar da “Kemalatın yolu nedir?” Buyuruyor ki: “Ben nefsimi vahdet köşesine hapsedip teklik taşlarıyla/Allah’ın birliğiyle taşladım, hayâsız/zina yapan bir kadın gibi onu recmettim. Kemalin yolu bu…” Kümmelin-i evliyanın nefislerine bakışına bakın… 

“İzzeti nefsimiz!” Buyurun cenaze namazına… 

İradeleriyle Allah’a kavuşmak istemeyip yalnız ıstırari ölümle ölenlere gelince, şayet bunlar zahiri salih ameller işleyerek, imanlarını muhafaza ederek gitmişlerse; mü’min, muvahhid olarak Allah’ın huzuruna gitmişlerse Cenâbı Hakk’ın lütfu gereğidir ki cennete dâhil olabilirler. 

Ama sadece “Benim kalbim temiz.” diyenler değil, gerçekten kalbini temizleyenler cenneti bulabilirler. Ben inanıyorum, ben Müslümanım deyip de amâli salihâtı olmayanların işi Allah’ın iradesine kalmış. Rabbim dilerse bunları bağışlar, merhamet eder. Namaz niyaz yok, abdest yok, zikir fikir yok ama gıybet dedikodu çok. İbadet, Allah’ın yolunda hizmet yok ama isyan çok. Mü‘minlerle, İslâmî cemaatlerle birliktelik yok, camilere devamlılık yok ama işret meclislerine, kahvelere ne idüğü belirsiz yerlere abonelik çok. Mahallenin kahvesinden çıkmıyor ama mahallenin camisinde kimse onu görmemiş. Böyle insanların halini düşünün. Yine bunlara dua edelim Rabbim kurtarsın. Bunları tenkit için söylemiyoruz, ikaz için söylüyoruz.

Bunlar hakkında Cenâbı Hak nasıl davranacaksa O’nun paşa gönlü bilir. Kur’ân-ı azimü’ş-şan bu tip insanların cehennem ateşini ve çetin azaplar göreceklerini haber vermektedir. Eğer Allah bunları affeder mağfiret ederse ona da kimsenin bir şey diyeceği yoktur, kimse karşı çıkamaz. 

Yalnız Kur’ân’ın emirlerine, hükümlerine; Allah’ın tehditlerine, ikazlarına dikkat etmemek, kale almamak, kulak ardı etmek ve burada yapılmasıyla emrolduğumuz dini vazifelerimizi ihmal etmek, ertelemek, yavaştan almak, nemelazımcı olmak, Halıkımız’a, Mabudumuz’a hem karşı gelmede hem O’nun bizden istediklerini unutmada ısrarcı olmak her hâlükârda bilelim ki bizim aleyhimizedir.

Mesela inatla namaz kılmamaya devam etmek. Geçen haftalarda da söylemiştik “Musavvifler/erteleyenler helak oldu.” buyuruyor Peygamber. Bugünün vazifelerini yarına bırakanlar helak oldu. 

Şu halde bugünden tezi yok ciddi bir hayat programı yapalım. Düzenli namaz kılalım, kazaları eda edelim. Şu kısa günlerde oruç kazalarımızı tutmaya gayret edelim. Üstümüzdeki kul haklarından gücümüz nisbetinde kurtulmaya çalışalım. Çevremizdeki insanlarla hak hukuk varsa helalleşmeli, Müslümanlarla kaynaşmalı, mü’minlerle bir araya gelmeliyiz, dinimizi öğrenmeye çalışmalıyız. Düzenli bir okuma programız olsun; fıkıhtan, akaidden, siyerden, tefsirden, ahlâka dair tasavvufî eserlerden mütalaa edelim. Öğrendiklerimizi müzakere edelim. Bilmediklerimizi ehline soralım. Böyle sohbetlerin müdavimi olalım, dini meclislerin devamlısı olalım. Günlük zikirlerimiz, mânevî vitaminlerimiz olsun, ruhumuz, kalbimiz, zihnimiz bunlarla kuvvet bulsun, imanımız kemale ersin. Böyle bir programımız olsun ve hayatımızı bundan sonra da böyle düzene koyalım…

Bugüne kadar bizleri kandırmışlar artık Hakk’ı dinleyelim, Kur’ân’ı, Hazreti Muhammed’i (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) dinleyelim. Bu yaşadığımız kadar daha yaşamayacağız. Bizim için de aynı durum söz konusu biz de ya Ordu’nun dereleri aksa yukarı diyerek gideceğiz veya lâ ilâhe illallah diyerek. Buna kendimizi alıştırmazsak ölüm heyecanında, o son demde, o teşkalede diyemeyiz Allah esirgesin. Dilimizi gönlümüzü Allah’ın zikrine alıştıralım. Belli zevkleri, arzuları, dünyevi istekleri, tutkuları yavaş yavaş artık eksiltelim. Bu gafletten yorulmadık mı arkadaşlar. Futbol takımı tutmaktan, partizanlıktan, devlet kurup devirmekten… bu tip fuzuli şeylerden yorulmadık mı… Bunları bir tarafa bırakalım. Hakk’ı konuşalım, kendimizi konuşalım… 

Bir ayeti kerimeyle mevzuyu noktalayalım Secde Sûresi’nde Cenâbı Hak mealen Efendimiz’e buyuruyorlar ki: “Günahkârların, Allah’ın huzurunda ‘Ey Rabbimiz! Senin lütfunu, vaad ettiklerini, bize bildirdiklerini ebedi âlemde/âhirette gördük işittik aynı ile hepsi karşımızda. Şimdi bizi yeniden geri çevir, bize müsaade buyur, bize mühlet ver bizi dünyaya gönder de biz orada güzel amellerde bulunalım. Bize ne emretmişsen onları yapalım. Çünkü artık biz kat-i sûretle biz gerçek manada inananlardanız.’ diyerek baş aşağı olacakları, her şeyi kaybettikleri zaman Sen onları göreceksin.” (Secde; 12)

Bir söz var ya, Arap ölünce pilavı gözüne dök, derler… Bakın Rabbimiz haber veriyor bunu diyecekler. Bunu nerede diyecekler, âhirette. Âhirette demeyelim diye Cenâbı Hak bize burada bildiriyor ki siz böyle diyeceklerden olmayın. Hani derler ya Halep ordaysa arşın burada, şimdi siz dünyadasınız ne yapacaksanız yapın. Erkekliğiniz, delikanlılığınız nereye kadar hadi gösterin…

Cuma, 01 Ağustos 2014 00:06

MÜSLÜMANLARIN İHTİYAÇLARI - 1

muslumanlarin ihtiyaclari

Müslümanların İhtiyaçları - 1 - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Müslümanların İhtiyaçları - 1

 

Gülzâr-ı Hâcegân dergimizin, kıymet- li okuyucuları; bu ayki sayımızda dünya Müslümanlarının ihtiyaçlarının neler olabile- ceği üzerinde durmaya çalışacağız.

Öncelikle şunu belirtmeye çalışa- lım ki, Müslümanların veya ümmeti Muhammed’in ihtiyaçları derken, aklımı- za hemen maddi ihtiyaçlar gelmemeli dir. Günümüz Müslümanlarının, özellikle bizim coğrafyamızda, çok fazla maddi sıkıntıları oldukları kanaatinde değiliz. Maddi ihtiyaçların fazla görünmesi, biraz günümüzün şartları gereği oluşmaktadır. Fakat genel olarak ihtiraslarımızın fazlalığından, ihtiyaçlarımızdan fazla tüketme ve azla yetinememe hastalığımızdandır. Bizim izah etmeye çalışacağımız ihtiyaçlar, Müslümanların manen güçlenmesi ve Hakk’a yakınlık kesbederek, Hakk’ın yardımını cûşa getirecek ameller ve anlayışlar kazamasına yardımcı olacağı kanaatimizdendir.

Dünya Müslümanlarının çektikleri çileleler, zulümler, zilletler dayanılamayacak bir hâl almışken, niçin Rabbimiz’e yakarışlarımızı ulaştıramıyoruz? İslâm tarihinde çokça rastlanan savaş durumlarında ve Müslümanların zulme maruz kaldıkları dönemlerde, gökten melek ordularını ve salih insanların ruhani-yetlerini yardıma gönderen Rabbimiz’i bizler nasıl incitmişiz ki bahsedilen manada yardım göremiyoruz. Elli yıldan fazladır, siyonist İsrail’in, Filistinli mazlumlara yaptığı soykırım artık dayanılmaz bir hâl aldı. Fakat yine her şey Yahudi’nin ve işbirlikçisi Hristiyan âleminin planı doğrultusunda gidiyor. Elbette ki Rabbimiz’in kendi murâdına uygun bir planı vardır. Fakat biz bunu bilemiyoruz. Biz, zahirde gördüğümüzden sorumluyuz. Şu Ramazanı Şerif ayında iki milyar Müslüman dua ediyoruz; “Üzerimizdeki bu zillet örtüsünü artık kaldır Yâ Rabbi!” diye haykırıyoruz. Fa-kat hâlen daha göklerin kapıları açılmıyor.

İşte burada tüm İslâm âlemi olarak biraz durup düşünmemiz gerekmiyor mu?

İmam Gazâlî Hazretleri’nin meşhur kibar-ı kelâmı bizi tefekküre sevk eder kanaatindeyiz. Hazret buyuruyorlar ki; “Eğer ‘iyyâ keneste’în’ kapısı sana açılmıyorsa, ‘iyyâ kene’budu”ya geri dön. Orada bir eksiğin vardır.”

Müslümanlar olarak bizler her şeyin en iyisini yaptığımızı zannediyoruz. Kimimiz cihâd adı altında elimizden hiç silahı düşürmeden, bütün ehli küfrü öldürmeyi düşünüyoruz. Bir kısmımız o kadar şefkate bürünüyoruz ki, Yahudisi, Hristiyanı, Budist’i vs. herkesi cennete gönderiyoruz. Bu düşüncelere göre de hayatımızı tanzim ediyoruz. ifrat ve tefritler arasında dini hayatımızı düzenlemeye çalı- şıyoruz.

Biz bu yazımızda İslâmî yaşantımızda başardığımızı zannettiğimiz ya da kendi-mizde var olduğuna kanaat getirdiğimiz bazı kavramları, hâlimizin bir sağlamasını yapmamıza katkısı, yardımı olur ümidiyle izah etmeye çalışacağız.

1- Kamil Bir İman: Malumunuzdur ki iman, her insana Cenâbı Hak (cc) tarafından yaratılırken verilmiş bir mevhibe-i İlâhî’dir. Bu yönüyle bir cevherdir. Fakat elmas made-ninin ilk çıktığı gibi, işlenmemiş hâldedir. Büyüklerimiz buna misal verirlerken buyuru-yorlar ki; “Başlangıçta Hazreti Ebû Bekir’in (ra) ile Ebû Cehil’in imanı eşitti. Ancak birisi onu işledi parlak bir elmas hâline getirdi. Diğeri ise küfründen dolayı işleyemedi, kömür olarak kaldı.”

İşte buradan anlıyoruz ki iman cevherini her insana lutfundan ikram eden Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’dir. Gerek İslâmî bir çevrede dünyaya gelmiş, gerekse de araşırmaları sonucu hidayete ulaşmış Müslümanların hepsinde iman vardır. Önemli olan onu işleyip Hâlıkımız’ın murâdına uygun bir hâle getir-mektir. Çünkü insanda iman hareketlidir, yönlendirme kabiliyeti vardır. İman cevherini parlattığımız ölçüde, o bizi Rabbimiz’in lutfuyla doğruya sevkedecektir. Bunun içindir ki imanımızı elmas gibi işlemeye gayret ederken, aynı zamanda da güncel tutmamız gerekir.

Hâce Hazretleri (ks) buyuruyorlar ki; “İmanın hayatta güncelleştirilmesi, inanç merkezli bir yaşamın oluşturulması; teslimi-yetin, itaatin, muhabbetin, ülfetin, dostluğun hep bunlar merkezli; bütün bunları inancın korunması ve olgunlaşması, kemale gelmesi, hoş meyveler vermesi için, bu argümanları kullanmak, imanın açılımına ulaşmak gerekli.”

Burdan da anlıyoruz ki, imanımız bizleri her zaman ve zeminde Rabbimiz’in hoşnut olduğu amellere yönlendirmelidir. Bunun için öncelikle hakiki bir İslâmî anlayışa ulaşmalıyız. Amellerimizi, imanımızı sürekli güncel tutabilecek şekilde yapmalıyız. Günün şartlarına göre değil, İslâm’ın her zamanı kuşatan emir ve nehiylerine göre yaşamalıyız. Bunun sonucunda da her an tekâmül eden bir imana Rabbimiz’in lütfuyla ulaşmış oluruz.

2- Salih Bir Amel: Mü’minde kemâl bulmaya başlayan iman, onu salih amellere yönlendirmelidir. Salih amel, salihlerin yaptığı amellerdir. Yani namaz , oruç, zekat, zikir vs. hepsi İslâm’ın emrettiği amellerdir fakat her yapılan amel salih amel değildir. Salih amel kaliteli ameldir. Bunun kazanılması da ancak eğitimle olur. Sahabe efendilerimiz yaptıkları tüm amelleri Efendimiz’den hem sohbet yoluyla hem de görsel olarak öğrendiler. Çünkü namaz için Efendimiz (sav) ashabına buyuru-yorlar ki, “Namazda beni nasıl görüyorsanız, öyle kılınız.” Bunun içindir ki amellerimizin salâha ulaşabilmesi için bilgi gereklidir. Fakat bununla birlikte amellerini salâha eriştirmiş, peygamber varisi olan zâtlardan da eğitim almalıyız. Aksi takdirde işlediğimiz ameller sonucunda yine büyüklerimizin espriyle buyurdukları gibi “amele salih” oluruz. Yani bize yük olacak ameller işleriz. Bunun neticesinde de imanımız kemâl bulmaz.

3- Güzel Bir Ahlâk: Kemâle gelmiş bir imanla yapılmış salih amellerin neticesinde, mü’minin en büyük kazancı ahlâkı hamide olacaktır. Çünkü Efendimiz (sav); “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyorlar. Yani netice güzel ahlâk olmalıdır. Günümüzde ameller, adeta bir eğlenceye, nostaljiye dönüştürülmeye çalışılıyor. Müslümanlar ibadete gayret ederken, niçin yaptığının farkına varamadığından sonucunda yorgunluktan başka bir şey kalmıyor. Bir misal verecek olursak; dini bir toplantıya gidiliyor. Herkes ailece gidiyor. Orada sohbet dinleniyor, ibadet yapılıyor, dua ediliyor. Sonucunda Allah için bir şey yapılmış huzuruyla geri dönülüyor. Toplantının genel şekline baktığımızda birbirine namahrem olan kişiler yanyana, içiçiçe oturuyorlar. Halbuki Rabbimiz bunu haram kılmıştır. Kimler kimlerle arada perde olmadan yanyana oturabilir, konuşabilir, bakışabilir Kitabı Kerimi’nde bu- yurmuşlar. Saatlerce beklenilerek güzel ni-yetlerle yapılan o kadar ibadet ve taat ilâhî emirleri çiğneyerek yapılıyor. İşte sonucunda da elde kuru bir bilgi ve insana yük olacak amellerle geri dönülüyor.

Hâce Hazretleri (ks) buyuruyorlar ki; ”Bir Müslüman ahlâktan yoksun olmaz. Ahlâksızlık toplumları hep değişik felaketlere düçar kılar. En az iman kadar ahlâk da önemlidir. Bir mü’min için hele. Ölçülü davranmak, temkinli davranmak hep bunlar ahlâk ile alâkalıdır, ahlâkın şubeleridir. Sadece ilâhî emirleri yerine getirmek bu manada yeterli değil tek başına. Namaz kılan bir insan, inanmış bir insan belli, bilinen haramları terk eden bir insan; ahlâken de insanlara zarar verici, hayvanlara zarar verici her türlü şeyden kaçınmalı, sakınmalı. İnsanları kandırmayı terk etmeli. Şaka dahi olsa yalan söylememeli. Esprisiyle dahi olsa arkadaşını incitmemeli. Onların ters anlayacağı kelimeler konuş- mamalı, espri bile olsa. Bunlar ahlâka dair şeyler. Bunlara dikkat etmeli. Karşıdakini kıracak, incitecek, bozacak, onun şere- fiyle oynayacak, kişiliğine za- rar verecek her türlü hâl, davranış, tutum, önyargı gibi şeylerden kaçınmalı. İşte nefsin bu kuvvetini, bu dirayetini kıracak şey tasavvuftur. Bir insanı kâmil’in terbiyesinde, onun göstereceği usulde zikre, fikre devam etmeli. Onun tasarrufu altında olmalı. Yoksa bundan başka türlü kurtuluşumuz mümkün olmaz.”

İşte toplumun nazarında her hâliyle numune olacak mü’minde ahlâk güzelliği temayüz etmelidir. Müslüman bir kimse hiç bir zaman ferdî düşünemez. Bu manada ashabı kiramı ve Allah dostlarının hâllerini kendine şiar edinmelidir. Onlar nefislerini temizledikten sonra çevrelerinden başlamak üzere Hakk’ı tebliğ ettiler. Bunu da birinci olarak örnek ahlâklarıyla yaptılar. Onlar gayrimüslim bir bölgeye bile gitseler, hâl ve tavırlarıyla insanları etkileyip hidayetlerine vesile olmuş- lardır. Bunun içindir ki, İslâm toplumunun ahlâkî yapısının düzeltilmesi her şeyin başında gelmelidir. Fertlerden başlayarak toplumun ıslahı ancak bununla mümkündür.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort