JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 01 Ağustos 2016 10:43

DERVİŞİ ARARKEN

dervisi ararken

Dervişi Ararken -  Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Dervişi Ararken

 

Fakirlik! İşte “derviş”in kelime anlamı… Peki, neleri noksan, neyin mahrumudurlar ki bu insanların adları fakir konulmuş? Bunun bildiğimiz manada mal ve mülk eksikliğinden ileri gelen fakirlik olmadığı ortada… Anlaşıldığı üzere bu Cenab-ı Hakk’a olan ihtiyacın doğurduğu fakirlik. Ne kadar garip! Bir zümre Mevla’ya muhtaç, onun fakiri manasında diğerlerinden farklı bir isimle anılıyor. Bu hususta -haşa- kimin fazlası var? Kim zengin? Diğerlerinin adı ne o halde?

Elbette Cenab-ı Mevla’ya herkesin ihtiyacı var. Herkesin, her an, hep daha fazla… Ancak “derviş” bu noksanlığı hisseden, bu yolda mücadele ve mücahede edenlerin adı olsa gerek. Dervişlik bir isimden fazlası, o isimle gelen fiillere de sahip olmayı gerektiren bir kavram. Tabiri caizse derviş Mevla’ya “aç” olan adam. İster farkında olsun ister olmasın herkes Cenab-ı Hakk’a “aç” ama herkes derviş değil. Çünkü aç adam karnını abur cuburla doyurmaya kalkmaz. En azından bunda ısrarcı olmaz. Bir iki öğün sonra gerçek yemekler ister. Dervişlik bu açlığın farkına varmak ve gereğini yapmaya çalışmak mı yoksa?

Derviş denilince göz önünde hemen canlanan bir tip var. Cübbe, sarık, şalvar… Bu görünüşle beraber Hak aşığı ve arayıcısı, özü sözü bir, etrafına faydadan başka bir şey vermeyen… Hemen bunların yanında akla başka şeyler de geliyor. Dergâhtan, tekkeden çıkmayan, halktan kopuk, yüzlerce yıl öncesinde yaşamış… Son eklediğimiz vasıflarla birlikte saydığımız tüm güzelliklere rağmen onu hem cemiyetin dışına çıkarıp hem de tarihin derinliklerine gömmüş oluyoruz. 

Millet olarak dervişlerin bizde ayrı bir yeri var. Onları sahiplenmiş sözlerini, şiirlerini menkıbelerini koruyup nesilden nesile aktarmışız. Ancak kendilerine çok fazla sahip çıkamamış olacağız ki bugün bir dervişle karşılaşma ihtimali pek zayıf. Onlar gitmiş sözleri ve şiirleri kalmış geride. Yani işin hikâye boyutu kalmış. Yunus’un, Mevlana’nın mısraları birbirine kur yapan gençlerin eline malzeme olmuş.

Adlarını okullara, sokaklara, parklara verdiğimiz dervişlerin ahlakını cemiyete yaymaktan geri kalmışız. Mesele sadece edebi boyutuyla ele alınmış ve bir hayat tarzı olarak derinlemesine incelenememiş. Bu insanların Mevla’yı arayıp, bütün gayretlerini bu yöne sarf ettiğini görmemize rağmen “Hak kime lazım değil ki?” sorusunu kendimize sormaktan aciz kalmışız.

Hal böyle olunca eskiden cemiyetin her kesiminde rastlanabilen dervişlik günümüzde sıra dışı bir iş, derviş uç bir kimlik halini alıyor. Gözlerimiz televizyon ve internet vasıtasıyla öyle garipliklere şahit oldu ki artık hiçbir şey bize ilginç gelmiyor. Ama yine de dervişane bir hayatı tabiatüstü bir hadise gibi algılayabiliyoruz. Bu devirde böyle bir hayatın olabileceğine inanmıyoruz.

Zaten cemiyet hayatındaki tıkanıklar da buradan kaynaklanmıyor mu? Dervişane şahsiyetlerin aramızda ender bulunmasından… Çevresiyle daima iyi geçinen, hadiselere sürekli müsbet yaklaşan, bir başkasını kendisine tercih edebilen, tevazu sahibi, helali haramı bilen, kadını erkeği ayırt edebilen, canlıya cansıza saygı duyan, güvenilir, elinden ve dilinden zarar görmediğimiz ve daha sayamadığımız birçok güzelliği kendisinde barından insan sayısının yok denecek kadar az olmasından.

Etrafınıza bir bakın. Esnaf müşteriden müşteri esnaftan, memur vatandaştan vatandaş memurdan, muallim talebeden talebe muallimden şikâyetçi hale gelmiş. Çevrenizde işine, mektebine, alış veriş için çarşıya “ayaklarım geri geri gidiyor” diyen sayısız insan bulursunuz. Çünkü herkes birbirine yük olmuş. Herkes birbirinden bıkmış. Üstadın diliyle “O yüz, her hattı tevhid kaleminden bir satır; O yüz ki, göz değince Allah’ı hatırlatır...” diyebileceğimiz kaç sima var etrafımızda?

Bugün cemiyetimizin “derviş meşreb” insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Nasıl ki her iş sahasında kalifiye adamlar yetiştirmek mecburiyetindeysek, cemiyetin denge ve düzenini tertip edecek dervişlere de muhtacız. Çünkü mal, mülk yahut makam sahibi olmanın değil insan olmanın derdini çeken dervişler cemiyet hayatının kalifiye elemanlarıdır.

Derviş sistemler ötesi bir karakterdir. Ahlakını çözecek felsefe, alışverişini izah edecek iktisat, his ve davranışlarını tahlil edecek ruhiyat henüz keşfedilmemiştir. Onun anlaşılabileceği tek nizam tasavvuftur. 

Dervişten bahsederken sanki bir süper kahramandan bahsediyor gibiyiz. Gerçekten de hakiki dervişler tarih boyunca bütün güzel huyları kendilerinde toplamış ve insanlığın şerefini korumuş kahramanlardır. Ne var ki modern süper kahramanlık algısının kötü tarafı kahramanların ya başka bir gezegenden gelmesi yahut doğaüstü hadiseler neticesinde güçlerine kavuşmasıdır. Oysaki derviş bunlardan hiçbirisi değildir. O da bizim gibi kanlı canlı bir insandır.

Ne var ki bu iş kolay olsaydı etrafımız dervişlerle dolup taşardı. Bu yolun zorluğunu bizzat yolun yolcularından öğreniyoruz. Yunus Emre şiirlerinde birçok defa bu işin kılık kıyafetle alakalı olmadığını yolun zor bir yol olduğunu belirtiyor. Dervişliğin uykusuzluk, açlık, gönülsüzlük ve benzeri birçok fedakârlığı gerektirdiğini hepsinden önemlisi bunun Hak ile bağlantılı bir hayat tarzı olduğunu şiirlerinde çok kere tekrarlıyor. 

Elbette ki işin zor tarafı tatbik kısmı; zaten bahsettiğimiz anlamda teoride herkes derviş. Mesele saydığımız bütün güzellikleri bir ahenk içerisinde hayata yerleştirebilmekte. Bu da ancak dervişlerin kendi üniversitelerinin yani “tarikatların” eseridir.

Bir gün uzak diyarlardan bir kafile Gavsü’l A’zâm Abdükâdir Geylâni hazretlerini ziyarete gelir. Maksatları, şöhretini duydukları bu büyük zatı gözleriyle görmek, onun nazarına mazhar olmak ve eğer kabul buyururlarsa kendi memleketlerinde de Hazret’in bir ocağını ihdas etmektir. Niyetlerini Hazreti Abdülkadir’e açarlar: Ey şeyh, lütfetseniz bizim oraları da irşad halkanıza dâhil etseniz; yolunuzun güzelliklerini dervişliğin inceliklerini bizlere de öğretseniz, derler.

Hazret-i Abdülkadir, iştiyakla ve halisane niyetle yapılan bu daveti elbette reddetmeyecektir. Ancak sorar: “Yaparız Allah’ın izniyle de, nasıl olacak?” Tekliflerinin kabul olduğunu anlayan talipliler çok memnun olurlar; “Aman sultanım, evlatlarınızdan bir şeyh efendiyi tayin buyurursunuz. Biz orada her türlü ihtiyacını karşılar, onu el üstünde tutarız. Bir dediğini iki etmeyiz, tek bizi mahrum etmeyin!” derler.

Bunun üzerine Hazret-i Abdülkadir Geylani; “O zaman kolay. Ben de bir an korkmuştum bir derviş gelsin bize de dervişliği öğretsin diyeceksiniz diye!” buyurur ve “Mesele yolu öğretmekse onu yapacak evladımız çoktur ama mesele yolun halini yani dervişliği kemaliyle yaşamak ve öğrenmekse o zaman ya ben gelecektim ya da kardeşim Ahmed’i (Ahmed el-Rıfâî Hazretleri) gönderecektim.” der. (Keşkül Dergisi, 2014, Güz)

Bugün de aynen böyle değil midir? Tasavvufa gösterilen ilgi ve iltifatın bolluğunun yanında dervişlerin sayısının azlığına bakacak olursak meselenin sadece yolu öğrenme kısmında takılıp kalındığı ortadadır. “Bizim de olsun” adına çok şeylerimiz var ancak “olmak” adına ortaya koyabileceğimiz pek fazla bir şey yok. 

“Derviş”i modern zamanlara taşımak mecburiyetindeyiz ama nasıl? Sadece adının ve kıyafetlerinin bir folklor gibi yaşatılmasını değil bizzat şahsiyetinin cemiyet hayatında yer almasını arzu ediyoruz. Bunun yolunu da az önce hazreti Geylani’nin (ks) kendisinden öğrenmiş olduk. Bir mürşid-i kamil bulmak ve onun sözünden mümkün olduğunca çıkmamak… 

Allah bize dervişlerin ahlakını, sabır ve iştiyakını versin, büyüklerimizin himmetini üzerimizden eksik etmesin.

Amin.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

allah temizlenenleri de severr

Allah Tevbe Edenleri de Sever Temizlenenleri de Sever (Bakara 222) - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Allah Tevbe Edenleri de Sever Temizlenenleri de Sever

 

Mübarek üç ayların ikincisi olan Şaban ayını Mevlanın fazlı keremiyle idrak ediyoruz. Efendimiz’in (sav) üç aylarla ilgili olarak yaptıkları dua ile başlayım. Şöyle buyurmuşlardır: “Allahım, Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a kavuştur.” Efendimiz bir hadisi şeriflerinde Şaban ayı için: “Benim ayımdır.” buyurmuşlardır. Bu vesileyle O’nun sünneti seniyyesini daha iyi anlamaya ve temessük etmeye gayret etmemiz, sünnete bakışımızı yeniden gözden geçirerek noksanlarımızı bu aylar hürmetine tamamlama gayreti içinde olmamız gerekmektedir. Üç ayların özelliklerinden birisi de içerisinde kandillerin bulunmasıdır. Şaban ayı içerisinde Berat kandilini idrak edeciğiz inşaallah. Efendimiz Şaban ayı ve özellikle Berat gecesi hakkında şöyle buyurmuştur: “Şaban ayının yarısı (Berat gecesi) gelince; gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz. Şüphesiz ki Allah, o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne iner ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu? Onu affedeyim! Rızık isteyen yok mu? Rızık vereyim! Şifa dileyen yok mu? Şifa vereyim!” 

Berat; sözlükte bir borçtan, ceza veya sorumluluktan kurtulmak; temize çıkmak, uzak olmak, ilişkiyi kesmek gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, suçsuzluk, kurtuluş belgesi: “Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir berat mı var?” (Kamer 43) ve müşriklerle her türlü ilişkiyi kesme, onlardan uzak durma: “Allah ve Rasulü’nden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar!” (Tevbe 1) anlamlarında berat kelimesi geçmektedir. Hadislerde ise genellikle, günahtan kurtulma, bir iş veya zümreden uzak durma anlamlarında kullanılmıştır. Bu gecenin, Leyle-i Mübareke (Mübarek gece), Leyle-i berâe (Berat gecesi), Leyle-i Sakk (Vesika gecesi) ve Leyle-i Rahmet (Rahmet gecesi) gibi isimlerinin olduğunu alimler söylemişlerdir. Bu geceye, şu özelliklerin verildiği de yine bu gece ile ifade edilenler arasındadır: 

a) Bu gecede, her hikmetli iş ayrılır. Cenabı-ı Hak: “Her hikmetli iş, katımızdan bir emir ile o gece ayrılır.” buyurmuştur. (Duhan 4) 

b) Bu gecede yapılan ibadetlerin faziletlerinden bahsedilmiştir.

c) Bu gecede, rahmet-i ilahi iner. Nitekim Hz. Peygamber: “Allahu Teal, bu gecede ümmetime, Kelboğulları kabilesinin koyunlarının kıllarının sayısınca rahmet eder.” buyurmuştur.

d) Bu gecede mağfiret gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Allahu Teala bu gecede kâhin, düşmanlıkta ileri giden, alkolik olan, ana-babasına asi olan ve zinada ısrarlı olanlar hariç, bütün müslümanları affeder.”

Peygamber Efendimiz bu geceyi ibadetle geçirmiş ve Allah’a şöyle dua etmiştir: “Azabından affına, gazabından rızana sığınır, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamdetmekten acizim. Sen Seni sena ettiğin gibi yücesin.” Peygamber Efendimiz bu geceyi Hz. Aişe validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur: “Bu gece Şaban’ın on beşinci gecesidir. Allahu Teala bu gecede Beni Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanı cehennemden kurtarır. Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asi olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz.”

Peygamber Efendimiz, bu ayda mümkün olduğu kadar oruç tutardı. Hz. Aişe, Efendimiz’in bu davranışını şu sözleriyle ifade eder: “Rasulullah’ın Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay görmedim.” Hakk’ın bizim için ikram ettiği, adeta üç aylık bir kurs olan bu mevsimi başarıyla geçmek elzemdir. Bunun için başlama noktası olan tevbeye yönelmeli ve bu mevsimleri bir fırsat bir vesile kabul ederek kulluk adına temiz bir sayfa açmalıyız. Mevla’ya dönüşün başlama noktası olmalı. Bu bağlamda burada ayetler ve hadisler ışığında tevbeyi anlamaya çalışacağız.

Ayeti Kerimelerde Tevbe: Tevbeyle ilgili ayetlerin bazıları şöyledir:

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer 53) İsraf, mal sarfında meşhur ise de insanın yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşması da bu manaya gelir. Buradaki ümit, günaha teşvik için değil, en günahkâr kimseleri bile bir an önce tevbe edip Allah’a yönelmeye teşvik etmek içindir.

“(Rasulüm!) Kullarıma, Benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.” (Hicr 49)

“Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.” (Hicr 50)

“Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar, bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu, günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.” (Hud 52)

“Hâlbuki Sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (Enfal 33) Bu ayeti kerime tefsirde şöyle izah edilmiştir: Ey Habibim! Sen onlar için rahmetin ta kendisiydin, Senin bulunduğun yere azab indirmek imkân ve ihtimal dâhilinde değildir. Ayrıca iyiler içinden kötüler zuhur edip, zulüm yapmaya ve zulümde aşırı gitmeye başladığı zaman, zulüm ve isyanın olumsuz etkisiyle meydana gelecek olan fitnenin zararı iyilere de dokunur. Kötüler içinde iyiler zuhur etmeye başladığı zamanlarda az da olsa o iyilerin yüzü suyu hürmetine o kötülerin hak ettikleri ceza ve azab affa veya tehire uğrar.

“Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince: İşte ben şimdi tevbe ettim, diyen kimselerin tevbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa 18)

“Rasulüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Al-i İmran 31)

Bu ayeti kerime, Cenab-ı Hakk’a itaat ve muhabbetin ve O’nun rahmet ve mağfiretine nailiyetin ancak O’nun muhterem Peygamberi’ne uymak suretiyle tehakkuk ve tecelli edeceğini göstermektedir.

“Doğrusu, imanlarından sonra inkâr edenler, sonra inkârlarını arttıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez. İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir.” (Al-i İmran 90)

“O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, ‘Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi geri döndür de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık.’ diyecekleri zamanı bir görsen!” (Secde 12)

Zikredeceğimiz ayetlerden ise tevbe ile birlikte salih amelin mutlak gerekli olduğunu anlıyoruz.

“Ancak bundan sonra tevbe edenler, salih olarak davrananlar başka. Çünkü Allah, gerçekten bağışlayandır, esirgeyendir.” (Al-i İmran 89)

“Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Maide 39)

“Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner.” (Furkan 71)

“Ancak kim tevbe edip iman eder ve salih amellerde bulunursa artık kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir.” (Kasas 67)

“İman edip iyi işler yapanların (geçmiş) kötülüklerini elbette örteriz ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut 7)

Hâce Hazretleri (ksa) Gönül Sohbetleri ve Saadet Vesileleri isimli eserinde tevbeyle ilgili olarak şöyle buyuruyorlar: Tevbe, kulun Allaha rücusudur, dönüşüdür. Kulun Allah’ın emirlerine muhalefetten, Allah’ın emirlerine itaate dönüşüdür tevbe. Dalalet ve gaflet ortamından, Allah’ın inayetiyle, hidayet ve istikamete dönüş azminin, ricasının, gayretinin, ümidinin ismidir tevbe. Tevbe bir yöneliş olduğu gibi aynı zamanda bir sığınıştır. Dolayısıyla tevbe, Allah’tan mahrum kalmamanın ve mahrum kalmaktan korkmanın adıdır.

Hâce Hazretleri tevbenin merhaleleri olduğunu ifade buyurarak şöyle izahta bulunmuşlardır: Tevbenin merhaleleri özetle; tevbe, evbe ve inabedir. Bunlar birbirini çeken, birbirini getiren sebeplerdir. İnsan tevbe eder, tevbe ile evbeye ulaşır, evbe ile inabeye yönelir. Eğer bir tevbenin içinde bu makamat yoksa o tevbe Hz. Ali‘nin ifadesi ile yalancıların tevbesidir, yani içi boş bir sözdür. Tabi böyle bir tevbe yeniden tevbe gerekir. Ayeti kerimede: “Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur 31) diye tarif buyrulan: “Hep birlikte, topluca Allah’a tevbe edin.” ifadesinde şunu görüyoruz ki bu tevbe sözlü, sözle yerine getirilecek bir tevbe değil. Bu tevbe fiille yerine getirilecek bir tevbe. Ayeti kerimede günahtan sakının ve birbirinizi sakındırın anlamı var. Müminin asli görevinden birisi de bu. Kötülüğe eli ile, dili ile engel olmak. İşte bu tevbenin asli çeşididir. Kulun mücahade şeklinde, kendine dönük “Estağfirullah el-Azim” diyerek ve nefsine muhalefet ederek yapacağı tevbe bu ayetin emrettiği tevbe ile birleşirse faide verir. Müminler başta kendileri, sonra birbirleri için günaha düşürebilecek, günah işlemeye sebep olacak ortamları, zeminleri bertaraf edecek, birbirlerini günahtan sakındıracaklar.

İmam Gazzalî İhya’u Ulumi’d-din adlı eserinden tevbeyle ilgili yaptığı açıklamalardan bazılarını konunun anlaşılması noktasında ifade edelim: “Her kim Allah’ı unutmuştur, şüphesiz ki Allah ona kendi nefsini unutturmuştur. Küçük günah birçok sebeplerle büyük günaha dönüşür. O sebeplerden birisi günahta ısrar edip devam etmektir. Bu sırra binaen denilmiştir ki; ısrarla beraber küçük günah kalmaz, yani büyük olur. İstiğfarla beraber büyük günah kalmaz yani silinir.” Ve yine şöyle buyrulmuştur ki: “Cenabı Hak peygamberlerden birisine buyurmuştur: Hidayetin azlığına bakma. Belki hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! Belki o hata ile kendisine karşı cephe aldığının kibriyasına ve azametine bak!” Bu itibarla ariflerden bazıları buyurmuşlardır: Küçük günah yok… Belki her muhalefet büyüktür! Sahabeden bazıları tabiine şöyle söylemişlerdir: “Elbette sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen bir takım işler yapıyorsunuz ki, biz onları Rasulullah’ın zamanında helak edicilerden sayardık.”Ayrıca günah muhalefet edenin marifeti nispetinde büyür.

Haberde varid olmuştur ki: “İnsanların hepsi affolunmuştur. Ancak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna… Onlardan herhangi birisi Cenabı Hakk’ın kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahlar. Allah’ın örtüsünü kaldırır ve günahını sağa sola söyler.’’ “Tevbe edenlerle oturunuz! Çünkü onlar, kalp bakımından daha incedirler.” ifadesinde kimlerin arkadaş olduğuna işaret edilmiştir. Tevbe edilen günahlar eğer ibadet ve taata taalluk edenlerden ise bu ibadetlerin terk edilmesinden dolayı yapılan tevbenin akabinde mutlaka bu ibadetlerin kazası da yapılmalıdır. Namaz içinse kazasını hemen yapmaya başlamak, oruç ise yine kazasını yapmak gerekir ve diğer ibadetlerde bu şekildedir. İnsan hesaba çekilmeden önce nefsi hesaba çekmeli. Çünkü dünyada nefsi ile hesaba girişmeyen bir kimsenin ahirette hesabı oldukça uzanır. İbn Mes’ud der ki: “Ben sanırım ki kul, kendisine isabet eden günahtan dolayı ilmi unutur!’’ Hadisi şerifte geçmiştir ki: “Muhakkak kul, kendisine isabet eden bir günahtan dolayı rızıktan mahrum olur.” Yine haberde varid olmuştur ki: “Zamanınızdan inkâr ettiğiniz, (yani hoşunuza gitmeyen) nesneler, muhakkak bozmuş olduğunuz amellerinizden ötürü olmuştur.”

İbn Ataullah İskenderî tevbeyle ilgili olarak şunları ifade buyurmuşlardır: Şunu iyi bilin ki “Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara 222) Sen de tevbe etmek istersen, ömrün boyunca tefekkürü elden bırakmaman gerekir. Her günün sonunda o gün neler yaptığını düşün! Eğer kendini Allah’a kullukta bulursan, bundan dolayı Allah’a şükret. Allah’ın emirlerine aykırı davranışlarda bulunursan bundan dolayı da nefsini kötüle ve Allah’tan seni bağışlamasını dile; günahkârca bir yaşantıyı terk ederek, O’na tevbe et, O’na dön. Senin için Allah’la baş başa kalarak nefsini kınadığın bir yalnızlık ortamından daha faydalı bir meclis yoktur. Nefsinin yüzüne gülüp de ardından onu kötüleme. 

Manevi mevkilerin ilki tevbedir. Ameller ancak tevbe sayesinde kabul edilir. Kul günah işlediği zaman, ateşe yeni konmuş bir tencereye benzer. Altında bir süre ateş yakıldığı zaman islenir ve ardında kararmaya başlar. Fakat tencereyi vakit geçirmeden ateşten alır ve yıkarsan, isten ve siyahlıktan eser kalmaz.

Tevbe bir manevi temizlik aracıdır. Günah nedeniyle kararmış kalbi is ve siyahlıktan temizlendiği gibi, amellerden de bu temizlikten dolayı rıza kokusu yayılır. “Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir.” (Hucurat 11) Tevbe etmen, Allah’ın sana olan sevgisini gösterir. Allah’a itaat etmemek, ezelde verilen sözü bozmak, dostluk anlaşmasını feshetmek, başkasını O’na tercih etmek anlamına gelir. Yine nefsin özlem ve arzularına tabi olmak, hayâ gömleğini çıkarmak, Allah’ın hoşnut olmayacağı söz ve davranışlarda bulunmak da Allah’a itaatsizliktir. Bu durum organlarda bulanıklığın ortaya çıkması, gözün ferinin gitmesi, ibadette tembelliğin ortaya çıkması, haramlardan sakınmama, kazanma hırsı ve ibadetin haz ve güzelliğinin gitmesi gibi zahiri (aşikâr) izleri vardır. Günahın bâtıni (gizli) etki ve izlerine gelince, bunlar da şunlardır. Kalbin taşlaşması, nefsin günahta direnmesi, kalbin nefsin özlem ve tutkularından ötürü daralması, ibadetlerin hazzının kalkması, kalpte parlak nurların doğmasını engelleyen kötülüklerin birbirini izlemesi, nefsanî istek ve arzuların kalbi istila etmesi, şüphe ve tereddütlerin ardı ardına gelmesi, geri dönülecek asıl yurdu ve orada bekleyen çetin hesabı unutmak.

İmam Kuşeyri’ın Risale’sinden: Enes b. Malik, Nebi’in (sav): “Allah’ın en çok sevdiği kimse, tevbe eden gençtir.” buyurduğunu rivayet etmiştir. Tevbe saliklerin menzillerinden ilk menzildir. Taliplerin makamlarından birinci makamdır. Ehli sünnet alimleri, sahih bir tevbenin üç şartı vardır demişleridir; şeriata muhalif işleri yapmaktan nedamet duymak, hatalı ve günah olan şeyleri derhal terk etmek, eskiden işlenen günahların benzerini yapmamaya azmetmek.

Cüneyd-i Bağdadî hazretleri: “Tevbenin üç nevi manası vardır. Birincisi nedamet, ikincisi Allah’ın yasakladığı şeyi tekrar işlememeye kesinlikle karar vermek, üçüncüsü işlenen haksızlıkları telafi etmek için çaba harcamaktır.” der.

Sehl b. Abdullah: “Tevbe, ileride yaparım, sözünü terk etmek ve ilahi emir ve nehiylerin gereğini derhal yerine getirmektir.” demiştir.

Haris Muhasibî: “Hiçbir zaman Allahım, senden tevbe talep ediyorum demedim. Fakat senden tevbe etme arzusunu ihsan etmeni istiyorum, dedim.” demiştir.

Zünnun Mısrî’ye, tevbenin ne olduğu sorulunca: “Avamın tevbesi günahtan, havassın tevbesi gaflettendir.” diye cevap vermiştir.

Ebu Huseyn Nuri: “Tevbe, Aziz ve Celil olan Allah hariç her şeyden dönmek ve yüz çevirmektir.” demiştir.

Yahya b. Muaz: “Tevbeden sonra işlenen bir günah, tevbeden önce işlenen yetmiş günahtan daha çirkindir.” der.

Sehl et-Tusterî: “Tevbenin hakikati, günahı iki gözünün önüne getirmendir.” demiştir. Cüneyd-i Bağdadî: “Tevbenin hakikati senin günahı unutmandır.” demişlerdir.

Cünyed b. Muhammed, tevbe nedir sorusuna: Günahı unutmandır, diye cevap vermiştir. Yani günah olan fiilin zevkini ve izini kalbinden öylesine çıkaracaksın ki, ruhunda bundan eser kalmasın. Böylece hayatta bu günahı katiyen tanımamış biri haline gelirsin

Enes’ten: Allah Rasulü (sav) buyurdu: “Her ademoğlu günah işler. Günah işleyenlerin en iyileri tevbekâr olanlardır.”

 

Kaynakça

-Kuşeyrî Risalesi, İmam Abdülkerim Kuşeyrî

-İhya’u Ulumi’d-din, İmam Gazzalî

-Şamil İslam Ansiklopedisi

-Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları

-Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır

-Hasta Kalplerin İlacı, İbn Ataullah el-İskenderî

-Doğuş Devrinde Tasavvuf, Kelebazî

-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri

-Cem’ul-Fevaid, Muhammed b. Süleyman er-Rudanî

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

oncelik mi

Öncelik mi Umumulik mi - İnsan mı Sistem mi Rabıta mı ... - Dilhûn Âşık

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Öncelik mi Umumilik mi - İnsan mı Sistem mi Rabıta mı ...

 

İslam Allah’ın insanı tarifidir. İnsandan kastımız Hazreti Muhammed ve salihlerdir. Hâce Hazretleri’nin buyurdukları gibi: “İslam eşittir Hazret Muhammed’dir.” İslam insanın izharıdır. İnsan İslam için seçilmemiştir, insan İslam’ın işçisi değildir. Bilakis İslam insan için seçilmiştir. İslam insanın elbisesidir. İslam insanlaştığında ahlak açığa çıkar. Ahlak Allah’ın kuluna çıkarma yapması gibidir. Kulun Allah’ı ile dolmasıdır. İnsan kemale erdi mi ona ne ismi vermelidir, ihtilaf konusudur. Çünkü gözüken kemal hayrete düşürücüdür. Böyle bir varlıkla yaşamanın yolu ise rabıtadır. Rabıta Allah eğitimini almış insanla yaşama usulüdür.

İslam nasıl bir varlıkla muhatap olduğumuzu anlamamız için gelmiştir. Yoksa ondan dersler çıkarıp kendi çapımızca iyi bir insan olmamız için değil. Kur’an Allah’ın razı olduğu ve olmadığı insanların tarifini içerir.Kur’an içerisinden değerler çıkaracağımız bir kitap değildir. Bilakis Allah’ın yetiştirdiği, inşa ve terbiye ettiği insanı tanıtma kitabıdır.

Bu tanıtımın vesilesi ilahi vahiydir. Vahiy yol, yordam ve yöntemi berraklaştıran, önümüze seren Allah’tan inzal olan bilgidir. Adeta yolumuzu aydınlatan ışığımız vahiydir. Fakat vahyi okuma ancak insana yapılan yatırımın açılmasıyla mümkündür. Çünkü İnsan Allah’ın okunacağı en net nüshadır. Bundan dolayı kendini bilen Rabbini bilir. Bilinmesi gereken ilk mana: “Alemlerin Rabbi en muazzam şekliyle insan sanatında görünür.” açılımıdır.

Vahyi insanlaştıran, yaşama işleyen, bilgiyi fiil, söz ve davranışa çeviren peygamberler ve salihleridir. Vahiy bilgi ise peygamberler bilendir. Vahiy ışıksa peygamberler gözdür. Vahiy Allah’tan melekle inzal olur.Bizlere vahyin ulaşma yolu peygamberlerin yaşantılarıdır. Bizler ne melek ne de inzal görmeden, peygamberlerin bu yöndeki sözlerine inanarak iman ettik. Peygamberler vahyi bizlere adeta kendilerinden süzerek öğrettiler. Vahiy bizim için Adem’dir, İbrahim’dir, Efendimiz Hazreti Muhammed’dir.Bizler vahyi melekten değil, bizzat peygamberlerden aldık. “Bizler peygamberi göremedik ki” diyenlere yanlış yerlerde aramışsınız deriz. Namazda terennüm ettiğimiz tahiyyatımızda peygamberimizin “selam, salihlerin üzerine” de olsun niyazı latifinden anlıyoruz ki peygamberimizin mekanı salihlerdir. 

Vahyin insanlaşması bizlere aktarılmasını sağlamıştır. Sünnet ise vahyin insanlaşmasıdır. Allah’tan Cebrail aracılığıyla gelen vahiy ile bizler doğrudan hiçbir zaman muhatap olmadık. Bizler ancak her daim vahyin sahibinin inşa ettiği, vahyi ile işlediği peygamberleri ile muhatap olduk.

Bugün herkes vahyi anlama ve çözme gayreti içinde görünüyor! Bizler ise vahyin inzal olduğu insanı anlama ve çözme gayretindeyiz. Kur’an’ı anlamak ancak Hazreti Muhammed’in anlaşılmasıyla mümkündür.Vahyin çözümü vahyin insanını anlamayla gerçekleşir. Kur’an-ı Kerim hazreti insan anlaşılmadan görülemez. Kur’an’ın görülme yeri hazreti insandır. Cebrail’in Dihye suretinde gelmesi müslümanlara ne ifade ediyor anlamak çok zor. İşte bu anlamanın yolunu bulanlar buldukları bu yola rabıta demişlerdir. Rabıta Kur’an’ı ve alemi, Hazreti Muhammed ile okuma usulüdür.

Herkes Arapçanın, usul kitaplarını bilmenin ya da metinden anlamlar çıkarmanın peşine düşerek kurtuluş yolunun bulunacağını savunurken, bizler ise insanın peşine düşülmesi gerektiğini savunuyoruz. Vahiy ancak Hazreti Muhammed ile kalbi rabıtası güçlü olanların içine girebileceği bir hakikattir. Çünkü vahiy Peygamber Efendimiz’in kalbi şeriflerine inzal olunmuştur. Kalbten kalbe olan yolun bulunması bizleri yine rabıtaya götürür. Vahyin inzal olduğu kalbten istifade yolu rabıtayla açığa çıkarılmıştır. Rabıta Kur’an’ı insan kalbinden okumaktır. Bu okuyuş “ikra” emrine ne kadar da yakın bir okuyuştur. Bu okuyuş ne kadar da hisli, insani bir terennümdür. Kalbsizlere tabi ki bir sözümüz yok.Bugünlerde kalbten okunmayan Kur’an ve alem ne kadar da sevimsiz ve soğuk ürünler veriyor.

Bu yüzden günümüzde vahyin hadiseleri çözmemizdeki mükemmel yol gösteriliciği ne yazık ki kaybolmuştur. Bugünlerde vahyi hadiselerle çözüyoruz. Hazreti Yusuf’a lütfedilen “Te’vilul ehadis” hadiselerin, alemde gerçekleşen tüm olayları okuyabilme yeteneği Hazreti Yusuf aranmadı mı, Hazreti Yusuf’a varılmadı mı nasıl bulunacaktır? İşte bu sebebten hadiseleri vahiyden çıkarabilecek doğru bir anlayışı bizler ne yazık ki yakalayamıyoruz. Müslüman dünyasının figüranlıktan kurtulması ancak vahiyle yol haritasını oluşturabilmesine bağlıdır. Vahyin ise bizler için tek anlaşılma yolu vardır. Bu yolda vahiy insanı ile aynileşmekten geçer. Vahiy insanı ile aynileşmenin adı rabıtadır.

Vahyin insanı peygamberin varisleri olan salihler yani insanı kamillerdir. Peygamberimiz ilmi miras bırakmıştır. Peki bu ilim nerede yazılıdır. Bu ilim Hazreti Muhammed’in kendisinde yazılıdır. Hazereti Muhammed ümmidir. Her şeyin aslı ondadır. Ümmilik insana Allah yatırımının tazeliğini, sadeliğini, katışıksız oluşunu belirtir. Sanılmasın ki bu ilim yazılı bir metindir. Allahımız Peygamberimiz’e “İlmin ziyadesini iste!” buyurmuştur. İşte ilmin ziyadesi varislerin rızkı olan ilimdir. Cenabı Hak “Sen seni yaşatacak olanlar içinde ilim iste çünkü senin duan onlar için sekinettir.” buyurmamış mıdır?

Küfür zihniyeti müslüman dünyasına peygamberliğin hatm olması gerçeğini bozarak, mecrasından kaydırarak büyük tahribat vermiştir. Bu yüzden müslüman dünyasının anlamakta çok büyük yanılgılara düştüğü alanlardan birisi nübüvvetin hatmi gerçeğidir. Çağımızdaki yaralı zihniyetlerin ortaya çıkardığı bakış açısı şöyledir: “Peygamberlik hatm oldu. Yani peygamberlik sona erdi. Hazreti Muhammed de vefat etti. Artık bundan sonra vahye birinci muhatap biziz. Vahiyden anladığımıza göre bir hayat oluşturmak zorundayız. Vahyi inceleyeceğiz. Vahiyden çağımıza uygun usuller geliştirip yolumuzu bulacağız vb...”

Peygamberliğin hatmi hadisesinde bilmemiz gereken ilk kaide Allah’ın sünnetinde hiçbir zaman değişiklik olmadığıdır. Değişiklikler, hükümler çerçevesinde gerçekleşir.Hakikatte değişiklik olmaz. Bu konudaki hakikat Allahımızın insanını inşa etmesidir. Bizlerde Rabbimizin tarafından terbiye ile inşa edilen insanlardan öğreniriz ne öğrenirsek. Bu usül eğitimin mükemmel gerçekleşmesini sağlar. Terbiye edilenden terbiye almak rabıtanın asırlar boyunca mükemmel bir eğitim usulü olduğunu gözlerimizin önüne serer. Rabıta değişmeyen eğitimin yoludur.

Hakikat değişmez. İlletler değişir fakat hikmet değişmez. Hükümler nesh edilebilir fakat ilahi murad değişmez. Şeriatler değişir fakat din değişmez. Bütün bunlar İslam’ın Allah tarafından insan için seçilmesinden dolayı olmaktadır. Bu da Allah sebepleri, illetleri, hükümleri işlevlerine göre devam ettirir ya da nesh eder demektir.

Bu sebeple nübüvvetin hatm olması insanın Allah tarafından eğitimine son verilmiştir anlamına gelmez. Bu anlamı çıkaranlar Allah’ı tanımayan su-i kastları olan insanlardır. Ne Allah sünnetini değiştirmiştir ne de insan Allah katındaki yerini kaybetmiştir. Sadece sebebler, illetler değişmiştir. Hükümler nesh olmuştur. Küfür sebep, illet değişimini kullanmaya kalkmıştır. Tıpkı kıblenin değişmesinde yapmaya çalıştığı gibi.

Mekke döneminde bilindiği üzere müslümanlar Kabe’yi önlerine alsalar da Kudüs’e yöneliyorlardı. Bu uygulama Medine’de de belli bir süre devam etti. Daha sonra Kabe’ye yönenildi. Buradaki hakikat kıblenin varlığıdır. İlletleri, hikmetleri, sebepleri Kabe olur, Kudüs olur. Hakikat kıblenin varlığıdır. Hüküm yöneldiğin sebeplerdir. Sebepler değişti fakat hakikat hiçbir zaman değişmeyecektir.

Küfür ilk dönem Mekkeliler sonra yahudiler bu değişimi hep eleştirip durdular. Kıble değişir mi deyip durdular. Kıble Allah’ın iradesidir. Bir mekan değildir. Mekan sebeptir. İrade asıldır.

Bizler küfrün hastalıklı akıl yürütmelerini hazreti insandan öğrenen insanlarız.Küfrün vurgununu yiyip zihin ve duygu felcine uğrayanların insansız vahiy muhataplığı anlayışlarını mahkum edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Herkesin Hak adına yaptığı işlerde bedelini ödemesi gerektiği inanıyoruz.Bu bedeli vermede ilk önce kendimizi sonra toplumu uyarma ve takip etmenin üzerimize düşen önemli bir vazife olduğunun bilincindeyiz. Görev anlayışımız Hâce Hazretleri’nin şu ifadesiyle gelişmiştir: “Ceddimin karşısına çıktığımda sunacağım hediyem; Belki yezidleri öldürmedim fakat yezidleri çıkaran zihniyeti öldürdüm. Ben yezidiliği öldürdüm, demektir.”

Çağın küfür merkezleri tarafından zihni vurgun yiyen müslümanların ana fikirlerinden birisi de; Kur’an’dan ibretler, manalar çıkararak bir nizam, sistem kurma anlayışıdır. İnsan inşa etme cüretidir.

Örnek verirsek Yusuf aleyhisselam kıssasına bakalım. Eğitimden, nebevi yönteme kadar, toplumu tanıma ve yönetmeden mücadele usullerine kadar... çok kıymetli, insan inşa etme yollarını öğrenip uygulamalıyız.

İyi bilinmelidir ki insanını Allah inşa eder. Bizler Hazreti Yusuf ile muhatabız. Allah’ın inşa etiği Hazreti Yusuf ise Hazreti Yakup gibi bir peygamber olsanız bile Hazreti Yusuf’a secde edersiniz. Yani hizmetine tam bir külliyetle katılırsınız. Sizin secde ettiğiniz ise kendi yorumlarınızdan başka bir şey değildir. Bugünkü bu yorum edepsizliği Allah’ı mubtil kılma anlamına gelir. Şunu bilelim ki Allah vardır. Allah bir inançtan ibaret değildir.Allah bir varlıktır. Bilinmelidir ki Allah Allahlığını kimseye vermez.

Allah’ın işine karışmamız ve bu girişimi yaldızlayıp insanlığa sunmamız ancak Allahımızın gadabının üstümüze çekilmesine yol açar. İslam alemi kan ağlıyorsa var olan bu edepsizlikten dolayı kan ağlamaktadır.

Müslümanlar ancak Allah ve Rasulü’nü takip etmelidir. İnsan halifedir. Halife ardıl demektir, arkadan gelen demektir. Allah ve Rasulü’nün önüne müminler geçemez. Hüküm tamamen Allah’a aittir. Hüküm iradenin tebarüz ettiği, açığa çıktığı yerdir. Söz konusu irade ise kul ardıl konumundadır. Kul takdir edileni tercih edendir. Edip eyleyeni bilendir. Bu gerçeği Kur’an’ın ifadesiyle söylersek “Bizi ve fiillerimizi yaratan ve tercihlerimizden bizi hesaba çekecek olan Allah’tır.”

İrade emiri doğurur. Bize düşen amel, eylemdir. Eylem Allah’ı bilen insanın Allah’ı takibiyle başlar. Allah adına yapılan iş Allah’ın yaptığı işe dahil olmaktır. İnsan kendi yaptığı işe Allah’ı katarsa, kendi işine Allah’ı ortak yaparsa şirkten kurtulamaz. Allah kulun işçisi değildir. Kul Allah’ın hizmetkarıdır.Fikrimiz, inancımız, duygumuz Allahımızın emirlerine amade konumundadır. Kul sadece Allah’tan etkilenendir. Kulun sadece Allah’ı vardır.

Allahımızın istek ve dualarımızdaki olması gereken önceliğine bir kaç örnek verirsek;

Allah bizleri kurtarsın diye davet olunmaz. Allah zorda kalanın yardımcısıdır, Adildir, Mevladır, kurtarıcıdır diye çağırılır. Allah, Allah olduğu için davet edilir. Yoksa benim kurtulmam için, bana hizmet için çağırılmaz.

“Allahım sen afuvsun. Affetmeyi seversin...” ilk olan O’dur. Affedicilik O’nun vasfıdır, özelliğidir. Biz yokken O affediciydi. Sonra affetmeyi, ara bozucu ne varsa silmeyi, pürüzleri kaldırmayı, iki varlığı buluşturmayı sever. Bütün bunlardan sonra “Bizi affet!” denilir.

Allahım bana güzel ahlak nasib et denmez. Allahım beni ahlakınla ahlaklandır denilir. Allah’tan ancak Allah istenir. Allah’a ait olanlar istenir. Kendi arzu ve isteklerinin tatmini Allah’tan istenmez. Allah’tan Allah’ın paylaşmak istedikleri istenir.

Bana lütuf et denmez. Sen latifsin bizlere lütfet denilir. Bu anlayıştır. Allah’a katılıştır. Kul Allah’a katılma yollarını bulan insana denilir. Katılma yolları ise bizlere rabıta usulüyle açılmıştır.

Çağımızda gafletimizden neredeyse Allah ikinci plana itilmiştir. Allah işi, eylemi yapan insanın destekçisi konumunda algılanmaktadır. Biz yapacağız O bize yardım edecek. Kendimize sormalıyız kainatı biz mi yönetiyoruz Allah mı? Alemin tedbirini biz mi yapıyoruz Allah mı? Alemi insanın hizmetine veren Alemlerin rabbi alemi çekip çevirmeyi bize mi bıraktı? Alemin Efendisi, Rabbi biz miyiz Allah mı? Bu edepsizlik, gaflet nereden geliyor, bu ne cüret. Hep savunurken söyleriz Allah sadece göklerin Rabbi değildir. O yeryüzünün de Rabbi’dir. Peki sormak gerekir; Allah göklerin ve yerin Rabbi de bizim Rabbimiz değil midir? Gökleri ve yeri muradına göre çekip çeviriyor da bizlere sıra geldi mi duruyor mu?

Alemin tedbiri elinde olan bizim dünyanızda niye figüran oluyor? Allah adına işler çekip çevirmeyi bırakalım da Allah’a, O güzeller şahına teslim olalım. Bizim işimiz Allah’ın davetine, Rasulü’nün davetine icabettir. Bizler onları izleyerek işlerimizi yaparız. Onların gücüne güç mü yeter. Allah’ın beyanı olmasa Kur’an nasıl Allah’ın kastına göre okunabilir. Peygamber’i Allah tarafından beyanla müjdelenmişken beyanı kendi anlayışları kılanlar ne yüzle bizlere Kur’an’ı açıklama gayreti içine giriyorlar.

Hulasa-i kelam Kur’an insanı gösterir, din insanı tanımlar. İnsan ise Allah’ı gösterir. Allah dinde, cennette değil peygamber ve salihlerinde sıfatlarıyla muazzam gözükür.Secde izleri simalarında bulunan müminler Allah’ın nuruyla nazar eder.

İnsanı tanımak eksenli Kur’an eğitimi verilmelidir. Allah’ı tanımak peygamberi ile yaşamakla mümkündür. Din insana, insan Allah’a yoldur.

İslam büyük ahlak sahibinin fiile/eyleme dökülen mirasıdır. Namaz, oruç, hac, zekat... kelime-i şehadetin açılımıdır. Kıyam Peygamberimiz’in ahlakıdır. Rüku, secde...alemlerin Efendisi’nin ahlakı aziminden cüzlerdir. Oruç adanmışlığının, zekat tertemizliğinin, hac yaşamı sürdürmesinin açılımları, tanıtımlarıdır. İslam Hazret-i Muhammed’in ahlakını çoğaltma adımıdır. İslam Hazreti Muhammed’den ibarettir. Hazreti Muhammed ise varisleriyle bizlere ulaşmaktadır.

Rasulün varisi ise Allah’ın peygamberleriyle inşa ettiği insan; sevgiyle yoğrulmuş, asalet sahibi, yetkili kılınmış, numune-i imtisal olmuş, itaat mercii seçilmiş, ayetel kübranın mecrası, Allah’ın ince sanatıdır.

İnsanlığın hafızası insan-ı kamildir. İnsanlığın namusu insan-ı kamildir. Kemalatın dağıtım menbaı insan-ı kamildir.

İnsan-ı kamil hem içteki nefs zalimine hem de dıştaki zalimlere müminlerin kalkanı, savunu alanıdır. Gönülden bahsedilecekse, aşktan, sevgiden konuşulacaksa, insana Allah’ın kucak açması isteniyorsa, Allah ile kulları, Allah’ın istediği yerde buluşsun isteniyorsa: insanı kamil, yegane latif yoldur, yordamdır, asıldır, barıştır, varıştır.

 

Allah davet eder; geleceğiniz yer daru’s-selam

Kastı; inşa ettiği insan.

Hulasa-i kelam ;

Asıldır her şeye Hazret-i insan...

 

Yazar: Dilhûn Âşık

 

insanda egitim ile

İnsanda Eğitim ile Açığa Güzel Güzel Ahlaktır - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

İnsanda Eğitim ile Açığa Çıkan Güzel Ahlaktır

 

İnsanoğlu hayat içerisinde sürekli değişim ile muhataptır. Hayatta yaşadığımız süre içerisinde hem ruhen hem de bedenen sürekli bir değişim ve şekillenme içerisine gireriz. Dışarıdan gelen her etki iç dinamizmimizin sağlamlık derecesine göre bizi etkiler. Bu etkilenmeler yerine göre davranış değişikliği oluşturur ya da oluşturamaz. Fakat burada asıl önemli olan değişmesi gereken davranışlarımızın daha fazla zaman kaybetmeden hemen değiştirilmesi ve doğru davranışlara dönüştürülmesidir. Bu doğru davranışların hepsine birden güzel ahlak adı verilebilir. Zaten şüphesiz en büyük eğitici ve öğretici olan son peygamber Hz. Muhammed’in (sav): “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözü asıl amacımızın ne olması gerektiğini bariz bir şekilde bizlere anlatmaya yeter.

Bir kul olarak en büyük zenginlik güzel ahlaktır. Çünkü ahlakımız bizim toplum içerisindeki yerimizi belirler. Bizimle muhatap olacak insanların kalitesini sağlar. Güzel ahlak sürekli etrafını geliştiren en büyük sermaye hükmündedir. Çünkü etrafımızda belki o an güzelleşememiş ama güzelliğin kıymetini bilen, güzel olmaya her an namzet insanlar belirir. 

“Su, yolunu bulur.” sözünü atalarımız söylerken bize de bir yol haritası çizmişlerdir. En güzel yol Efendimiz Hz. Muhammed’in yoludur. O’na ulaşmayan tüm tali yollar ya çıkmazdır, ya da sonu yakıtı insan olan, ebedi cehennem hayatıdır. Bu sebeple insan su gibi olmalıdır. Su akışkandır. Girdiği kabın şeklini alır. Bizi şekillendirmek isteyen güzel ahlaklı insanların kabıyla güzelleşebiliriz. Toplumu inşa edecek insanlar güzel ahlaklı olanlarımızdır. Çünkü insanoğlu artık söz ile nasihat edilmekten değil, örnek davranışları görmek ile değişime hazırdır. Zaten güzel kelam, şayet güzel insanlardan çıkmazsa ancak dudaktan dökülen gürültü hükmündedir. 

“İnsanların en hayırlısı güzel ahlaklı olanlarınızdır.” buyrulmuşken hayrı başka şeylerde aramak, ömür denilen gelip geçici dünya hayatını ve ebedi ahiret hayatını hezimet ile sonuçlandırır. Her şey kaybolduğu yerde aranır. Biz her şeyden önce insan denilen içimizdeki hazineyi kaybettik. Bu sebeple insanı tekrar diriltemezsek nasıl davranacağını bilen, dünyayı yeniden asliyetine döndürecek, hakka, hukuka riayet ederek adaleti şiar edinmiş İslam toplumunun yetişmesi de hayalden ibarettir. Bu özlenen namzet toplum ancak kendisini gerçekten bilen insanların oluşturduğu topluluktur. Her şey insan merkezlidir. İnsanı yaşamak, insanı yaşatmak asıl gaye olursa örnek toplumlar zaten kendiliğinden oluşacaktır. Atamız Osman Bey’e, Şeyh Edebali’nin (ks) nasihat ettiği gibi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” İnsan yaşarsa aile yaşar; aile yaşarsa, toplum yaşar; toplum yaşarsa, devlet yaşar; devlet yaşarsa dünya yaşar, kainat yaşar. Hepsinden önemlisi de Mevlamız Allah (cc) bizlerden ve yaptığımız işlersen razı olur. Zaten tüm gaye bu değil midir?

Her şey birbirinin devamıdır. Birbirini tamamlar. Bir canlıyı oluşturan canlılık özelliğine sahip en küçük yapı taşı hücredir. İşte bu en küçük canlı olan hücrede meydana gelen bir kanser hastalığı, otomatik olarak oradaki organı etkiler, işlevini güçleştirir, eğer tedavi edilemezse bir süre sonra koskocaman beden artık nefessiz ve hareketsiz kalır, daha sonra da çürüyerek yok olur gider. İşte tedavi süreci burada da yine hücreye yönelik yapılır. Eğer hücre iyileşirse ilgili organların da işlevi normale döner. Dolayısıyla hayatın devamı da sağlanır. Aynı şekilde toplum da insanların bir araya gelmesi ile oluşur. Önce insan sağlıklı, mutlu, iç aleminde yaratıcısına karşı dürüst ve adil olursa bu güzellik ilkin aile müessesesine yansır. Daha sonra da toplumdaki adalet mekanizması harekete geçer. Herkes birbirinden emin olur. İnsan önce kardeşinin nefsini kendisine tercih eder. Paylaştığı ekmeğin büyük kısmını evvela kardeşine ikram eder. Bu incelik ve nezaket toplumda oturmuş davranış biçimi halini alır ki buna kültür denir. Önemli olan doğru davranış kalıplarını kültür haline dönüştürebilmektir. Fakat bu kültür ne sözle ne yazıyla ne emirle ne de polisle, güç ile sağlanır. Bunu oluşturacak en güzel ve en doğru hatta tek yol gönüllerin fethedilmesidir. En güzel eğitim tanımı olarak diyebiliriz ki, “Eğitim gönülleri fethetmektir.”

İstanbul’u fetheden cihanşümul padişahımız cennet mekan Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul kuşatmasından evvel tebdili kıyafet ile toplumun nabzını tutmak için ülkesini gezer, dolaşır, halkının içerisine girer. Alışveriş yapma bahanesiyle girdiği bir dükkandaki esnaf, istediği kendisinde bulunmasına rağmen karşındaki komşu dükkandan almasını söyler. Sebebini sorduğunda kendisinin siftah ettiğini, ama komşunun henüz hiçbir müşterisiyle ticaret yapmadığını ifade eder. Böylesi kadirşinas bir davranışa şahit olmak padişahı duygulandırır. “Ben bu halkım ile değil İstanbul’u, dünyayı bile fethedebilirim.” sözleriyle hoşnutluğunu dile getirir. 

Ülkeler gönülleri fethedilmiş, inançlı insanlarla fethedilir. En büyük yatırım eğitimdir. Eğitim ise insanı batıldan Hakk’a götürdüğü oranda hedefine ulaşır. Enaniyeti ayyuka çıkmış, ben merkezli yaşayan, egoist insanlar yetiştirmek eğitim olmadığı gibi, insana ve insanlığa en büyük ihanettir. Hele ki bunun adı bir de Milli Eğitim olarak başlamış ise mesele daha da vahimdir. Millilik öz değerlere sahipliktir. Eğer eğitim bizim gönlümüze huzur telkin edemiyor ise, kültürümüzün izlerine muhalif ise burada ciddi bir art niyet aramak gerekir. 

En büyük meselemiz insan yetişmemesidir. İnsan yetiştirmeye yönelik sosyal ve resmi müesseselerimizin olmaması ya da olsa bile asıl işlevinin dışında çalışmalarıdır. Dolayısıyla böyle bir durumun neticesinde gönlü boş cahil nesillerin meydana gelmesi ya da yanlış yönlendirilmiş, iğdiş edilmiş, hilkat garibesi nesillerin türemesidir. Yanlış proje ile yarım ustaların derme çatma bilgileri ile bina edilmiş bir yapının düzeltilmesi ne kadar zor ise, iğdiş edilerek, yanlış ellerde, eğitim adı altında safsatalarla kendinden uzaklaştırılmış, insan görünümlü varlıkların aslına döndürülmesi de zordur. Bu iş her şeyden önce nasip ve ciddi bir emek ister. Zaten bunu başarabilmek de herkesin becerebileceği bir iş değildir ki ehli gerekir. Bu sebepledir ki toplum içerisinden çıkmış alimlerin, insan-ı kamillerin, fadıl kişilerin ölümü adeta alemin ölümü gibi algılanmıştır.

En büyük okul gönül okuldur. En büyük eğitimci, muallim ise insan-ı kamillerdir. Çünkü kalpten kalbe gözle görünmeyen bir hakikat yolu vardır. Hakikat eğitimini bu yolun inceliklerini ve engellerini en iyi bilen insanlar verebilir. Çünkü bu yoldan rehbersiz gidilmez. Menzile ulaşmak ancak rehberin ayak izlerini takip edip gösterdiği istikamette ilerlemekle mümkün olur. İşte bu yol insanı hakikate götürür. Hakikat eğitimini almış insanlar gerçekten yetişmiş, asliyetine dönmüş ve Rabbani eğitim yöntemiyle olgunlaşmış bireylerdir. 

Her şeyden önce bu okullara kayıt olmak nasip işidir. Belki bu okullara herkes alınmaz ama hiçbir dünyevi torpil geçmez. İlk ve en önemli şart, edeptir. İkinci şart ise sevebilmeyi bilmektir. “Edep bir taç imiş ol bar-i Hüda’dan, giy o tacı kurtul her beladan.” Misali kendisini aşağıda tutabilen, alçakgönüllülük meziyeti taşıyan çocuk, genç, ihtiyar, kadın, erkek, zengin, fakir, engelli, engelsiz herkes bu okulun hedef kitlesidir. Edep bu okullara alınabilmek için insanın kendi rüştünü gösterdiği temel zemindir. İkinci şart ise gönül engeli taşımamaktır. Bu okula kolsuz, bacaksız girilebilir fakat sevgiye kapalı, bir kalp sokağından bile geçemez. Sevgisizlik ne büyük bir engeldir. Allah (cc) kimseyi sevgisiz bırakmasın. 

Bu okullarda eğitim görmek gönül işidir. Belki herkes mezun olamaz ama herkes mutlaka kabı miktarınca dolar, taşar. Etrafını aydınlatır. Çevresine kandil olur. Bulunduğu her ortama pozitif enerji verir. Hepsinden önemlisi ise insan olarak kendisini bilir ve tanır. İnsanın kendisini tanıması ile sonuçlanmayan her tedrisat, aldığı her ders, öğrendiği her şey varlık oluşturur. Varlık ise insan ruhunu kemiren tedavi edilmesi elzem ciddi bir manevi rahatsızlıktır. Eğer bu hastalık zamanında tedavi edilmezse ileride çok çetin mücadeleler verilerek üstesinden gelinebilecek bir hal oluşturur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” buyuran iki cihan güneşi Hz. Muhammed (sav) eğitimin eğer ehil kişiler ile ve doğru alanlarda yapılmadığı zaman ne kadar tehlikeli bir sonuç oluşturacağını açıkça belirtmiştir.

Kainattaki en güzel eserdir insan. İnsanın sırrını açığa çıkartmak varlık sebebimizdir. Çünkü bizdeki bu güzelliği yaşamak ve göstermek Rabbimizin bizlere emridir. Ancak bunun açığa çıkması ile Rabbimizin hoşnutluğu ve rızası sağlanır. 

Eğitim güzel ile çirkini, iyi ile kötünün yer değiştirmesi ile sonuçlanıyor ise amacına ulaşmıştır. Yoksa doktor olmak, kaymakam olmak, mühendis olmak, savcı olmak meselesi değildir eğitimin amacı. Bunlar öğretim ile alakalı girişimlerdir. Bir kişi mühendis olmak için mühendislik eğitimi veren fakülteye gider, başarılı olursa diplomasını alır mühendis olur. Her mesleğin kişiden istediği belli şartlar ve vasıflar mutlaka vardır. Bunlar yerine getirilirse başarı sağlanır. Her meslek için durum aynısıdır. İlgili fakülteye gidip o şartları başarılı bir şekilde yerine getiren her birey ilgili mesleğin mensubu olabilir. Fakat insan olmak farklı bir olgudur. Bu eğitim ile alakalı bir kavramdır. İyi bir doktor olmak ile iyi bir insan olmak her zaman aynı şahsiyette bütünleşmeyebilir. İyi bir tıp öğrenimi görmek insanı başarılı bir doktor yapsa da iyi bir insan olmasını sağlamaz. 

İnsanlık eğitiminin en sağlam ve sağlıklı müessesesi, insan-ı kamillerdir. Çünkü bu yöntem Rabbani bir eğitim yöntemidir. Bunun yolu budur. Buna direnmek zulümdür. Bu müesseseleri inkar etmek insanlık adına işlenen en büyük cinayettir.

Buradan sormak lazım tasavvuf yoktur diyenlere o zaman ne var? Bak bakalım sen kendi benliğinden başka kimi nereye çağırabiliyorsun. Sen olmadan kimi nereye davet ediyorsun. Bu benlik küfrü ile sen kime ne verebilirsin. Ya da sende ne var ki, olmadık iftira ve yanlış telkinlerle başkalarının zihinlerini bulandırıyorsun? Hem bugün her bilgiye internet denilen dünya ağı ile, ceplerimizde taşıdığımız akıllı telefonlarla rahatça ulaşabilirken, bu neyin varlığı, üstünlüğü anlamak hakikaten de zor geliyor bizlere. 

Asıl olan zorda kaldığımızda kimden yardım istiyoruz, dinin emir ve yasakları bizde ne kadar oturmuş, yalnız kaldığımızda huzuru nerelerde arıyoruz, iyi günde, kötü günde kimden ne kadar yardım ve destek talep ediyoruz? Dilden düşürmediğimiz Kur’an bize ne kadar hükmedebilmiş? Neden doğruluğuna iman ettiğimiz bu hükümler bizde hayat biçimi olarak oturmamış?

Bunların hepsi insanlığımızı sorgulayarak, insanlığın neresinde olduğumuzu anlamaya çalışarak vereceğimiz cevaplardır.

Sözün hülasası şudur: “İnsan, eğitim ile açığa çıkar.”

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Pazartesi, 01 Ağustos 2016 10:33

MİKTAD bin AMR (ra)

miktad bin

Miktad bin Amr (ra) - Kerem ACAR

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Miktad bin Amr (ra)

 

Milâdi 585 senesinde Yemen’de dünyaya geldi. Yemen’de yaşadığı bir tatsızlıktan dolayı orayı terketmek zorunda kalır. İlahi kudret onu Mekke’ye sevkeder. Mekke’ye gelip yerleşir. Burada Efendimiz’in de (as) akrabası olan Esved b. Abdiyağus isimli zâtın himayesine girer. Miktad’taki erdem Esved’in çok hoşuna gider ve Miktad’ı evlatlık edinir. Bu sebebten dolayı Esved’e nisbet edilerek Mikdat b. Esved olarak anılır. Tâ ki Medine’de:

“Evlatlıklarınızı öz babalarına nisbet ederek çağırın; böylesi Allah katında daha adaletli/daha doğrudur.” (Ahzab 5) âyeti nâzil oluncaya dek. Bu ayetten sonra Mikdat b. Esved, artık öz babası Amr’a nisbet edilerek Mikdat b. Amr, Rasulullah Efendimiz’in (sav) evlatlılığı Zeyd b. Muhammed ise babası Hârise’ye nisbet edilerek Zeyd b. Hârise, olarak anılmaya/çağrılmaya başlandı (r.anhuma).

Şemâili: Esmer, güzel yüzlü, âhu gözlü ve kaşları bitişik. Burnunun ortası yüksekçeydi. Uzun boylu ve şişman bir zât idi. Saçları sıktı. Sakallarını sarıya boyardı. (İbn Saad 3/181) 

İslam’ı kabul eden 7. müslümandır. Yani Sâbikun’dan. Mekke’de kimi kimsesi olmadığı içi fazlaca cefa gördü. Bazen ona demir gömlekler giydirirler ve güneşin altında bekletirlerdi. Elbette yaşadıkları herşey, ilâhi gözetim altında oldu. Allahu Teala o yılların böyle geçmesini münâsip gördü. “Size isabet eden hiçbir musibet yoktur ki; meydana gelmeden önce katımızda bir kitapta yazılı olmasın. Bu Allah’a göre çok kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye böyle yaptık. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Hadid 22-23) 

Onlar, Rasulullah’ın (sav) eşsiz merhametini de, müstağnilerin merhametsizliğini de iliklerine kadar yaşadılar. 

Nübüvvetin 6. yılında Cafer b. Ebi Talib’in (ra) imamlığında Habeşistan’a hicret etmek zorunda kaldı. Güller ve dikenlerle döşeli yollları dostlarıyla kolkola yürüdü. Hidâyetin; sevincini ve ferahlığını en derüni şekilde yaşarken, bir yandanda dilinde; İbrahim’den (as) tevârüs eden şu ayetin nemi vardı:

“وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ - Herkesi diriltiğin gün beni mahçup/mahzun etme.” (Şuara 87)

3 ila 4 sene kadar Habeşistan’da yaşadı. Sonra Mekke’ye dönüp hicrete kadar Mekke’de kaldı. 

Hicret zamanı geldi. Herkes hicret etti. Elbette hicretin ekonomik yönü de vardı. Yani o yolculuğun bir maddi bedeli vardı. Hz. Miktad ise o günlerde bu maddi güce sahip değildi. Binaenaleyh herkes göç edip giderken o bir süre Mekke’de kaldı. Medine’ye gecikmeli olarak gitti. Hz. İkrime’nin idaresinde Mekke’den Şam’a gidecek bir kervana katıldı. Kervan Medine yakınlarından geçerken bir yolunu bulup Kervan’dan kaçtı ve Medine’ye geldi. Efendimiz (sav) Medine’de onu Abdullah ibni Revaha ile kardeş kıldı. 

Evliliği

Erkek ve kızların yaşı geldiğinde fazla beklemeden/bekletilmeden evlendiği o günün toplumunda Hz. Miktad, yaşı 40 olmasına rağmen hâlâ evlenememişti. Abdurahman b. Avf (ra) ile dostlukları vardı. Birgün kendisine: “Neden hâlâ evlenmiyorsun?” diyen Hz. Abdurrahman’a: “Evlenecek bir kız bulamadım.” dedi. Hz. Abdurrahman da “Koskoca Medine’de nasıl kız bulamazsın?” deyince Miktad: “Evlenmemi istiyorsan beni kızınla nikahlayabilirsin.” dedi. Abdurrahman b. Avf Miktad’a kızdı, biraz da ağır konuştu. Miktad, Efendimiz’e (sav) geldi ve olanı anlattı. Efendimiz (sav) ona tebessüm etti ve “Üzülme! Seni Ben evlendiririm.” buyurdu ve Efendimiz kendi amcası Zübeyr’in kızı Dubaa’yı (r.anha) onunla evlendirdi. Bu izdivaçtan Abdurrahman ve Kerime isimli biri erkek diğeri kız iki çocuğu oldu. Kızı Kerime binti Miktad, Medine’nin fakih hanımlarındandı.

İslam’ın ilk süvarileri

Efendimiz, ilk savaş olan Bedir için ashabın görüşlerini alırken Hz. Miktad “Sen merak etma Ya Rasullallah! Biz Senin ya önündeyiz ya arkanda, ya sağındayız ya da solunda!” buyurarak Efendimiz’e sürûr oldu. Bedir Savaşı’na kadar olan sürede ticaret yaptı ve kendisine bir at satın aldı. Bedir’de iki süvari vardı; biri Hz Zübeyr bin Avvam diğeri de Hz. Mikdad b. Amr. Efendimiz Süvarinin birini ordunun sağına ve diğerine de soluna yerleştirdi. Savaş sonrasında ganimetleri pay ederken Hz. Zübeyr ve Hz. Miktad’a savaşa atları ile katıldıkları için iki hisse verdi.

Bir zaman Efendimiz (sav), onu bir yere idareci yaptı. Bir müddet sonra Efendimiz’in (sav) yanına geldi. Efendimiz (sav) “Miktad idarecilik nasıl? diye sordu. Miktad: “Ya Rasulallah bu iş benim işim değil.” “Neden?” dedi Rasulullah Efendimiz. “Ya Rasulallah düne kadar beni umursamayanlar bugün bana ikram izzet eder oldu, daha dün benden imtina edenler şimdi etrafımda dolanmaya başladılar, sevmedim bu işi. Uygun görürseniz ben idareci olmayayım.” buyurdu. 

Efendimiz’in (sav) vefatından sonra tıpkı bir gölge gibi Ebu Bekir ve Ömer efendimizin de yanındaydı. Hz. Ali ile hususi bir dostlukları vardı. Hz. Ömer vefat ederken Halife seçimi bitene kadar Medine’nin güvenliğini iki kişiye emanet etti, bunlardan biri Miktad b. Amr’dır. Hz. Osman döneminde çokca sefere cıktı. Hicri 28 senesinde Kıbrıs’a ve Anadolumuza gelen İslam ordularında yer aldı.

Âhirete irtihali 

69 yaşında iken Medine yakınlarında hastalandı, karnı çokca şişti. Sekarat haline girerken evlatlarını çağırdı ve, “Evlatlarım hamdolsun Allahu Teala bize ticarette bol kazanç verdi, onları size miras bırakacağım, fakat ben öyle ümid ediyorum ki; bugün Rasulullah’a gidiyorum. Giderken de O’na son görevimi yapmak isterim. Malımdan, Hasan ve Hüseyin’e onsekiz bin dirhem, Rasulullah’ın hayatta olan hanımlarına yedişer bin dirhem verin. Kalan tereke de sizin olsun.” Evlatları onun bu vasiyetini kabul etti. Bir müddet sonra da vefat etti. Geride İslam’la geçen 44 sene bıraktı. Mübarek naaşı omuzlar üstünde taşınarak Cennetü’l-Bâkiye getirildi. Cenaze namazını Hz. Osman efendimiz kıldırdı. Efendimiz’den 42 adet hadis rivayet etmiştir. Cenabı Allah şefaatlerine nail eylesin.

 

Yazar: Kerem ACAR

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort