JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Eylül 2016 21:19

Eylül 2016 Mukaddime

eylül 2016

 

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

CEMAATLER TÜRKİYE’NİN SİGORTASIDIR.

Muhterem kardeşlerim, dergimizin eylül sayısıyla sizlerle birlikteyiz.

Malum olduğu üzere 15 Temmuz ihanet girişiminin üzerinden yaklaşık olarak kırk beş gün geçti. Öncelikle Rabbimiz Celle ve Âla Hazretlerinin lütfu ve inayetiyle ve müslüman halkımızın cesaret ve gayretiyle bu ihanet bertaraf edildi. Bunun neticesinde hem devlet kadrolarının içine sızmış olan hain çete elemanları tespit edilip ayıklandı ve ayıklanmaya devam ediyor. Hem de devletin içinde kendini devletten güçlü gören, istedikleri olmayınca devlete ve dolayısıyla millete darbe yapan bütün unsurlar hak ettikleri şekilde konumları tespit edildi. Yani bu ihanet hareketinin verdiği enerji ile devleti yönetenler; yetmiş yıldır yapılamayan, iktidar olup da muktedir olamama zaafını ortadan kaldırmaya muvaffak oldular.

Fakat ülkemizi yıpratıp zayıf düşürmeye çalışan dış mihraklar ve yerli işbirlikçileri; Allah’ın yardımıyla halkın kazandığı bu zaferi boşa çıkarmak, canını ortaya koyarak zafer kazanan halkın kazanımlarını elinden almak için yeni hileler planlamaya başladılar.15 Temmuz gecesi sokağa çıkan halkın yüzde doksanından fazlası olayı anlatırken evinden abdest aldığını, iki rekat namaz kılarak şehid olmak için çıktığını söylüyordu.

İşte tam bu müslüman milletimizin yeniden şahlanışı ve atalarının bıraktığı yerden i’lay-ı kelimetullah sancağını yeniden göklere yükselttiğini söylerken, toplumu yönlendirmeye çalışanlar bunu kursağımızda bırakmak için harekete geçtiler. Yeniden laiklik teraneleri okunmaya başlandı. Bu fetöcü ihanet şebekesinin müslüman olduğunu, dini eğitim yaptığını, gençleri laik ve modern(!) eğitimden uzaklaştırdığı için geri kafalı adamlar yetiştirdiğini bu yüzden bunların başımıza geldiği safsatasını ortaya koymaya başladılar. Bunun da üzerinden bazı iktidar taraftarı görünen, ne dediği pek anlaşılamayan, müslümanlardan gibi görünüp Batı fikirlerini duyduklarında hemen o tarafa yönünü değiştiren vantilatörlerin katılımıyla ülkemizin her dönemde sigortası olmuş olan cemaatlere vurmaya başladılar. Bunda da her zamanki gibi etkili oldular. Öyle ki, Diyanet İşleri Başkanlığının içindeki devlete imanı, Allah’a imandan önce tutan yöneticiler, üç beş yıl öncesine kadar fetoya müçtehitlik payesi veren ulamalar, değil feto gibi bir alim onun ayakkabısını bile yetiştiremezsiniz diyen Mustafa İslamoğlu gibiler, cemaatleri ve bunların başındaki vatansever kanaat önderlerini hedef haline getirmeye çalıştılar. Fetonun vatan hainliğini bu güne kadar görmeyenler; her fırsatta bu hainin hezeyanlarını ortaya koyarak tehlikesine dikkat çekenleri, potansiyel vatan haini olarak göstermek istiyorlar.

Yukarda da belirttiğimiz gibi yüzlerce cemaat mensubu alim bu hahamın küfürlerini ortaya koyarken “Siz onu çekemiyorsunuz. Adam(!) İslam’ı dünyanın dört bir yanına yaydı.” gibi ilginç fikirlerle onu savunuyorlardı.

Şimdi doğru oturup doğru konuşalım. Kimse kendi suçunu başkalarına yüklemesin. Bu ihanet şebekesinin devletin kılcal damarlarına kadar girmesinde birinci suçlu bu oluşumu kendilerine göre tehlikesiz gören iktidarlardır. Onu kullandığını zanneden, becerikli zannettiği hainlerinden faydalanan, oy deposu olarak gören siyaset adamları ve bunlardan hiç şüphelenmeyerek son on beş yıl içerisinde habis bir ur gibi devletin her tarafına yerleştiren iktidardır.

Bunların dini cemaat olduğunu bildikleri halde imkanlarını kullanmak için yeri geldiğinde yağlayan siyasi partilerdir.

Bu Papa uşağının yaşatmaya çalıştığı dini çok kolay bulan, İslam’ın getirdiği ahlak sistemini yaşanılamaz bulan ve bunun anlattıklarına din diye sarılan toplumun çoğunluğunu oluşturan gafil müslümanlardır.

Devlet kademelerinde ilerlemek ve kariyer yapmak için her türlü karakterlerinden ödün vererek onların tuzaklarına balıklama atlayan akademisyenlerdir.

İhale kapmak, hakkı olmayanı elde etmek ve zenginliğe kapı aralamak için onlara milyonlarca himmet parası kaptıran iş adamlarıdır.

Dinler arası diyalog diye Kâinatın Efendisi’ni aradan çıkararak bütün hıristiyanları, yahudileri, ateşperestleri, budistleri cennete gönderen bu akıl hastası adamın toplantılarına katılarak, Pensilvanya’da elini, eteğini öperek, hakkında methiyeler dizerek onu müslümanlara mehdi gibi sunan yanar döner ahlaka sahip alim zannedilen ulamalardır.

Dolayısıyla hiç kimse kusura bakmasın suçlarını gizleyemezler. Bugün suçu başkalarının üzerine atma değil, tevbe etme günüdür. Bugün kendilerini yıllardır uyaran gerçek alimlerden özür dileme günüdür. Allah da şahittir, bizler de şahidiz ki, başta Hâce Hazretleri (ks) olmak üzere, basiretli, ferasetli büyüklerimiz, hocalarımız kırk seneden beridir bu adamın hiçbir zaman müslüman olmadığını, her zaman ehli küfrü müslümanlardan fazla sevdiğini, asıl gayesinin yeni bir din oluşturmak olduğunu kafamıza vura vura söylediler. Biz onların bu basiretli-ferasetli bakışlarını kabul edip bu oluşumun karşısında durduk. Aklı başında İslam’ı dert edinmiş bütün müslüman cemaatlerin bakışı buydu.

Netice olarak diyoruz ki, aklımızı başımıza alalım. Müslümanlar olarak birlik günüdür. Tefekkür ufkumuzu açalım. Herkes yanlış yapabilir. Yeter ki yanlışta ısrar etmeyelim. Rabbimiz Kuran-ı Kerim’inde “Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, mutluluğu bulabilesiniz.”(Nur Sûresi, 31) buyuruyor. Birbirimize sıkıca kenetlenelim. Düşmanlarımızın sızmasına zemin bırakmayalım. Dinimizi, gerçek manada ilmiyle amil, müslümanları ayrım yapmadan seven ve kucaklayan, ömrünü İslam’a adayan alim, salih zatlardan ve onların tavsiye ettiği kadim kaynaklarımızdan öğrenelim.

Allah yâr ve yardımcımız olsun.

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:30

VAHDETİN ÖNÜNDEKİ ENGEL: TAASSUB

Taassub

Vahdetin Önündeki Engel; Tassub - Abdülkadir Visâli

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Vahdetin Önündeki Engel; Tassub

 

Mezheb hususundaki sıkıntıları, yanlış anlaşılmaları, pratikteki hataları ifade etmeden evvel meselenin esasına dair bir girizgâh yaparak aslını ortaya koymaya azmedelim inşaallah. Böyece mezhebin nedeni, esası ve gerekliliği anlaşılması gerektiği gibi anlaşılırsa zaten problemli noktalar kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 

Malumdur ki Kur’an-ı Kerim altı bin altı yüz küsür ayetten müteşekkil bir usaredir. Dolayısıyla içerisindeki hüküm ve hadiseler, kıssalar; kısaca anlatılanlar bir öz mahiyetindedir. Yani sınırlıdır. Sünneti seniyye de böyle. Hadisleri kabul eden ehlisünnet ulemasına göre “Kütüb-i Tis’a” denilen meşhur dokuz hadis kitabında (Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn Mâce, Nesâî, Dârimî, Muvatta, Müsned-i Ahmed bin Hanbel) toplam sahih hadis sayısı yaklaşık otuz bin civarındadır. Her ne kadar bu sayı çok fazla gibi görünse de belirli bir hududu bulunduğundan yine de azdır. Yani hadisler ve Kur’an ayetleri sınırlı, hadiseler ve kişiler onlara nisbetle Allah’ın takdir ettiği güne kadar sınırsız olduğuna göre karşılaşılan yeni hadiselere Kur’an’ın ışığı, Hazreti Peygamber’in sünneti seniyyesinin nuru ile çözüm üretmek gerekir hiç şüphesiz.

Üzerinden çokça tartışma çıkarılmak istenen meselelerden birisi de mezheblerin Hazreti Peygamber zamanında olmadığı hususudur. Tabi bu bakış, yani karşılaştığı her şeyi “Bu Hazreti Peygamber zamanında var mıydı, varsa ne âlâ; yoksa bunun İslamî hayatımızda yeri olamaz.” diye serdedilen anlayış gayet hastalıklı bir bakış açısıdır. Bu ifade tıpkı “Kur’an Müslümanlığı” gibi tumturaklı bir ifade olup itirazının dinin esasına itiraz gibi algılanması sağlanmaktadır. Büyüklerimiz bu durumda bulunan insanları kuzu postuna bürünmüş kurt olarak tarif buyurmaktalar. Asıl maksatları tahrip iken tamir davasında görünen din tahripçileridir bunlar. 

Bir defa temel bir prensip olarak şu kesinkes bilinmelidir ki bugün dini anlama ve yaşama hususunda elimizde mücessem bir halde bulunan hakikatlerden birçoğu Efendimiz ve güzide ashabı sırasında bir ruh olarak varlığını sürdürmektedir. Esasında Efendimiz de aralarında bulunduğundan böyle bir ihtiyaç olmamıştır. Çünkü dinin kaynağı zaten hayatlarının içerisinde canlı olarak bulunuyordu. Üstelik böyle canlı bir ilişki mevcut bulunduğundan hükümlerde değişiklik olma, yeni hükümlerin ilavesi, eksiltilmesi (nâsıh-mensuh) ihtimali mevcut; bu elbisenin sürekli değişmesi gibi bir problem ortaya çıkar. Dolayısıyla başta Kur’an-ı Kerim’in bir mushaf olarak tanzim edilmesinden tutun da kelam, hadis, fıkıh, tefsir, tasavvuf vs. İslamî ilimlerin hepsi sonradan tedvin edildi. Sahabe efendilerimiz ve onlardan sonra gelen tabiin ve etbau tabiin dini mübinin bu derleme işinde çok titiz davranarak elhamdülillah, dinimizin bütün kaynaklarının bozulmadan bize aktarılmasına vesile oldular. 

İşte mezheblerin teşekkülünde temel vazifesi gören içtihad meselesi dinin kaynağı olan Efendimiz’in ahireti şereflendirmesi ile zaruretlerden hareketle işletilmeye başlanmıştır. Çünkü Efendimiz hayatta iken kendisine arz edilen bir problemde Efendimiz ya evvelce inmiş bir ayetin hükmünün nasıl uygulanacağını kişiye izah ederek ya da önceden inmemiş bir hüküm yoksa Allahu Teala’nın o mesele ile ilgili yeni bir ayet indirmesini bekleyerek hadiseleri hallediyordu. O’nun (sav) aramızdan ayrılması ile birlikte hemen Hazreti Ebu Bekir döneminde hakkında bir ayet bulunmayan, hadislerde de tesbit edilemeyen hususlarla alakalı bir şeyler söylemek gerektiğinde evvela istişare müessesini çalıştırdılar. Mesela hilafeti döneminde kendisinin evlatlarının mirasında hakkı bulunup bulunmadığını soran bir kadına Hazreti Ebu Bekir; “Meselene Kur’an’da açıkça hüküm veren bir ayet yok, Efendimiz’in zamanında da böyle bir olayla karşılaşmadık. Onun için Hazreti Peygamber’in önde gelen ashabı ile birlikte istişare edip sana cevap vereceğim.” diye mukabelede bulunmuş ve hükmü, onlarla görüştükten daha sonra tebliğ etmiştir. 

Raşid halifeler istişare ile hareket etmeye özen göstermişlerdir. Çünkü onların meclisinde, şûralarında bulunan kimseler sahabenin büyükleri idi. Dolayısıyla hem ayetlerin nüzul sebeplerini, hem de hadislerin irad edildiği durumları yakinen biliyorlardı. Onun için mesele İslami olunca onların söyleyeceklerinin muhakkak önemi büyüktü. Çünkü onlar öyle bir topluluktu ki Allahu Teala, Efendimiz’e hitaben “Onlarla istişare et.” (Âl-i İmran 159) buyuruyor. Yani Cenabı Hak onların fikirlerine güvendiğini/güvenilmesi gerektiğini bildiriyor. Tefsirlere baktığımızda bazı ayetlerin başında “Refakatü’l-Ömeri” kaydının bulunduğunu görüyoruz, adeta bu istişareler neticesinde Cenabı Hak, Hazreti Ömer’in (ra) görüşünü tasdik edercesine bir ayet indirmiştir, mahiyetinde. Allahu Teala onların imanlarını, akıllarını, anlayışlarını öyle kemale getirmiştir ki söylediklerini bu kemal sıfatları çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Bu mevzu ile ilgili Sad b. Muaz’ı da hatırlıyoruz. Beni Kureyza için verdiği hüküm hakkında Efendimiz’in; “Yedi kat göğün üzerinde Allah da aynı hükmü vermişti.” buyurması bir insanın anlayışının nasıl kemale geldiğini göstermesi açısından gayet manidardır. 

İşte bunun gibi sahabe nesli sonrası gelen insanlar da (yani müçtehid imamlarımız) temel olan iki kaynaktan, Kur’an ve sünnetten sonra bir de o mükemmel anlayışa sahip olan ve bilerek hata yapmayacak, bilmeyerek yaptığı hatalarda da asla ısrar etmeyecek sahabi efendilerimize de baktılar. Buna icma dendi. Yani ashabın alim olanları bir meselede ittifak ettiler mi yoksa hangileri hangi görüş etrafında toplanmışlar buna baktılar ve bir meselede onlardan bir nakil varsa susmayı ve onlara tabi olmayı kendilerine şiar edindiler. Hatta bu hususta o derece dikkat ettiler ki titizliklerini ifade sadedinde İmam Ebu Hanife’den nakledilen şu söz onların muazzam tavırlarını bütün sarahatiyle ortaya koymaktadır. Büyük İmam (rh.a); “Kur’an ve sünnette açıkça delil bulamadığımız bir hususta biz ‘Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı ve altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetle müjdelenen.’ sahabilere bakarız. Onlar bir mesele hakkında ittifak edip icma ile hüküm vermişlerse zaten ona ittiba ederiz. Eğer genel bir icma yoksa ve sahabi efendilerimiz -misal- üç ayrı görüş belirtmişlerse nasıl olsa onlar da ittifak edememiş, biz de bir şeyler söyleyelim demekten hayâ ederiz. Muhakkak o görüşlerden birini tercih ederiz.” buyuruyorlar. 

Hazır mesele buraya kadar gelmişken söylemek gerekir ki ictihad kapısının kapandığını iddia edip bugünün meselelerini de geçmiş dönemin hükümleri ile sınırlamak da akla ziyandır. Eğer böyle düşünülecekse Kur’an ve sünnet de yeter, hatta sünnete de gerek yok Kur’an yeter gibi bir anafora düşülür ki bunun tehlikesini geçtiğimiz sayılarda yeterince işledik. Bu kapı, Allah’ın izniyle, kıyamete kadar açık kalacaktır; buyurmuş büyüklerimiz. Bunun aksini iddia etmek insanı taassuba düşürür ki bu Allah’a sığınılacak bir vaziyettir. 

Tabi bir de bu içtihad meselesi yüzünden İslami meseleleri istismar etme gayretinde olanlar var. “Ben de Kur’an’la ve hadislerle amel edebilirim, içtihad edenlerin ağzı gözü dört müydü; Ebu Hanifeler, Şafiiler, Malikiler, Ahmed b. Hanbeller yapmış da bizim tek suçumuz bu zamanda dünyaya gelmek mi?” diyecek olursan deriz ki; “Onların yapmış olduğu içtihadları beğenmeyip itiraz etmek, üstelik farklı olayım, tanınıp bilineyim diye bugüne kadar hiç söylenmemiş, söylenmeye cesaret edilmemiş, zaten seleften nakledile gelen sahih/temiz akideye ters şeyler söyleyerek o güzide insanların verdiği hükümler gibi sen de bir şeyler söylemek istersen dikkat etmelisin. Zira bunun için İmamı Azam gibi müthiş bir zekâyla Kur’an’ı anlaman, İmam Malik gibi ilmi fıkha vakıf olman, İmam Şafii gibi salih bir imana sahip olman ve Ahmed b. Hanbel gibi kâmil bir veli ve bir kutb-i azam olmak gerekir. Buyur yolun açık olsun, eğer böyle bir yiğit isen ellerinden öpülür.” Ama şunu unutmamak lazım ki onların en belirgin vasıfları fikirlerini eleştirebildikleri halde birbirlerinin münkiri olmamaları idi. Bugün bir şeyler söyleme kastı olanlar ise düne katkı olsun onların zaman ve zemin icabı karşılaşmadıkları meselelere onların söylediklerine kıyasen ümmetin meselesi hallolsun diye bir şeyler söyleyelim duygusuyla değil de; “Onlar kim ki bu kadar büyük kabul ediliyor, ben onlardan daha iyiyim hâlbuki.” hasediyle hareket ediyorlar. Dolayısıyla evvelkileri inkar yoluna gidiyor, onların söylediklerini hiçe saymaya çalışıyorlar. 

Mezheblerin gerekliliği ve doğuş serüvenini aktardıktan sonra “Şir’aten ve minhaca... - Bir kanun ve bu kanunun içerisinde de yol tayin ettik...” (Maide 49) ayetinde de işaret edildiği üzere Cenabı Hakk’ın va’z ettiği şeriat ve bu şeriat içerisinde yollar bize lütfetmiştir. O cadde-i kübra olan ve dosdoğru Allah’a vasıl olan şer-i şerifin içerisinde rahat yol almamızı sağlayacak -lâ teşbih- vasıtamızın durumuna göre (içerisinde bulunduğumuz duruma, konuma, zahiri ve batıni şartlara göre) manevi şeritler lütfetmiştir ki işte bu, mezheblere tekabül eder.

Ortada böyle bir gerçeklik var iken şimdi hepsinin böyle Hakk’a doğru gittiğine itikad ettiğimiz hak mezheblerin müntesipleri olarak biz ne hikmetse birbirimizi beğenmeyip küçümsüyoruz. İşte bu; “Zaten mezhebler dinin birliğini bozuyor; Allah bir, Peygamber bir, Kur’an bir, din bir; şu halde ne gerek var farklı mezheblere?” diyen art niyetli kimselerin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz. Böylelikle hem kendimizden olmayanları ötekileştirerek İslam ümmetinin içerden parçalanmasına hem de dışarıdan hücum edenlerin kötü emellerine ulaşmasına, bilerek ya da bilmeyerek, hizmet etmiş oluyoruz. Üstelik burada güya cahilliğimizden dolayı yapıp ettiklerimizin bedelini bu dünyada da ahirette de öderiz, zira mesele dine taalluk edince cehalet mazeret olmaz. 

Hâce Hazretleri’nin de buyurduğu gibi “Lafa geldi mi hak mezhebler dört tanedir, diyoruz -aslında dörtten de fazladır fakat bugün için onların tabileri kalmadığı için yuvarlak hesap dört diye söylüyoruz- say denilse evvela kendi mezhebimizi söylüyoruz.” Bir de aramızı açmaya çalışan münafıkların/fesat odaklarının ifadeleri var ki fütursuzca onları söylemekten geri durmuyoruz. Neymiş efendim; “Hanefinin arkasında Şafii namaz kılsa olurmuş da; Hanefi olan birisi Şafiinin arkasına namaza duramazmış.” Subhanallah!.. Ne kötü bir şey şu cahillik. Onun için büyüklerimiz; “Her şey bir şey cehalet hiçbir şey buyurmuşlar.”

Burada esas olan şudur ki mezheb imamlarının ve mezhebe bilinçli bir şekilde tabi olan müslümanların zaten birbiriyle bir problemi yok. İmam Şafii hazretlerini İmam Ebu Hanife’nin kabrinde onun içtihadı ile hareket etmesi, yine Ahmed b. Hanbel ile yakın arkadaşlığı, İmam Malik’in ehli Medine’den olup oradaki her kesim insan tarafından baş tacı edilmesi bilinen gerçeklerdir. 

Üstelik bilinmesi gereken en temel şey mezheblerin aralarındaki ihtilafların asıl olan unsurlara değil füruattan sayılabilecek hadiselere taalluk ettiği de bir gerçekliktir. Dolayısıyla bizim diğer hak mezheblerimizin müntesipleri ile aramızdaki zemin asgari değil azami müştereklerimizin olduğu bir zemindir. Ama müslümanların vahdetinden rahatsız olanlar sanki hiç ortak noktamız yokmuş gibi tarihten bugüne bizi birbirimize kırdırma gayretindeler. Tarihten bugüne ehlisünnet mezheblerinin müntesipleri arasındaki kavgaların temel nedeni budur, diyebiliriz. Yani mutaassıp mezheb müslümanları ve onları tahrik eden gerek din dairesinin içinden gerekse de dışından çeşitli mihraklar bazı kıvılcımları körükleyerek İslam diyarlarını ateşe vermek istemektedirler. 

Bugün mesele daha büyük bir boyut kazanmış, hak mezhebler arasındaki bu taassub daha büyük/kaygan bir zemine çekilerek hakikatte butlan bir yola mensup olan bazı çoğunlukların sanki gerçek bir muhatapmış gibi ehlisünnet müslümanlarının dengi gibi anlaşılmaları sağlanmış. Esasen dini temsilin yetkili tek mercii ehlisünnet mensupları ile özelde Şia genelde de kendilerine Selefi deseler de aslında harici zihniyete sahip olanların sürekli birbirleri ile savaş ortamı oluşturuluyor. Şimdilerde siyasi bir takım meseleler de işe karışınca “Ne sünniyiz ne şiiyiz biz müslümanız!” sloganı ise her ne kadar kulağa hoş gelse de sünniyim demekten vaz geçen insanın Hazreti Paygamber’in sünnetinden ve sahabenin ittifaken bize aktardığı dini mübinden yüz çevirmek demekte olduğunun farkında olması gerekir. Evet, ama o niyetle söylenmiyor, gibi sığ savunmalar söyleyeni de tasdik edeni de huzuru Rabbü’l-İzzet’te mahcup eder inancındayız.

Bunun için meselemizi fert fert iyi öğrenmeli; din nedir, mezheb nedir, meşreb nedir; bunlar dinin neresindedir sorularının cevabını şuurlu bir şekilde vermeliyiz. Aksi takdir de “Ümmetimin ihtilafında hayır vardır.” buyrularak içerisinde barındırdığı rahmete işaret edilen ve özellikle ameli mezheblerde bulunan ve Kur’an’ın ve sünnetin Arapçanın yapısının da etkisiyle farklı anlaşılmaya müsait halinden hareketle farklı düşüncelere sahip olmanın ümmetin menfaatine olduğu tarihi tecrübe ile sabit görülen bir hakikatten bahsediyoruz. Bunun taassupla ötekileştirmeye ve başkalaştırmaya kapı açmaması gerektiğine de işaret ederek yazımızı noktalamak istiyoruz. 

Cenabı Hak, ufak hesaplarla üç günlük dünya menfaati için ve cehaletin tazyiki ile yapacağımız yanlışlardan, özellikle de din kardeşlerimizi hakir görerek onlarla aramıza mesafe koymaktan bizleri muhafaza buyursun.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:25

İNSAN, ŞEHİR VE CAMİ

insan şehir

İnsan, Şehir ve Cami - Andelib

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

İnsan, Şehir ve Cami

 

Kâinatın aynasıyım,

Mademki ben bir insanım,

Hakk’ın varlık deryasıyım,

Mademki ben bir insanım.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Hayatın gayesi kulluk olunca hayat da ona göre şekilleniyor. Zaman namaza göre, işler namaza göre ayarlanıyor. Günümüzde ibadetlerimiz, günlük hayatın meşgalesinde kayboluyor. Camilerimiz, binaların arasında kaybolmasın.

Kabe kıblegahımız, beytullah… Kabe mahzun bugün. Çevresindeki saraylar, oteller tarafından kuşatılmış bir halde. Kabe’nin hali bugünkü yaşantımızın bir aynası gibi. Dünyalık işlerimiz arasında ibadetlerimiz azalmış, görünmez hale gelmiş. Oysa biz kulluk için yaratıldık. İnsana kimliğini inancı verir. 

Şehirlerin de kimliği vardır. Şehirler kimliğini insanları ve mekanlarından alır. İstanbul’u İstanbul yapan camileridir. Eyüp Sultan’ı, Sultan Ahmed’i, Sülaymaniye’si, Ayasofya’sıyla İstanbul kimliğini kazanır. Yeni yapılan Çamlıca Camii İslam’ın mührünü vurur İstanbul’a. 

Camiler, bulundukları şehirlere kimlik kazandırır. Erzurum Ulu Cami’siyle, Lalapaşa Cami’siyle kimliğini kazanır. Bursa, Konya, Urfa, Kayseri, Sivas… kimliğini insanlarından ve camilerinden alır. 

Türkiye’nin bazı büyük camileri bulundukları şehre bir kimlik kazandıramamıştır. Camilere güzelliği sadece yapıları vermez. O manevi havayı veren insandır. Bazen küçük bir camiye girersiniz ve burası çok feyizli cami dersiniz. 

Ğavs hazretlerinin (ks) halifelerinden olan Molla Ali hazretleri (ks) bir gün İstanbul’a gelirler. İhvanları İstanbul’un camilerini gezdirirler. Süleymaniye Camisi’nde rehber onlara caminin tarihi ve fiziksel yapısıyla ilgili bilgi vermektedir. Ancak Molla Ali hazretleri söylenenleri pek de dinlememektedir. O murakabeye dalmış, farklı bir alemdedir. Rehber halini merak edip dayanamayıp sorar, “Efendim, bu haliniz nedir?” Molla Ali hazretleri de, “Evladım, bir safta kaç evliya namaz kılmış ona bakıyorum.” demiş. Bizler taşlara bakarken, onlar çok başka kokuların, izlerin peşindedir, derdindedir. 

Mekke-i Mükerreme’ye gidip oraların manevi kokusunu alan kaç müslüman var aramızda? Medine-i Münevvere’yi ziyaret edip Peygamber Efendimiz’le (sav) görüşebilen kaç mümin kaldı acaba? 

Belediyeler şehirler güzelleşsin diye yeşil alanlar, parklar, çiçekli yollar yapıyor. Betonla, asfaltla boğulan şehirlerde insanlar biraz nefes alsın diye uğraşıyor. Şehirleri camiler, dergahlar, evliyalar güzelleştirir. Bunlarsız şehir kuraklaşmış çöl gibidir. Allah’ın (cc) övdüğü güzel insanlar, yeryüzünün asıl güzellikleridir. Yüce Mevla dünyada en çok peygamberlerine sonra bu güzel insanlara değer verir. Allah (cc) o insanlara Kur’an-ı Kerim’de, “Evliyaullah” demiştir. Onlar benim dostumdur. Ben onlarla beraberim, buyuruyor. 

Hâce Hazretleri’nin (ksa) ihvanlarından biri umreye gitmiştir. Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz’i ziyaret ettiği bir sırada, Vahhabi anlayışta biri imalı bir şekilde “Eyne Allah? (Allah nerede?)” diye sorar. Kendince alacağı cevaba “şirk” yaftasını vuracaktır. Mürid de, “Allah; salihlerle, muhlislerle, muhsinlerle, sadıklarla beraberdir.” diye cevap verir. Vahhabi bu cevaba çok şaşırır. 

Bizler Allah’ı (cc) nerede arıyoruz? 

Allah’ın (cc) zatını düşünmekten men edilmişiz. O’nunla ancak isimlerinin, sıfatlarının, fiillerinin tecellisiyle buluşabiliriz. Sabredenler “es-Sabur” ismiyle, şükredenler “eş-Şekur” ismiyle buluşur. Rızkı verenin O olduğunu idrak ettiğimizde “er-Rezzak” ismiyle muhatap oluruz. 

Mürşidi Kamiller “er-Raşid” ismiyle buluşturur. Müslümanlar onların yanında dinlerini öğrenerek irşad olurlar. Mürşidi kamiller sohbetleriyle Allah’ı (cc) anlatırlar hep. Ahlaklarıyla O’nun ahlakını yaşarlar ve yaşatmanın gayretinde olurlar. Onları görünce Allah hatıra gelir. Onlar, Allah sevgisiyle nakış nakış işlerler insanları.

Müslümanların bugünkü kötü halleri Allah dostlarından uzaklaşmalarından ve irşad olmaya karşı isteksiz oluşlarındandır. Kendi halinden razı olan, kendini muhasebe etmeyen müslümanlar dinini öğrenme, Allah’ı (cc) tanımak için bir mürşidi kamil arama ihtiyacı içinde değildir. 

İmamı Azamlar, Gazaliler, Mevlana Halidler, Abdurrahman Tahiler ilimde zirveyken hallerinden razı olmayıp bir mürşidi kamile bende olmuşlardır. Mevlana, Şems’i gördükten sonra Mevlana olmuştur. 

Güzel insanlar ve güzel mekanlar bulundukları şehirlere Hakk’ın kokusunu yaymışlardır. Erzurum manevi kokusu olan bu şehirlerdendir. Bu şehre Ulu Cami, Lalapaşa Cami, Yakutiye Medresesi, Çifte Minareli Medrese damgasını vurmuştur. 

Bu şehir Alvarlı Efe’nin (ks), Hacı Salih Efendi’nin (ks), İmam Efendi’nin (ks), Hâce Hazretleri’nin (ks) şehridir. Erzurum her mahallesiyle, sokağıyla manevi büyüklerinden izler taşır. Bu şehir sohbetle, zikirle yoğrulmuş bir şehirdir. Alvarlı Efe bir şiirinde öyle buyuruyor,

Erzurum kilidi mülki İslam’ın
Mevla’ya emanet olsun Erzurum
Erzurum derbendi ehli imanın
Mevla’ya emanet olsun Erzurum

Gayet şecaatli erler var idi
Nisası ricali hayalar idi
Edepli erkanlı bir diyar idi
Mevla’ya emanet olsun Erzurum

Civanlar pirlere hürmet ederler
Duasın almaya gayret ederler
Ramazana güzel hürmet ederler
Mevla’ya emanet olsun Erzurum

Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi (ks)

O büyükler, o güzel insanlar bizlere İslamı bozmadan bütün güzelliğiyle ulaştırmanın gayretinde oldular. Bizler de bu manevi mirasın değerini bilip hem kendimiz yaşamalıyız hem de bizden sonraki nesillerle buluşturmanın gayretinde olmalıyız. Bizim içimizden de Mevlanalar, Yunuslar, Alvarlı Efeler, İmam Efendiler çıkmalı… 

Erzurum’da bu manevi atmosferin oluşmasına katkı sağlayacak, güzel insanların yetişmesine vesile olacak bir külliye meydana çıkıyor. Gülzar-ı Hâcegân Camii ve Külliyesi… Bu caminin en güzel özelliği akıllar tertemiz bilgiyle şuurlanırken gönüller ilahi aşkı tadar. Burada İslam kardeşliği yaşanır her dem. 

Camilerimiz; müslümanların rahat edeceği, huzur bulacağı bir yer olmalı. Allah’ın evinde bulamadığımız huzuru ve mutluluğu nerede bulabiliriz? Ashabı Kiram mescid kuşuydular. Mescid onların her şeyiydi. Orada ibadet eder, ilim öğrenirlerdi. Camiler bizim de hayatımızın merkezi olmalıdır.

Cuma günleri dolup taşar camilerimiz. Müslümanlar camilere sığmaz, yollar kaldırımlar yetmez olur. Bu bir güzelliktir. Ama namaz bitince dünya yeniden kuşatır bizi… Bazı müslümanlar farzı zor tamamlar. Öyle çıkar ki, sanki kaçar gibidir. Kimileri belki zorunluluktan acele eder, ya diğerleri…

Gülzâr-ı Hâcegân Camisi’nde cuma, bayram havasında geçer. En güzel elbiseler giyilir, sevinçle ve heyecanla camiye gidilir. Namaz sonrası birbiriyle musahafa edilerek, kucaklaşılarak Cuma bayramı tebrik edilir.

Cumanın bayram oluşu, birlik-beraberlik anlayışı müslümanlar arasında yayılırsa ümmet olmanın şuuru ve sevinci gün geçtikçe artacaktır.

Ya Rabbi, kardeşlerinin derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen ve ümmet olmanın şuuruna varan müminlerden eyle. Bir vücudun azaları gibi, bir binanın tuğlaları gibi birbirimize sımsıkı sarılmayı nasib eyle. 

Ya Rabbi, insanlarımıza ve şehirlerimize islam kimliğini yaşayabilmeyi tekrar nasib eyle… Şehirlerimiz İslamla anılır olsun. İnsanlarımız ecdadının izinde giderek bir Abdulkadir Geylani, Şahı Nakşibendi, Mevlana, Yunus, Abdulhakim Bilvanisi… olsun. Amin…

 

Yazar: Andelib

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:24

“GÖRÜŞMEYİ BEN YAPMADIM, ALLAH YAPTI”

görüşmeyi ben yapmadım

Görüşmeyi Ben Yapmadım, Allah Yaptı - Sâlik-i İrfân

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Görüşmeyi Ben Yapmadım, Allah Yaptı

 

Hamdolsun yeri ve göğü yaratan Rabbimize. Yaratıyor, yaşatıyor, rızıklandırıyor, öldürüyor, diriltiyor. Yazın sararan, sonbaharda dökülen, kışın ölen tabiat ilkbaharda yeşeriyor, canlanıyor. Bahara bizleri ulaştıran Mevlamıza hamd ve senalar olsun. 

Salat ve selam ise şefaatçimiz, aahibimiz, Peygamberimiz Efendimiz Ahmed-i Mahmud Muhammed Mustafa Hazretleri’nin (sav) üzerine olsun.

Peygamber Efendimiz’in yeryüzünü teşrifi de bahar günlerinde olmuştur. Maddi ve manevi baharın yaşandığı bu gelişle, insanlar adeta Hakk’ın, cennetin, rızanın kokularını almışlardır. “Benim kokumu duymak isteyen kırmızı gül koklasın.” buyuran Efendimiz’in (sav) remzi-sembolü gül olmuştur. Nasıl ki gül çiçeklerin şahıdır, Efendimiz de insanların şahıdır. Efendimiz’in aşkıyla yanan Fuzuli’nin meşhur Su Kasidesi’nde dediği gibi:

Suya versin bağban gülzarı, zahmet çekmesin, Yüzün tek yetişmez, verse bin gülzare su.

(Bahçıvan zahmet edip yorulmasın çünkü bin gül bahçesi sulasa da, (Ey Nebi!) Senin güzel yüzün gibi güzel bir gül yetişmez.)

Gül, Efendimiz’in (sav) sembolü olduğu için bunu bilenler gül kokladıklarında salavat getirirler. Medine’den yola çıkan seher yeli her yere ve herkese kısmetini-nasibini dağıtır çünkü O Ebu’l-Kasım’dır, kısmetlerin babasıdır. Seher vaktinde tatlı tatlı esen seher yeli O’nun kokularını eve doldursun diye camlar açılır. Abdulhakim Hüseynî hazretleri (ksa) elmayı çok seviyor, seher vaktinde O’nun kokusuna daha çok temas etsin diye elmayı seher yeline doğru atıyor. Tasavvufta nispet O’nun kokusudur. Kimin gözü gönlü açılırsa O’nun kokusunu almaya başlar. Bu kokuyu Kabe’den alırsınız, Ravza’dan alırsınız, mürşidi kamilden alırsınız, ibadetinizden alırsınız, kimi dergahtan-mescidden alırsınız … Nihayetinde aldığınız hep O’nun kokusudur. O kokuyu alabilmek için öncelikle günahtan, gafletten tıkanmış gözenekleri açmak gerekir. Bedeni nasıl temizleyeceğimizi biliyoruz da aklı-gönlü nasıl temizleyeceğiz? İşte burada insanı kamile ihtiyacın önemi ortaya çıkar çünkü bize konuşan, doğruyu yanlışı bize öğretecek insan lazımdır. “Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik.” (Bakara 151) Ayeti kerimede buyrulan peygambere duyulan ihtiyaç bugün ancak Peygamber varisi insanı kamilde karşılık bulabilir. İnsanın zahiri ve batıni temizliği dolayısıyla Hakk’ın rızasına uygun bir kulluk ancak böyle mümkün olacaktır.

Elhamdulillah dün nasıl ki Efendimiz (sav) ashabını eğitmiştir ve Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Ali (kv)… gibi büyük zatlar yetişmiştir; bugün de bu eğitim devam etmektedir. Cenabı Mevlamız bizleri bu mübarek zatlara bağışlasın. Onların ayak izleri gözümüze sürme olsun. Onların aşkından, ahlakından bizlere de lütfeylesin.

Hz. Ali efendimizin (ra) deryasından damlalar paylaşmaya devam ediyoruz: 

İbni Asakir’in rivayetine göre, Ukle oğlu Süveyd demiş ki: Bir gün Şia’dan birkaç kişinin meclisine gittim. Ebu Bekir ve Ömer aleyhinde söz söylüyorlardı. Hemen Ali’nin yanına varıp, “Ey müminlerin halifesi! Senin arkadaşlarından birkaç kişinin yanına gittim, Ebu Bekir ve Ömer haklarında yakışıksız sözler söylüyorlardı. Onların açıkça söyledikleri şeyler senin kalbinde gizlenmese onlar da buna kalkışamazlardı, dediğim zaman Ali, üzüldü. Gözleri doldu. Ağlayarak ve: “O iki büyük adam hakkında kin besleyenlere yüce Allah lanet etsin!” diyerek kalktı, elimi tuttu, mescide gitti, minbere çıktı, oturdu. Ak sakalını tutup bir kere baktı ve kalkıp çok etkili, güzel ve kısa bir hutbe okudu. Buyurdu ki: 

“Nedir o kavmin hal ve şanı ki, Kureyş’in uluları ve müslümanların babaları olan iki kişiyi dillerine doluyorlar. Allah’tan korkan müminler bu iki adamı sever. Bunlara ancak facir ve alçak kimseler kin besler. İkisi de Rasulullah’a (sav) sıdk ve vefa ile dost ve arkadaş oldular. Rasulullah (sav), ikisi kadar kimseyi sevmezdi ve onların fikirleri kadar kimsenin görüşüne değer vermezdi. Rasulullah (sav) ikisinden de razı olduğu halde ahirete gitti ve ikisi de müminler kendilerinden razı oldukları halde öteki aleme göçtüler. 

Rasulü Ekrem’in emri ile Ebu Bekir imam olup yedi gün müminlere namaz kıldırdı ve Rasulü Ekrem ölünce müminler istek ve arzuları ile Ebu Bekir’e biat ettiler. Abdulmuttalipoğullarından ona ilk biat eden ben idim. Kendisi halifeliği istemezdi. Bizlerden birimizin bu yükü yüklenmesini arzu ederdi. Yemin ederim ki kalanların en hayırlısı ve merhametlisi ve en inançlısı ve yaşça ve İslamca kıdemlisiydi. Rasulullah’ın (sav) gidişatı üzere gitti.

Ondan sonra Ömer, halife olunca halkın bazısı hoşnut oldu ve bazıları olmadılar. Fakat hoşnut olmayanlar da sonra hoşnut kaldılar. O da Hazreti Peygamberin ve Hz. Ebu Bekir’in izinden yürüdü. Yemin ederim ki o da merhametliydi. Zulme uğrayana yardım eder ve acırdı. Allah’ın hükmünü yerine getirirken çekiştiricilerin kınamasından korkmaz ve çekinmezdi. Cenabı Hak ona hak yol ve doğruluk üzere konuşmayı başartmıştı. Sanırdık ki, onun dili üzere bir melek konuşuyor. Yüce Allah, onun İslam olmasıyla İslam dinini aziz kıldı ve onunla ikiyüzlülerin kalplerine korku ve müminlerin kalplerine sevgi verdi. Onun gibi kimi bulabilirsiniz? 

Yüce Allah bu ikisinin mesleği üzere gitmeye bizleri muvaffak etsin. Onların derecesine varmak ancak onların eserleri ile yetinmek ve onlara sevgiyle olur. Beni seven ikisini de sevsin. Onlara kin besleyen kimse bana düşmanlık etmiş olur. Ben de o kimseden uzak olurum. Haberiniz olsun ki, peygamberlerden sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir ve Ömer’dir. Bundan sonra onları dile dolayan olursa, hakkında iftiracı cezası uygularım. Allah’tan sizin ve benim için bağışlanmak dilerim.” (Peygamberler ve Halifeler Tarihi, A. Cevdet Paşa, Cilt 2, s. 687)

Hz. Cabir (ra) anlatıyor: “Rasulullah Taif günü Hz. Ali’yi (ra) çağırdı ve onunla hususi konuşma yaptı. Bu görüşme o kadar uzadı ki halk, Rasulullah (sav) amcasının oğlu ile görüşmesini uzattı, dedi. Rasulullah bunu işitince: “Onunla hususi görüşmeyi ben yapmadım. Allah yaptı.” buyurdu. Kaynaklar bu ifadeyi tasrih için: “Onunla hususi görüşmeyi ben (kendi arzumla) yapmadım. Allah(ın arzusu ve emri ile Rasulü) yaptı.” şeklinde nakletmişlerdir. (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, s. 470; Tirmizi, Menakıp, 3728)

Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Rasulullah (sav) Berae-Tevbe Suresini, Arafat’ta hacılara tebliğ edilmek üzere Hz. Ebu Bekir (ra) ile göndermişti. Sonra onu çağırarak: “Bunun ehlimden olmayan bir kimse ile tebliğ edilmesi muvafık değil!” buyurdu. Hz. Ali’yi çağırarak sureyi, Arafat’ta okuması için ona verdi.” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, s.471; Tirmizi, Tefsir, Tevbe, 3089)

Zirr İbni Hubeyş (ra) anlatıyor: Hz. Ali’nin şöyle söylediğini işittim: “Daneyi açan canlıları yaratan Zat-ı Zülcelal’e yeminle söylüyorum ümmi Peygamberim (sav) bana şu hususu garantiledi: Beni mümin olan sevecek, münafık olan da bana buğzedecektir.” (Müslim, İman, 131(78); Tirmizi, Menakıb, 3737)

Abdurrahman İbni Ebi Leyla anlatıyor: Babam Ebi Leyla, Hz. Ali (ra) ile akşamları bir araya gelip sohbet ederlerdi. Hz. Ali (ra) kışta yaz elbiseleri, yazda da kış elbiseleri giyerdi. Biz babama bunun hikmetini bir sorsanız dedik, o da sordu. Hz. Ali (ra) şu açıklamayı yaptı: Rasulullah (sav) Hayber günü gözümden rahatsız olduğum bir sırada bana adam göndererek yanına çağırdı ben: “Ey Allah’ın Rasulu gözlerimden hastayım.” dedim. Bunun üzerine gözüme mübarek tükrüklerinden sürüp bir de: “Allah’ım ondan sıcak ve soğuğun vereceği rahatsızlıkları kaldır.” diye dua buyurdular. O günden sonra ne sıcakta terledim ne de soğukta üşüdüm, açıklamasını yaptı. 

Hz. Ali (ra) ilaveten Rasulullah’ın (sav) şöye buyurduğunu da ekledi: “Yarın Hayber’in fethi için öyle bir zatı komutan yapacağım ki o Allah’ı ve Rasulü’nü hakkıyla sever. Allah ve Rasulü de onu severler. O cepheden kaçacak biri de değildir.” (İ.Canan, Kütüb-i Sitte 16. Cilt, s. 512)

İbni Ömer (ra) anlatıyor: Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridir. Babaları ise onlardan daha hayırlıdır.” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte 16. Cilt s. 513)

Kur’an-ı Kerim’de, “De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” (Şura 23) ayeti kerimede ehli beyt sevgisinin farz oluşu bizlere bildirilmiştir.

Tarikat erbabı ve bu hakikatın sahiplerinin indinde Hz. Ali’nin (kv) şöyle dediği tespit edilmiştir: “Ey Allah’ın Rasulü! Bana Allah’a en yakın, kullarına en kolay ve Allah Subhanehü ve Teala indinde en faziletli yolu göster.” dedim. Bunun üzerine Rasulullah (sav):

“Ey Ali! Bunun için halvet halinde Allah’ı zikre devam etmen gerekir.” buyurdu. Hz. Ali (kv):

“Bütün kullar zikrediyorlar.” deyince Rasulullah (sav): 

“Ey Ali! Yeryüzünde a ilahe illallah diyen bulunduğu müddetçe kıyamet kopmaz.” diye cevap verdi. Onun üzerine Hz. Ali: 

“Ey Allah’ın Rasulu! Nasıl zikredeyim?” diye sordu. O da şöyle buyurdu:

“Gözlerini yum ve Benim üç kere söyleyeceğimi dinle, sonra da onu üç kere tekrar et, ben dinleyeyim.” Rasulullah (sav) üç kere: “La ilahe İllallah” dedi. Hz. Ali de O’nu dinledi. Sonra da Hz. Ali üç kere la ilahe illallah, dedi. Rasulullah da dinledi. 

Hz. Ali Hasan Basri’ye telkin etti. O da Habibi Acemi’ye, o da Davudu Tâi’ye, o da Marufi Kerhi’ye, o da Seriyyi Sakati’ye, o da Ebul Kasım Cüneyd Bağdadi’ye telkin etti. Allah cümlesine rahmet etsin. (H. Vassaf, Sefine-i Evliya, cilt 1, s. 45)

Cenabı Mevlamız hepimizi meccanen affeylesin. İmanlarımızı kamil, amellerimizi salih eylesin. Rızasına, likasına mukarin eylesin. Büyüklerimizin himmetinden, ashabı kiramın izinden, Efendimiz’in şefaatinden bizleri ayırmasın, amin vel hamdulillahi Rabbil alemîn.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:23

ORUÇ VE KULLUK

bakara 183

Oruç ve Kulluk - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Oruç ve Kulluk

 

Muhakkak her amel Allah katında misliyle karşılık bulur. Hatta çoğu kere bu katlanmış mükâfat on mislinden başlayıp yedi yüz misline kadar varan sayılarla ifade edilir. Bazen de Mevla Hazretleri kerem ve lütfu ile bizleri sayılarla bile ifade edilemeyen ecir ve sevaplarla muştular. 

Hesaba gelmeyen bu mükâfatlara erdirecek amellerden birisi de oruçtur. Bir hadisi kudsîde: “Her iyiliğin karşılığı on sevap olduğu halde, orucun mükâfatını ben vereceğim.” diyen Cenabı Mevla oruç ibadetinin kendi katında ne kadar kıymetli olduğunu belirtmektedir.

Cenabı Hakk’ın oruç ibadetini farklı bir ölçüyle mükâfatlandırması onu dolaysız olarak kendisi için kabul etmesindendir. Bunu yine aynı hadisi şerifin: “…oruç doğrudan doğruya benim rızam için yapılan bir ibadettir.” kısmında görebiliyoruz. Şüphesiz müminler diğer ibadetlerini de Allah (cc) için yaparlar. Ancak oruç ibadetindeki gizlilik ve oruçlunun gün boyu nefsiyle olan mücadelesi onu kat kat kıymetli hale getirmektedir.

Nasıl ki her ibadet bünyesinde içtimai, beşeri, fiziki, ruhi ve daha birçok yönden faydayı barındırıyorsa, Mevla nazarında ayrı bir yeri olan orucun da sayısız faydaları mevcuttur. İnsana nimetlerin kıymetini, sabretmeyi, şükretmeyi, merhameti ve yardımlaşmayı öğreten oruç aynı zamanda onun sağlık ve ahlak yönünden de gelişmesine katkıda bulunur. “Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz.” buyuran Peygamber Efendimiz (sav) muhakkak hem bedenin hem de ruhun sıhhatinden bahsetmektedir.

İnsan oruç tutmakla meleklerin vasfına bürünür. Yemez, içmez, kalbine ve sözlerine hâkim olmaya çalışır. Açlığın ne olduğunu görür ve imkânları kısıtlı olanları anlamak için çaba sarf eder. Hali vakti yerindeyse kendisini ileride bulabilecek keder ve sıkıntılara karşı bir nevi antrenman yapmış olur, şu an o durumda olanlara karşı merhamet duygusu geliştirir.

Oruçlunun dünyasında bir yandan saydığımız ve sayamadığımız bütün bu hadiseler gerçekleşirken, bir yandan da o, fikir planında Rabbiyle başbaşadır. Önce kendisini müşahede eder. Sabah olunca daha sahur üzerinden birkaç saat geçmesine rağmen açlık susuzluk yakasına yapışıverir. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen yorgunluk, halsizlik bir tükenmişlik kendisinde hâsıl olur.

Saatler birbirini izlerken baş ağrısı, bel ağrısı, mide ve eklem ağrıları peyda olur. Neşesizlik ve somurtkanlık alır başını yürür. Yapılması gerekenler angarya, basit, rutin işler zulme dönüşmüştür. Komşular, iş ve okul arkadaşları ev halkı bile oruçlunun gözüne batmaya başlar.

Sıcak yaz aylarının uzun gündüzlerinde iftar vakti yaklaştıkça iyice sinirleri gerilen oruçlu, artık patlamaya hazır bir “bomba” haline gelmiştir. Anlayışsızlık ve asabiyet had safhaya ulaşmıştır. Bu noktadan sonra etraftaki birilerinin kalbinin kırılması kaçınılmaz olmuştur. 

Her şey bittikten sonra “Bütün bunlar bir kap yemek, bir tas su için miydi?” diye düşünür. Kendi acizliğini, noksanlığını, biçareliğini gören insan, nefsinin bütün kibrinden, üstünlük taslamalarından ve kendisinin de buna ses çıkarmayıp ona uymasından dolayı pişmanlık hisseder. Her şey yolunda giderken birkaç saatlik açlık neticesinde ibadet şuurunun çökmesiyle hüsrana uğrar.

Sonra Rabbini tefekkür eder. El-Evvel (cc) ve El-Ahir (cc) olan Rabbinin bütün bunlardan münezzeh olduğunu, bütün yiyecek ve içecekleri olduğu gibi yeme ve içmeyi de onun yarattığını düşündükçe mahcubiyeti artar. Hal böyleyken “Oruçlunun ağız kokusu katımda misk kokusundan değerlidir.” diyerek kendisini öven, kıymetlendiren Rabbine utançla karışık bir hayranlık duymaya mecbur hale gelir.

O halde oruç, fakir fukaranın halini, derdini, sıkıntısını anlamakla birlikte ondan daha önce kişinin kendi varoluşunu kavramasına, Rabbinin karşısında yerini, haddini bilmesine ve kulluk şuurunu ihdâs etmeye yönelik bir ibadettir. Bu manada oruç yerine getirildikçe benliği eriten, kulun Mevlasına olan muhtaçlığını galeyana getiren ve en önemlisi nefsin ilahlık davası gütmesinin önüne geçen bir ibadettir.

Her ibadettin hissettirdiği Cenabı Mevla’nın büyüklüğü ve yüceliği hissini oruç ibadetinde daha derinden kavrarız. Çünkü oruç ibadetiyle bir yandan Rahmanın yüceliğini hissederken bir yandan da kendi acizliğimizin farkına varmış oluruz. Bu sayede O’na olan hayranlığımız ve bağlılığımız daha da ziyadeleşir.

Belki bu sayede ramazanın ruhu “direkler arası” eğlencelerinde değil de oruç ibadetinin kendisinde aranır. Çünkü ramazanın heyecanla geçmesi için bu tarz etkinliklere hiç ihtiyaç yoktur. Zaten “başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden kurtuluş” olan ramazan müminlerin neşesinin yerine gelmesi için yeterlidir. Oruçlu kimse zaten iki sevinçle müjdelenmiştir. Bunlardan biri iftarda diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir.

Mevlanın insanlar için seçip gönderdikleriyle amel etmeyen her cemiyet, uydurdukları dindeki manevi boşluğu doldurmak için çeşitli fiiller icat etmek zorundadır. İlkel kabile fertlerinin “çalıp, çığırıp, tepinmesi” yahut Hristiyanların koro kurup kilisede müzik eşliğinde şarkı söylemesi gibi hareketler müntesiplerin bir heyecan hissetmesine yönelik hareketler olup bu gruba dâhildirler. İbadetin içi boşaltılınca yahut ibadet tamamen ortadan kalkınca bu davranışlar kaçınılmaz olmaktadır.

Bu tarz takviyeler ancak uydurma dinlerin takipçilerini eğlendirme ve coşturma amaçlı girişimlerdir. Bizde ise oruçla işi olmayanların, ramazanın ruhunu anlamayanların yahut durumu bir fırsata dönüştürmeye çalışan çıkarcıların uydurduğu, maksadını aşan ramazan eğlenceleri düşündürücüdür.

Hülasası bedenlerin ve ruhların arındırılması olan bir zaman diliminde eğlence tertip etmenin ve bunu da Allah’ın (cc) kanununa muhalefet ederek yapmanın hiçbir izahı olamaz. Çünkü; “Oruç, sadece yemekten, içmekten vesaireden kesilmek değildir. Kamil ve sevaplı oruç ancak, faydasız laftan, boş vakit geçirmekten, kötü söylemekten, nefs-i emmarenin bütün temayüllerinden de vaz geçmek.” şeklinde tarif edilmiştir. İftarla birlikte midenin tuttuğu oruç bitiyor ancak gözün, kulağın, dilin ve kalbin tuttuğu orucu nihayete erdirecek bir vakit mi var? Böyle bir vakit olmadığına göre akşama kadar midesine oruç tutturanlar, ramazan eğlencelerine katılarak, sokaklara saçılarak sanki iftardan sonra diğer uzuvlarının orucunu açıktan yemek gayretindedirler.

Kulluğu, kulluğun gereği olan ibadetlerin içerisinde bulmaya çalışmak, ibadetlerde Cenabı Hakk’ın yüceliğini anlamaya gayret etmek, bizi sahte neşe ve heyecanlara meyletmekten alıkoyabilir. Allah (cc) bütün inananların gönlünü ramazanın gerçek neşe ve heyecanıyla doldursun. Amin.

 

Yazar:Veysel ÖZSALMAN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort