JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:12

Hz.ÜMMÜ ZÜFER (r. anha)

hz. ümmü züfer

Hz. Ümmü Züfer (r.anha) - Şeb-i Vuslât

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Hz. Ümmü Züfer (r.anha)

 

Hz. Ümmü Züfer Rasulullah Efendimiz’in (sav) “cennetlik bir kadın” iltifatına mazhar olmuş bir hanım sahabe annemiz… Başına gelen belalara karşı sabırla direnen, Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (sav) gösterdiği yolda yürüyen, tavsiyelerine harfiyen uyan, teslimiyet ehli bir bahtiyar hanımefendi… Habeşistanlı olup bedenen iri yapılı, uzun boylu siyahi ve yaşlı bir hanımdır. İslam’ın ilk yıllarında müslüman olduğu tahmin edilmektedir.

Hz. Ümmü Züfer annemiz azim ve irade sahibi bir hanımdı. İslam’ı yaşama konusunda bilinçli ve şuurlu hareket ederdi. İmanından asla taviz vermezdi. Harama düşmemek için titiz davranırdı. O, Allah’a (cc) ve Rasulü’ne (sav) tam teslim olmuş bir iman eriydi. Bela ve musibetler karşısında tahammüllüydü. Kendisine cinler musallat olmuştu. Bu yüzden sık sık hastalanırdı. Saraya tutulurdu. Fakat o bundan asla şikayet etmezdi. Bu hastalığını Allah’tan (cc) gelen bir imtihan olduğunu bilir ve tevekkül üzere hareket ederdi. Acı ve ıstıraplara sabır ve tahammül göstererek Rabbine teslimiyetin en güzel örneğini verdi. Hastalığın ilk dönemleri bu şekilde rıza halinde geçti. Fakat hastalık gün geçtikçe şiddetlenip artınca İslamî emir, nehiy ve hassasiyetlere dikkat edemez duruma geldi. Bunun üzerine çareler aramaya başladı. O dönemde bu tür hastalıklar çoğalmıştı. Tedavi konusunda da kimsenin bir bilgisi yoktu. Ne yapılmalıydı? Nasıl hareket edilmeliydi? Bu sorulara cevap bulunamıyordu. Sonra zamanla cin çarpmış kimseler Rasulullah Efendimiz’e (sav) getirilmeye başlandı. Onlara şöyle bir tedavi usulü uygulandı:

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in bu tür hastaları tedavi edişiyle ilgili olarak İbni Cüreyc Hüseyin bin Müslim’den o da Tavus’tan rivayet ederek şu bilgileri nakleder:

“Efendimiz, huzuruna getirilen hastaların göğsüne vurur, ağızlarından siyah bir şey çıkararak onları tedavi ederdi.” Aynı rivayet şöyle devam eder: Ümmü Züfer (ra) da bu hastalık sebebiyle huzura getirildi. Ama o iyileşmedi. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (sav):

“Bu kadın, dünyada böyle kalacak, ama ahiret yurdu onun için daha hayırlı olacak.” buyurdu. Yine bir defasında Ümmü Züfer (ra) hastalanmıştı. Kardeşleri onu Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in huzuruna getirdiler ve durumundan şikayette bulundular. Nebi-i Zîşân sallallahu aleyhi vesellem onlara:

“Eğer arzu ederseniz dua ederim, Allah iyileştirir. İsterseniz dua etmem, öyle kalır. Ama ahirette kendisinin hiçbir hesabı olmaz. Yani hesaba çekilmez.” buyurarak kardeşlerini muhayyer bıraktı.

Ümmü Züfer (ra) teslimiyet ve tevekkül ehli bir hanımdı. Fakat saraya tutulduğunda üzerinin başının açılmasından da çok üzüntü duyuyordu. Farkında olmadan mahrem yerlerinin açılmasından endişe ediyor ve harama düşmekten korkuyordu. Bu hal onu rahatsız ettiğinden çaresiz kaldı ve Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e müracaat etti. Onun bu halini arz edişiyle ilgili olarak de şöyle bir rivayet nakledilir:

Atâ ibni Ebi Rebah’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Abdullah ibni Abbas bana:

-Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi, dedi. Ben:

-Evet, göster, dedim.

İbni Abbas şöyle dedi:

-Şu (iri yarı) siyah kadın var ya! İşte bu kadın (bir gün) Nebi sallallahu aleyhi veselleme geldi ve:

-Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz, dedi.

Nebi sallallahu aleyhi vesellem:

“Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim.” buyurdu.

Bunun üzerine kadın:

-Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi.

Nebi sallallahu aleyhi vesellem de ona dua etti. (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)

Ümmü Züfer (ra) cennet ile sağlık arasında tercih yapmak durumunda kaldı. O, akıllı, zeki, azim ve irade sahibi bir hanımdı. Bir iman eri olarak tercihini ebedi hayatı için yaptı. Zira asıl hayat ahiret hayatıydı. Oradaki mutluluğu elde etmek en büyük gayesi idi. Bunun için bunca acı ve ıstıraba sabrederek cenneti kazanmayı arzuladı. Sadece üstünün başının açılmaması için dua istedi. Onun bu imani aşkı ve ebedi saadet iştiyakı bela ve musibetlere karşı direncini, tahammül gücünü artırdı.

O, bu hareketiyle ayrıca kendisinin bilinçli, şuurlu, sadakatli ve tam teslim ehli bir müslüman olduğunu göstermiş oldu. Onun sadakati meyvesini hemen vermiş ve Efendimiz’in (sav) duası hürmetine sara nöbetlerinde bir daha üstü-başı açılmamıştır. Bu hadisi şerifte Sevgili Peygamberimiz’in (sav) iki şıklı cevap vermiş olması, bazılarınca garipsenebilir. İki cihan güneşi Efendimiz (sav) burada, hakkında en hayırlı olan bir şıkkı hatırlatmak suretiyle annemizi iki iyilikten birini tercihte serbest bırakmıştır. Bu ashap ve ümmetine duyduğu şefkat ve merhametin bir sonucudur.

Fahri Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu davranışıyla asla, tedaviye karşı çıkmış değildir. “İstersen dua edeyim.” buyurması bunun delilidir. 

Allah (cc) annemizden razı olsun, şefaatlerine mazhar eylesin.

 

Kaynakça:

Altınoluk Dergisi, 2007, Ekim

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:11

MUTLAK GÜZEL

 mutlak güzell

Mutlak Güzel - Gönül Pınarından

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Mutlak Güzel

 

Allah’a hamd olsun, salatu selam olsun Allah’ın Habibine, selam ile başlayalım söze. Selam gönderelim güzel insanlara ve kutsal mekanlara. Ve selam olsun O’nun seçtiği kullara ve yine selam olsun bu satırları okuyanlara.

Bad-ı saba selam eyle o yare,
Pek göresim geldi illerini,
Gönül arzu çeker amma ne çare,
Nidem tutan var yollarımı,

Güzel nedir? Göze kulağa hoş gelen, hayranlık uyandıran demektir. Bir güzelle karşılaştığımızda anlarız, güzel nedir. Güzellik insanın aklını başından alır.

Hep Leyla ile Mecnun kıssaları anlatılır. Duyduğumuzda hayretle dinleriz. Bazen de abartılı gelir ne zaman bir güzel gördük mü o zaman anlarız Leyla’yı. Bir gün Mecnun’un yaşadığı ülkenin padişahı Mecnun ile Leyla’nın sevdalarını öğrenir der ki: “Acaba bu Leyla nasıl biri ki Mecnun’u bu kadar divane eder?” Leyla’yı huzuruna çağırır. Bakar ki Leyla Mecnun’u divane edecek kadar güzel değildir. Sonra Mecnun’a: “Ben de sanırdım ki Leyla çok güzel.” deyince Mecnun: “Padişahım siz ona bir de benim gözümle bakın.” der. 

Bizler güzel olan bir alemde yaşıyoruz, bu güzelliği hakkıyla anlamamızın mümkünatı yoktur. Cenabı Hakk’ın yarattığı bütün bu güzelliklere ibretle bakalım. Bütün güzelliklerin mutlak yaratıcısını tefekkür edelim. Cenabı Hak yarattığı mahlukatın hepsini güzel olarak yaratmıştır.

Efendimiz (sav): “Cenabı Hak güzeldir, güzel olanı sever.” buyurmuşlar. Bazen insan güzel bir söz duyduğunda, güzel bir iş yaptığında her çiçekte, her kelebekte, her şeyde güzel olan yaratıcıyı hatırlar. Güneş güzeldir her şeye hayat verir. Meyveleri olgunlaştırır. Yıldızlar güzeldir gecenin karanlığında insanoğlunun yolunu aydınlatır ve yaratılmış olan bütün bu güzelliklerin hepsi suretlerin en güzelinden yaratılan insanoğlu içindir. Yine insanoğluna çok temiz ve güzel bir gönül vermiştir. Orayı muhafaza etmek ise gönlü güzel olanlarla beraber olmaktır.

“Gönlü güzel olanın yüzü de güzel olur.” buyurmuş büyüklerimiz. İşte bu yüzden insan güzele meyleder. Güzel bir kadına, güzel bir eşyaya güzel olan her şeye, nihayet dünyaya! Bizi çeken, aklımızı başımızdan alan dünyanın cazibesidir. Halbuki o güzellik Hakk’ın güzelliğidir. Hakk’ın dünyaya yansımasıdır. Güzel olan her şey Hakk’ın yansımasıdır. Bizler buna Leyla diyebiliriz, başka başka isimler verebiliriz. Bizler Leyla’yı gördüğümüz için Leyla diyoruz. Ne zaman Leyla aradan çıkıyor. O zaman Mevla demeye başlıyoruz. Hz. Züleyha misali… Hz Züleyha’nın çok saltanatlı bir hayatı vardı. Çok güzeldi, Mısır’ın en güzel hanımefendisiydi. Ne zaman ki Hz. Yusuf gibi bir güzeli gördü hayatı değişti. O kibri, saltanatı bir anda değişti. Her şeyi gözünün önüne aldı, o güzellik uğruna her şeyini kaybetti. Ne zaman ki Yusuf’un güzelliği aradan çekildi Mevla’yı gördü. Evet Yusuf güzeldi? Ama gerçekte neydi Yusuf’taki güzellik? İşte güzel gördüğümüz bütün güzellikler o mutlak güzelliğin bir yansımasıydı. Adeta ondan saçılan bir güzelliktir. Bazen deriz bu nimetler bu kadar güzelse acaba bunları yaratan nasıl güzeldir! Bu da bizi şükre, fikre, zikre, tefekküre götürür fakat onları hatırımıza getireni arayıp bulmamız lazım. 

Kıymetli okuyucular, bütün bu güzelliklerden bahsederken mutlak güzelliğin gerçek sahibini Kâinatın Efendisi’ni düşünelim. Hz.Yusuf’u gören kadınlar onun yüzünün güzelliğinden ellerindeki bıçaklarla ellerini kestiler, bunun farkında olmadılar. Peygamber Efendimiz’i (sav) gören sahabe efendilerimiz acaba O’nda ne gördüler ki Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te lime lime doğrandılar da bunun acısını hissetmediler. İşte sahabe efendilerimiz O’nu (sav) gördüler, O’ndaki hakikati gördüler. Sevdiler bin yıllık dinlerini değiştirdiler. Şimdi biraz düşünelim! Hz. Ömer efendimizin kalbini yumuşatan şey... Kız kardeşini acımasızca döven, zayıf bir mümine kadın olan Hz. Zinnire ve Hz. Lübeyne’yi dövüp “Seni acıdığım için değil yorulduğum için bırakıyorum.” diyen bir insan… Böyle acımasız bir insan nasıl oluyor da bir anda değişiyor? Çarşıda su kırbası elinde su dağıtıyor, fakirlere sırtında çuval erzak taşıyor… 

Bülbül gülde ne gördü de onun etrafında pervane gibi döndü? Yağmur toprakta ne gördü? Sel oldu insan. Hz. Yakub (as) Yusuf’unda ne gördü de senelerce ağladı. Bursa Kadısı Aziz Mahmud Hüdayı Üftade hazretlerinde ne gördü de Bursa sokaklarında kaftanıyla ciğer sattı. Yunus Emre Tabtuk Emre hazretlerinde ne gördü de: “Dergaha eğri odun dahi giremez.” dedi.

Daha adlarını sayamadığımız nice gönlü güzel olanlar… Bunlar birer misaldir. Misalsiz hiçbir hakikat olmuyor. Fani olan bütün güzelliklerden maksat, baki olan güzelliktir. Leyla’lardan sıçrayan kıvılcımlarla Mevla’ya tutuşuveririz. İşte o zaman mutlak güzeli anlayabiliriz. “Bir ben vardır benden içeri.” 

Bizler o güzellerin çok uzaklarda, erişemediğimiz hayallerde olduğunu zannediyoruz. Onlar bize bizlerden daha yakın. “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” buyuruyor Cenabı Hak. Yerlere göklere sığmadığını, garip gönüllerden çıkmadığını bildiriyor. O güzelin çok yakınımızda olduğunu hissedelim. 

Şol dem gördüm didarını
Divaneyim divaneyim
Yandım cemalin şem’ine
Pervaneyim pervane

Selam ve dua ile ...

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:10

EV İÇİNDEKİ TESETTÜR VE SÜNNETLER

ev içindeki tesettür

Ev İçindeki Tesettür ve Sünnetler -  Mine ŞİMŞEK

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Ev İçindeki Tesettür ve Sünnetler

 

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a (cc), salatu selam ve inayetsiz ihtiramlar, nübüvvet bahçesinin en nadide Gülüne (sav) olsun. Selam onun varislerine olsun. Selam tüm ümmetin üzerine ve dünyadan göç eden ana baba eş dost akrabalarımıza zerreler adedince selam olsun rahmet olsun.

Bir bayanın ev içindeki tesettürü nasıl olmalıdır takvaca daha güzel olanı nelerdir? Ve kıyafette uygulamamız gereken belki de unuttuğumuz sünnetleri yazmaya çalışacağız inşaallah.

İslamiyete göre bir bayanın kendi evinde namahrem erkeğin olmadığı veya da yalnız bayanların bulunduğu bir ortam olsa bile diz kapağından göğüs hizasına kadar kapatması güzeldir. Fakat tek başına dahi olsa örtüsüne dikkat etmesi takvada daha güzel bir davranıştır.

Evin içinde yalnız iken başı açık olmasının bir sakıncası olmasa bile, meleklerin her yerde bizimle birlikte olduğunu bilmemiz bizleri daha dikkatli davranmaya sevk eder. Dinen caiz olsa da edep açısından kapatılması daha güzel ve takvaya daha uygun görülmüştür. Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde: “Siz kendinizi evlerinizde yalnız mı sanıyorsunuz, yanlarınızda yazıcı melekler var, hafaza melekleri var, sadat-ı kiram var.” diye buyurmuşlardır.

Fakat evde başkaları yok iken eşi ne şekilde giyinmesini istiyorsa onun isteği doğrultusunda haraket etmesi daha uygundur. Halk arasında bol ve uzun giyinmek bakımsız ve zevksiz gibi algılanabiliyor. Oysa Peygamber Efendimiz (sav) kadın için, eline süreceği birazcık kına boynuna takacağı bir kolye bile olsa kadın kendini süssüs zinetsiz bırakmasın diye hadisi şerifler de bildirmiştir. Yine Efendimiz’in (as) kızı, Fatıma annemize gelin gittiğinde nasihatı, evinde eşine karşı temiz giyinmesi süslenmesi, onu güler yüzle karşılaması bu davranışlar olursa: “Senden Cenabı Hak da (cc) razı olur, Peygamberler de razı olur.” diye buyurmuşlardır. Unutmayalım ki kadının en güzel zineti ahlakıdır, mütevazi halidir, tatlı dili güler yüzüdür.

Bir ayeti kerimede: “Ey ademoğlu size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Böylece umulur ki tezekkür ederler.” (Araf 26)

Bir hadisi şerifte ise Peygamberimiz (sav): “Çıplaklıktan sakının zira sizin yanınızda sadece helaya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler var. Onlardan utanın ve onlara saygı duyun.” buyurmuştur. (Tirmizi, Edep, 2801)

Sahabe annelerimiz evlerinin içinde bakımsız değillerdi kıyafetlerine de çok dikkat ederlerdi. Onlara hediyelik kumaşlar getirseler elleriyle dokunur vücuda yapışmayacak ve ince, içi belli etmeyecek kumaşları seçerlerdi. Bir gün Ümmü Seleme annemiz Allah (cc) ondan razı olsun. Kadının namahreme ve tesettürüne dikkat etmesi hususunda şu hadisi şerifi rivayet etmişlerdir:

Ashabı kiramdan âmâ (kör) olan İbni Mektum bir gün Rasulullah’ın huzuruna girmek için müsade istedi. Hanımlarından Ümmü Seleme ve Meymune de orada idi. Efendimiz, hanımlarına: “Çekilin, saklanın.” diye buyurdu. Hanımları: “Bu gelenin iki gözü kör niçin saklanalım?” diyince Efendimiz (sav): “O görmüyorsa siz de mi görmüyorsunuz?” diye buyurdular. Ümmü Seleme annemiz bu olayın örtü hükümlerinin inmesinden sonra meydana geldiğini açıklar. (İmam Ahmed, Ebu Davud)

Bu hadisi şeriften anlaşılıyor ki, Sevgili Peygamberimiz (sav) namahrem olan erkeklerden kör bile olsa kendi hanımlarını kıskandığı gibi ümmetinin hanımlarını da bin dört yüz yıl öncesinden günümüze kadar bu hadisi şerifle adeta bizleri de uyarıyor. 

Kıyafette ve takıda sünnet olanlar ise şunlardır:

A) Peygamber Efendimiz (sav) yeni elbise giyinince şu duayı okurmuş: “Allahım hamd sana mahsustur, bunu bana sen giydirdin, senden bunun hayrından ve yapılış gayesinin hayrından istiyorum. Bunun şerrinden ve yapılış gayesinin şerrinden de sana sığınıyorum.”

B) Biri yeni bir elbise giyinince Efendimiz (as): “Eskit ve çürüt.” diye buyururdu.

C) Yeni kıyafet alındığında cuma günü giyinmek, oturarak giyinmek, yırtık olmamasına dikkat etmek, kadınların namazda vücut hatlarını belli etmeyecek bol kıyafetler giyinmesi, elbisenin kolları dört parmak uzun olması, ev içinde baş örtüsünü omuzlardan aşağı ve göğsü kapatacak şekilde dolamak sünnettir. Yine kıyafeti giyinirken sağdan başlamak çıkarırken soldan başlamak ve kıyafette yeşil siyah beyaz renkte giyinmek sünnettir. Fatımatü’z-Zehra annemiz Allah ondan razı olsun siyah giyinirmiş.

D) Yine hadisi şeriflerinde Efendimiz (as): “Yünlü elbise giyinin kalplerinizde iman tadını bulursunuz.” ve “Güzel giyinin Allahu Teala’nın size verdiği nimetlerinin eseri görünsün.” buyurmuştur. (Hakim, Müstedrek, 77)

E) Yüzük için hadisi şerifte ise: “Akik taşından yüzük edininiz zira o sizde bulundukça hiçbir gam gelmez.” buyurmuştur. (Kenzü’l-İrfan, 212)

F) Sürme çekmek sünettir ve faydaları şöyle açıklanmıştır: Gözden devamlı yaş akmasını keser, göz sinirlerini besler, göze baştan inen mikropları giderir, gözün sıhhatini korur ve göze parlaklık verir. Peygamber Efendimiz (sav) kudretten sürmeli idi fakat gece yatmadan sağ gözüne üç sol gözüne iki defa sürme çekerek yatardı. (Tirmizi, 108)

G) Kıyafeti katlamak, elbisenin altından içlik giymek (yöreye göre tayt, şalvar, pijama vs. gibi) düzenli temiz olmak, yanında iğne iplik, misvak, havlu, seccade taşımak, saç taramak, yüzük veya inci kolye takmak, koku sürünmek, sürme çekmek sünnettir.

Rabbim hakkıyla tesettürümüze riayet etmemizi, sünnetleri eksiksiziz yerine getirmemizi, ev içinde de dışarıda da özellikle namahrem olan ortamlarda kıyafetlerimiz konusunda hassas olmamızı, zinetlerimizi dışarıya değil eşlerimizin yanında göstermemizi cümlemize nasip etsin.

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

Perşembe, 01 Eylül 2016 00:45

MEŞREB TAASSUBU

meşreb

Meşreb Taassubu -  Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Meşreb Taassubu

 

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat 13)

Kıymetli kardeşlerim; dergimizin bu ayki konusu müslümanlar arasındaki bitmez-tükenmez bir sorun olan mezheb ve meşreb taassubu olacak. Biz musahabe bölümümüzde meşreb taassubunun sebepleri ve (büyüklerimizin işaretleriyle) tedavisi ne olabilir, bu meseleyi izaha çalışacağız.

Öncelikle Rabbimiz Hazretleri (celle celaluh) konumuzun başına aldığımız ayeti kerimede insanların tanışabilmesi, birbirleriyle kaynaşabilmesi için milletler şeklinde ve bu milletleri de şubelere ayırdığını buyuruyorlar. Yani Cenabı Hak (cc) isteseydi insanların hepsini tek bir milletten, tek tip olarak da yaratabilirdi. Fakat yaratılış itibariyle birbirlerinden hiçbir farkı olmayan fakat yaşadıkların yerlerin şartlarına, tabiat durumuna, iklim durumuna uyacak şekilde farklı ırklar yarattı. İşte bu sadece tanışabilmek yani bir arada yaşayabilmede kolaylık olması içindi. Bir ayrıcalık veya bir üstünlük vesilesi değildi. 

Aynı şekilde insanlar kabiliyetleri açısından da farklı yaratılmışlardır. Mesela kimisi çok halim ve selim bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Yumuşak huyludur. Kimisi de sert mizaçlıdır. En küçük şeyde alevlenebilir. Bu iki farklı karakterin imtihanı farklıdır. Dolayısıyla farklı yollarla terbiye edilmelidirler. Mesela kimisi ilme, kimisi de sanata, el becerilerine kabiliyetlidir. Kimisinde yöneticilik vasfı ön plandadır. Kimisi ise güzel itaat etmeye, verilen vazifeleri mükemmel yapmaya kabiliyetlidir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. 

Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’de İslam’ın emirlerini ve yasaklarını yaşama hususunda cemaat kavramına sürekli vurgu yapmaktadır. Al-i İmran Suresi 103. ayeti kerimede: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, ayrılığa düşmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün.” buyuruluyor. Yani yalnız başımıza yaşamamız, müslümanlardan ayrı yaşamamız Rabbimiz tarafından kabul görmüyor. İşte bu zaviyeden meseleye baktığımızda müslümanlar yaşantılarını devam ettirirken birbirlerine ihtiyaç duymalıdırlar. Bunun için de bir araya gelip meselelerini istişare edip çıkan neticeye göre hareket etmelidirler. Buraya kadar hiçbir sorun gözükmemektedir. 

Peki sorun yani meşreb taassubları nereden doğmaktadır?

Öncelikli olarak taassubun kaynağında bilgisizlik ön plana çıkmaktadır. İslam ümmeti genel manada birdir. Yani gerçek vahdet ümmet-i Muhammed’den olma bilincine sahip olmaktır. Bu hepimizin en üst kimliğidir. Fakat yukarıda da belirtildiği gibi farklı ırklardan, farklı bölgelerde, farklı kabiliyetlerde yaratılmışız. Bu manada İslam’ın emirlerine ters düşmediği takdirde elbette farklılıklarımız olacaktır. Burada mühim olan bu farklılıkların birbirlerine bakışları nasıldır ve birbirlerini kabullenmeleri nasıldır, bunun anlaşılmasıdır.

İkinci olarak günümüzde bu meseleler nasıl anlaşılmaktadır. Yani sadede gelecek olursak İslam ümmeti genel olarak birçok milletlerden oluşmaktadır, özel olarak da ülkemiz müslümanları birçok anlayışların etkisiyle farklı meşreblere yönelmiştir. Bunlar birer ayrılık vesilesi midir, yoksa bizim zenginliğimiz midir?

Konunun daha iyi anlaşılması ve bereketli olması açısından büyüklerimizin kibarı kelamlarına müracaat edelim. Hâce Hazretleri (ksa) buyuruyorlar ki: “Cenabı Peygamber (sav) Mirac-ı Şerife çıktıklarında belli konularda Cenabı Hak’tan müracaatta bulundular, dua ettiler. Biri şu idi: Ümmetim içinde ihtilaf olmasın, ittifak bozulmasın. Cenab-ı Hak bunu kabul etmediler. Bu ihtilaflar rahmete vesiledir, dinin kemaline vesiledir. Şimdi biz Rabbimizin kabul etmediği bir şeyi ne kadar istesek de bunu gerçekleştiremeyiz. İhtilaf olması sünnetullahtır. İhtilaf olmasa gerçekler ortaya çıkmaz. Rabbimiz Hazreti Âdem’e farklı bir şeriat, diğer peygamberlere farklı bir şeriat, Efendimiz’e de farklı bir şeriat vermiştir. Çünkü her dönemin ihtiyaçları farklıdır. Bugün de durum aynıdır. Her bölgenin ihtiyaçları farklıdır. Misal Filistin’deki müslümanları mücadele yöntemiyle Türkiye’deki müslümanların yöntemi veya Afrika’daki müslümanın mücadelesi bir olabilir mi?” 

Büyüğümüzün kibarı kelamlarından şunu anlıyoruz ki, ümmeti Muhammed farklı bölgelerde, farklı sorunlarla, farklı ihtiyaçlarla, farklı fıtratlarla yaşamak durumundadır. Bu da farklı mücadele metotlarının, farklı anlayışların olacağını gösteriyor. Yani bu farklılıklar aslında bizim zenginliğimizdir. Bu anlamda olması gereken tahammül ve duadır. 

Daha fazla muhatap olduğumuz için ülkemizden örnekler verelim. Türkiyemiz yüz yıl boyunca İslam’dan uzaklaştırılmak için birçok badirelerden atlatıldı. Müslümanlığı yaşamak suç haline getirildi. Nesillerimizin İslam’ı unutması için ciddi eğitim çalışmaları yapıldı. Bu durum ehli imanı harekete geçirdi. Herkes kendi durumuna, konumuna göre teşkilatlanmaya, eğitim çalışmaları yapmaya ve gerektiğinde mücadele etmeye başladı. İşte bu hareketliliğin içerisinde oluşan farklı mücadele metotları meşrebleri doğurdu. Yani Rabbimizin lütfu ve keremiyle o zamanki imkansızlıkların neticesinde oluşturulan bu iman kurtarma hareketleri ciddi ekoller oluşturdular. Gerektiğinde gizli de olsa, her şeyi göze alarak gençliğin dimağlarını temizleyecek neşriyatlar, okullar, vakıflar dernekler açıldı. Rabbimize bu noktada hamd ediyoruz ki, bu çalışmaların bereketiyle yüz yıl önceki o karanlık dönemden bugünkü güzelliklere kavuşabildik.

Baktığımızda buraya kadar hiçbir sorun görünmüyor. Ülkemizdeki bu cemaatlerin çalışması neticesinde güzel müslüman nesiller yetişti. Sadece ülkemize değil dünyaya nizam verebilecek bir mefkûre oluştu. İslam ülkelerinin halklarına örnek teşkil edecek kazanımlar elde edildi. 

O zaman da şu soruyu soruyoruz. Bu kadar güzel hizmetler yapılırken niçin taassuba düşüyoruz?

Başta da belirttiğimiz gibi bunun sebeplerinin başında bilgisizlik geliyor. Bir grup diğer grubu kendine rakip gördüğü için onun yaptıklarına araştırmadan, bilgi sahibi olmadan karşı çıkabiliyor. 

İkinci olarak cemaatlerin başındaki insanların yetersizliği neticesinde kendi elindekileri başkalarına kaptırma evhamıyla müslüman kardeşleri hakkında sû-i zanla hareket etmeleridir.

Üçüncü olarak, özellikle tasavvuf ehlinin arasındaki senlik benlik kavgalarıdır. İki farklı silsileden beslenen tarikat mensuplarının bir araya geldiklerinde İslam’ın ehemmiyetli meselelerini sohbetleşmek yerine senin şeyhin kimden almış, benim şeyhim gerçek seninki sahte gibi ya da kerametlerin havada uçuştuğu sohbetlerle zaman öldürebiliyorlar. Bunun sonucunda da tevazu ve yumuşaklık ekolü olan bir müessesenin mensupları bu sohbetlerden taassubları artmış bir vaziyette kalkabiliyorlar. 

Dördüncü olarak İslam düşmanlarının ehlisünnet anlayışını bozmak için tarihin çöplüğünde kalmış fikirleri beyinlerine empoze ettiği kişilerin taassubudur. Bu noktada özellikle İslam gençliği çok dikkatli olmalıdır. Çünkü bunlar kasıtlı olarak ehlisünnet tarafından korunmaya çalışılan, kadim olan tüm fikirlere karşı çıkmaktadırlar. Son zamanlarda artık o kadar ileri gitmeye başladılar ki, hazreti Âdem’in (as) babasının olduğunu iddia edecek kadar sapkınlığa düşmüşlerdir. Buradan nereye geleceklerdir. Haşa “Allah yoktan bir şey yaratamaz. Her şeyin bir evveli vardır. O zaman Allah’ın da evveli vardır.” diyecek kadar ileri gideceklerdir. Bu anlayıştakiler bu fikirlerine tevbe etmedikçe bizlerle birlikte olmaları ya da bizim onlarla birlikte olabilmemiz mümkün değildir. 

Peki, sonuç olarak müslümanlar arasındaki taassubun ilacı nedir?

Birinci olarak birbirimizi iyi tanımalıyız. Körü körüne birbirimizle tartışmamalıyız. Bir kardeş cemaat hakkında bize bir bilgi geldiğinde onun aslını birinci elden öğrenmeliyiz. Eğer bu bilgi İslam’ın kadim geleneğinde varsa meşru çeşitliliklerimiz zenginliğimizdir, düşüncesiyle onlara dua etmeliyiz. Eğer Kur’an ve sünnet çerçevesinde olmadığı kanaati hâsıl olduysa o zaman o kardeşlerimize gidip izahat istemeliyiz. Eğer yine yanlış bir hareket içinde oldukları kanaatine varırsak, emri bi’l-ma’ruf çerçevesinde onlara nasihat etmeliyiz. Umulur ki Rabbimiz onları o hatalarından döndürür.

İkinci olarak ehlisünnet çizgisinde olup da farklı metotlarda çalışan kardeşlerimiz olabilir. Burada da bu bir hizmet yarışıdır düşüncesiyle onlarla güzel muamelelerde bulunmalıyız. Yeter ki Bediüzzaman hazretlerinin buyurduğu şu anlayış üzere olalım: “Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur.”

Üçüncü olarak müslüman kardeşlerimizi sevmeliyiz. Çünkü bu hem Rabbimizin, hem de O’nun Habibinin emridir. Cennetin kapıları birbirimizi sevmemizle açılacaktır. Bizimle farklı meşrepten de olsa kardeşlerimizle görüşmeyi, muhabbetleşmeyi asla bırakmamalıyız.

Netice olarak ırklarımız, renklerimiz, dillerimiz farklı olabildiği gibi meşru ölçüler içerisinde metotlarımız, anlayışlarımızda farklı olabilir. Bunlar Rabbimiz celle ve ala hazretlerinin geceye karşılık gündüzü, siyaha karşılık beyazı yaratması nasıl adetullah ise bu tip çeşitlilikler de adetullah gereğidir. Yeter ki birbirimizi kabullenelim. Gerektiğinde sıkıştığımızda, ihtiyaç duyduğumuzda birbirimize yardım edelim. Karşılıklı gidiş, gelişleri sıklaştıralım. 

Hepimizin dilimize pelesenk ettiğimiz, müminlerin vahdetinin yolu ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Yoksa herkesin tek tip olması, herkesin aynı çatı altında toplanması Rabbimizin muradı değildir. Hepimiz olduğumuz yerde hizmetlerimizi yaparken birbirimize kardeşlik hukuku içerisinde muamele edersek Halık-ı Zülcelal hazretlerini razı etmiş oluruz. 

İşte meşreb taassubunun çaresi bizim anladığımız manada ancak budur.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Çarşamba, 01 Haziran 2016 00:00

BU RAMAZANI KENDİMİZE AYIRALIM

Bu Ramazanı Kendimize Ayıralım -  Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Bu Ramazanı Kendimize Ayıralım

 

Rahmet mevsiminin son ayı, rahmet halkasının son halkalarından olan ramazanı şerifin arifesine geldik. “Her geceyi Kadir bil, her insanı Hızır bil.” buyurmuşlar. Malum, bin aydan hayırlı olan o gece sene içinde özellikle de ramazanı şerif içinde saklı. İnşaallah hepimiz ramazanın her gecesini bir Kadir Gecesi şuuruyla, huzuruyla ihya etmeye çalışırız. Yine temenni edelim ki inşaallah receb ve şabandan beri ramazana hazırlanmışızdır. Cenabı Hak bizleri şimdiden onun şefaatine nail kılıp şikayetinden emin buyursun.

Bu mübarek ayların da bir ruhaniyeti, bir nisbeti, huzuru ve bereketi var. Malum, evveli rahmet ve bereket, ahiri cehennemden azat olma diye buyrulmuş. Yine şeytanların bağlandığı ay olarak nitelendirilmiş. Bu ayda yapılacak bir iyiliğe, bir güzelliğe/haseneye en az onla mukabele edileceği bildirilmiş. Nimetler oldukça çok. Ama inşaallah bizler de nimetin değil de rızanın, hakikatin talibi olarak Hazreti Mevla’ya gönül verip ramazanı değerlendiririz.

Bu ayda yapacağımız iftar da sahur da övülmüştür. İslam fukahasının bir kısmına göre iftar farz, sahur sünnettir. Yine bir kısmına göre sahurda abartılı yesen ve vefat etsen; şehit hükmünde olursun. Peki, niçin bu fetvalar? Oturun çok yiyin, patlayın anlamında değil elbette. Orucun sıhhati açısından.

Orucumuza çok dikkat edelim arkadaşlar. İnanıyorum ki hiçbirimiz Mevla unutturmadıkça, bilerek bir şey yiyip içmeyiz; bilinen haramları, bilinen günahları yapmayız. Ramazanda ve ramazan sonrasında bu konulara dikkat ediyoruz. Ama bilmeden, önemsemeden yaptığımız hatalar ramazanımıza halel getirebilir. Ne dünyaya ne ahirete yarayan boş, lüzumsuz ve çok konuşmalar; fuzuli yere çarşı-pazar dolaşmalar, işimizin haricinde dışarıda çokça oyalanmalar oruca zarar verebilir. Şeytanın bayrakla gezdiği yerlerdir çarşı pazarlar. İşimiz yoksa mümkün mertebe oralarda bulunmamalıyız. Mümin halveti, uzleti, inzivayı tercih etmeli. Mahzun yerleri, hüzünlü mekanları tercih etmeli; asude, mümtaz, sade mekanları mesken edinmeli.

Bu gezmelerden, tozmalardan hiç değilse ramazanda salim kalalım. Gözdür bu illa ki bir tarafa kayar; dildir bu bir mevzu açıldı mı o da karışmak, konuşmak ister. Nefesler sayılı, sınırlı ve bizler de bunları nereye harcadığımızdan sorumluyuz.

Hoca-ı Gucdevanî hazretlerinin düsturları olan kelime-i mübareke-i semaniyeyi (mübarek sekiz kelime) hatırlayalım. Bunlardan “Hoş der-dem” ilkesi hepinizin bildiği bir kaidedir. Alıp verdiğimiz nefesi nasıl alıp veriyoruz, bu nefesleri nerelere harcıyoruz bundan haberdar olmalıyız. O nefesi uyanık ve rabıtalı bir şekilde zikir ve tefekkür süzgecinden geçirerek alıp vermeliyiz. Bu nefesleri bozuk para gibi harcayamayız.

“Nazar ber-kadem” Gezerken bile ayakucuna bak demişler. Çarşıda pazarda ayakucuna bak yani kendine nazar et, başkasına bakma; kendinde ara kendinde bul. Sen, sende seyredemezsen başka bir yerde göremezsin. Kendinde temaşa edeceksin. Ayetelkübrâ (en büyük ayet) sensin.

Nakşîlerin seyri enfusîdir, afakta pek bir şey aramazlar. Aradıklarını özlerinde, kendilerinde aramışlar. Bu yüzden yolları kısa olmuş onların.

Hazreti Bestamî buyuruyor ki: “Bir gün hacca niyet ettim ve yola çıktım. Giderken bir meczup ile karşılaştım. Nereye diye sordu. Hacca gidiyorum, Allah’ın beytini ziyaret edeceğim dedim. Meczup da bana dedi ki; sen aradığını Bestam’da bırakmışsın, dışarıya gidiyorsun. Senin aradığın senden yabanda, senden uzakta değil. Sende bulamamışsan, ne Kabe’de ne Arafat’ta ne şurada ne burada bulabilirsin.”

Onun için ramazanı kendimizle uğraşarak geçirelim, bu ramazanı kendimize ayıralım. Başka bir şeylere meyletmeyelim. Çünkü yarın kıyamette Cenabı Hak bize önce bizi soracak, sağı, solu değil. Evet, daha sonra sorgulamada karşımıza onlar da gelecek ama öncelik biziz. O yüzden bu ramazan kendimizle uğraşalım. Samimi ve tarafsız olarak bir şeyin arkasına gizlenmeksizin adamlığımızı da ademliğimizi de her yönümüzle ortaya koyalım. Samimi olarak kendimize diyebilelim ki; sen şusun.

Nefsimizi emmarede araştıralım, bu merhaleden başlayalım. “Canım biz iman etmişiz?” demeyin. Neye iman ettin sen, nasıl iman ettin sen? İman ettiğin şey hakkında ne biliyorsun? Bunca sene masal okudun durdun, göz yumdular sana. Bir türkü var diyor ki; “Tello gider, yan gider Tello/Açma yaram kan gider Tello” Anlayacağınız bu konuyu açarsak kan gider, açmayalım.

Emmarede kendimizi bir arayalım, bakalım ki ne durumdayız, hangi sıfatlarla muttasıfız? Hangi mahluka benziyoruz ve üzerimizde hangi mahlukatın özellikleri, sıfatları, ahlakı var? Buna cehd edelim ve koyun oluncaya, kuş oluncaya kadar değiştirelim bunları. Kuş derken kartal, akbaba, şahin, atmaca gibi yırtıcı olanlar değil; güvercin gibi, muhabbet kuşu gibi, yusufçuk gibi… Çok zorlanacağız bunda. Çünkü kendimizi öyle yerlerde biliyoruz ki, bize göre biz nefsi safiyye makamına ermişiz.

Her konuştuğumda da aklıma gelen bir hadise var, Allah nefsime hidayet etsin, elimden tutsun. Bir yerde birisi konuşma yapıyordu, diyordu ki: “Bendeniz, acizane nefsi safiyye makamında bir kardeşiniz olarak…”

Hazreti Yusuf (as)… Allah ona ilmi, hikmeti, sırrı vermiş… Diyor ki:

“اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ- Nefs aşırı derecede kötülüğü emreder.” (Yusuf 53) Ayetteki manadan şu çıkıyor ki ben nefsi emmaredeyim. -Haşa ve kella, tenzih ederiz bütün enbiyayı zişan hazeratını- Yusuf gibi bir gönül sultanı ben emmaredeyim derken, bizler kendimizi safiyyede görüyoruz.

Nefslerin başlangıcı emmaredir… “اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ” buyuruyor Hazreti Allah. Ancak Allah merhamet ederse, lütuf buyurursa, kerem desti ile seni tutarsa bu müstesnadır; Allah’ın merhamet ettiği, gönüllerini nazargah kıldığı, murad ehli olanlar müstesnadır.

Oruçlarımızı O’nsuzluk ile, Hak’tan ve hakikatten uzaklıkla zedelemeyelim. Oruçlu iken evde kendi ailelerimizle bile malayaniye düşmeyelim. Bütün bedenimiz, ruhumuz, sırrımız, zikrimiz oruçtaki hikmeti anlasın ve oruçla bereketlensin. Açlığı ama yemeğin-suyun açlığını değil, ihsanın, irfanın, hakikatin açlığını bütün iliklerimize kadar hissedelim. Acıkalım, ferimiz kesilsin ve Hazreti Allah ile, O’nun aşkıyla, O’nun şevkiyle, O’nun cezbesiyle, O’nun istiğrakıyla, O’nun vecdiyle iftar edelim. O’na acıkalım ve O’nunla iftar edelim. Ramazanı böyle geçirmeye gayrete delim. Bir çeşit mutekif hayatı yaşayalım, sanki itikaftayız…

Ailelerimizden yana da perhiz yapalım, itikafa girelim. Orucun bir anlamı da bu; orucun şehvet üstünde de bir etkisi olmalı. Ama biz ramazanda öyle yiyoruz ki maalesef daha da azgınlaşıyoruz. Hep söyleriz “Bu ramazan kilo aldık!” Nasıl oluyorsa! Açların halinden anlayalım, bir sosyal eşitlik olsun diye Cenabı Hak orucu bize emrediyor, hikmetlerinden birisi bu. Ama biz kilo alıyoruz, şişmanlıyoruz. Yahu niye bizim her şeyimiz böyle tersine işliyor anlamıyorum ki? İşte bu yüzden acıkamıyoruz… 

Çok yiyince çok uyuyoruz. Uyku da ayrı bir derdimiz. İstisnalar kaideyi bozmaz içimizde on saatten aşağıya uyuyan yok. Yazık bize!

Derviş kısmına dört saat uyku kafi, seni zinde tutar. Hadi iki saat de benden olsun altı saat yat uyu. Ama on saat… Ömrü uykuda geçirmişsin. Ondan sonraki vaktin de yemekte, tuvalette ve laklakta geçiyor. Geriye bir zaman kalmadı kardeşim, elbette vazifelerini yapamazsın.

Mute’de Allah Rasulü’nün verdiği listeye göre Hazreti Zeyd ile başlayan o şehitler silsilesi Hazreti Cafer ile devam ediyor ve sıra Abdullah ibn Revaha’ya geliyor (ra); elinin parmaklarını götürüyorlar bir kılıç darbesiyle. Sallanıyor parmaklar kopmamış, canı çok yanıyor. Perişan bir vaziyette ağrıya dayanamıyor ama Allah Rasulü buyurmuşlar ki; “Zeyd bin Harise de şehit olursa İbn Revaha sancağı alsın, orduya liderlik yapsın, kumandanlık yapsın.” İbn Revaha ağrıdan bir şey yapamıyor, parmaklarının derdine düşmüş. Bir anda aklını başına topluyor; “Alemlerin Efendisi bana güvendi, beni öne geçirdi, ben parmaklarımı öne geçiriyorum. Hayır!” diyor, elini ayağının altına koyuyor, bastırdın mı “Ya Allah Bismillah!” diyor koparıyor. Acı bu kadardı, diyor. Ondan sonra acımıyor daha parmakları ama başka yeri acıyor, gönlü acıyor, kalbi, ruhu acıyor. Daha elinin acısını hissetmiyor.

Hocam başım ağrıyor, dişim ağrıyor, şuram ağrıyor diyorlar... Başın bir gün ağrır, dişin bir gün ağrır. Ertesi gün ağrıyan yerlerinin ağrısını hissettikçe başınla meşgul olmazsın.

Bu meydanda nice başlar kesilir

Hiç soran olmaz

diyor Yunus. O sese kulak verirsin, başım feda olsun dersin. Senin şu anda kalbin ağrımadığı için, ruhunun sancılarını hissedemediğin için, ümmetin iniltilerini duyamadığın için senin başın ağrıyor, senin dişin ağrıyor, karnın ağrıyor, ondan uyuman gerekiyor hep… Uykusuz cephede sürünenleri bir görsen, seyretsen… Hazreti Ömer misali hutbeden İran’ı seyrettiği gibi bir de sen seyretsen; Irak’ı seyretsen, Filistin’i, Çeçenistan’ı seyretsen bak uykun kalır mı?

Ağrıyacak yerlerimiz hiç ağrımıyor, kırılası başımız ağrıyor, şuramız ağrıyor, buramız ağrıyor. Neremiz ağrısa canımız orada… Midemiz biraz guruldadı mı hemen koşalım yemek yiyelim. Bu yüzden hiç nafile oruçla aramız yok. Tefekkür etsen ki; Kainatın Efendisi üst üste taşları karnına bağlamış, bak daha guruldar mı karnın? Hazreti Ali, Hazreti Fatıma cennet gülleri, bu kainatın gerçek sahipleri…

“اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ- Yere muhakkak benim salih kullarım varis olacaktır.” (Enbiya 105) buyuruyor Hazreti Allah, onlar için. Arzın gerçek sahipleri üç gün, dört gün su ile iftar-sahur ediyorlar ne karınları gurulduyor, ne bir yerleri… Bir parça hurmaları var, tam iftar edecekler kapı çalıyor. Bir fukara diyor ki; “Şu kadar gündür ağzıma bir lokma girmedi, Allah için!” Fatıma annemiz veriyor hurmaları; “Bizim suyumuz var elhamdulillah!” buyuruyor. Sofralarımızı düşünelim; kuş sütü kuru üzüm eksik… Hurmayı veriyorlar ve su ile iftar ediyorlar. Sahur oluyor, Alemlerin Efendisi haber gönderiyor; “Bir misafirim var ama evde ikram edecek bir şey yok. Onlarda bir şey varsa versinler, misafire ikram edeyim.” buyuruyor. Kainatın Efendisinin evinde iftar edecek bir şey yok… Canım çıksın, benim evimde bir senelik erzak dolu, gözüm etmiyor ki birisine vereyim. Muhammed’in (sav) şerefi hepimizin şerefidir, diyorlar hurmalarını veriyorlar ve yine suya kalıyorlar. Sahurda yine su içiyorlar.

Şimdi biz böyle şeyleri cezaevi mahkumlarından işitiyoruz. Ceza evlerinde açlık grevi yapıyorlar. “Dünya müminin zindanıdır.” buyuruyor Peygamber. Bize de şu dünya bir cezaevi değil mi? Biz de bir ceza evindeyiz, yarı açık bir cezaevi bu dünya bize…

Ertesi gün farklı bir şeyle karşılaşıyor Hazreti Ali. Hasılı üç gün, dört gün boyunca su ile iftar-sahur ediyorlar. Cenabı Hak haklarında ayeti kerime inzal buyuruyor, onları ayet ile müjdeliyor. Onlar o kadar memnunlar ki bir mümin ile paylaşmaktan dolayı… Bir kardeşlerine verdiler diye çok memnunlar, huzurlular. Karınlarının gurultusu da o yüzden zikirden sayılıyor.

Ramazan, imtihan ayı ramazan… Herkesin akının karasının önüne düştüğü bir ay ramazan… Rabbim biz niyet ediyoruz bu ramazanı Seninle geçirmeye, bizi dostluğuna kabul buyur ya Rabbi. Ramazanı Seninle geçirme şerefeni bize lütfeyle. Geçmiş ramazanlarımızdan farklı olmasını lütfeyle ya Rabbi. Geçmiş ramazanlar geçti; ömür geçti... Geride ne kadar var bilmiyoruz. Ne kadar bir sermayemiz kaldı bilmiyoruz arkadaşlar. Ömrümüz geçti, hiç değil kalanını Allah ile geçirelim. Kalanını; Rasulullah ile, zikrullah ile, hazreti Kur’an ile, müminlerle, cemaatle geçirelim.

Elbette size demiyorum ki her şeyinizi terk edin; meseleleri böyle anlamayın. Eliniz kârda gönlünüz yarda olsun. Çalışın ama kendiniz için değil yine Allah için çalışın. Çalışın; işyerlerinizde patron değil işçi gibi çalışın. Kendinizi o işyerinin elemanı olarak görün, sahibi olarak görmeyin; bu işyerinin sahibiyim diye bakmayın. Oranın bir personeli gibi ol, gönlün böyle olsun, mütevazı ol. Sen Hakk’a tevekkül kılar, Hakk’a teslim olursan Hak senin kefilin olur, sahip çıkar sana. Sen sahiplenirsen sana bırakır, hiçbir şeyine ilişmez. Sen Hakk’a tevekkül kıl, Hak her şeyine sahip çıksın.

Herkese minnetin var arkadaş. Ticari ilişkin gereği birçok insana minnetin var ama bir türlü Allah’a minnet etmeyi öğrenemedin. Borç aldığın kişilere minnetin var, mal aldığın kişilere minnetin var, sana yardımcı olan kişilere minnetin var… Ama bütün şu kainatın Razık’ı, Halık’ı, Mucid’i Hazreti Allah’a minnet duyamadın bir türlü. O’nu minnet altına almak istiyorsun, sanki O sana hep borçlu... Sanki sen her istediğinde sana vermeye mecbur, her yorulduğun yere bir han yapmalı sana… Allah’a minnet duymayı, Hazreti Allah’tan istemenin usulünü öğrenemedin. “Nasıl istenir?” Bunun edebini bir türlü öğrenemedin, öğrenemediğin için de riayet edemedin, hukukunu bilemedin Hazreti Mevla’nın, O’nun hukukunu gözetmedin. İşinde yükselmek için devletin veya ticari çevrelerin koyduğu bütün şartlara uymak, onların koyduğu kuralları takip edebilmek için elinden geleni yaptın. Oyunu raconuna göre oynamak istedin ama Rabbine karşı hiç böyle bir mesuliyet hissetmedin. O’nun kurallarına riayet edecek bir hayat sürmek için çabalamadın.

Mesela bir ürün üretiyorsan TSE belgesi almak için, İSO kalitesine gelmek için dünya standartlarına girmeye uğraştın, uğraştın… Çünkü daha garantili satacaktın malını. Peki, niçin kamil bir mümin olmak, rızaya kavuşmak, vuslata ermek ve O’na kurbiyet kesbetmek için ilahi standartları yakalamıyorsun? İman için TSE belgesi, ameller için İSO kalitesi yok mu acaba? Uğraşman gereken alanlar bunlar değil mi, bunlar için yaratılmadın mı? Yaratılış gayen bu değil mi?

“وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ- Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56)

“وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ - Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr 99)

Ramazan deyince bende bunları çağrıştırıyor, bunlar hatırıma geliyor. Ramazan’ın başka çok daha rumuzları, gizli sırları var ama onlar lisan ile ifade edilmiyor. Bu söylenilenlere riayet edersen ramazan kendini sana açacak. Şehru’l-hüda - Hidayet ayı ramazan, Şehru’l-Kur’an - Kur’an Ayı ramazan, Şehru’l-Furkan - Hakla batılın birbirinden ayrıldığı ay ramazan… Ramazanda Kur’an’ın sırrına nail olabilirsin. Kur’an’ın esrarına, hakikatine vakıf, varis ve tev’em olabilirsin. Kur’an’la bütünleşebilirsin. Bunun için tekrar ediyorum bu ramazanı kendimize ayıralım, kendimizle meşgul olalım. Seyri enfusîye gayret edelim, yolumuzu hatırlayalım biraz; biz nasıl bir yolun yolcusuyuz, bunu düşünelim.

Pirimiz Abdülkadir Geylanî (ks) hazretlerinin üç aylar ve faziletine dair ufak bir risalesi var. Mütaala edelim, okumaya gayret edelim. İnce bir risale yormaz bizi. Bu ramazanda onu şöyle bir gözden geçirelim. Seyyid Ebu’l-Hasan en-Nedvî’nin (rh), Cenabı Hak derecesini âli kılsın, makamını cennete ulaştırsın, bedenini mübarek etsin, “Namaz, Oruç, Hac ve Zekât” diye İslam’ın temel dört rüknuna ait yine ufak bir risalesi var, okuyalım. Orucun hikmetini, faziletini orada görelim.

Her amelin ecri belirtilmiş hadisi kudside ama oruçlunun ecri bize aittir, buyuruyor Cenabı Hak. Oruçlunun ecrini bizatihi kendi üzerine alıyor Mevlamız. Bir tahdid yapmıyor, bir hudut, bir rakam belirtmiyor; şu kadar sevap, bu kadar sevap buyurmuyor, “Bize ait…” buyuruyor. Demek ki Cenabı Mevla oruçlularla hususen ilgileniyor. Biz de biraz hususiyet arz etsek, Allahımızla ilgilensek “فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ- Öyleyse yalnız Beni anın ki Ben de sizi anayım.” (Bakara 152) sırrı tecelli edecek. Siz ilgilenirseniz, anarsanız, beraber olmak isterseniz; ilgilenilirsiniz, anılırsınız, beraber olursunuz. Cenabı Hak hepimizi şuurlandırsın, ramazanın bereketiyle bereketlendirsin.

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort