JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

eylül 2016

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin EYLÜL 2016 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “15 TEMMUZ SÜRECİ SONRASI YOL HARİTAMIZ” Başlıklı sohbetlerinde:

 

Bediuzzaman hazretleri buyurur: “Dine zarar verenler dinde ihmal gösterenlerdir.” İslamı yaşamada ihmalkar olanlar, dinin emirlerini ama bilerek ama bilmeyerek hafife alanlar belki din düşmanlarından daha çok dine zarar vermektedir. Zaten bu ihmali bilerek yapıyorsa Allah esirgesin...

Çünkü küfür her şeyiyle zahirdir, açıktır. Dolayısıyla insan küfre karşı tedbirini alır. Bilir ki küfür bu noktadan saldıracak, ona göre yapması gerekenleri yapar. Ama hem dindar görünümlü olup hem de dini savsaklayan bir toplum birçok musibete açık bir toplumdur. Cenabı Hak gerek imtihan kastıyla gerek -eğer o boyuta varmışsa- intikam kastıyla o topluma değişik musibetler isabet ettirir. 

Şimdi bu kadar şeyler olmuş, yaşanmış (15 Temmuz süreci kastediliyor) gerçekten oturup düşünmemiz ve şu ayeti kerimeden hemen dersimizi çıkarıp işe koyulmamız lazım:

“ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ - Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara 222)

Allah tevbe edenleri seviyor… Biz gönlümüzde Hakk’ın sevgisini kaybettik. Bizim gönlümüzde Hakk’ın sevgisi azalınca korku da gitti, Hakk’ın heybetini kaybettik. Dolayısıyla Hak’tan korkmayınca fütursuz işlere giriştik. Sanki dünya bize bırakıldı zannettik. Yanlışlara soyunduk. Biz o sevgiyi kaybettiğimiz gibi Hakk’ın yanında sevimliliği de kaybettik. Hakk’ın bize olan sevgisi de belki kayboldu. Adeta Cenabı Hak “Hadi ne haliniz varsa görün!” buyurdu. Şimdi biz geri dönüş yapmak durumundayız. Bunun için millet olarak tevbe ile işe başlamalıyız. Tevbe ederseniz Allah sizi sevecek.

Tevbeden kasıt yaptıklarınızı anlayıp da bir daha onlara dönmemek, böyle şeyler yapmaya tevessül etmemek ve küçüğüne büyüğüne bakmaksızın bütün günahlara tevbe etmektir. 

Günahın küçüğü büyüğü olmaz, sufilerin anlayışı budur. Günahın kime karşı yapıldığı önemlidir. Büyük bir makama karşı yapılan küçücük bir suç bile ciddi ceza gerektirebilir. Misal bizim birbirimize hakaretimizle Cumhurbaşkanına hakaret adalet önünde aynı kefeye konmaz. Bir insan kalksa Cumhurbaşkanına hakaret etse bunun ciddi cezası var, hapislik olmasa bile ciddi para cezası var, tazminat cezası var. Ama bir arkadaş başka bir arkadaşa sert bir söz söylemiş bundan dolayı bir ceza olmaz. Cumhurbaşkanında farklı olması onun makamıyla alakalıdır. Makamı muhatap almışsın, makama hakaret etmişsin. 

Şimdi insan Allah’a karşı suç işlerse bunun küçüğü olmaz. O makamın ulviliği ile makamın yüceliği ile ölçülür. Bu yüzden yaptıklarımızın küçüğüne büyüğüne hepsine birden tevbe edeceğiz ki Allah’a sevimli olalım. Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever, buyuruyor Cenabı Hak… İçimizi, dışımızı temizleyeceğiz, ama her türlü kirden… Yani günahtan, masiyetten, şehvetten, gafletten, dalaletten, bid’atten, batıl zihniyetten temizlendiğimiz gibi toplumu da temizleyeceğiz… İçimizde münafık, zalim, müşrik insanları barındırmayacağız. Temiz bir gönül, temiz bir zihin, temiz bir toplum… 

Bunun için Cenabı Hak bize buyuruyor ki;

“ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ  - Sadıklarla beraber olun.” (Tevbe 119) Siz Hakk’a karşı sıdk sahibi olanlarla, sadakat ehli olanlarla beraber olun. Hakk’ı gerçekten gönülden tasdik edenlerle, musaddık olanlarla olun. Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir VİSÂLİ; “Maarif” ve Andelib; “Maarif Ahvalimiz” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

 

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Veysel ÖZSALMAN - Din ve Eğitim

Sâlik-i İrfân - ... Yine İşiniz Allah'a Düşecekse...

İrfan AYDIN - 

Tamer DOYMUŞ - Yoluna Gücü Yetenlerin O Evi (Kâbe'yi) Haccetmesi, Allah'ın İnsanlar Üzerinde Bir Hakkıdır

Yusuf-i Kenân - Cemaat Olmak Bir Lüks Değil Mecburiyettir

Kerem ACAR - Habbab b. Eret (r.a)

Salih ŞAKAR - Asıl Darbeci Nefsimizdir

Şeb-i VUSLAT - Dil ve Afetleri

Gönül Pınarından - İnsan Neye Meylederse Neyi Severse Mabudu Odur

Mine ŞİMŞEK - Meleklerin Sıfatları

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Kâinatta Hiç Bir Şey Hikmetsiz Değildir. Bütün Hikmetler de Sebeplere Bağlıdır -  Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Kâinatta Hiç Bir Şey Hikmetsiz Değildir. Bütün Hikmetler De Sebeplere Bağlıdır

 

Kâinatta hiçbir şey hikmetsiz olmadığı gibi bütün bu hikmetler de bir sebebe tabidir, sebepler dairesinde cereyan eder.

“فَاَتْبَعَ سَبَباً كُلِّ شَيْءٍ سَبَباًۙ مِنْ وَاٰتَيْنَاهُ - Biz ona her şeyden bir sebep verdik. O da bir sebebe/yola tabi oldu .” (Kehf 84-85) buyruluyor. Biz buna adetullah veya sünnetullah diyoruz.

Allahu Teala kudretini çok farklı şekillerde sergileyebilir. Fakat işlerlik durumunda olan bütün eşya ve hadiseye baktığımızda bunların sebepler dairesinde olduğunu görürüz. Dolayısıyla kudretin farklı şekillerde sergilenmesi şaz hükmündedir, yok denecek kadar azdır. Şu halde kainattaki bütün eşya, bütün varlık zincirleme halinde birbirine sebeptir. Birbirini hikmetine, hakikatine, menziline ulaştırmak için bir vesiledir. Peygamberler de (asv) bu anlamda bir sebeptirler, vesiledirler. Cenabı Hak ayeti kerimede:

“يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ وَجَاهِدُوا ف۪ي سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ - Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide 35) buyuruyor. Müminlere, bizlere hitaben Rabbimiz buyuruyor ki Allah’tan gereği gibi korkun. Yani Allah ile aranızı açabilecek her şeyden sakının.

Fakir -net anlaşılsın diye- bunun altını sürekli çizmek istiyorum; takva konusu günümüz müslümanları tarafından yanlış anlaşılmış bir hadisedir. Bizler, takvalı denilince çok namaz kılan, çok oruç tutan, Kur’an-ı Kerim’i elinden düşürmeyen, tesbihi hiç kenara bırakmayan kişileri algılıyoruz. Kur’an’ın zikrettiği takva bu değil. Kuran’ın zikrettiği takva bunları yapmaz anlamında değil; Kur’an’daki takva kavramı “sakınan” insan içindir. Kur’an; günahtan sakınan, Allah’ı incitmekten korkan, Allah’ın rahmetinden, mağfiretinden, hidayetinden uzak kalmaktan korkan insan için takva ifadesini kullanır. Yoksa takva/ittika kavramı Allah’tan veya Allah’ın azabından korkmak anlamında değildir. Yarın Allah’ın huzurunda O’ndan utanacak bir iş yapmaktan korkmak demektir. Mahşerde Allah’ın huzurunda seni utanca sevk edecek, sana rüsvalık getirecek bir işi yapmaktan korkman; işte takva budur.

İnsan namaza bu sebepten ağırlık verir; Allah’tan uzak kalmamak için… Zikre bu sebepten dikkat eder; Allah’a yakîn olmak için…

Mesela adamın tesbihi elinden hiç düşmüyor, sürekli namaz kılıyor ama dilinden de gıybet eksik değil; bu adam takva değil. Keşke bu adam emredildiği gibi namazını beş vakit kılsa ama gıybet etmese, malayanide bulunmasa, boş işlerle uğraşmasa.

Cenabı Peygamber’in (sav) bir bedeviye yani Arap yerlilerinden birisine ifadesi meşhurdur. Bedevi, İslam’ı öğrenmek için Peygamber’e geliyor ve: “Bana İslam’ı tarif, talim et ya Rasulallah?” diyor. Efendimiz de ona İslam’ın beş şartını; namazı, şahadetin manasını, orucun muhtevasını anlatıyor, haccı, zekâtı ona bahsediyor. O sahabe de güzelce dinliyor ve sonunda: “Bu kadar mı ya Rasulallah?” diye soruyor. “Evet, yapabilirsen bu kadar.” buyuruyor Efendimiz. O kişi de: “Ya Rasulallah, ben bu buyurduklarınızdan ne bir şey eksiltirim ne de buna bir şey eklerim. Bu dediklerinizi harfiyen yapmaya gayret ederim.” diyor ve kalkıyor oradan ayrılıyor. Efendimiz yanındaki arkadaşlarına buyuruyor ki: “Eğer bu kişi bu ifadesinde samimi ise, gerçekten böyle yapacaksa; cennetlik görmek istiyorsanız ona bakın.” İşte takva bu… Sakınmak… Emredileni yapmak kalan hadiselerden aşırı sakınmak…

Biz şimdi belli ibadetlere verdiğimiz önem kadar günahlara önem vermiyoruz. Toplumun rahatsızlığı bu… İbadetleri yaparken haramları terk etmiyoruz, şüphelilerden sakınmıyoruz, malayaniyi bırakmıyoruz. Bu sefer bu yanlış işler yaptığımız doğruları götürüyor. Cenabı Peygamber müflisi tarif ederken: “Ticarette kaybeden insan müflis değildir. Müflis kendinde bir şey var olduğuna inanıp da, mahşerde o var olduğunu zannettiği şeyler hak sahiplerine dağıtıldığında veya yanlışları, doğrularını götürdüğünde orada kendini gören, perişanlığını anlayan insandır.” buyuruyor.

Mesela adamın hanı, hamamı vardır ama sonradan kaybetmiştir. İhtimal ki kaybettiği şeyleri yeniden kazanabilir. Allah imkan verir yeniden apartmanları olur, hanları, hamamları olur, sermayeyi yeniden kazanabilir. Müflis ise; benim namazım, orucum, haccım var zannedip de mahkeme-i kübraya geldiğinde yanlışları doğrularını götürmüş, teraziye girecek bir doğrusu olmayan kişidir. İşte takva/müttaki bu duruma düşmekten sakınan, çekinen insandır. Okuduğumuz ayeti kerimede Cenabı Hak öncelikle bunu tavsiye buyuruyor. “يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ” Ey müminler imanınızın muhafazası için, imanın hep kâra dönüşmesi için Allah’tan korkun, sakının, ittika edin. İmana zarar verecek şeylerden kaçının. “وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ” Eğer Allah’a rağbetiniz varsa ve bu rağbeti arttırmak, Allah’a ulaşmak, kavuşmak, yaklaşmak istiyorsanız bir vesile ittihaz edin, kendinize bir vesile bulun. 

İman bir vesiledir, ilim bir vesiledir, bu ilimle amel bir vesiledir, Peygamber’e mutabaat bir vesiledir. Bunlar bizi Allah’a ulaştıran sebeplerdir, sırat-ı müstakim dediğimiz o yolun taşlarıdır. Dolayısıyla bizi temiz ilme, salih amele, Rasul’ü dürüst bir şekilde tanımaya ve O’na ittiba etmeye, İslam’ı güzel bir şekilde anlamaya sevk edecek bütün sebepler; alimler, kamiller, fadıllar, salihler hep birer vesiledir. Cenabı Hak böyle bir vesileye yönelin buyuruyor.

“وَجَاهِدُوا ف۪ي سَب۪يلِه۪ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ” İşte bu vesilelerinizle, sahip olacağınız bu değerlerle Allah yolunda mücadele edin. Korunmak, sakınmak, kaçınmak ve güzellikleri yapmak için mücadele edin. Buradaki mücadele etme, gayret anlamındadır. Sizler sebat edin, gayret gösterin, hizmet edin. Umulur ki böyle yaparak Allah’ın size vaat ettiği kurtuluşa erersiniz, selameti bulursunuz. İşte bu anlamda vesile gerekli. 

Fakat hiçbir zaman şu vesile de bu değil, diyemeyiz. Mademki hiçbir şey hikmetsiz yaratılmamış o halde her şey birer vesiledir.

Misal ne soğuk sebepsiz ne sıcak sebepsiz; ne yağmur sebepsiz ne kar sebepsiz… Öyleyse “Ben yağmurun rahmet olarak geldiğine inanıyorum çünkü yeryüzünü canlandırıyor. Ama kar felakettir, ben kara taraftar değilim, kar Allah’ın değildir.” diyebilir misin? Mademki her şeyin sahibi, hâlıkı, râzıkı, mâliki Allah’tır (azze ve celle), öyleyse o şeyi O’na karşı vesile edebiliriz. Kaldı ki eşref-i mahlûk olan, bütün halâyıkın/yaratılmışın en şereflisi olan insan ve bu insanın içinde de onun kâmili, mükemmeli olanlar elbette birer vesiledir. İnsanı kâmiller de Allah’a ulaşmamızda vesiledir. Onlar Peygamber yolunun yolcuları, kılavuzlarıdır. Bir ayeti kerimede o yolun taşlarını, işaretlerini bize haber veriyor Cenabı Hak:

“وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقاً 

Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa 69)

Allah’ın nimetine ermiş, kendilerine Allah’tan bir nimet, bir fadlı ilahi, bir manevi kuvvet gelmiş o peygamberler ki bunlar o vesilelerin birincisidir. Allah’a giden yolun yolcuları ve takip etmemiz gereken insanlar… Yüz yirmi dört âlâ rivayet iki yüz yirmi dört bin peygamber var bu yolda, Allahu âlem.

“وَالصِّدّ۪يق۪ينَ” Ve o peygamberlere sadakatini ispat etmiş, sıdk ile onlara bağlanmış sahabeyi kiram (r.anhum ecmain). “وَالشُّهَدَٓاءِ” Allah için canlarını seve seve feda etmiş şehitler, Allah Rasulü’nün ehli beyti… “وَالصَّالِح۪ينَۚ” Sonra onları takip eden, ihsan sırrıyla onlara uymuş, onların haliyle hallenmiş, nübüvvetin/risaletin incilerinden üzerlerinde taşıyan, o güzellikleri bünyesinde toplayan salihler, veliler, kamiller… Bakın Cenabı Hak o yolun taşlarını, işaretlerini bize haber veriyor. 

“وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقاً” Eğer anlarsanız, kadir kıymet bilirseniz; bunlar güvenilecek, uyulacak, tabi olunacak, vesile kılınacak ne güzel arkadaşlardır, ne güzel dostlardır.

Güzel arkadaş insanı güzelliğe götürür. Rasulullah (asv): “Kişi arkadaşının dinini üzeredir.” buyuruyor. Eğer biz de onları arkadaş edinirsek, onların hali üzere oluruz. Allah da onların güzelliğini tasdik etmiş.

Şimdi şunu sorabilirsiniz; şu A şahsının veya B şahsının Kur’an’da zikredilen güzel arkadaşlardan olup olmadığını ne bilelim? Yine Kur’an buna cevap veriyor:

“اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ” Agâh olun, dikkat edin, iyi bilin ve anlayın ki sizin aranızda, yeryüzünde Allah’ın velileri vardır. Allah’ın, sizden farklı sevdiği, seçtiği, farklı bir nazarla baktığı insanlar vardır, dostlar vardır.

“لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ” Allah onların üzerinden korkuyu, hüznü, kederi kaldırmıştır. Onlar ahiret hayatının emin insanlarıdır. Nasıl anlayacağız bunu?

“اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ” Onlar öyle müminlerdir ki, Allah’a öyle inanmışlardır ki: “وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ” İşte onlar gerçek takva sahipleridir. Onlar azami derecede ittika ederler, sakınırlar, kaçınırlar.

Sahabe Peygamberimiz’e soruyor: “Biz hangi alametlerinden bunların o ittika sahipleri, Allah’ın velisi olduklarını anlarız?” Efendimiz buyuruyor ki: “Onlar görüldüklerinde Allah hatıra gelir.” Onları görseniz, onlarla hemhal olsanız size Allah’ı hatırlatırlar. Yani vesile olur sizi Allah’a ulaştırırlar. Kalbinizde Allah muhabbeti, Allah aşkı, iman gayreti belirir, hizmet duygusu oluşur, sakınma anlayışı yerleşir. İşte Allah’ı hatırlatma böyle… Cenabı Hak bu vasıflara sahip insanları yeryüzünün velileri ve insanlığın en güzel arkadaşları olarak tarif buyuruyor.

Şimdilerde birileri bunları bize şirk aracı olarak göstermeye çalışıyor. Eğer bu güzel arkadaşlar vesile değilse, bu kendilerinden korku ve hüzün giderilmiş insanlar vesile değilse, vesile kim? İşte bunlar bizim -eskimeyen tabirle- pîşuvâlarımız, hakikat yolumuzun kandilleri… Bu yüzden hatm-i şerifin sonunda bir silsile okuyoruz. Yolumuzu aydınlatan o kandilleri zikrediyoruz. Peki, kim bunlar? Hazreti Nebi diye; Allah’ın Peygamberi, Peygamberler Peygamberi diye başlıyor silsile. O:

“وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ - Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107) müjdesine ve yine;

“وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يراً وَنَذ۪يراً - Seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe 28) müjdesine nail olmuş olan;

“وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً - Seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle O’nun yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” emriyle de bütün bu insanlığa ışık ve kandil olarak, hidayet ve rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir, elhamdulillah. Bu yol O’nunla başlıyor. Hemen akabinde “Sıddık” dediğimiz Ebu Bekir Sıddık (ra) geliyor. Çünkü Allah ona ayeti kerimede; “ثَانِيَ اثْنَيْنِ - iki kişinin ikincisi…” diyordu. O hicrete çıkan iki kişinin ikincisi idi. Allah ona Peygamberinin diliyle buyuruyordu ki:

“لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَاۚ - Sen üzülme (ey Ebu Bekir)! Allah bizimle birliktedir.” (Tevbe 40) Allah onunla olduğunu söylüyor. Öyleyse ben layık olmadığım halde iftihar ediyorum ki; ben Hazreti Ebu Bekir’le birlikteyim. Ben bugün onun yolunun yolcusu olmaya gayret ediyorum. Tozu olsam öpüp başıma koyacağım ama toz da olsam, taş da olsam onun yolunun yolcusu olmaya çalışıyorum ve yine onu vesile kılıyorum Allah’a ve Peygamberi’ne… Çünkü Allah buyurdu ki; biz onunlayız.

Nebi, Sıddık var, daha sonra Selman (ra)… Allah Rasulü’nün güzide sahabilerinden. “Selman ibn’ül-İslam - Selman İslam’ın oğludur” buyuruyor Cenabı Peygamber. Yine “Selman min ehli beytî - Selman benim ailemdendir” buyuruyor ve onu manevi evlat ediniyor. Bu bizim vesilemizdir, yolumuzun kandilidir. Daha sonra Kasım geliyor silsilede. Hazreti Ebu Bekir Sıddık’ın torunu… Kasım’dan sonra Hazreti Cafer gelir. Hazreti Ali, Hazreti Hüseyin, Hazreti Zeyne’l-abidin, Muhammed Bakır’ın oğlu olan ve İmam Cafer Sadık diye bildiğimiz İmameynden, ehli beytin büyüklerinden olan zat… 

Bunlar bu yolun kandilleri. Allah’ın yaktığı bu kandilleri kim söndürebilir? Ve bunlara tabi olan kim hidayete ulaşmaz ki? Bunları arkadaş edinen, bu güzel arkadaşlarla birlikte olmak isteyen kim Allah’a ulaşmaz ki?… Yeter ki samimi olsun. Silsile böyle devam ediyor…

Rabbimizin “وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَس۪يلَةَ” emriyle işaret buyurduğu bu insanları vesile ediyoruz. Allah’ı tanımak, sevmek, O’na layık bir abd-i mahz olmak için bu insanlarla hemdem olmaya çalışıyoruz. Bu insanların nasihatlerini, vasiyetlerini, sohbetlerini, muhabbetlerini, menkıbelerini bilebildiğimiz kadar, kaynaklarımızdan ahzedebildiğimiz/alabildiğimiz kadar hayatımıza tatbik etmek istiyoruz ve yalvarıyoruz;

Ya Rabbi, sen bizi onlar ile haşreyle! O peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle haşr eyle!

Eğer onları sevmek, onlara bağlanmak, onlarla rabıtalı olmak, onları vesile edinmek onlardan ilim-irfan almak şirk ise, -Allah şahid olsun, kâinat şahid olsun, hepiniz şahid olun- en büyük müşrik benim. Ben bu insanlara iman derecesinde bağlanmışım. Ben bu insanların Allah’ın yanında, Peygamber’in yanındaki kadru kıymetine inanmışım. 

İşte vesile edinmek ve kâmillerin bizi Allah’a ulaştırma yönleri, yöntemleri bu…

Cenabı Hak benim dünyaya gelmeme anne-babamı vesile kılmış ve bana ayeti kerimede Allah’a şükrettiğin gibi anne-babana da şükret diye emir buyurmuş (Lokman 14). Annem babam beni bu fani dünyaya, bu karışık ortama, bu sıkıntılı gurbet diyarına getirdi bıraktı. Böyle iken onlara şükretmem emrediliyor ve kimse de buna itiraz etmiyor. Şükür Allah’a olur anaya-babaya şükür küfürdür, demiyor.

Mürşidim ise Allahımızın “اَسْفَلَ سَافِل۪ينَ” diye tarif buyurduğu bu fani, bu alçak dünyadan beni alıyor ve âlâyı illiyyîne, ötelerin ötesine götürüyor. Bana arşa açılan yolu tarif ediyor ve beni tekâmül ettiriyor. Şimdi ben nasıl ona şükretmeyeyim/teşekkür etmeyeyim, nasıl onu sevmeyeyim? Ben mürşidi kâmil vasıtasıyla adeta hakikat âlemine gerçek doğumu gerçekleştiriyorum. Annem babam beni bu fani dünyaya doğurmuş, onlar beni baki hayata doğuruyorlar. Onların ruhaniyetlerinden, ilimlerinden, himmetlerinden, feyizlerinden ben kulluğu öğreniyorum, istikameti öğreniyorum, gerçek hayatı ve bu hayatın sahibini tanıyorum. Bunun hakkı nasıl ödenir ki?

Anam babam -Allah esirgesin- müşrik olabilir, kâfir olabilir ama böyle iken bile Cenabı Hak: “فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا - Sakın onlara “of!” bile deme, onları azarlama.” (İsra 23) buyuruyor. Kaldı ki -la teşbih- bize manevi baba hükmünde olan o mümin ve kâmil insanlar… Cenabı Hak onlara; “Onlar iman üzeredirler.” “Onlar takva üzeredirler.” buyuruyor. Biz buna hüsnü zan ediyoruz. Onlar bizi Allah’a ulaştıran, Allah ile aramızı düzelten sebeplerdir. Onlara teşekkürümüzü, mutabaatımızı, muhabbetimizi, hizmetimizi bu şekilde ifa edeceğiz.

Rabbim sevenleri bu yolda muvaffak kılsın. Sevmeyene, nasibi olmayana bizim söyleyecek bir sözümüz yok. İmam Efendi de buyuruyor ya: “İnsanlar kabul ederlerse birlikte hareket ederiz, beraberce bir yola gireriz; etmeyene söyleyecek bir sözümüz yok.” 

“لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ” (Kafirun 6) Onun anlayışı ona bizim anlayışımız bize… Ama dediğim gibi aciz de olsam, garip de olsam ben bu yönümle, bu halimle iftihar ediyorum ki; şu ahir zamanda bir Allah dostuna tabi olma şerefini Allah bana bahsetmiş, beni dostlarından birine ulaştırmış. Ben adam olmadımsa o ayrı, o benim meselemdir, benim suçum, benim eksikliğimdir. Ama ben Hakk’ın dostlarından birini gördüm, Allah beni ona kavuşturdu, ona yetiştim. Onun eliyle bana Kendini tanıttı, bana dinimi öğretti. Adeta ben bu dinin besmelesini ondan öğrendim; Allah’a nasıl iman edilir, Peygamber’e nasıl tabi olunur, namaz nasıl kılınır ondan öğrendim.

Medreselerde okutulan ilimler on iki ilim diye bilinir toplumda. Ben değil on iki, belki yirmi iki ilimden ihtisas derecesinde, doktora derecesinde icazet aldım. Ama namaz kılmayı, abdest almayı, Allahu Teala’yı nasıl sevmemiz, Peygamber’e nasıl bağlanmamız gerektiğini o insanlardan öğrendim. İnsanlara nasıl muamele etmemiz lazım, arkadaşlık-dostluk-kardeşlik ne, hak-batıl ne, hidayet-küfür ne o insanlardan öğrendim. Ama ben bütün bunların kitaplarını yazacak derecede okumuştum ama okuduklarımı kendime yazamıyordum, bunlar bende yazılı değildi.

İmam Gazzalî gençlik dönemlerinde içi tefsir, hadis, fıkıh kitaplarıyla dolu büyük bir çuvalla bir seyahatteyken yolda haramiler tarafından durdurulur. Kervanda kimin parası, altını, mücevheratı, kıymet eden herhangi bir şeyi varsa getirsin, diyorlar. İmam çuvalı yanına almış, bir türlü bırakmıyor. Eşkıyaların reisi geliyor; senin çuvalında ne var, niye bu kadar sıkı tutuyorsun, diye soruyor. İmam Gazzalî de; bu sizin işinize yaramaz. Bunda kumaş yok, mücevher yok, para yok, diyor. Eşkıya resi ne var peki, diye soruyor. Bunda kitap var. Ben hocayım-âlimim kitaplarım var, diyor İmam da. Tamam, kitap olsun da niye onu bu kadar sıkı tutuyorsun, diye tekrar soruyor bu sefer eşkıya reisi. Kitaplarımı alırsanız, onlar zayi olursa ben bir şey yapamam, diyor İmam.

Bunun üzerine eşkıya asılıyor çuvala, alıyor bundan ve “Sakın bir daha kimseye ben âlimim yalanını söyleme. Şu âlemde senden cahili yok. O ilimler kitapta, sende bir şey yok. Sen nasıl âlimsin ki kitap olmasa bir şey yapamıyorsun? Sen kendine bir şey yazmamışsın, her şey kitaplarda yazılı. Sen âlim değilsin, hadi git yoluna…” diyor.

Bu cevabı alan İmam, Şam-ı Şerif’te Cami-i Emeviyye’nin minaresine giriyor ve on iki sene boyunca o kitapları kendine yazıyor. Kendine yazmayı anlayabiliyorsunuz, inşaallah. İlmi kendine yazıyor ve bugün İmam Gazzalî dünyanın her yerinde kabul görüyor.

Bizler de okumuştuk ama kendimize yazamamıştık. Kendimize nasıl yazılır bundan habersizdik. Millete rahat rahat anlatıyorduk; kitapta böyle diyor, şöyle yazıyor diye. Ama kâtipten haberimiz yoktu. O zatları, o kâmilleri, o salihleri görünce kâtibi tanıdık. Bir cümle, bir satırcık da olsa bize yazdılar, elhamdulillah. İşte biz de sizle o yazıyı okuyoruz; belki heceliyoruz ama okumaya çalışıyoruz.

Rabbim kimseyi nasipsiz bırakmasın. Belki bir insan için Allah’a imandan sonra en güzel nimet o; imanı işleyebilecek, cevhere çevirebilecek bir manevi zanaatkâr, bir kâmil insan bulmak… İman herkeste var, kimsenin imanını tartışmıyoruz. Elmas kömür madeni gibidir, altın kaya parçasıdır; işlenmezlerse kıymet ifade etmezler. Bizdeki imanı işleyecek olan o sarraf, o zanaatkâr da insanı kâmildir. Allah bizi onlardan mahrum bırakmasın. Onların sebebiyle, onların vesilesiyle bizi Kendisine layık kılsın inşaallah. Burada o iman cevherini işleyerek kaşıkçı elmasına çevirelim ve huzuru mahşerde o şekilde Rabbimize sunalım; kömür halinde değil.

“كل مولود يولد على الفطرة - Her doğan (İslam) fıtratı üzere doğar.” buyrulmuş. Her dünyaya gelen insan imanla dünyaya geliyor, Allah herkesi mümin yaratıyor. Ebu Cehil de mümin yaratıldı. Onda da iman vardı ama o imanını işlemedi, imanı kömür kaldı ve neticede mahrum oldu. Hazreti Ebu Bekir ise onu Muhammed sarrafına (asv) götürdü orada işletti. Ve neticede peygamberlerden sonra güneş onun üzerine doğduğu gibi kimsenin üzerine doğmadı. Allah Rasulü onun hakkında: “Ebu Bekir’in imanı bir kefede, bütün insanlığın imanı bir kefede olsa; Ebu Bekir’in imanı ağır gelir.” buyurdu. O imanını Peygamber’in nübüvvet tezgâhında işletti ve hiç kimse onun imanına yetişemedi. Biz de buna gayret edelim, bu insanları vesile edelim böylece imanımızı işlesinler, cevhere çevirsinler ki yarın ruzi mahşerde bir mahcubiyet yaşamayalım. 

Yunus Emre, Abdulkadir Geylanî’yi anlatırken şöyle buyuruyor:

Benim şeyhim beni Hakk’a götürür,

Bütün müşküllerim anda bitirir.

Muhammed’in sancağını götürür,

Abdulkadir gibi bir er bulunmaz.

O kâmiller öyle bir kafiledirler ki kervanlarını sessiz sedasız Allah’a ulaştırırlar, buyrulmuş.

Bugün hatırınızda, hayalinizde, bilginizde bana İslam büyüğü olarak söyleyebileceğiniz -günümüzün modern şaşkınlarından olmayan- şair, fakih, muhaddis veya müfessir olan her kim varsa, mutlaka bir tasavvuf, bir kâmil tezgâhından geçmiştir. Kâmilin tezgâhından geçmeyende manevi hayat olmaz.

Bizim tabi olduğumuz İmamı Azam’lar, İmamı Şafii’ler, İmamı Hanbel’ler hep sufidir ve büyük sufilere mülaki olmuşlardır. Onlardan ihlâsı, verayı öğrenmiş, zühd elde etmişlerdir. İmamı Hanbel, sahrada koyun çobanlığı yapan bir Allah dostuna tabi olmuş. İmamı Azam efendimiz, Rasulullah’ın torunlarından İmam Cafer’e tabi olmuş. Ondan manevi ilimler öğrenmiş. Aklımıza her kim gelirse böyle…

Meselenin şirk olma, afyon olma boyutuyla ilgili söylenenler bugün tartışılmaya başlanan ve içimize sokulmuş tehlikeli, imana zarar ifadeler.

Artık bu sözleri söyleyenlerin bazıları da reddedemiyor, kabul etmek zorunda kalıyorlar. Günümüzde radikal diye bildiğimiz anlayışın temsilcilerinden birisi -gıybete kapı açılmasın diye ismini vermeyeceğim- diyor ki: “Şeytan İslam’a karşı dünyaya iki din getirmiştir; birisi tasavvuf birisi de Şii’liktir. Bunlar şeytanın dinidir.” Hem bunu söylüyor hem de Abdulkadir Geylani’ye sahip çıkıyor ve diyor ki: “O bizim imamımızdır. Büyük bir muhaddis ve Hanbelî fakihidir. O zahiddir.” La havle ve la kuvvete illa billâh. Düşünün…

Kabul edersiniz ya da etmezsiniz ayrı bir konu ama bunu bir kardeş tavsiyesi olarak size söylüyorum, bunca senelik yaşantımdan elde ettiğim bir tecrübedir ki; kim böyle bir insanı kâmile, böyle bir hak dostuna yetişemeden, onunla sohbetleşmeden, onunla hemdem olamadan bu dünyadan ayrılırsa kendini yaşadım saymasın. O yüzden fırsat eldeyken, henüz hayattayken bu insanları arayalım, bulalım. Eskilerimiz ayaklarına demir çarık, ellerine demir asa alıp “Eğer gerekirse bunlar aşınana kadar o kâmili arayacağım.” diye karar kılmışlar. Ve diyar bi diyar gezmişler. Hayatın manasını anlamak için…

Yine Yunus’un güzel bir ifadesidir;

Yunus Emrem bunda bir mana var dedi,

Sen de bir kâmil mürşide var dedi.

Hazreti Musa’ya Hızır’ı bul dedi,

Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.

Âlimler, danişmendler cümle geldiler,

Kitaplar ellerinde bir yere koydular

Sen bu ilmi nerden aldın dediler,

Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.

Allah bizi kâmillerden ayırmasın…

Pazartesi, 01 Ağustos 2016 10:49

İSLAM DÜNYASINA GENEL BİR BAKIŞ

islam dunyasi

İslam Dünyasına Genel Bir Bakış -  Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

İslam Dünyasına Genel Bir Bakış

 

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak üzere vücuda geldiniz. Marufu emredersiniz, münkerden nehy eylersiniz ve Allah’a inanır iman getirirsiniz. Ehli kitap da imana gelse idi elbette haklarında hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır.” (Ali İmran 110)

Ebu Musa (ra) anlatıyor: Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Şu ümmetim rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Ahirette azaba maruz kalmayacaktır. Onun azabı dünyadadır: Fitneler, zelzeleler ve katl.” (Ebu Davud, Fiten, 4277)

Muhterem kardeşlerim, bu yazımızda ümmeti Muhammed’in genel olarak ahvalini irdelemeye çalışacağız. Bu irdelemenin bir eleştirme, yanlışlarımızı ortaya koyma değil, özeleştiri kabilinden anlaşılmasını rica ediyoruz. 

Yukarıda öncelikle feyzinden ve bereketinden daha sonra manasından faydalanmak için naklettiğimiz ayeti kerime ve hadisi şerif ışığında Rabbimiz celle ve âla hazretlerinin bizleri bütün zamanlar içerisinde en hayırlı bir ümmet kıldığı ve rahmetinin bizleri kuşattığı buyruluyor. Bu seçilmişliğin sebebi elbette ki Kâinatın Efendisi (sav) sayesinde olmuştur. O’nun mübarek ve pâk vücutlarının dünyamızı şereflendirmesi miladı ile O’na indirilen mukaddes kitap, O’nun yaşadığı yerler, O’nun dokunduğu her şey ve O’na ümmet olan herkes en hayırlı ve ilahi rahmete mazhar olmuştur.

İşte bu mazhariyetten dolayıdır ki; küfre düşmediği müddetçe ümmeti Muhammed’in tüm fertleri gaflette de olsa, günahkâr da olsa, hatalı da olsa ehli küfre, ehli nifağa, ehli gadaba karşı Hak yanında hayırlıdır ve rahmete layıktır.

Bu girizgâhla şunu izah etmeye çalışacağız. Ümmeti Muhammed olmak şereflerin en büyüğüdür. Çünkü ümmeti Muhammed’in ismini Rabbimiz (cc) hazretleri tek bir isimle, müslüman ismiyle müsemma kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, bu ismi iftiharla taşıyan her ferd kıymetlidir, değerlidir. Hiçbiri arasında ayrım yapmamız uygun değildir. 

Bizim kanaatimiz o dur ki, müslümanlar olarak birbirimize bakışımız bu zaviyeden olmalıdır. Farklı ırklardan, farklı mezheblerden, farklı meşreblerden olabiliriz. Ehli sünnet çerçevesinde kaldığı müddetçe birbirimizi sevmek, tahammül etmek ve yardımlaşmak zorundayız.

Bu noktada şurasının izah edilmesi gerekir. Ehli sünnet anlayışı bir kanaat, bir taraf gibi değildir. Ehli sünnet anlayışı dinin kendisidir. Şia gibi diğer gruplar ehli sünnet anlayışına, yani açıkçası Efendimiz’in (sav) ashabına öğrettiği ve onların da en güzel bir şekilde tatbik ettiği pratiğe dönmediği müddetçe yukarda bahsettiğimiz ümmeti Muhammed olma şerefine layık olamayacaklardır. Bugünkü mansada Şia ve ekollerine anlayışları çerçevesinde baktığımızda farklı bir din gibi görünmektedir. İslam Hazreti Ebu Bekir’siz, Hazreti Ömer’siz, Hazreti Osman’sız, Hazreti Aişe’siz asla anlaşılamaz. Bu ekmel sahabiler ve bunlar gibi ashabı kiramdan olan Allah’ın (cc), hayattayken kendilerinden razı olduğunu, onlarında Allah’tan razı olduğunu buyurduğu güzide insanlara hakaret eden, onları İslam’ın hükümlerine karşı gelmiş gibi gösteren anlayışları dinin yaşanması açısından birinci ehemmiyete sahip olan ehli sünnet anlayışından sayamayız. Dolayısıyla dinin içinde de sayamayız. Bunun içindir ki, bu vasıftaki ekollerin ehli sünnet anlayışıyla ilişkisi sadece İslam’ın hakikatlerini öğrenip, din diye inandıkları kendi anlayışlarından vazgeçip gerçekten İslam dairesine girmeleri şeklinde olabilir. Onlarla yardımlaşmamız sadece bu manada mümkün olabilir.

Bu hatırlatmadan sonra konumuza devam mahiyetinde hatırlatıyoruz ki, müslüman topluluklar birbirlerine muhtaç olduklarını, birbirlerinden başka dostlarının olamayacağını anlamak durumundadırlar. İslam faklılıkların önünü asla kesmemiştir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde kalmak kaydıyla her türlü fikir, anlayış, faaliyet meşrudur. Rabbimiz (cc) her insanı farklı bir kabiliyet üzerine yaratmıştır. Bu manada İslam’ın güzelliğinin anlaşılması için aynı meselede farklı hareket edebilmenin rahmet olduğu hadisi şeriflerde buyurulmuştur. İşte buradan hareketle mezhepler oluşmuştur. Farklı ilim ve bilim dalları ortaya çıkmıştır. Bunların hiçbirisi ayrıştırıcı, üstünlük aracı olmamıştır. Yüzyıllarca müslümanlar böyle birbirlerine hüsnü kabul göstererek ilimde de, bilimde de, insanlığa fayda verme açısından da üstün olmuşlardır.

Bu bahsettiğimiz güzellikler ne zaman ki ayrışma veya üstünlük vesilesi yapılmaya başlanmıştır, işte o günden beri Efendimiz’in (sav): “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” emri şerifi mucibince yüz elli yıldır yaşamadığımız azap kalmamıştır.

Ebu Davud’ta geçen bir hadisi şerifte Efendimiz; “Bir zaman gelecek aç insanların sofraya üşüştüğü gibi diğer ümmetler sizi yağmalamak için sizin üzerinize üşüşecekler.” buyurdular. O zaman soruyor sahabe de: “Ya Rasulallah o zaman biz az mı olacağız?” diye. “Hayır az olmayacaksınız, aksine çok olacaksınız. Fakat siz sel sularının sürüklediği çer çöp gibi kalitesiz olacaksınız.” buyurmuşlar. 

Yani Allah, düşmanların gözünden sizin heybetinizi alacak. Düşmanlarınız sizi ciddiye almayacak. İşte bu gün tam da bunu yaşıyoruz. İslam coğrafyasında kan, gözyaşı, cehalet hiç bitmeyecekmiş gibi devam ediyor. Bunun sebepleri gayet açıktır.

Şöyle ki, İslam ümmetinin heybetli olduğu dönemlerde müslümanlar dostlarını hep Allah’ın sevdiği, rahmetiyle çepeçevre kuşattığı imanlı insanlardan seçiyorlardı. “Muhakkak ki, O müşrikler necistir” (Tevbe 28) emri ilahisinin ışığında İslam dışındaki topluluklara bu ayeti kerimenin icab ettiği şekilde muamele ediyorlardı. Yani ehli küfür ile bir arada yaşasalar bile İslam’ın üstünlüğünü ve müslümanlığın vakarını asla kaybetmiyorlardı. Yine fetih suresinde buyurulduğu gibi “Kafirlere karşı şiddetli, birbirleri arasında merhametli” idiler. 

Fakat bugün bunun tam tersi olmuş durumdadır. Halkı müslüman olan devletlerde İslam düşmanlarının fikirleri çok rahat bir şekilde yayılırken, İslam’ın farklı güzellikleri olan kadim gelenekten gelen fikirler, anlayışlar yasaklanmaktadır. Mesela sözde Selefiliğin yaygın olduğu coğrafyalarda ehli tasavvuf hem tekfir edilmekte hem de baskı ile yok edilmeye çalışılmaktadır. İngilizlerin oyunlarıyla İslam alemini bölmek için çıkarılan bir çok sapık mezhep ve fikirler baş tacı edilirken, ehli sünnet itikadına mensup olanlara zulüm reva görülmektedir. 

Dolayısıyla İslam coğrafyasındaki kan ve gözyaşı durmamaktadır. Ümmetine karşı rauf ve rahim olduğu Cenab-ı Hak tarafından bildirilen bir peygamberin ümmeti katılaşmış kalplerle, merhametin eseri kalmamış bir şekilde birbirlerini öldürebiliyorlar. Oysa başta da belirttiğimiz gibi; farklı fikirler, mezhebler, meşrebler her zaman vardır ve bundan sonra da olacaktır. Birbirimize tahammül ederek, güzel bir şekilde tartışarak Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i Rasulullah çerçevesinde meselelerimizi çözüme kavuşturabiliriz. 

Ayeti kerimede Cenab-ı Hak (cc): “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi vasat bir ümmet yaptık.” (Bakara 143) buyuruyorlar.

Bizim insanlığa örnekliğimiz vasat ümmet olmamızla ortaya çıkacaktır. Bizim insanlığa kurtuluş reçetesi olarak İslam’ı sunmamızı hiçbir şekilde aşırılıklarla olamaz. İslam coğrafyasındaki çıkmazlar radikal fikirlerle düzeltilemez. Rabbimiz celle ve ala hazretleri Hazreti Musa’yı (as) Firavun’a gönderirken ona kavl-i leyyin ile yani yumuşak söz, yumuşak tavırla tebliğ etmesini emrediyor. Oysa bugün cihad adı altında İslam’ın kabul etmediği bir vahşetle katliamlar yapılabiliyor. Sadece ehli küfrü değil, kendi anlayışlarında olmayan müslümanları dahi hunharca katleden insanlar bunları dünyaya Hakk’ı hakim kılmak için yaptıklarını iddia edebiliyorlar. 

Tabi bu ifradın karşısında da ehli küfre şirin görünmek için İslam’ın emirlerini tamamen yumuşatanlar, batılı standartlara uygun bir müslüman modeli oluşturmaya çalışanların başka bir aşırılığa düşmeleri de işin tefrid boyutunu göstermektedir. 

İşte bu karmaşanın içerisinde orta yolu tutan, İslam’ı asrısaadet ikliminde yaşamaya azmeden anlayışlara ihtiyaç doğmaktadır. Mademki faili mutlak Rabbimizdir, o halde fikriyatını ve yaşantısını sadece rızayı ilahiyeyi kazanmaya endekslemiş mümin toplulukların oluşmasına ihtiyaç vardır. O (cc) Efendimiz ve ashabından razı oldu ve dünyada da ahirette de onları izzet sahibi yaptı. Bir avuç insan topluluğu iken zamanlarının süper gücü haline getirdi. Görünüşte gariban kılıklı fakat gerçekte zamanın krallarının karşısına geçtiklerinde heybetleriyle onları ürperten kahramanlar oldular.

İşte o gün onlara lütuflarda bulunan Allahu azimüşşan bu gün de onların ameline talip olup onlar gibi yaşayanları aynı izzete ulaştırmaya muktedirdir. Yeter ki bizler bahsedilen şekilde yaşantımızı düzene sokmaya gayret edelim. Yeniden küfrün kalelerinin anahtarları bize verilecek, bizler de ecdadımız gibi çağ açıp çağ kapayabileceğiz.

Rabbimiz (cc) hazretleri ümmeti Muhammedi şuurlandırsın, rahmet ve bereket kapılarını bizlere lütfeylesin.
Âmin.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Pazartesi, 01 Ağustos 2016 10:47

VAHDETİN TEMİNİ ŞUURLA MÜMKÜNDÜR

vahdetin temini

Vahdetin Temini Şuurla Mümkündür -  Abdulkadir Visâlî

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Vahdetin Temini Şuurla Mümkündür

 

İslam dünyasına bakıldığında ortaya çıkan en önemli netice her halde müslümanların şuur açısından ciddi problemlerinin olduğudur. Her ne kadar sayımız milyarları bulsa da bu kalabalıkların İslami bir cemaat olarak hareket etmeleri, adeta milyarları içinde barındıran “bir” olmaları, nicelik değil de nitelik açısından bir yekûna sahip olmaları doğrudan doğruya bu şuurla alakalıdır. 

Bu şuur eksikliğindendir ki dünyevi menfaatlerimiz uğruna ebedi hayatımızı görmezden gelebiliyor, kendimize tercih etmekle emrolunduğumuz kardeşlerimizin yerine ehli küfür ile sıkılmadan sarmaş dolaş oluyoruz. Bunların neticesinde bir araya getirdiğimizde daha da güçlenip serpileceğimiz maddi ve manevi bütün birikimlerimizi birbirimizin aleyhine kullanıyoruz ki bu, bizim dışımızdakilerin gayet memnun olduğu bir vaziyette bulunmamıza sebep oluyor. 

Doğusundan batısına kuzeyinden güneyine dünyanın neresine bakarsak bakalım maalesef müslümanlar açısından acziyet, yokluk, sefalet, savaş, çekişme görmekteyiz. İzzet ve itibarımızı, haysiyet ve onurumuzu kaybetmiş bir yığın gibiyiz adeta. Hâlbuki Cenabı Hak bütün insanların selameti için bizi yeryüzüne varis kılmış, izzeti bize lütfetmiş, rızası doğrultusunda dünyanın imarına da yine bizi memur etmişti. Bizler ise Rabbimize karşı vazifelerimizi unutunca insanoğluna karşı sorumluluklarımızı da tabiatiyle görmezden geliverdik. Böylelikle hayırla meşgul edilemeyen nefislerimiz şeytanla yaptığı daha rahat iş birliği sayesinde bizi heva ve heves bataklığına çekti de çekti. Öyle ki yaklaşık 200 senedir batılın elinde bir oyuncak gibi o köşeden o köşeye savrulup durduk. 

Her ne kadar zahirde bir takım alışverişlerimiz, birliklerimiz, toplantılarımız, konferanslarımız olsa da bunlardan çıkan sonuçların birer iyi niyet temennisi olarak kalıverdiğini kaygı ile seyretmekteyiz. Daha içimizdeki kanun, nizam tanımaz müslüman görünümlü gavurcukların hakkından gelemedik ki diğer devletlerin/insanlığında yardımına koşalım. Mısır’da yaşananları birlikte gördük işte! Üzerinden ne kadar geçti ki? Zalim Sisi’nin çizmesi altında ezilen Mısırlı müslümanlar için ne yapabildik? Ya Libya, Tunus; yıllardır üzerine ağladığımız fakat daha öteye gidemediğimiz Filistin, şimdilerde pek gündemde olmadığı için unuttuğumuz Çeçenistan, Keşmir; araya giren uzun mesafeler olduğu için yabancı kaldığımız Arakan, Myanmar; yanı başımızdaki Suriye, Irak; ümmetin en büyük imtihanlarından bir tanesi İran? 

Niyetimiz bu bilinen hadiseleri tekraren naklederek ümmetin gönül tellerini sızlatmak değil! Bu meseleleri temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze getirerek asıl görülmesi gereken noktaları gözden kaybetmek gibi bir gayretimiz de asla yok, elhamdülillah. Bilakis Suriye’ye, Filistin’e şu ya da bu coğrafyaya bakmak yerine evvela memleketimizden âlem-i İslam’ı tahlile çaba sarf etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle; “Dünyanın gözü Türkiye’de iken; özellikle memleketimiz insanlarının gözü de -her ne surette olursa olsun- yine Türkiye’de olmalı.” Bu ifade, yitiğin kaybedildiği yerde aranması gerekliliğinin bir başka açıdan izah edilmesidir.

Söz yitiğe gelmişken herkesin teorik olarak varlığını kabul ettiği fakat yaklaşık 100 yıldır uygulanan sindirme politikalarının bir neticesi olarak dillendirmeye çekindiği hilafeti de konuşmak aslında meselenin temelinde yatan probleme dikkat çekmek olacaktır. Dünya üzerindeki Siyonistlerin idaresinde, onların sadık hizmetkârları ve dönemin süper gücü İngilizler, diğer müşrik devletler ile birlikte 1800 yılların sonlarına doğru gelindiğinde dönemin hasta adamını iyice köşeye sıkıştırmak için maiyeti altında bulunan müslim ve gayrimüslim tebeayı milliyetçilik cereyanları ile kışkırtmış, isyana teşvik edip tek tek anavatandan ayrılmaya zorlamıştı. Böylelikle onları bir bir bütünden ayırarak Devlet-i Âliye’yi zor durumda bırakacak hem de küçük parçalara ayırdığı bu devletçikleri de kolaylıkla yöneteceklerdi. Bu planlarını da hedeflerindeki kitleler üzerinde içerideki ve dışarıdaki işbirlikçileri sayesinde kısa sürede başardılar. Böylelikle merkezde yer alan devleti de sınırlı sayıda ve ileride problem çıkarmak üzere birkaç milletten müteşekkil ve dar bir toprak üzerinde küçük bir devlet haline getirip adeta yüzyılların intikamını almayı hedeflediler. Bunu başardılar da. 

Müslümanların etrafındaki bu ateş çemberi bunun en büyük göstergesi değil mi? Bugün yine aynı siyonizmin güdümünde Amerika’nın, Almanya’nın, Fransa’nın, İsveç’in; Birleşmiş Milletler’in, Nato’nun, G8’in, Unesco’nun vs. adı ne olursa olsun bu Hristiyan birlikteliklerinin, masonist faaliyetlerinin memleketimiz başta olmak üzere dindaşlarımız üzerinde oynadıkları oyunu halen yaşlı gözlerle seyretmekteyiz. Ama artık bu sadece sulu gözlerle, puslu bir şekilde dünyaya bakmak yerine üzerimizdeki bu ölü toprağını atarak üzerimize yapışan bu ataletten kurtulup önümüze bakmak zorundayız.

Bu duruma nasıl düştüğümüzün tespitini bu kısa satırlarda yaptığımıza göre toparlanmak için yapılması gerekenlere de değinmek gerekir. Evvela müslümanların kendi içlerinde güçlü ve istikrarlı; dünya milletlerine karşı da merhametli ve adil olduğu dönemlere de bir göz atmak lazım. O dönemlerin en mühim özelliği -tabir caizse- müminlerin Rableri ile aralarının iyi olmasıdır. Yani dünyaya ahiretten daha fazla değer vermedikleri, takvaya uygun yaşamaya azmettikleri, nefislerinin ve şeytanlarının iğvaatlarına prim vermedikleri dönemler. Hal böyle olunca Rabbimiz bizi yeryüzüne varis etmiş, makam ve mevkiye zerre miskal değer vermeyen tevazu sahibi kimseleri yüceltmiş ve dünyayı emirlerine musahhar kılmıştır.

Rıza doğrultusunda yaşama ve yaşatma arzusu müminlerde bulundukça Allah siyasi ve idari işlere en kabiliyetliler etrafında onları toparlamış, bu idareciler de kendilerine en yakın arkadaşlar/müşavirler olarak salih kimselerle irtibatlarını en mükemmel şekilde devam ettirmişlerdir. Bu zahir ve batın dengesi Cenabı Hakk’ı öylesine memnun etmiştir ki o vakit Rabbimiz yeryüzüne saadet ve huzur inzal etmiştir. Bundan da inanan, inanmayan herkes istifade etmiştir. Onun içindir ki devrin süper gücü Bizans’ın karşısında geri çekilmek zorunda kalan Halid b. Velid, Ebu Ubeyde b. Cerrah ordularına Şam ahalisi Hristiyan olmalarına rağmen nasıl geri gelmeleri umuduyla veda etmişlerse; ondan yüzyıllar sonra topraklarından geri çekilen Osmanlı’ya da bölgedeki müslim olsun, gayrimüslim olsun herkes aynı duygularla -tekrar bayrağı altında yaşama arzusuyla- güle güle demişlerdir. 

Bugün dünyadaki inanan ve inanmayan herkes bizi Osmanlı’nın torunları, varisleri olarak görmekte. Hatta içerideki ve dışarıdaki muhaliflerin buna bizden daha ziyade inandıkları malum. Milletin oyları ile seçilmiş cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi ile alakalı olarak adını burada anmakla şu temiz sayfaları kirletmek istemediğimiz malum gazetenin ilk sayfasındaki resmi bir hatırlamak ne demek istediğimizi gayet iyi anlamamıza vesile olacaktır herhalde. Cumhurbaşkanını bir kaftan ve taç ile Osmanlı padişahına, başbakanı sadrazama, diğer bakanları da vüzeraya benzetmişlerdi. Böyle bir manzarayı illa mezkûr şahıslar bazında değil de köklere dönüş açısından hayal etmelerine rağmen muhafazakâr medyanın resmetmesini düşünemedik bile. 

Demek istediğimiz şudur ki bütün dünyanın zihninde, gönlünde bize yüklediği bir görev vardır. Biz bu görevin, milyarların zihnine ve gönlüne yerleşmesinin şairin dediği gibi “göklerden gelen bir karar” olduğuna inanıyoruz. Bunun için ihlas ve gayretle üzerimize düşen bu ciddi sorumluluğun farkında olmalıyız. Yapıp ettiğimiz her şeyin Hak katında şahsi bir sorumluluk taşıdığı gibi ümmet açısından da bir mesuliyet barındırdığı aşikârdır. Bize düşen bu şuurla hareket etmektir. 

Yazımızın başında da ifade etmeye çalıştığımız gibi ümmetin her ferdi müslümanların tek bir bayrak altında; siyasi, iktisadi, askeri, kültürel bütün alanlarda müttefik olarak müreffeh bir yaşam sürmeleri ve İslam âlemine olduğu gibi bütün insanlığa da huzuru temin etmeleri için elinden geleni yapmalı ve takdiri Yüce Allah’a bırakarak mütevekkil olmalıdır. Zaten önemli olan her şeyde olduğu gibi bu hususta da müteekkil (hazır yiyici) değil, mütevekkil (Allah’ın takdir ettiği neticeye ulaşmak için çaba sarf edici) olmaktır.

Cenabı Hak, üzerimizdeki bu zor vazifeyi yerine getirirken bize tevfiki ile taltif eylesin. Omzumuzdaki bu ağır yükü kaldırmak için bize nusreti ile muamele buyursun. Bizi de hakkımızda hüsnü zan sahibi olan ümmeti Muhammed’in hayırlı düşüncelerine bağışlasın.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Pazartesi, 01 Ağustos 2016 10:45

YA ALİ, SEN KABE GİBİSİN

ya ali sen kabe gibisin

Yâ Ali, Sen Kâbe Gibisin -  Sâlik-i İrfân

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Yâ Ali, Sen Kâbe Gibisin

 

Hamd olsun güzel Allahımıza. İnsanı yoktan var eden, insanı bütün yarattığı varlıklara tercih eden, insanı severek seçen, üstün kılan, kendinden (nefahtu min ruhi) insana bir sır veren güzel Allahımıza binler hamd ve senalar olsun. 

Cenabı Mevlamızın insanlığa en büyük ve en güzel hediyesi olan Sahibimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimize de binler salat ve selam olsun.

Elhamdulillah Rabbimize hamd etmek, Efendimize salavat getirebilmek ne büyük lütuf! Bugün milyon-milyar insan içerisinde bizlere böyle bir lütufta bulunulmasına ne kadar şükretsek azdır, çünkü bu herkese nasip olmuyor. Cenabı Hak (cc) herkese bu yolu açmıyor. Dünyada müslümana zulmü meslek edinmiş gavura sözümüz yok. Onlar vazifelerini yapıyor ve Kahhar olan Mevlamızın vaadine adım adım yürüyorlar. Derdimiz ümmeti Muhammed ile, derdimiz kendi nefsimizle. Derdimiz şu sınırlı ömrümüzde Mevlamızı zikir, O’na şükür, hamd ve sena edebilmek, Mevlamızın dostu ile dostluk edebilmek. Bunu asla hakkıyla yapamayacağımız şuuruyla büyüklerimizin himmetini, Rahmet Peygamberi Efendimiz’in (sav) şefaatini ummak derdimiz, beklentimiz. 

Bir de ümmeti Muhammed’in hali… Rabbul âlemin olan Mevlamızın zalimlerle bizi terbiye ettiğini düşünüyoruz. Belki biraz canımız yanacak, üzüleceğiz fakat “Ya nasihatle, ya musibetle…” hikmeti gereği bu toplum aslına dönecek, su yatağını bulacak. Biliyoruz ki bir şey kaybolduğu yerde bulunur. Bu millet ümmetin hâmisi-lideri idi. Yüzlerce yıl bu vazifeyi şanla şerefle yaptı ki tarihimiz bunun şahididir. Bir imtihan… Sendeledik, yıkıldık fakat önce dizlerimiz sonra kendi ayaklarımız üzere doğrulmaya başladık, elhamdulillah. Doğudan, Batıdan bunca üzerimize gelinmesi bu dirilişin ayak sesleri. 

Hamdolsun ki Anadolu toprağı imanla yoğrulmuş, şehitlerimiz burayı bize vatan kılmış. Sahibimiz, Peygamberimiz, Efendimiz’i (sav) anma programlarının yapıldığı şu günlerde daha bir anlıyoruz ki bu toprakları diriltecek şey Allah’a imanımızdan sonra Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) sevgidir. Binlerce evliya bu milletin bağrında yetişmiş ve Nebevi sevgiyi gönüllere aşılamış. Nebî sevgisinin devamı olarak velî sevgisi bu milleti diğerlerinden ayıran ve üstün kılan bir yön. Ne kadar şükretsek azdır ki aslımıza dönüyoruz. Daha düne kadar Kutlu Doğum programlarını, çocuklara ilahi söyletilmesini hazmedemeyen bir askeriyeden bugün PKK’ya karşı abdestiyle, namazıyla, şehadet şuuruyla mücadele eden asker sürecini yaşıyoruz. Cenabı Mevlamız tamamına erdirsin inşaallah. Daha çok güzellikler göreceğiz. Efendimiz’in lütfu keremi, Anadolu erenleri büyüklerimizin himmeti ile bu toplumun ümmete sahip çıktığını, tüm İslam coğrafyasında gavura karşı tek vücut olduğunu görürüz inşaallah.

Evet, Hz. Ali (ra) efendimizin hayatından kesitler aktarmaya devam ediyoruz. Cenabı Hak Ali efendimizin imanından, cesaretinden bu millete serpsin, yağdırsın inşaallah. Özellikle bugünlerde buna çok ihtiyacımız var: 

Cabir bin Abdullah (ra) rivayet eder: Habibi Ekrem hazretleri buyurdu ki: “Ali bin Ebu Talib’in bu ümmet üzerine hakkı, babanın oğlu üzerine hakkı gibidir.” (Menakıb-ı Cihar Yar-ı Güzin s.314) 

Hz. Ali rivayet eder ki Rasulullah hazretleri buyurdular: “Ya Ali! Sen Kabe menzilindesin! Bütün herkes Kabe’ye varır. Kabe hiçbir yere varmaz. Eğer bir kavim sana gelip bu hilafet emrini sana teslim ederlerse, onlardan kabul eyle! Eğer gelmezlerse, sen onlara varma.” (Menakıb-ı Cihar Yar-ı Güzin s.319)

Hz. Ali rivayet eder; bana Rasulullah buyurdular ki: “Ya Ali! Yalnız Rabbinden ümit edici ol! Günahından başka bir şeyden korkma! Bir şey sorduklarında bilmez isen Allahu Teala bilir demekten ar etme!” (a.g.e s.320) 

Hz. Ali’ye dediler ki: “Abdullah bin Sebe seni Ebu Bekir, Ömer ve Osman üzerine tafdil eder (üstün tutar). Hazreti Ali yemin ederek: Vallahi onu öldürürüm, buyurdu. Ya emir-el müminin! Sana muhabbet edeni öldürür  müsün, dediler. Elbette, benim olduğum şehirde olmasın, buyurdu. 

Hemen bulunduğu şehirden onu sürdü. (Şevahidün Nübüvve’den Nakille)

Yine Hz. Ali rivayet eder Rasulullah buyurdular ki: “Ya Ali! Baş ağrısı seni rahatsız edecek kadar olursa, iki elini başının üzerine koyup Sure-i Haşr’ın ahirini (sonunu) oku. “Lev enzelna…” ayeti kerimesinden sonuna kadar oku.” (Menakıb-ı Cihar Yar-ı Güzin s.321)

Hz. Ali efendimiz Rasulullah (sav) bana buyurdular ki: “Ya Ali! Perşembe gününde bıyığını kırp ve tırnağını kes. Koltuğunu yol, kasığını tıraş eyle. Cuma günü temiz elbise giy! Güzel koku isti’mal eyle (sürün).” (a.g.e s.322) 

Meryem Suresi 96. ayeti kerimede “İman edip salih işler yapanları muhakkak, Rahman onlar için bir meveddet (bir sevgi) verecek gönüllere sevdirecektir.” ayeti kerimesinin tefsirinde, Abdullah ibn Abbas buyurur: Allahu Teala onları dost tutar, dost kılar. Onları yer ve gök ehline sevdirir. Rasulullah buyurdular:

“Allah Subhanehu ve Teala bir kulunu severse, Cebrail’e buyurur: Filan kimseyi dost tuttum. Siz de dost tutun, Cebrail ve melekler de dost edinirler. Onlardan yine bir nida edici gökten nida eder, Allahu Teala filan kimseyi dost edindi. Siz de ey yer ehli onu dost tutunuz. Onların hepsi onu dost edinip severler. Onun muhabbetini yer halkının da kalbine salar. Bütün yer ehli de ona muhabbet ederler.”

Hasan bin Ali (ra) şöyle haber verir: “Babam mescidden döndü. Hz. Ebu Bekir’in yüzüne baktı. Hz. Ebu Bekir de babamın yüzüne bakınca dedi ki: “Ya Ebu Bekir ne olmuş bana ki sen bana uzun nazar edersin?” O da buyurdu ki, evet ondan dolayı nazar eder bakarım ki Rasulullah’dan işittim buyurdular: “Kıyamet günü sırat üzerinden Ali bin Ebu Talib’in eline buyruk vermediği kimseler geçemez!” Sonra babam da dedi ki: “Ya Ebu Bekir sen bana müjde verdin ben de sana müjde vereyim mi?” Evet ver, dedi. Ya Ebu Bekir Rasulullah bana kavminden gizlide vasiyet buyurdular: “Ya Ali! Kıyamet günü sırat üzerinde Ebu Bekir’i, Ömer’i ve Osman’ı sadık olarak sevmeyenlerin eline sıratı geçmeleri için ruhsat verme.” (a.g.e. s.325)

Hayber Gazası’ndan dönüşte Rasulullah buyurdular ki: “Ya Ali! Eğer insanlar yanlış anlayarak İsa’ya söyledikleri gibi söylemeyeceklerini bilseydim, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zaman insanlar ayağının tozunu bereketlenmek için alırlardı. Abdest aldığın su ile istişfa ederlerdi. Lakin sana kifayet eder ki sen bana Harun’un Musa’ya yakınlığı gibisin. Fakat bu kadar var ki Benden sonra peygamber gelmez. Seni, benim sünnetim üzere şehit ederler. Sen ahirette bendensin. Benim havzım üzerine halifem olursun. O cennet libası ile libaslanan olursun. Benim ümmetimden evvel cennete girersin. Seni sevenler nurdan minber üzerinde olurlar. Ve yüzleri beyaz ve nurlu olur. Onlara şefaat ederim, yarın benim komşum olurlar. Senin cemaatin benim cemaatimdir. Senin sulhun benim sulhumdur. Senin sırrın benim sırrımdır. Senin aşikârın benim aşikarımdır. Senin evladın benim evladımdır.” Hz Ali şükür secdesi edip: “Allahu Teala hazretlerine hamd olsun ki, beni İslam nimeti ile nimetlendirdi. Kur’an’ı azimüşşanı talim eyledi. Beni, mahlûkların en üstünü ve peygamberlerin sonuncusu ve efendisine fadlı ile keremi ile sevdirdi.” dedi.

Yine kendisi anlatır: Rasulullah beni kadı olarak gönderirken;

-Ya Rasulullah! Gencim, kadılık hallerini bilmem, dedim. Mübarek eliyle göğsüme vurup: 

-Ey Allahım kalbine hidayet ver dilini sağlam konuştur, diye dua etti. Allah hakkı için, bu duadan sonra hiç bir davada şüphe etmez oldum, dedi.

Rasulullah buyurdu:

-Sıddıklar üçtür: Habib bin Merî Neccâr, Yâsin ailesinden bir mü’mindir. “Ey Kavmim! Bu gönderilen elçilere uyun!” (Yasin 20). Fir’avun ailesinden Hazkil adlı mümindir. “Siz Rabbim Allah’tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz?” (Mü’min 28) Biri de Ali bin Ebî Tâlib’dir ve en üstünleri budur.” (Mir’ât-ı Kâinât, Cild 1, S. 700-705)

Peygamber Efendimiz: “Fakirliğimle övünürüm.” buyurunca, Hazreti Ali, dünya malına hiç kıymet vermedi. Eline bin altın geçse, ertesi güne bırakmazdı. Hepsini fakirlere dağıtırdı. Rasul-i Ekrem bu yüzden Hazreti Ali’ye Sultan-ul Eshiya, yani cömertler sultanı buyurdu. Hazreti Ali,  Haydar (aslan), Kerrar (düşmana defalarca hamle eden), Ebutturab (toprak babası), Esedullah (Allah’ın aslanı) gibi çeşitli isimlerle anılmıştır. Hazret-i Ali, yanına oturan fakir bedeviye; Bir isteğin mi var, buyurdu. Bedevi utancından diliyle bir şey söylemeyip işaretle bildirdi. Hazret-i Ali, yanında bulunan iki giyeceğin ikisini de bedeviye verdi. Bedevi sevinerek güzel bir beyit okudu. Beyit Hazreti Ali’nin çok hoşuna gitti. Çocukları için ayırdığı üç altının hepsini bedeviye verdi. Bedevi, Ey müminlerin emiri, beni kendi ailemin en büyük zengini ettin, dedi. Hazreti Ali de, şu hadisi şerifi nakletti: “Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı salih amellere göre ölçülür.” (Molla Cami’den Nakille)

Şair Sezai Karakoç çocuk muhayyilesiyle Hz. Ali efendimizi şöyle dile getirir: 

 

Çocukluğumuz

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde

Binmiş gelirdi Ali bir kır ata 

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından 

Asya’da, Afrika’da, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık

Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü 

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü 

Ali güneşin doğduğu yerden

Battığı yere kadar kahraman 

Ali olmak bir hedef her çocukta 

Babam lambanın ışığında okurdu 

Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık

Fetihlerde bayram yapardık

İslam bir sevinçti kaplardı içimizi 

 

Elhamdulillah İslam, iman, ehlibeyt sevgisi bir sevinç olarak gönlümüzde. Bizler de bugün Ali efendimizi, Fatıma annemizi, ehli beyti sevmek nimetine erdirilmişiz. Ne kadar hamd etsek, şükretsek azdır. Cenabı Mevlamız bizi onların sevgisinden, ehlibeytin bugünkü varisi büyüğümüz Hâce Hazretleri’nden ayırmasın. Milletimize ümmetimize hayırlı bir çıkışı, dirilişi tez zamanda nasip etsin. Bizlere de göstersin inşaallah, amin velhamdu lillahi Rabbil alemîn.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort