JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

iman küfr

Bir Taraf İman; Sessiz Direniş Bir Taraf Küfr; Dünyevileşme - Dilhûn Âşık

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Bir Taraf İman; Sessiz Direniş Bir Tarf Küfr; Dünyevileşme

 

Dileyen imanı dileyen küfrü seçebilir.Dilemek insanın hür kararının neticesi olmalıdır. İnsanda iman da küfür de insanın tercihiyle belirmiştir. Artık bundan sonrası ikisinin kozlarını paylaşma durumudur. İmanı dileyen küfrü dilememiş olur. Küfrü dileyen ise imanı dilememiş olur. Birini tercih edenin, diğeri ile ipleri kopardığı çok aşikardır. Bilinmelidir ki küfür imanın alternatifi değildir. Küfür insanın vehminin rahat ettiği alandır. Varlığa sahip olan imandır. Küfrün asli varlığı yoktur. Küfür iman zaafiyetinin yerini doldurur. Küfür imansızlık demektir.

Hayatına yön verecek tercih insanın dilemesine bırakılmıştır. Dilemek insanın tek başına en rahat olduğu durumdur. Seçim belli bir noktada maslahata, şartlara, durumlara göre şekillenebilir. Hepimiz aslında şunu yapmak isterdim fakat şartlar... deriz.İşte Rabbimiz dilememizi istiyor. Tamamen kendimizin olduğu yerden kararın çıkmasını istiyor.

Gel gör ki zamanımız şartların kararlara etkisiyle şekilleniyor. Seçimlerimiz köle olmuşken neyin mücadelesini vereceğiz! Çağımızda dilemek yerini maslahata bırakmıştır. Şu an en az zararı hangisinden görürüm düşüncesi öne çıkmıştır. Bu düşünce ile dilemek fayda ve zararın gölgesinde kalmıştır. Bugün kim dileyerek müslüman olmuş, kim dileyerek küfrü tercih etmiştir kıyaslanması gereken önemli bir konudur.

Bu muazzam iman-küfür ayrımda hazreti insanın miheng olduğunu savunuyoruz.Bugünkü küfrün temsilcisi materyalizm ve kapitalizmdir. Her asırda olduğu gibi günümüzde de imanın temsilcisi hazreti insandır.Çarpışma insanoğlunun elleriyle kurduğu sömürü sistemleri ile Allahımızın inşa ettiği hazreti insan arasında cerayan etmektedir.

Bu mücadelede içerisinde merkeze “insan” yerine “devleti” koyan müslümanlar bulanık zihniyetleriyle tavırlarını küfrün icatlarından yana koymuş olmuyorlar mı, sormak lazımdır. Devlet Nemrut’tur; hazreti insan ise İbrahim... Devlet Sezar’dır; hazreti insan ise İsa... Sistem firavuniyettir; İslam ise Musa’dır. Musa var ise bir dal parçası bile Allah’ın izniyle o sistemin altını üstüne getirebilir. Canlarımız hepsine hizmetkar olsun.

Çağımızda küfür sistem, iman ise insan demektir. Peygamberlerin seyirleri iyi tetkik edilirse gerçek çok açık bir şekilde görülür. İman İsa’dır. Küfür ise Roma’dır. Sonrası ise, Roma’nın İsa’yı kullanmasıdır. İman devletleştirilmiştir, iman bitirilmiştir. Her örtülen hakikati özgürlüğüne kavuşturup yerine ulaştıran Hazreti Muhammed ise imanı hiç bir zaman sisteme teslim etmemiştir. Onun varisleri olan raşid halifeler ile birlikte ashabın döneminde de her zaman devletin hakimiyeti değil Allah’ın hakimiyeti söz konusu olmuştur.

İman, Allah’ın inşa ettiği insanları ile hakimiyetini; küfür ise insanın kendi hayalinden uydurduğu Allah’ı(!) ile hakimiyetini getirir. Allah’ın hakimiyetini savunan müslümanlar acaba niçin insanlığı rahat ettiremiyor düşünmek lazımdır. Sürekli bir savaş, habire hunharca katliamların sebebi nedir? Çünkü Yahudiler de, Hristyanlar da öyle yaptılar.Haçlı seferleri papalığın yani sözde tanrının (!) yönlendirmesiyle olmamıştır. İsa Roma vatandaşı yapılınca, İsa Yahudilerce dara çakılınca bu durum ortaya çıkmıştır.

İman yerini küfre bırakmıştır. “Sizler onları kertenkele deliğine kadar izleyeceksiniz.” ifadeleri bizlere bunları düşündürmelidir. İmanın küfürleşmesi İslam’ın fasıklar elinde devletleştirilmesini getirmiştir.

Materyalist kapital anlayış insanoğlunun Âdem’den beridir kurtulmak istediği Allah’tan kurtulmak için bulduğu en büyük puttur. Küfrün safını tercih eden insan, Allah’ı istememektedir. Küfrün insanı tanrısını kendi yapma çabasını her fırsatta ortaya koymaktadır. Kafirun Suresi’nde: “Siz mabudunuza taparsınız...” ifadesi küfrün mabudunun olduğu gerçeğini gözler önüne sermekte değil midir? Halbuki küfrün mabudları kendi heva ve heveslerinin icadından başka nedir ki…

Allah’ın küfre müdahale etmemesi kibriyasını bizlere bir kez daha çok net göstermektedir. Tabiri caizse hal diliyle: “Hadi bakalım yapın yapacağınızı gücümü o zaman göreceksiniz.” der. Allah insana tanrı yapma imkanı vermiştir. Hadi bakalım sizin tanrınız mı yoksa alemlerin Rabbi olan Allah mı, diye kibriyasını sergiler.

Allah insan yapar; küfrün insanı ise sistem kurar. Sistem tamamıyla kendi çıkarına göre hareket eder. Bugünkü kendini şuurlu müslüman görenlerin neyi unutarak neyi savunduklarının farkına varmaları Allahımızı razı etmede toplumsal açıdan çok büyük önem arz etmektedir.

Ezeli müslümanlar İslam dendiğinde Hazreti Muhammed’i (sav) hatırlarken çağdaş müslümanlar ise devleti hatırlamaktadır.İslam Hazreti Muhammed’in (sav) yani imanın topluma hakimiyetini getirmiştir. Devlet ise bunun içerisinde şeriatla bağlanmış, esir alınmıştır. İnsanoğlunun tarihinde devlet ilk defa kul bir peygamberin boyunduruğuna girmiştir. Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman’da ise devlet kral bir peygamberin ellerinde olmuştur.

Çark Emeviler ile birlikte tersine döndürüldüğünde ise bu sefer devlet şeriatı esir almıştır. Sünnet yani Hazreti Muhammed tabiri caizse sürülmüştür. Diğer bir ifade ile Allah insanını temsil eden sünnet sürülmüş yerine küfür hakimiyetini temsil eden devletin şeriatı kalmıştır.

Şunu bilmekte fayda var: Küfür fiil olarak Kur’an’da yerilmediği gibi müminlerde olması gereken bir fiil olarak övülmüştür. Kur’an’da: “Müminler tağutu inkar ederler.” ifadesinde “yekfur” yani küfrederler (yani hiçbir minnet duymadan, vicdan sızısı çekmeden, şekke ve şüpheye bir an düşmeden, ne yaptıklarını çok iyi bilerek, nefretlerini aşikar kılarak) şeklinde zikredilmiştir. Şurası çok önemli bir ayrıntıdır: Kur’an’da mahkum edilen küfür fiili değil küfrün tercihidir. 

Hâcegân yolunun fertleri olarak tağutu inkarın, reddin, karşı çıkışımızın kaynağını teşkil ettiren anlayışımız Hâce Hazretleri’nin (ksa): “Ben kendi nefsimin iman ettiği Allah’ı inkar ediyor, Hazreti Muhammed’in resmettiği Allah’a iman ediyorum.” buyurmasından doğan bakış açısıdır.

Çağdaş müslümanlar ezeli müslümanlardan çok şeyler öğrenmelidir. Çağdaş müslümanlık küfür zihniyetinin bitiremediği İslam’a şekil verme formülü olarak açığa çıkmıştır. Kapitalizm yok etmek istemez aksine var olmasını sağlayarak kullanmak ister. İslam kendi haliyle kapitalizmin sonu demektir.Bundan dolayı İslam’ı yeniden yorumlamak dünya sisteminin ihtiyaçlarına uygun kendi menfaatleri doğrultusunda, istifade edebilecekleri haliyle yeniden bir şekil vermek gerekmektedir. Birinci Dünya savaşı galibi İngiltere bunu Vahabilikle, İkinci Dünya Savaşı galibi Amerika bunu Selefilik adı altında gerçekleştirmiştir. Nerede ise bugün elbirliği yapmışlar alfabenin her harfi kadar İslam türetmişlerdir.

Çağdaş müslümanlarla çeşitli ortamlarda kurduğumuz iletişimlerde bizlere: “Kişilere endeksli bir yapılanmaya nasıl gidersiniz? Kişiler hem heva heveslerine uyabilir hem de fanidirler, ölürler. O zaman ne yapacaksınız?” diye kendilerince endişelerini dile getirmişlerdi. Bu sorulara kendi cevapları ise kısaca sistem idi. “Kurulacak sistem kişilere değil kurumlara, bireye değil hukuka dayalı olmak zorundadır.” 

Bizler de bunun tam aksine hukuka değil ahlaka endeksli olması gerektiğini savunuyoruz. Çünkü ahlakın kitabı hazreti insanın kendisidir. Hukuk çözüm için kullanılmaz, ceza için kullanılır. Ahlak ise çözüm için kullanılır, ceza için değil. Hazreti Muhammed ahlakı tamamlamaya geldiğini belirtmiştir sistemi değil.

Allah’ın (cc) sünnetullahı sistem değildir. Allah her zaman kendi insanını inşa eder. Kainatı da insanın hizmet alanı kılmıştır. Tabi ki insanı yine heva ve heveslerinin esiri olmuş insan eliyle inşa etmeye kalktığımızda otomatikmen sistem kurulacak ve insan robotlaşacaktır ki bu insanın tabiatına aykırıdır. Allah’ın hedefi bireydir. Sistem değil. Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadesiyle: “Alemden murat Âdem’dir. Devlet ise muradı ilahi değil maslahattır.”

Eceli müsemma (Allah’ın eşyaya ayakta durması, işleyişi için vermiş olduğu süre) kainatın devamlılığını sağlamıştır. Eceli müsemma tabiat kanunları değildir. Allah’ın kararıdır. Melekler tarafından da icra edilir.

Allah (cc) nizamını insan üzerine bina etmiştir. İnsanı da başıboş bırakmamıştır.Çağdaş müslümanlara sormak gerekir: Binanızı insandan olabildiğince soyutlayarak kurmaya çalışmanız çağdaş küfür zihniyetinden ne kadar da faydalandığınızı(!) göstermiyor mu? Sonuç zarar üstüne zarardır.

Savaş küfür insanlarının dışarıda kurdukları firavuni sistemle Allah’ın inşa ettiği hazreti insan arasında gerçekleşir. Müslümanların içindeyse tıpkı zamanında Yahudilerin ve Hristiyanların yaptıkları gibi Allah insanına yön ve şekil vermeye çalışanlarla Allah insanına itaat edenler arasında cereyan etmektedir. Hâce Hazretleri (ksa): “Bizim asıl savaşımız kendini müslüman sanan ve müslüman gösterenlerledir.” buyururken çok anlamlı hedefler göstermiştir.

Fitne Allah’ın muradı değildir. Savaş Allah’ın muradı hiç değildir, maslahattır. Çağımız Allah’ın murad saydıklarının arkaya itilmesi maslahatların amaç kılınmasıyla kaosa sürüklenmiştir. Dünyanın çivisi çıkarılmak üzeredir. Yazıklar olsun Allah ve Rasulü’nün önüne geçenlere! Sesleri ne kadar da Allah’ın Rasulü’nün sesinin üstünde duyuluyor.

Devleti olabildiğince adalette tutup hizmete yönlendirmek ancak şeriatın hakimiyeti ile mümkündür. Bugünlerde ise modern devlet hakimiyeti altındayız. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki: “Çağımızın en büyük bidati modern devlettir.” İslam müslüman bireyleri muhatap alır. Emirler görevlilere verilmez. Ahlaki seviyesi Allah’ın rızasına uygun insanlara verilir.

İslam tarihinde müslümanların dağılışı Hazreti Osman’ın fitne sebebiyle şehit edilmesiyle başlamış Hazreti Hüseyin ve ehli beytin şehadetiyle noktalanmıştır. İmamet ile riyaset savaşı riyasetin devleti, imametin dini koruma adımlarıyla devam etmiştir.

İslam Allah adına hakimiyeti esas alır.Sebebler değişir. İslam’da hakimiyet Allah adına yetkili olan şahsı ekberle kaimdir. Müminler aralarında bir ihtilaf çıktığında Allah ve Rasulü’ne davet edilmişlerdir.

Şu an onlar yok hadi yargıca, yargıya gidelim demek İslam’dan nasipsizliktir.

Allah katındaki değerimiz takvamız kadardır. Takva Hazreti Muhammed’in ahlakı ile ahlaklanmakla gerçekleşir. Devlette asıl olan takva değil devletin devamlılığıdır. Devlet gücün kıblesidir. Ebrehe’nin fillerine küçük ebabiller yeter de artar.

Osmanoğulları zamanında padişahlar hacca gidemediler. Cihada çıktıklarında oruç tutmadılar. Hanımları ile cariye hukukuna göre evlendiler vb. Yani İslam devletin gereklerine göre şekillendirildi. Devletin maslahatlarına göre şekil alan İslam Efendimiz’in insanlığa muazzam hediyesi olan ahlakın tamamlanmasıyla işlenen İslam’a benzemedi.Benzerlik isimde kaldı.

Olanları Hakk’a göre resmetmeye çalıştığımızda idealler güzel ama gerçekler farklı deniliyor. Bilinmelidir ki dünya hayatı imtihan yeridir. Mükafat ve ikab yeri değil.Mümin Allah’ın nuru ile bakar. Gördüğü manzara karşısında heva ve hevesine göre haraket etmez. Yine Allah’ı izler. Allah’ın merhameti ve adaletiyle işleri yoluna koyar.

Mümin yenilebilir fakat dejenere olmaz.Mümin kenara itilmiş olabilir fakat asla iman ile alakalı gündemini terk etmez. Haklı olmak hak ile olmaktır. Hak ile olurken insanın başına gelmedik kalmaz. Mümin kiminle beraber olduğuna bakar başına gelenlere sabreder.

Devlet insanoğlunun istek ve arzularına meşruiyet kazandırmak için şekillendirdiği ana yapıdır. Ne zaman ki silah askerde bulunur ise meşrudur. Para bankasında ise temizdir...

Osmanoğullarının son dönemindeki Abdulhamid Han ile Said Nursî, Mehmet Akif, Gümüşhanevî... arasındaki mücadele çok iyi tahlil edilmelidir. Ana sorun devletin gerekliliklerini muradı ilahiye göre ayarlamaya gayret eden bir halife ile bireylerin kulluk anlayışları arasındadır.

Burada haklı ya da haksız aramak beyhudedir. Birisi murada uygun maslahatı arayan insan, ötekileri ise çıplak murada hizmet etmek isteyen insanlardır. Murad maslahatı gözetmeli maslahat muradı kırmamalıdır. Abdulhamid’e muhalefet edenlerin küfür dünyasının amacını tam olarak anladıklarını sanmıyoruz. Küfrü tanımamak İslam’ı savunmada çok büyük yanlışlara götürür. Abdulhamid’in yapıp ettiklerini küfür dünyası ile ilişkilerini göz önüne almadan değerlendirmek hükümde büyük yanlışlıklara sebebiyet vermiştir. Devlet Allah adına yetkili şahısların elindeyken yetkili şahıslara yardımcı olmaktan başka yol yoktur. Abdulhamid’in inancı ve anlayışı doğrultusunda gitmesi kendisine gelecek bütün tehlikeleri göze aldığını gösterir...

Devam Edecek...

 

Yazar: Dilhûn Âşık

 

Cumartesi, 01 Ekim 2016 00:30

SEVGİDEN BÜYÜK GÜÇ KAYNAĞI YOKTUR

sevgiden büyük güç kaynağı yoktur

Sevgiden Büyük Güç Kaynağı Yoktur - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Sevgiden Büyük Güç Kaynağı Yoktur

 

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağzım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım

Mevlana Celaleddin Rumî

En büyük güç kaynağı sevgidir. Çünkü sevginin hakikatine kavuşan kul her türlü korkudan da muaf olur. Sevgi güç ve cesaret telkin eder. Sevginin yokluğu korkudur. Korkunun ötesine geçmek isteyen biri tüm varlığıyla sevgi dolu olmalıdır.

Yüreğinde sevgi olanın gözünden gülümseme eksik olmaz. Çünkü gözler yürekler arasında sevgi akışını sağlayan bir köprü, yüreğin dünyaya açılan pencereleridir.

İnsan sevgisiz yaşayamaz. Çünkü onun özü de, sözü de sevgidir. İnsanı hayata bağlayan, hayatına anlam katan onun mayasıdır. Ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. İki gönül arasında seyreden duygu selidir sevgi. Bilek işi değil yürek işidir sevgi. Ticari bir alış verişten uzak, her şeyiyle pazarlıksız teslimiyetin adıdır sevgi.

Atalet duygusunun son bulması sevgideki enerjiyi hissettiğimiz gün başlar. Çünkü sevginin içerisinde öyle bir sır vardır ki bu sayede uzak mesafeler kısalır, zor kolaylaşır, bazılarının çirkin gördüğü ne varsa bizdeki yansıması güzelleşiverir, kötü gözüken ne varsa iyiye tebdil eder. Sevgi hayata güzel bakabilmenin adıdır. Bu enerjiye her canlının ihtiyacı olduğu gibi, insanın ihtiyacı ise diğer mahlukattan çok daha büyük ve elzemdir.

En büyük sevgi insanın kendisindeki güzelliklerin farkına vararak kendisini var eden Rabbulalemin Allah’a (cc) karşı gösterdiği sevgidir. Bu sevgi tüm kainatı anlamanın yegane anahtarıdır. Çünkü bu sayede sevginin verdiği enerji ile insan kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, kime ait olduğunu, hayatın asıl gayesini daha net ve kesin idrak etme imkanına sahip olur.

Hayat sürekli değişim gösteren süratli bir gezi teknesi gibidir. Tüm güzelliklerin içerisinden geçtiğimiz halde asliyetini idrak edemediğimizde sadece gözümüzün önünden akıp giden bir takım tatlı hoş tanımını yapamadığımız hisler olarak kalır. Halbuki bizim için idrak edemediğimiz her duygu gerçekte hissettiğimiz şeyler değildir. Sevgi hayatın anlamını anlamamızı sağlayan en büyük enerjidir.

Zamanımızda en çok eksikliğini hissettiğimiz ya da ihtiyaç duyduğumuz dostluklarımızı da ancak sevginin bize sağladığı enerji sayesinde kazanırız veya devam ettiririz. Çünkü dost kendine yapılan yanlışa sabredendir, dost tahammül edendir, dikeni kendi eliyle tutarken gülü dostum dediğine uzatabilendir. Buna muvaffak olabilmek ise başlı başına bir sırdır. İşte bu sırrı keşfedebilmenin enerjisi sevgi sayesindedir.

Toplumu oluşturan en küçük sosyal kurum ailedir. Aile müessesesi, dinimizde çok üstün bir mertebededir. Kutsal bir müessese olan aile hazreti insanın oluştuğu ve yetiştiği zemin olması sebebiyle çok özel bir değere sahiptir. İşte aile olabilmenin sırrı yine sevginin enerjisi sayesindedir. Birbirinden uzak toplumlarda yaşamış bir hanım ile bey, Allah için bir araya gelip yuva kurmak istiyorlar. İlk etapta çok sıradan gibi gelse de bizlere, işin hakikati hiç de o kadar kolay değildir.

Çünkü birbirini tanımayan iki insanın aynı çatı altında bir araya gelmeleri, birbirlerine tahammül etmeleri, iki yarım elmanın bir olası gibi bütün olmaları hiç de kolay değildir. Bunu sırrı ancak sevginin enerjisi ile açıklanabilir. Annenin gece sabaha kadar bir damla uyku uyumadan yavrusunun dibinde onun ateşini düşürmeyi dünyanın tek derdi edinmesi sevginin enerjisini anladığımızda anlaşılır. Keza babanın mutluluğu ailesinin mutlu olmasına endekslemesi kendi yemediği halde çocuklarının yemesiyle doyması, giymediği halde çocuklarını giydirdiğinde giyinmiş gibi hissetmesi sevginin enerjidir.

Sevgi toplumun mayasıdır. İçerisinde sevgi olan her toplum yeni gelen alt toplumları da aynı güzellikle şekillendirir. Çünkü kainattaki sevginin doruk noktası insandır. İnsan hem sevendir, hem sevilendir. Allah’ın yarattığı tüm mahlukat içerisinde en çok sevilmeye layık olan insandır. Ancak insanı sevmek ile insan Allah’a yaklaşabilir. Bunun sebebi ise Allah’a yaklaşabilme yetkisine sahip tek mahlukatın insan olmasıdır. İnsanın insanı sevmesi elzemdir. Fakat bir o kadar da zordur. Bozgunculuk çıkartabilecek bir nefs donanımına sahip insan eğer terbiye olmamışsa tüm dünyayı birbirine katabilecek bir yapıdayken gel de çiçek, ağaç, deniz, dağ, dere, güzel manzaralar dururken insanı sev. Bu ancak sevginin enerjisiyle mümkündür. 

Sevginin insana verdiği enerji ile sabır ortaya çıkar, tahammül ortaya çıkar, paylaşmak ortaya çıkar, ben değil biz duygusu ortaya çıkar, kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmek ortaya çıkar. Bunlar para ile pul ile satın alınamayacak kadar büyük zenginliklerdir. Bu zenginliklere sahip her birey kemalata ulaşmaya yaklaşmıştır. Hakk’ın tecelli ettiği gönlü taşıyan insanların gözle görülen ahlaki vasıfları bunlardır.

En büyük keramet sevgidedir. İnsan canı gönülden sevmeye görsün. Onun enerjisi ile dağları deler Ferhat olur namı kıyamete kadar devam eder, Mecnun olur, hikayeleri dilden dile anlatılır, Yunus olur, şiirleri hasta gönüllere şifa verir, Mevlana olur yedi düveli kucaklar ne olursa alır rahmet denizinde sulh ettirir. Sevginin enerjisi ölüm gecesini düğün gecesine benzettirir. Bilmek isteyene bildirir, görmek isteyene gösterir. 

Sevginin enerjisi en büyük motivasyon kaynağıdır. Gecesini gündüzüne katarak vatanına, dinine, mukaddesatına hizmet etme gayesi ile kendisini unutmuş kendisini Rabbine adamış şuurdaki başta devlet büyüklerimiz. Örneğin Cumhurbaşkanımız belki dünyalık hiçbir ihtiyacı olmadığı halde kendisini vatanına ve insanlığın hizmetine adamış, Allah nefsini karıştırmaz inşallah ne büyük bir fedakarlık. Koskoca cumhurun başkanı ol günde 4 saat uyu, istediğin zaman istediğin yere gideme, her şeyin başkaları tarafından programlansın kolay mı yılları böyle geçirmek? Bu nasıl bir hayat. İşte bunu anlamanın yolu yine sevginin hatırını bilmeye, sevgideki enerjinin nelere kadir olduğunu görebilmeye bağlıdır.

Aynı durum kendisini Hak yolunda hizmete adamış meşayıh efendilerimiz için de söz konusudur. Kendilerini unutup neredeyse tüm hayatlarını Allah yolunda yılmadan bezmeden geçirirler de bir an öf bile demezler. Bunun en bariz örneğini bizler görüyoruz. 

Büyüğümüz, üstadımız sıhhati hiç de müsaade etmemesine rağmen sürekli bir seyahat halinde, diyar diyar gezip ihvanın derdiyle dertlenmektedir. İhvanının mutluluğunu görmek ondaki tüm yorgunluğu neredeyse unutturmaktadır. Gece geç saatlere kadar Allah’ı (cc) bizlere tanıtmak, sevdirmek uğrunda neredeyse kendisinden vazgeçmiştir. İşte bu kadar büyük fedakarlık ancak sevginin hakikatine ulaşmak ile mümkündür. Sevginin enerjisi bu kadar büyük işlere kadirdir. Hizmet bile sevginin tezahürü ile bereketlenir, açığa çıkar.

Sevgi tanımı sözcüklere sığmayacak kadar derin bir mana içerir. Sevgi hiçbir güzel kelam ile anlatılamayacak kadar büyük, dünyalara sığmayacak kadar geniş yer kaplar. Sevginin taşınabileceği tek yer kalptir, gönüldür. Gönlün değeri de zaten sevgiye ev sahipliği yapabilmesinden gelir. En güzel sevgi Allah ile yaşanır. Çünkü yaradılış olarak insandan murat aşkın ortaya çıkmasıdır.

Eğer gönül gerçek sahibine kavuşabilmiş ise artık mutmainlik mertebesine ulaşır. Orada ortaya çıkan enerji ile tüm eşyanın hakikati belirir. Her şey aslına rücu eder. Hakikat tüm netliğiyle belirir. Gerçekte değerli olan ne varsa öncelik sırasını alır. İşte hakikat ile yalan, masiva arasındaki farkın belirmesi sevginin enerjisi sayesindedir.

Sevgisiz yapılan her iş bir süre sonra yılgınlık ve bitkinlik hissi uyandırır. İbadetlerden tat alamama şikayetleri de aslında aynı sebebe dayanır. Sevginin enerjisi açığa çıkmazsa yaptığımız her ibadet asliyetinden uzaklaşır. Ruhunu yitirir. Nerede ise monoton, gündelik, haftalık, aylık, yıllık işler gibi gelir. Örneğin namazdaki secde anı kul olarak Rabbimize en yakın olduğumuz yer olması gerekirken, bunu hissedememek sevginin enerjisini yaşayamadan ibadete yönelmek ile açıklanabilir. Sevgi her şeyde olduğu gibi ibadetlerimizin de tadı tuzudur.

Sevgi incitmekten korkmanın adıdır. Seven aşık maşuğunun incinip üzülmemesi uğruna adeta her şeyden sakınır. Her şeyden titrer. Çünkü maşuğunun bir an bile olsa içinin burkulmasına sebep olmak en büyük acı sebebidir. Bu acının düşüncesi bile korku sebebi olmaya yeter. Bu korku en büyük değişme sebebidir. Seven sevdiğinin haliyle hallenir. Sevdiğinin ahlakı kendisinde belirmeye başlar. Artık onda ifna olmuştur. Çünkü en tesirli korku sevginin enerjisi ile ortaya çıkan incitme korkusudur. Bu korku incitmemek için seveni yanlış yapmaktan alıkoyar. Rabbimiz Allah’ın bizde görmek istediği Allah korkusu da, böyle bir korkudur.

Yazımızın ilk bölümünde yer verdiğimiz Hazreti Mevlana’nın şiirinde buyurduğu gibi; ne kadar söz var ise düne ait şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Hızla akıp giden dünya hayatındaki hızlı ve sürekli değişmeler, geçmişin sözleriyle ve bakış açısıyla her zaman doğru açıklanamaz. Bazen insanın durduğu yeri değiştirip farklı bir bakış açısıyla yönelmesi gerekir. Örneğin sevgi aynı sevgidir, yüzyıllardır değişmez belki ama sevgiye dair ne varsa bizim anlayabileceğimiz hale getirilerek yeniden söylenmelidir. Kulağımıza yeni sevgi nameleri üflenmelidir ki sevgi hakikat ilminde anlaşılabilsin. İşte bunun yegane yolu sevenin halinden sevenler anlar misali, gerçekten sevgiyi sindirebilmiş kişilerden duyup, görüp anlamamızdır.

Her söz yaşayarak söylenirse tesir eder. En güncel ve en doğru sevgi sözleri Allah dostu insanı kamillerin gönülleriden çıkar. Çünkü onların her anı Allah iledir. En doğal, en taze hakikat ilmi onların gönüllerinden insanlığa akar.

Neden mi? Alemleri Rabbi Allah, öyle istediği için. Ne mutlu O’nun istediğini anlayıp öyle yaşayabilenlere.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Cumartesi, 01 Ekim 2016 00:27

İMAN EDENLERİN SINANMASI: AHZAB GAZASI

ahzab gazası

İman Edenlerin Sınanması - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

İman Edenlerin Sınanması

 

Ahzab Gazası Hicretin beşinci yılında şevval ayında vuku bulmuştu. Bu savaş İslam tarihinde, İslam davetinin kök salmasında ve İslam’ın yayılmasında mühim tesiri olan hadiselerden biridir. Ashabı kiram (r.anhum) bu savaşta birçok meşakkat ve sıkıntılara maruz kalmışlardı. Ashabı kiram büyük bir imtihandan geçmiş ve bu sayede muttaki kulların kalplerinde iman duyguları dirilirken, münafıkların içlerinde gizledikleri asıl inançları da açığa çıkmış ve rezil olmuşlardır. 

Hendek Savaşının sebebi: Rasulullah’a (sav) suikast düzenleyerek öldürmeyi planlayan Beni Nadir Yahudileri Medine’den sürülünce onlardan bir kısmı Hayber’e sığınmışlardı. Yahudiler, müşrik kabilelerinin dağınık durumda olduğunu, Hz. Peygamber (sav) ve ashabına karşı savaşacak güçte olmadıklarını görüyorlardı. Bunun üzerine cephe oluşturmaya, birleşik bir grup meydana getirmek için işe koyuldular. Yahudi liderlerinden Huyey bin Ahtab ile diğerleri bu iş için paçaları sıvadılar. Bir heyetle birlikte Mekke’ye giderek müşrikleri ve onlara bağlı kabileleri Efendimiz’e karşı çarpışmaya davet ettiler. Yahudiler, kendilerinin ehli kitap olmalarına rağmen putperest olan müşriklerle birleşmeden hiçbir rahatsızlık duymuyorlardı. Karşılıklı olarak müşriklerle birlikte ideolojik ve menfaate dayalı bir cephe oluşturdular. Mekke’den sonra diğer kabilelere de giderek müslümanlar üzerine yürümede kendilerine yardımcı oldukları takdirde, Hayber’in bir yıllık hurma mahsulünü onlara bırakacaklarını vaat edince, onlarla da anlaştılar. 

Oysaki bu kabilelerin müslümanlarla aralarında o güne kadar bir mücadele olmamıştır. Fakat para ve menfaat karşılığında bu işe evet dediler. Sonuçta Hayber Yahudileri, kimileriyle para karşılığında kimileriyle ideolojik hedeflerle birleşerek bütün müşrikleri müslümanlara karşı harekete geçirmeyi başarmışlardı.

Efendimiz (sav) müslümanlar aleyhinde ortaya çıkan bu ittifaktan haberdar olunca hemen ashab ile bir durum değerlendirmesi yaptı. Selman Farisî (ra) hazretlerinin teklifi üzerine şehrin kuzeyine bakan açıklarına hendek kazılmasına karar verildi. Rasulullah hendek kazılacak yerleri ashab arasında paylaştırdı.

Bizzat Rasululah da hendeğin kazılmasında çalıştı. Soğuk çok şiddetliydi. Ancak ölmeyecek kadar yiyecek bulabiliyorlardı. Hatta bazen da onu da bulamıyorlardı. Ebu Talha anlatıyor: Rasulullah’a açlıktan şikayet ederek, karnımıza bastırdığımız birer taşı gösterdik. Bunun üzerine Rasulullah bize karnının üzerindeki iki taşı gösterdi. Enes (ra) anlatıyor: “Bir avuç dolusu arpa getirirler ve bayatlamış yiyeceklerine katık yaparlardı.” 

Hendek Kazımı Sırasında Yaşanan Olağanüstü Hadiseler:

Selman Farisî hazretleri anlatıyor: Hendeğin bir yerini kazmakla meşguldüm, önüme sert bir kayalık çıktı. Peygamberimiz yakınımda idi. Bu durumu gördü, balyozu elimden aldı ve sert kayaya vurdu. Kayadan Medine’nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Sonra ikinci bir defa vurdu. Yine kayayı sarstı. Kayadan yine Medine’nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Peygamberimiz tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Daha sonra üçüncü defa vurdu. Kayayı parçaladı. Yine kayadan Medine’nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Efendimiz tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Peygamberimiz’e bu durum sorulunca şöyle buyurdu:

“Birinci darbeyi vurdum, bana Kisra’nın Medain sarayı ile Hîre sarayı gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oralara hakim olacağını bildirdi. Sonra ikinci defa vurdum. Bunun üzerine Rum diyarının kırmızı sarayları bana gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oralara da hakim olacağın bildirdi. Sonra üçüncü vuruşumda bana San’a sarayları gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oraya da hakim olacağını bildirdi. Bu sözler, müslümanların hayatlarında endişe ettiği, açlığın kendilerini perişan ettiği, soğuğun şiddetinden titredikleri ve düşmanın kendilerini sardığı sırada söylenmişti.

Bunları münafıkların akıllarının alması mümkün değildi tabii ki. Münafıklar bunu fırsat bilerek bu mucizeler hakkında ileri geri konuşarak müslümanların dirençlerini, Efendimiz’e olan bağlılıklarını sarsmak istiyorlardı. Onların bu durumları ayette şöyle açıklanıyordu: “Hani o vakit münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: ‘Allah ve Rasulü bize boş bir aldanıştan başka bir şey vaat etmedi!’ diyorlardı.” (Ahzab 12) 

Beşir b. Sa’d’ın (ra) kızı anlatıyor: Annem bana bir çıkın içinde hurma verdi, babam Beşir b. Sa’d’a ve dayım Abdullah b. Revaha’ya götürüp vermemi söyledi. Giderken Rasulullah gördü, beni çağırdı ve elimdekini sordu: “Hurmadır ya Rasulallah! Babam Beşir b. Sa’d’a ve dayım Abdullah b. Revaha’ya yemeleri için götürüyorum.” dedim. Rasulullah, hurma çıkınını benden aldı, yaydı ve oradaki birine hendekte çalışanları çağırmasını söyledi. Ahali toplanıp yedi, fakat o azıcık hurma bereketlendikçe bereketleniyordu, hatta yaygının etrafına taşıyordu.”

Ashabtan Cabir (ra) anlatıyor: Hendek günü Rasulullah’ın açlıktan karnına taş bağlamış olduğunu, müslümanları üç günden beri yemek namına hiçbir şey tatmadan beklediklerini görmüştüm. Rasulullah’ın huzuruna vardım izin isteyip eve gittim. Evde biraz arpa ile bir keçi oğlağı vardı. Hemen oğlağı kestim. Arpayı çektim. Rasulullah’a geldim ve: “Ya Rasulallah, bir parça yiyeceğim var, bir veya iki kişi ile teşrif buyurursanız.” dedim. Rasulullah: “Ben gelinceye kadar çömleği tandırdan, ekmeği fırından ayırmayın.” diye tembih etti. Bunun ardı sıra da orada bulunanlara: “Ey hendek halkı, kalkınız, Cabir’in ziyafetine gideceğiz.” buyurdu. Rasulullah hendek halkıyla eve gelince. “Geliniz ve birbirinizi sıkıştırmayarak serbest oturunuz.” buyurdu. Ashab bölük bölük oturdular. Sonra Rasulullah kendi elleriyle çömleği ve fırının kapağını açtı. Ekmeği fırında alıp parçalamaya ve üzerine et koyup ashaba vermeye başladı. Nihayet davetliler doydular. Hayli yemek de arttı. Sonra Cabir’in hanımına: “Bu geri kalanı, sen yersin ve Medine halkına dağıtırsın. Çünkü halkı açlık istila etmiştir.” buyurdu. Cabir’in hanımı: “Biz de gün boyunca ondan hem yedik, hem de insanlara ikramda bulunduk.” dedi.

Abdullah b. Ebi Rafi o da babasından şöyle dediğini nakletmiştir: Hendek günü Rasulallah’a bir kap içerisinde pişirilmiş bir koyun getirdim. Bana “Ebu Rafi; ön budunu bana ver.” buyurdu. Ben de verdim. Sonra: “Ön budunu bana ver.” buyurdu. Ben de verdim. Sonra yine: “Ön budunu ver.” buyurdu. Ben de verdim. Sonra yine aynı şekilde buyurdu. Ben de verdim. Sonra: “Ya Rasulallah, bir koyunda bir tane ön but bulunmaz mı?” dedim. “Eğer bir müddet daha sussaydın, senden istediğim sürece bana onu verirdin.” buyurdu. 

Hendek kazarken Rasulullah çocukları teftiş etti ve onlardan kimisinin çalışmasına izin verdi, kimisini de geri çevirmişti. O gün Rasulullah’ın kalmasına ruhsat verdikleri çocukla arasında şunlar vardı: Abdullah b. Ömer. b. Hattab, Ebu said el-Hudri ve Bera b. Azib. Bu şahısların hepsi de on beş yaşında idi.

Hendek kazımı esnasında müslümanlardan biri muhakkak giderilmesi gereken bir ihtiyaç veya musibetle karşı karşıya kaldığında ise, Rasulullah’tan izin ister, izin aldıktan sonra ihtiyacını gidermek için ayrılırdı. İşini bitirince de acele hendek kazma işine geri dönerdi. Müminlerin bu durumların ayeti kerime de Allahu Teala şöyle dile getirir: “Müminler, sadece Allah’a ve Rasulü’ne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o Peygamber ile birlikte önemli bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Şu Senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Rasulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için Senden izin istediklerinde, Sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.” (Nur 62)

Hendek Savaşı’ndaki dehşet ve zorluk, hakiki müminlerle münafıkların bir birlerinden ayırt edilmesine imkan vermişti. Allah Rasulü’ne hakkıyla iman etmiş olan gerçek müslümanlar, Hz. Peygamber’in çevresinde kenetlenmişler ve hendek kazılırken yekvücut olmuşlar, var güçlerini ortaya koymuşlar, geceleri bile çalışmışlardı. Münafıklar ise çalışıyor gibi görünüyorlar ve sık sık izinsiz olarak sıvışıp evlerine kaçıyorlardı. Böylece iki yüzlülüklerini tekrar tekrar ispatlamış oluyorlardı. Evleri açık ve kimsesiz olmadığı halde, evlerimiz açık, diyerek Hz. Peygamber’den izin istiyorlar. Onlardan kim izin istemiş ise kendisine izin verilmişti. Bunun üzerine onlar da sıyrılıp gidiyorlardı. Ayeti kerimede münafıkların iç yüzleri şu şekilde açığa çıkarılıyordu: 

“Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. O, sizin ne yolda ne durumda olduğunuzu iyi bilir. Huzuruna döndürüleceğiniz günde ise, yapmış olduklarınızı hemen size bildirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur 63, 64) 

Hendek kazma faaliyeti, münafıkların gizlice sıvışıp gitmesi, hatta iş devam ederken Rasulullah’dan izin almaksızın kaçmalarına rağmen, müşriklerin Medine’ye ulaşmasından önce ashabın üstün azim, gayret ve fedakarlıklarının gece gündüz demeden Allah’a ve Rasulü’ne bağlılıklarının bir ürünü olarak tamamlandı. O sırada sayıları on bine ulaşan düşman kuvvetleri de Medine’yi kuşatmaya başlamıştı. İslam ordusunun mevcudu ise üç bine ulaşıyordu. Müslümanlar hendek sayesinde düşmanların ani saldırısına engel olabilmişse de kuşatma, dehşetli geçeceğe benziyordu. Müşriklerin geliş sırasında Medine’de kalan Kureyza Yahudileri, Nadir oğulları Yahudilerinin girişimleriyle müslümanlarla olan antlaşmayı bozarak düşmanın yanında yer almışlardı. Aniden ortaya çıkan bu hadise durumu daha da kötüleştirmiştir. Adeta müslümanlar iki ateş arasında kalmışlardı. Bu durumu Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir eder: “Hani onlar size hem üstünüzden hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış yürekler gırtlaklara gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada iman edenler sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzab 10,11)

Düşmanın çok sayıda olması başlangıçta müslümanlarda endişe meydana getirmişti. Müslümanlar bir imtihanla karşı karşıya olduklarını fark etmişlerdi. Ayaklarının kaymaması için Allah’a niyazda bulunuyorlardı. Hendek kazılırken üstün gayetleriyle Rasulü Ekrem’i hoşnut eden müslümanlara Cenabı Hak savaş esnasında yardımını gönderdi. Müslümanların ayakları sağlamlaştı kalpleri sükûnet buldu. Böylece müslümanlar düşman karşısında ümitsizliğe düşmemişler, savunmanın gereklerini yerine getirmeye başlamışlardı. Ayette şöyle buyruluyor: “Müminler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu Allah’ın ve Rasulü’nün bize vaat ettiği şeydir; Allah ve Rasulü doğru söylemiştir.’ Ve (bu) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.” (Ahzab 22) Münafıklar ise, paniğe kapılarak asılsız mazeretlerle savaş alanından firar ederek evlerine kapanmışlardı. Ayeti kerime bu hususu şöyle ifade eder: “Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: ‘Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok şu halde dönün.’ Onlardan bir topluluk da: ‘Gerçekten evlerimiz açıktır!’ diye Peygamber’den izin istiyordu; oysa onların evleri açık değildi. Onlar, yalnızca kaçmak istiyorlardı.” (Ahzab 13)

Müslümanların teslimiyetleri artarken münafıkların samimiyetsizlikleri ortaya çıkmıştı. Münafıkların bu nifaklarının sadakatsizliklerinin daha ileri boyutunu ayeti kerime şöyle tasvir etmiştir: “Eğer onlara (şehrin her) yanından girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş olsaydı hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı. Oysa andolsun daha önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi; Allah’a verilen söz (ahit) ise (ağır bir) sorumluluktur.” (Ahzab 14,15)

Münafıkların Hendek Savaşı sürecindeki tutumlarını Kur’an-ı Kerim bir başka ayeti kerimede şöyle dile getirmiştir: “De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile pek az (bir zaman) dışında metalanıp yararlandırılmazsınız. 

De ki: Size bir kötülük isteyecek olsa sizi Allah’tan koruyacak veya size bir rahmet isteyecek olsa (buna engel olacak) kimdir? Onlar kendileri için Allah’ın dışında ne bir veli ne bir yardımcı bulamazlar. Gerçekten Allah, içinizden alıkoyanları ve kardeşlerine: Bize gelin, diyenleri bilir. Bunlar pek azı dışında zorlu savaşlara gelmezler.

(Geldiklerinde de) Size karşı cimri ve bencildirler. Şayet korku gelecek olsa ölümden dolayı üstüne baygınlık çökmüş kimseler gibi gözleri dönerek sana bakmakta olduklarını görürsün. Korku gidince hayra karşı oldukça düşkünlük göstererek sizi keskin dilleriyle (eleştirip inciterek) karşılarlar. İşte onlar iman etmemişlerdir; böylece Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu Allah’a göre pek kolaydır.” (Ahzab16, 19)

Müslümanlar o güne kadar nice imtihanlardan geçmişlerdi. Niceleri canlarını mallarını Allah için feda etmişlerdi. İnkarcıların, müslümanları korkutmak, yıldırmak ve davalarından döndürmek için var güçleriyle çalışmaları hep akim kalmıştır. Rasulullah’ın etrafında kenetlenip bütünleşerek bu badireleri hep atlatmışlardı. Ashabı kiramın bu vasıflarını Kur’an şöyle ifade etmektedir: “Müminlerden öyle adamlar vardır ki Allah ile yaptıkları ahde sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler. Çünkü Allah (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları sadakatlerinden dolayı mükafatlandıracak münafıkları da dilerse azaplandıracak veya tevbe nasip edip tövbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır çok esirgeyendir.” (Ahzab 23,24)

Müslümanlar müdafaya, müşrikler de muhasaraya devam ediyordu. Müşrikler daha sonra hendeğin dar bir yerine gidip atlarını mahmuzlayarak karşı tafra geçtiler ve bunlardan Amr b. Abd karşıma kim çıkacak diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) efendimiz karşısına çıktı. Karşılıklı hamlelerin ardından Hz. Ali efendimiz onu öldürdü, diğerleri geriye kaçtılar.

Yirmi yedi gün geride kalmış müslümanlar son derece zor anlar yaşamışlardı. Ve nihayet Allahu Teala yardımını göndermiş müşrikler mağlup olarak geriye kaçmışlardı. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki (sayısız) nimetini hatırlayın. Hani size düşman orduları saldırmıştı da biz onlara karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik.” (Ahzab 9)

Müşriklerin durumunu ise şöyle ifade etmektedir: “Allah, inkar edenleri kin ve öfkeleriyle geri çevirdi onlar hiçbir hayra varamadılar. Savaşta Allah (yardımcı ve zafer nasip edici olarak) müminlere yetti. Allah, çok güçlüdür üstün ve galip olandır.” (Ahzab 25)

Son günün akşamıydı. Allah müşrikler üzerine bir rüzgar ordusu gönderdi. Rüzgar Medine vadisinin toprağını, kumunu savurup düşmanların yüzlerine gözlerine dolduruyor, çadırlarını söküp uçuruyor, ateşlerini söndürüyor, yük develerini atlarını birbirlerine karıştırıyordu. Helak edici rüzgara ilaveten Cenabı Hak meleklerini de göndermiş müslümanlara yardım etmişti. Düşman paniğe kapılarak ne olduğunu anlayamadan kaçmaya başlamıştı. Efendimiz (sav) kontrol için yolladığı Hz. Huzeyfe düşmanın telaş içinde kaçtığını ve gördüklerini Efendimiz’e rapor etmişti. Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah’tan başka ilah yoktur. Yalnız o vardır. Allah, ordusunu aziz kıldı, kuluna yardım etti. Bir başına da bütün orduları bozguna uğrattı.”

“Allah onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Ahzab 27)

 

Kaynakça:

-Tefsirü’l-Münir, Vehbe Zuhayli

-Furkan Tefsiri, Hicazi

-Rahmet Peygamberi, Ebu’l Hasan Ali en-Nedvi

-Peygamber Külliyatı, Muhammed ed-Dımeşkî

-İslam Tarihi, M. Asım Köksal

-İslam Tarihi, Hüseyin Algül

-İslam Tarihi; H. İbrahim Hasan

-Zadu’l-Mead,İbn Kayyim el-Cevziyye

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

Cumartesi, 01 Ekim 2016 00:25

KEŞKE

Benim bildiğimi bilseydiniz

Keşke - İhsan KERİMOĞLU

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Keşke

 

Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişama ve suretten özüne hicrette başarılı olamayıp, saatlerin saniyeleştiği haz şehrayinlerinden, saatlerin asırlaştığı menfa cehennemine yuvarlananların çıkmazıdır keşke…

Yıllarca, asırlarca hüsrana uğramış beşerin devlet adına, millet adına, din adına, tarih ve medeniyet adına bir şey yapamamasının ve gölgeleri dal diye kucaklamasının acı bir faturasıdır keşke...

Makam-ı tahkike çıkamayıp, bir ömrü taklid çukurunda geçiren nadanların abesle iştigalidir keşke…

Hallettiği ve halledeceği hiçbir şey kalmayan; yolunu şaşırmış, duyguları karışmış, sarsık ve yıkılmış insanların iltica kampıdır...

Hasbilik ile değil de, hesap ile yola çıkanların; başkasının camını taşlarken camından ve canından olanların fayda vermeyen nedametidir keşke…

Aklın da bir rızık, iradenin de bir rızık, şuurun da bir rızık, tefekkürün, tezekkürün ve teakkülün de bir rızık olduğunu bilemeden, her şeyi yok bahasına harc-ı alem edenlerin yitiğidir keşke…

Gözlerinden ışıldayan hayat parıltılarının aheste aheste yok oluş ıstırabı; yaşama zevkiyle çarpan kalplerin kasvetle kararması ve akabinde dünyada her nefes ölüp dirilmenin mahvoluş serüvenidir keşke…

Tekasür krizine girip; “en büyük”, “en doğru”, “en kalabalık”, “en güçlü”, “en zengin” gibi kavram ve deyimlerle övünenlerin, ilahi huzurda hicran, firak ve elemlerinin tarife sığmaz ölçüsüdür keşke…

Bin bir füsunla başlarını döndüren dünyaları ellerinden alındığı vakit oyuncağı alınan bir çocuk gibi, çığlıkları göklere yükselip yapacak hiçbir şeyi kalmayan ehl-i dünyaların mahkeme-i kübrâda defterlerinin sol taraftan verilmesinin dayanılmaz ıstarıbıdır keşke..

Hakikati imaja kurban edip, vizyon için misyonunu terk eden bedbahtların Hak karşısındaki mahcubiyetidir...

Liyakati; kişiye sadakat ve taassubun önüne koyamayıp, vücut iklimine ebediyet tohumu ekemeyenlerin garabetidir keşke…

Dünya ve ukba muvazenesi kuramayan, katreyi çağlayanlara tercih eden, geçici lezzetleri bütün bütün tadıp, kalp ve ruh açlığını gideremeyen serseri ve sersemin cehennem tarifcesidir keşke…

Uzun, münakaşalı, dumanlı, dikenli ve sarp yolu tamamlayamayan talihsizin, ümitsizce geriye dönmesi, tutunacağı kulpa, ihtilaçla uzanan ellerinin mefluçane boşluğa düşmesidir…

Dünya ve ahiretini heba eden zavallının fayda vermeyen son haykırışlarının zindan yolunu tuttuğu kara deliktir… Karıştırılan tarih sayfalarında parmak uçlarını kirleten sahte kahramanların faydasız uyanışıdır keşke…

Mehlikâ sultana aşık yedi gencin gerçek sevgilinin peşinde koşamamasının üzüntülü bir hatırası, uydurulan din projesine kızıp, indirilen din yorganını yakmanın inkirâzıdır keşke…

Musa Nebi’nin asasıyla ikiye böldüğü denizin tuzlu suları arasında kalan Firavun’un tanrılık safsatasının fiyaskoyla sonuçlanması ve kabul olmayan nakıs tövbesinin ebedi cehennem ikâmetgahıdır keşke…

Zahirde sivri sinekle yaptığı mücadelede yenik düşen Nemrut’un kafasına vurulan tokmakların yüreklerde hissedilen acısıdır…

Hz. Nuh’un kurtuluş sefinesine binmekten imtina eden Ad kavminin ve nefsinin iğvası sebebiyle babasına iman edemeyen Kenan’ın umut çığlıklarının, dalgalar arasında hüsranla netice vermesidir keşke…

“Rabbim beni ve ailemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar.” (Şuara 169) diye tazarruda bulunan Hz. Lut’un duasını, ailesinden karısının kalması haricinde kabul eden Cenabı Hakk’ın, Sodom ve Gomorra halkını elem verici bir azap ile yok edişinin ibretamiz vetiresidir keşke…

Vahy-i ilahiden yüz çevirerek, kendilerine gönderilen Hz. Salih’i yalanlayan, kayaları oyup yaptıkları muhkem evlerle övünen, bir mucize ve işaret olmak üzere yaratılan dişi deveyi de konan yasağa rağmen kesmek suretiyle Allah’ın emrini hiçe sayan Semud kavminin korkunç bir sesle helak edilişinin serencamıdır keşke…

Onlara; kendilerinin Allah tarafından gönderilen elçiler olduğunu söyleyen havarilere, şehir kalkının: “Hayır siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz.” (Yâsîn 15) diyerek elçileri yalanlarken, şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına gelip, bu elçilere inanmalarını söyleyen Habib-i Neccar’ı öldüren azgın ashab-ı Karye’nin (Antakya), kuvvetli bir ses ve haykırma ile yok oluşunun asırlara sızan iniltisidir keşke...

Kendilerini çoktanrıcılıktan uzaklaştırıp Allah’a tapmaya çağıran; ölçü, tartı ve alışverişte haksızlık yapmamalarını tembih eden, ülkede bozgunculuk çıkarmamaları hususunda onlara nasihatte bulunan ve insanları Allah’ın yolundan alıkoymak gibi tutum ve davranışlara son vermelerini isteyen Hz. Şuayb’ı (as) yalancılıkla itham edip, onu tehdit ile ülkeden sürgün etmeye yeltenen Medyen halkının, bulutların ateş ve azap getirmesiyle, şiddetli deprem ve korkunç bir gürültü ile zir-ü zeber oluşunun acı bir hasaretidir keşke…

Olabildiğince maddi refaha sahip güçlü Sebe toplumunun, bunca nimete rağmen şeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirmesi ve bunun getirisi olarak büyük bir sel felaketiyle (Arim seli) verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin mahrumiyetlere dönüştürülerek cezalandırılışının ardından, bölük pörçük bir halde zelil olarak, etrafa dağılışlarının asırları kuşatan dramıdır keşke…

“..Sebti aşmayın…” (Nisa 154) ilahi emri ile bu günde çalışma ve kazancın haram kılındığını bildikleri halde Cumartesi günü balıklar için tuzaklar kurup Pazar günü onları avlayarak ilahi yasağa şike ve hile karıştıran ashab-ı sebtin (İsrâiloğulları) meshedilerek (maymuna dönüştürülerek) ebedi hüsran gayyasına yuvarlanmasının unutulmaz sayhasıdır keşke..

Yemen valisi Ebrehe’nin fil ordusuyla, Kabe’yi yıkmak için harekete geçip de, Mekke yakınında Allah’ın gönderdiği bir kuş sürüsünün (Ebabil) attığı taşlarla helak oluşunun ilahi kaza ile tescilidir keşke…

Cihana şahit olmak için gönderildiğini unutup, ona sahip olmaya yeltenenlerin, kara toprakta geç kalmış uyanışıdır keşke..

Gönlünü yüce hakikatlerle dolduramayıp hayatını gayri ciddi yaşayarak, akıl ve imanla kendilerini teçhiz edemeyenlerin trajik sonudur keşke…

Anlaşılmaz bir inat ve ardından kin ve adavetin kök saldığı Ebu Cehil tohumlarının etrafı saran inkar kokularıdır…

Gözleri yaşartıp, yürekleri burkan Ebu Talip dramının Hak Nebi tarafından Allah’a sunulan cevapsız bir dilekçesidir…

“Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz, yediğiniz lokmalar boğazınızdan geçmezdi; çocuklarınızı, yumuşak yataklarını bırakıp dağlara çıkardınız…” (Buhari, 1681) deyişi ve ardından: 

“Ah keşke kuru bir ağaç olsaydım da insanlık vazifesi üzerimde olmasaydı!” ah-u enini ile insanın Nebi dahi olsa, Allah katında acziyetinin azad kabul etmez serzenişidir keşke…

 

Yazar: İhsan KERİMOĞLU

 

Cumartesi, 01 Ekim 2016 00:23

Hz. ÜMMÜ ZER GIFARİYYE (r.anha)

Hz. ümmü zer gıfariyye

Hz. Ümmü Zer Gıfariyye (r.anha) - Şeb-i Vuslât

Sayı : 103 - Temmuz 2016

 

Hz. Ümmü Zer Gıfariyye (r..anha)

 

Hz. Ümmü Zer Gıfariyye takva üzere yaşamayı hayatına düstur edinen bir hanım sahabe... Müslüman olmadan önce kabilesi içinde putlara en çok ibadet eden bir kadın!.. Meşhur sahabe Hz. Ebu Zer’in ailesi!.. O Gıfar kabilesine mensuptur. Ebu Zer ile evlenmiştir. Kocasının İslam’a davetiyle müslüman olmuştur. Asıl ismi kaynaklarda geçmemektedir. Eşi ile birlikte takvalı bir hayat yaşadıkları için Ümmü Zer künyesiyle anılmıştır.

Hz. Ümmü Zer ve eşi Hz. Ebu Zer zahidane bir ömür sürdükleri için dünyalık en küçük bir şeye sahip olmamışlardır. Onlar için asıl hayat ahiret hayatıydı. Bu düşünce ile zühd ve takvayı tercih etmişlerdi. Ahiret hedefli yaşadıkları için dünya sevgisi onların gönlüne girememişti. Dünyada bir şeylere sahip olma duygu ve düşüncesi onları meşgul etmemiştir. Mal ve mülk edinme diye bir dertleri olmadığı için çok sade bir hayat sürmüşler, zühd ve takva çizgisinde bir ömür geçirmişlerdir.

Onlar aile olarak aynı duygu ve düşünceleri paylaşabildikleri için ihtiyaçtan fazlasını yanlarında tutmamışlardır. Ellerine geçeni Allah (cc) yolunda infak etmişlerdir. Bu konuda öylesine titiz davranmışlardır ki, gece gelmişse gece, gündüz gelmişse gündüz dağıtmışlardır. İşte onlar ailecek bu ahlak ile meşhur olmuşlar, zahit ve abid olarak tanınmışlardır.

Hz. Ümmü Zer müslüman olmadan önce Gıfaroğulları içinde putlara en çok ibadet eden bir kadındı. Kabilenin her evinde bir put vardı. Fakat en büyük put Hz. Ümmü Zer’in evinde idi. Her gün o putu temizler ve karşısına geçer ibadet ederdi. Putlara ibadette huzur bulacağını zannederdi.

Bir gün Hz. Ebu Zer putlara yiyecek getirmek için yanlarına geldi. Takdis ve tazimde bulundu. İçmesi için önüne süt koydu. Biraz geri çekildi. Bir de ne görsün! Bir köpek geldi, sütü içti. Sonra da ayağını kaldırıp putun üzerine bevletti. Bu manzarayı izleyen Hz. Ebu Zer’in gönlünde birçok sorular oluştu. Kendi kendine: “Bu putlara nasıl ibadet ederiz? Kendisine faydası olmuyor. Üstüne gelen zararı önleyemiyor. Biz nasıl onlardan medet bekleriz? Bu bir maskaralık değil mi?” diyerek zihninde şimşekler çakmağa başladı. Çok hürmetle ibadet ettiği putlar hakkında birçok şüpheler doğdu. Eve gelip ailesine şahit olduğu manzarayı anlattı. Hz. Ümmü Zer’in de gönlünde sorular, şüpheler doğmasına vesile olan bu hadise onların hidayete kavuşmalarına bir başlangıç oldu. Birlikte hak ve hakikati aramaya başladılar.

Onlar hak ve hakikat adına duydukları her haberi araştırmağa çalıştılar. Bir gün Mekke’de putları inkar eden, insanları Allah’a (cc) davet eden son Peygamber’in (sav) çıktığına dair haberler aldılar. Bu sevindirici haberi araştırmak üzere Hz. Ebu Zer kardeşi Uneys’i Mekke’ye gönderdi. Yeni din ve son Peygamber (sav) hakkında bilgi edinerek dönmesini istedi.

Memleketine dönen kardeşinin getirdiği bilgilerle gönlü tatmin olmayan Hz. Ebu Zer kendisi Mekke’ye gitti. Son peygamber Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz (sav) ile buluştu. İslam’la şereflendi. (Hz. Ebu Zer’in hayatını mutlaka okumalıyız.)

Bir müddet Mekke’de kalıp İslam’ı öğrendikten sonra tebliğ etmek üzere kabilesine döndü. İlk olarak hanımı Hz. Ümmü Zer’i İslam’a davet etti. O da tereddütsüz hemen kabul etti. Kelime-i şehadet getirerek İslam’la şereflendi.

Hz. Ümmü Zer ile beyi Hz. Ebu Zer aradıkları hakikate ulaşmışlardı. Huzur ve mutluluğa kavuşmuşlardı. Putları bir bir kırıp Allah’a (cc) ibadet etmeye başladılar. Günler, aylar, geçtikçe, gönüllerinde Allah (cc) ve Rasulü’nün (sav) sevgisi çoğaldı. Fakat Rasulullah Efendimiz’den ayrı kalmaya dayanamıyorlardı. Hasret ve muhabbeti artık onları durduramadı. Hicret edip, Efendimiz’in huzurunda yaşamak istediler. Hendek Savaşı’ndan sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. İki Cihan Güneşi Efendimiz’in (sav) beldesinde yaşamaya başladılar. Mescidinden ayrılmadılar. İslam’dan yeni öğrendikleri bilgileri hayatlarına geçirmek üzere yarıştılar.

Hz. Ebu Zer mescitte Efendimiz’den (sav) duyduğu yeni bilgileri hanımı Hz. Ümmü Zer’e aktarıyordu. Hz. Ümmü Zer bir hanım sahabe olarak beyinden çok faydalı ilim öğrendi. Birçok hadisi şerif nakletti.

Bu iki Hak aşığı Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (sav) dâr-ı bekâya irtihallerinin ardından Medine’den ayrılıp Şam’a doğru yolculuğa çıktılar. Meşakkati ve sıkıntıyı tercih ettiler. Bu arada üç çocuklarını kaybettiler.

Şam’da insanların, sünneti seniyye çizgisinden uzaklaştıklarını görünce onları uyarmak üzere Hz. Ebu Zer erkeklere, Hz. Ümmü Zer de hanımlara Kur’an ve Sünnetten vaazlar yapmaya başladılar. Zühd ve takva üzere yaşayanlar azaldıkça tekrar Medine-i Münevvere’ye döndüler. Fakat bu sefer Rasulullah Efendimiz’i görememenin hasretine dayanamadıkları için tekrar Medine’den ayrılmak istediler. Hz. Osman onlara Rebeze’ye gidip yerleşmelerini tavsiye etti. Orada yalnızlık içerisinde iken Hz. Ebu Zer vefat etti.

Hz. Ümmü Zer (ra) tekrar Medine-i Münevvere’ye döndü. Çok geçmeden kısa bir müddet sonra o da vefat etti. Allah (cc) her ikisinden de razı olsun.

Hz. Ümmü Zer pek çok hadis rivayet etmiştir. Bir tanesi şöyledir:

“Ben ve yetimi gözeten, cennette şöylece (iki parmağını birleştirdi) beraberiz.”

Bu mutlu aile hakkında sevgili Peygamberimiz (sav) Hz. Aişe (r.anha) annemize:

“Ben senin için Ebu Zer’in Ümmü Zer’e davrandığı gibi davranıyorum.” buyurduğu rivayet edilir.

Hz. Aişe annemizden hadise şöyle nakledilir:

“Ben bir gün Rasulullah’ın yanında babamın cahiliye devrinde olan mallarıyla iftihar etmiştim. Rasul-i Ekrem Efendimiz bana: “Sus ey Aişe! Ben sana Ebu Zer’in Ümmü Zer’e davrandığı gibi davranıyorum!” buyurdu.

Ümmü Zer’den nakledilen bu sözün bir hikayesi vardır. Şöyle ki:

“Vaktiyle Arap kadınlarından on bir tanesi bir araya gelerek kocalarının adetleri ve durumlarıyla ilgili olarak aralarında konuşmalar yapmışlar. Hepsi ayrı ayrı hitap ederek kocaları hakkında meth ve zemde bulunmuşlardır. Ümmü Zer da kocası hakkında şöyle demiştir:

“Benim kocam Ebu Zer’dir. O ne adamdır. Beni daima ferahlandırıp gönlümü hoş kılmıştır. Her ne söylersem sözüm reddedilmez.” diyerek methu senada bulunmuştur.

Cenabı Hak cümlemize aile içi mutluluklar lütfeylesin, şefaatlerine nail eylesin.

Amin.

 

Kaynakça:

Altınoluk Dergisi, 2007, Şubat

 

Yazar: Şeb-i VUSLAT

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort