JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:09

…YİNE İŞİNİZ ALLAH'A DÜŞECEKSE…

yine işiniz Allaha düşecekse

... Yine İşiniz Allah'a Düşecekse... - Sâlik-i İrfân

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

... Yine İşiniz Allah'a Düşecekse...

 

Hamd Âlim olan, Kâdir olan, Kahhâr olan, Seriyy-ul Hisâb (Hesabı Tez Gören) Allahımıza…

Salât ve selâm ise ümmetine çok düşkün, Rauf ve Rahîm olan, Şefaatçimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz hazretlerinin üzerine olsun.

Büyüğümüz Mevlana Hâce Hazretleri iletişimin yaygınlaşmasının hak ve batılın ayrışmasında olumlu bir rol oynayacağını ifade etmişlerdi bir sohbetlerinde. Tarihe geçen 15 Temmuz günü, iletişimin önemi bir kez daha görülmüş oldu. Yaşananlarla ilgili ayrıntılar geldikçe büyük fotoğraf daha bir netleşmekte. 

Büyük şeytan ABD’nin Ortadoğu ve İslam ülkeleri üzerinde yıllardır tasarladığı-uyguladığı bilinen ılımlı İslam projesinin en önemli unsuru FG hareketi idi. Mısır’dan Orta Asya’ya, Libya’dan Endonezya’ya uzanan okul açma ve o bölgelerin zeki çocuklarını eğiterek geleceğin yöneticilerini oluşturma projesi CIA’nın postmodern bir işgal hareketi idi. Bunu ılımlı İslam görüntüsü altında FG eliyle gerçekleştirmek istediler; çünkü hiçbir batılı bu coğrafyalarda kendi kimliğiyle kalamaz. Oysaki biz Türklerin tarihten gelen bir güvenilirlik imajı var ve “akıncı Türkler” imajı altında CIA’nın bu projesi pekala uygulanabilirdi.

İslam dünyasına halife olarak dönecek olan yarı İsa yarı Mehdi, Kainat İmamı FG, ABD’nin yeryüzü iktidarını pekiştirmek için elinden geleni yapacaktı. 50 yıllık bir plandı bu. Olmadı, tutmadı, yürümedi… 

ABD’nin Fuller’i, İzmir Yahudisi Barkey’i, Vatikan temsilcisi Moroviç’i, büyükelçileri Abromowitz’i, Ricciardone’si… vs.,vs. bir sürü isimle beslediği-büyüttüğü hareketin köküne 15 Temmuz günü kibrit suyu döküldü. 

17/25 Aralık operasyonları tutmadı, 15 Temmuz kalkışması akim kaldı ve bundan sonra yaşayacağımız ABD operasyonlarının hiçbiri de Rabbimizin izni, lütfu, keremiyle tutmayacak. Altını çizerek söylüyoruz: tut-ma-ya-cak. İşte bu gerçeği bir kez daha belirtmek istiyoruz. Peki neden tutmayacak? 

Mevlana Hâce Hazretleri’nin buyurduğu: “Bunlar Allah’a karşı savaşmaya çalıştıklarını bilmiyorlar, ama öğrenecekler!” hakikatinden hareketle, içimizdeki hainlerin göremediği Batılı gavurların gördüğü gerçeği bir kez daha ifade edelim, önceki yazımızda da nakletmiştik:

Çanakkale Savaşı’ndaki İtilaf Devletlerinin komutanı İngiliz General Hamilton, şu gerçeği itiraf etmiştir: “Bizi Türklerin maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz gökten inen güçler ile mücadele ettik.”

Yine mağlup olduğu için mahkeme heyetinin karşısına çıkan İngiliz Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) W. Churchill, ağır sorgular karşısında iyice daraldığı vakit şöyle diyecektir: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türklerle değil, Tanrı ile harp ettik! Dolayısıyla da yenildik...” Düşmanın bu sözleri Çanakkale’de yaşananların özeti olarak bize yeterli bilgi vermektedir.15 Temmuz’daki ilahi yardımlar da zamanla gündeme gelecektir. Kalplerin birleştirilmesi, umulmadık cesaret örnekleri belirgin lütuflar olarak zaten öne çıkmaktadır.

“…Biz o günleri insanlar arasında evirip çeviririz. Allah’ın sizden iman edenleri bilmesi ve sizden şehitler alması, şahitler tutması için böyle yaparız. Allah, zulmedenleri sevmez. (Âl-i İmran 140) 

Türkiye çöküş-yıkılış dönemlerini atlatmış ve artık diriliş-yükseliş dönemine geçmiştir. Bu yükselişi geciktirebilirler ama engelleyemezler. Şehitler kazandık, gazilerimiz var. Ya Rabbimizin yolunda şehit olmayı ya da o izzetli günlere, Rabbimizin kudretine şahit olmayı Mevlayı Müteal olan Allahımız lütfetsin inşallah. Hace Hazretleri “Ya cihat meydanında şehit ya da sohbette şahit” diye dua buyurmuşlardı.

“...halbuki izzet, Allah’ın ve Rasulünün ve müminlerindir ve lakin münafıklar bilmezler.” (Münafikûn 8)

Kuvveti kudreti Batı’da görüp sırtını oraya dayamak isteyenler Kâdir-i Mutlak olan Mevlamızın kudretini görecekler. Rabbimiz o izzetli günlere bizi de erdirsin inşallah.

İslam dünyasının ana omurgası ehli sünnet anlayışıdır. Bu anlayış bir taraftan Şia, bir taraftan sözde Selefi asılda Vahhabi anlayışıyla kuşatılırken yine Amerikan-İngiliz istihbaratları eliyle üretilen el-Kaide, DAEŞ, Boko Haram, Şebab gibi maşalar İslamın sert-radikal-tekfirci-ölümcül yüzü olarak önümüze çıkarılmaktadır. Bunların da tutma imkan ve ihtimali yok. Nasıl ki kafa kesen DAEŞ’i bize gösterip ılımlı İslamcı-diyalogcu FETÖ’ye toplumları yönlendirmeye çalışsalar da tutmamıştır ve tutmayacaktır.

Sahibimiz Rasûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah katında dünya, bir sivrisineğin kanadına denk olsaydı, kâfire dünyada bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizi, zühd babı 13, hadis no: 2320; İbn Mâce, zühd babı 3, hadis no: 4110)

Rabbimizin gavuru önemsediği yok. Asıl sorun iman edenlerin kendilerini sorgulamasında. Tevbe ile Mevla’yı Müteal olan Rabbimize dönme vaktindeyiz. Bir zafer kazanıldı. İçimizdeki hainler püskürtüldü. Peki, olması gereken ne? 15 Temmuz gecesi günahımıza, gafletimize bakmadı Mevlamız. Kalplerimizi birleştirdi, cesaret verdi; gavuru püskürttük. Ülkemiz cennete dönse de bizden istenecek şey tek kelime ile: Kulluk.

Mekke fethi sonrasında zaten ömrü tevbe-zikir ve şükür üzerine kurulu olan Peygamberimiz Sahibimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’den istenen şey: 

“Allah’ın yardımı ve zaferi geldiğinde/ insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğünde/ Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr Suresi)

Burada bizim hamd etmemiz, tesbih etmemiz, mağfiret istememiz emredilmektedir. Biz bu adımları atarsak Hakk’ın yardımı Efendimizin (sav) eliyle bizlere ulaşır.  

“Sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir, O sizin üzerinize/size çok düşkündür. Mü’minlere Raûf ve Rahîm’dir.” (Tevbe 128) 

O yeter ki bizden yardımını esirgemesin, lütuf elini bizden kesmesin. Her iş kolaylaşır. Biz de Rabbimize verdiğimiz sözü ikrar edelim, kendimizi gözden geçirelim.

Gazneli Mahmud savaşın çok kızıştığı bir zamanda galibiyet bir düşmana bir bunlara dönerken ellerini açmış, yalvarmış, yakarmış: “Ya Rabbi! Zaferi lütfedersen bütün ganimeti fakir fukaraya dağıtacağım!” diye söz vermiş. Savaşı kazanmışlar. Ganimet ortaya gelmiş fakat o güne kadar görülmemiş ölçüde bir ganimet. Sultanın, vezirlerin içleri karışmış. İleri gelenler “Bu kadar büyük ganimet bir daha ele geçmez, şu kadarını dağıtalım, şu kadarını ayıralım…” derlerken vezirlerden biri şöyle der: “Sultanım siz Allah’a bir söz verdiniz. Eğer bir sonraki savaşta yine Allah’a işiniz düşecekse sözünüzde durun. Yok, daha O’na işiniz düşmeyecekse bildiğiniz gibi yapın!”. Bu söz Gazneli Mahmud’u kendine getirir ve tüm ganimeti fukaraya dağıtır. 

Şimdi, Mevlamız yardım etti de bu kalkışmayı-işgali püskürttük; fakat sonraki zamanlarda da O’nun yardımına ihtiyacımız varsa -ki yerden göğe kadar ihtiyacımız var- öyleyse sözümüzde duralım. Rabbimize bir kulluk sözümüz var. Efendimize (sav) bir ümmet olma sözümüz var. İman-ahlâk ve amel noktasında kendimize çeki düzen verelim. 

Evet, sahabe efendilerimizden bahisle Hz.Ali (kv) efendimizin hayatından kesitler sunmaya çalışıyorduk. Geçen yazımızda Ali efendimiz zamanındaki fitneci Abdullah ibni Sebe ile FG arasındaki benzerliğe vurgu yapmıştık. “Geçmişle gelecek suyun suya benzemesinden daha çok birbirine benzer.” hakikati fehvasınca bugünü anlamaya çalışmıştık. Yazımıza çok olumlu tepkiler aldık. Elhamdulillah büyüğümüz Hace Hazretlerinin “FG, Hz. Ali zamanında yaşasaydı adı İbni Sebe olurdu.” sözü o günkü fitnecilerle bugünkülerin aynı mantıkla hareketlerine işaret etmekteydi. 

Bu yazımızda da Ali efendimizin nasihatlerine kulak vererek kulluğumuzu güzelleştirmeye çalışalım; çünkü kulluk kulak vermekle başlar. Müminin temel vasfı işitmek ve itaat etmektir. 

Hariciler önceleri Ali efendimizin askeri iken sığ görüşlü-bedevi zihniyetli-fitneci olup onun ordusundan ayrılırlar. İşte bu Harici hainlerin haklarından geldikten sonra Ali efendimizin kendi askerlerine yaptığı bir nasihati paylaşacağız:

Hz. Ali (ra) Nehrevan’da Harici ayaklanmasını bastırdıktan sonra ağladı ve şu konuşmayı yaptı:

“Ey insanlar! Amel etmeden ahirette cenneti umanlardan olmayın! Tûl-i emel (ileriye yönelik sonu gelmeyen arzular) yüzünden günahlarına tevbe etmeyi geciktirenlerden olmayın! Zahitler gibi konuşan fakat hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlananlardan olmayın! 

Dünya için çalışanlara ne kadar verilse doymazlar; verilmediği zaman da kanaatkâr olmazlar; elindekilerin şükrünü ifa edemedikleri halde daha da isterler; başkalarına emreder fakat kendileri yapmazlar; başkalarına yasakladıkları şeylerden kendileri vazgeçmezler; sâlih kimseleri severler fakat yaptıklarını yapmazlar; zalimlere buğz ederler fakat kendileri de onlardandır. Onlar şüphe ettikleri şeylerde nefislerine galip gelirler de yakinen bildikleri şeylerde ona mağlup olurlar; zengin olurlarsa nefislerine uyar, hastalanınca üzülürler; fakir düştükleri zaman umutlarını keserek gevşerler; günahla nimet arasında otlarlar; sıhhatte oldukları zaman şükretmezler; başlarına bir belâ geldiği zaman sabretmezler; sanki başkaları ölüme karşı uyarılıyor, sanki tehdit edilenler, zorlananlar onlar değil de başkaları!

“Ey ölümlere hedef olanlar! Ey ölümün elinden kurtulamayacak olanlar!

Ey tehlikelere maruz kalanlar! Ey günlerin getirdiklerine hedef olanlar! Ey zamanın ganimetleri! Ey ölüm mahkûmları! Ey âfetler içinde kalan çiçek! Ey sorguya çekildiğinde dili tutulacak olanlar! Ey etrafı fitnelerle sarılı olanlar! Ey ibret alınacak olaylarla arasına perde gerilenler! 

Hakikati söylüyorum: sadece ve sadece kendini bilenler kurtulabilmişlerdir! Helâk olanlar, sadece elinin altındakiler yüzünden mahvolmuşlardır. Allah Teâlâ da bu hususta şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ehlinizi koruyunuz!” (Tahrim 66/6) (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık, s.1837)

Cenabı Mevlamız Ali efendimizin himmetini üzerimizden eksik etmesin. İmanımızı ahlâkımızı güzelleştirsin. Salih amellerde muvaffak eylesin. Rabbimiz, Hz. Ali nesebi büyüğümüz Hace Yakub Haşimi hazretlerinin kerem ve inayetiyle, lütuf ve merhametiyle yaşayıp şahitliğiyle ruh teslimini bizlere nasip eylesin. Amin velhamdu lillahi Rabbil alemîn.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:10

DİN ve EĞİTİM

din ve eğitim

Din ve Eğitim - Veysel Özsalman

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Din ve Eğitim

 

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat/56) İşte bütün süfli dertlerimizi yutucu, kendisinden başka uğruna çaba sarf edilebilecek bütün davaları buharlaştırıcı ve her türlü hastalıktan kurtularak şifayab olmamızı sağlayacak dermanın hülasası bu ilahi cümledir. “Kul olmak” hem derdimiz hem davamız hem de devâmızdır. Hayatımızın rotasını bu ilahi emir doğrultusunda belirlemeyi ve meselelerimizi bu ölçüyle tartabilmeyi arzuluyoruz.

Dinin hayatın bütün sahalarına müdahale eden bir dünya tasavvuru olduğunu ve hayatın hiçbir cüzünün ondan bağımsız olamayacağı ortadadır. Yine aynı şekilde hayatı bütün cüzleriyle kuşatacak kudret ve meylin sadece ve sadece İslamiyet’te olduğu da aşikârdır. Hal böyleyken cemiyet hayatında sürekli bir şeylerden dini yani İslam’ı çıkartmaya çalışmamız hayret vericidir. Siyasetten, askeriyeden, ekonomiden... Sürekli bir yerlerden İslam’ı silmeye azmediyoruz.

Oysaki akla gelebilecek her yapının içerisinden İslam’la birlikte hayatı da çıkarmış bulunuyoruz. İslam’dan uzaklaşmak yoluyla aydınlığa çıkacağımızı sandığımız her meselemiz daha da içinden çıkılmaz karanlıklara gömülmektedir. Çünkü varoluş gayemiz olan “kulluğun” muhalifi yollardan çıkılabilecek tek bir aydınlık yoktur.

İşte bu şekilde eğitim müessesinin içerisinden çıkarılan İslam da nesillerimizi, geleceğimizi ve topyekûn cemiyetimizi karanlığa gömmüştür. Onun yerine ikame edildikten sonra ruhi ve ahlaki kokuşmuşluğu zirveye çıkartan usullerse hala dayatılmakta ve savunulmaktadır. Yenilikler adı altında yapılan her faaliyetin nihayetinde memleket yangın yerine dönmüştür ve bu yangın gün geçtikçe büyümektedir.O halde bizde derdimizi davamıza uygun bir şekilde anlatıp derman arama hakkını kendimizde buluyoruz.

Yeryüzünde hiçbir millet yoktur ki “dünya vatandaşı” yetiştirmek istesin. Bü-tün cemiyetler bağrından çıkardığı nesillerin kendisini bir adım ileriye taşımasını, diğer milletlere hâkim ve teknik bakımdan üstün kılmasını arzular. Bu da ancak nesilleri kendi öz kültüründe yoğurup onu bütün menfi, yabancı veya yerli tesirlerin boyunduruğundan kurtarmakla mümkün olur. İşte bu aşamada en büyük pay; kültürün, milli tarihin ve millet olma şuurunun taşıyıcısı olan eğitimdedir ve bu iş ancak eğitim vasıtasıyla gerçekleştirilebilir.

Milletleri millet yapan, onu diğer milletler karşısında hak ettiği hizaya yükselten geçmişinden aldığı maddi ve manevi mirasın yekûnudur. Hal böyleyken bizde ecdadın mirasından daralarak hesaplaşmayı kafaya koyan, bununla İslam’ı cemiyet hayatından ve bütün müesseselerden silmeye kastedenler aradıkları ferahlığın batı usullerinde olduğunu düşünerek ellerine geçen ilk fırsatta ve her sahada milli olanın yerine onu ikame ettiler. Batının içinde çırpındığı ve kurtulmak için çabaladığı yangını, yolu aydınlatan bir ışık sandılar. Sonrasında yangın her yeri sardı ve büyüyerek devam etti.

Eğitim ve kültürün birbirlerini yeniden ve yeniden doğuran ilişkisi vesilesiyle bu döngüye giren bütün yabancı unsurlar çok geçmeden milli olanın yerini aldı ve kendisini milli ilan etti. Böylece birkaç nesil gibi kısa zaman zarfında eskinin üstü çabucak örtüldü ve vicdanların sızlamasına bile fırsat kalmadı.

Üstad Ali Ulvi KURUCU’nun şu hatırası bahsettiğimiz dönemi anlamak adına güzel bir misaldir: Üstad henüz ilkokuldayken, dedesi bir gün mektebin önünden geçer, kız-oğlan karışık, kadın-erkek muallimlerle voleybol oynuyorlarken görür. Dedesi Ali Ulvi’yi çağırır ve “programınız nedir?” der. Derslerini saydıktan sonra “Kur’an yok mu?” diye sorar. Olmadığını, yalnız dördüncü ve beşinci sınıflara Kur’an dersi olduğunu söyleyince, dedesi “pekâlâ” der. Ali Ulvi çıkar. Dedesi, ninesine ağlayarak “Muhsine, bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek, yazık yahu, ben neslimden, hafız-ı Kur’an’lığın bu kadar çabuk kesileceğini tahmin etmezdim. Çok erken oldu, yahu Muhsine, sinesinde Kur’an olmayan bir insan kabirde gibi karanlıktadır. Kur’an nurdur, ışıktır, feyizdir. Kur’an’sız bir okul zulmettir, karanlıktır, bu karanlık mektep çocuğa ne verecek?” der ve ağlayarak gider.

Peki o günden bu güne ne değişti? Biraz evvel söylemiştik o yangın büyüyerek devam etti ve her yeri sardı. Daha birkaç sene öncesine kadar -İmam Hatipler dışında- Kur’an, Siyer, Hadis derslerinin olması, okutulması hayal bile edilemiyordu. Tam güzel gelişmeler olmaya başlamış bu dersler seçmeli de olsa tüm okullarda okutulmaya başlamıştı ki malum ihanetten kaynaklanan kargaşanın faturasını İslam’a kesmek isteyenler yine sesini yükseltmeye başladı. “Fırsat bu fırsat” diyen din düşmanları yine sazı eline alıp “laik eğitimin” önemine(!) vurgu yapmaya başladı.

Bizim derdimiz, bütün meselelerde olduğu gibi eğitimdeki aksaklıkların da temelinde Kur’an’dan, Sünnet’ten, manevi terbiyeden ayrılmış olmak varken, ele geçen her fırsatta bunların suçlanıp dünyeviliğin pohpohlanmasıdır.

Dağların bile yüklenmeye cesaret edemediği davayı eğer tek cümleyle özetlemek gerekseydi, bu en başta da belirttiğimiz gibi “kul olmak” olurdu. Sadece belirli zaman yahut mekânlara sıkışmış kıt bir anlayışla değil, her zaman ve her yerde coşku ile yaşanacak bir kulluk… Çünkü “hakikat”, paramparça olmuş ve her parçası ayrı bir tarafa savrulmuş hayatlarla değil, ancak her bir cüzü aynı arayış azmi ve prensibiyle cem olmuş hayatlarla ele geçebilir.

Bu sebeple bize hayatın parçalanmışlığı yerine bütünlüğünü öğretecek ve hakikat arayıcısı nesiller yetiştirecek bir eğitime ihtiyaç vardır. Öncelikli hedefi şahsiyet inşası olan ve bu omurga etrafına bütün ilimleri örebilecek kabiliyet ise ancak İslam’dadır. O halde İslam ve eğitimi birbirinden ayırmak bir milletin şahsiyetine kastetmek olacaktır.

 

Bize bütün hayatımızı düzenleyecek, her işimizde yol gösterici değer ve prensipler sunacak, yaşantımıza ruh ve mana katacak, kısacası Cenabı Mevla’ya “kul” olmayı öğretecek bir eğitim anlayışı gerekmektedir. Bizi “batının kölesi” yapan ve genç dimağları sömürücü eğitim anlayışının sonuçları ortadadır. Usulleriyle ahlaki çöküntüyü kaçınılmaz kılan ve içtimai hayatın kokuşmasının temel sebebi olan bu eğitimin boyunduruğu bir an önce milletin boynundan çıkarılmalıdır. 

Bilginin, bilmenin ne olduğu ve ne için olduğunu öğretmeden yapılan her eğitim beyhudedir. Kendisine maddi bir istikamet çizen ve başarının maddi çıkarla doğru olduğu bir eğitim anlayışı, madde planında kurulan bütün yapılar gibi çökmeye mahkûmdur. 

Sanattan spora, esnaftan memura, köyden kente, yaşlıdan gence her yerde, herkeste ve her şeyde İslam’ın kurucu ve yükseltici ruhunu yakalamak sadece eğitim vasıtasıyla olabilir. Bugün bu eğitimin tüm cemiyete sunulabilmesi ancak devletin gücü sayesinde mümkündür. Eğitimin temelindeki prensiplerin tekrar gözden geçirilerek, cemiyetin arzuladığı nesli yetiştirecek hale getirilmesini istemek her şeyden önce vatandaş olarak hakkımızdır.

Artık karar verme vaktidir. Nasıl bir gelecek arzuluyoruz? Ya kendisinin, cemiyetin ve ümmetin kurtarıcısı, geleceğimizin kurucusu yahut bunların tamamını kendi şehvet ve iştahına tercih edecek bir gençlik... Eğer tercihimiz birincisi olacaksa harekete geçme zamanıdır. Şimdi değilse ne zaman?

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:11

MAARİF AHVALİMİZ

maarif ahvalimiz

Maarif Ahvalimiz - Andelib

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Maarif Ahvalimiz

 

İçimizin yangınını, feryadını dile getirmeye kelimeler yetmiyor.

Sevindik, kazandık derken imtihan ve çile bitmiyor. Bir düşmanı bertaraf ediyoruz. Başka düşmanlar peyda oluyor başımıza. Batıl cephesi sürekli fitne üretirken, Hak cephesine boş durmak yakışmaz. Şeytana kıyamete kadar mühlet verilmiş. Nefs –peygamberler ve kümmelini evliya müstesna- baştan kendi hevasını ilah edinmiş.

Müslümanlar, sıkıntılı ve zor günlerden geçiyor. Yolun sonunda ışık var, ümit var, rahmet var… Ancak yolda takılıp kalanlardan, sapıtanlardan olmak da var. Ya Rabbi, ayaklarımızı dinin üzere sabit kıl…

Kaliteli müslüman ve kamil mümin yetiştirmenin önemini son günlerde daha iyi anladık. Yarım doktorlardan çok korktuk. Canımız tatlıydı, o yüzden hep iyi doktor aradık. Ama mesele dinimize gelince bırakın yarım hocalardan korkmayı, işimize geldiğinde sahtelerinden bile korkmadık. Çünkü anlattıkları bizim de hoşumuza gidiyordu. Anlattıkları din nefsimize tatlı geliyordu. Fetö’nün bu hale gelmesi sadece onların suçu mu, bizlerin hiç mi suçu yok? Vatanımıza saldırdıklarında onları hain ilan ettik, oysa onlar daha önce Allah’ın dinini de bozmaya çalışmamışlar mıydı? Onlar ta o zamandan hain olmuşlardı. Boş bıraktığımız, ihmal ettiğimiz yerler gün geliyor karşımıza çok büyük bir sorun olarak ortaya çıkıyor.
Ülkemizin en büyük sorunu insan yetiştirmektir desek yanılmış olmayız herhalde. Peki bu kaliteli ve kamil müminler nerelerde ve nasıl yetişecek? Okullarımız, kurslarımız, medreselerimiz, külliyelerimiz insan yetiştirecek yeterliliğe sahip mi?

Hedeflerimiz…

Bir ömür geçirdiğimiz okullarımız, bizleri hangi gaye ile yetiştirmektedir? Sadece dünya nimetlerini elde etme anlayışıyla yetiştirilen bir gençlik, kaliteli insan olur mu? Sorulsa bir ev, bir araba, bir iş ve bir de eş hedefiyle büyütülen insanlık manen olgunlaşır mı sandınız?

“Rabbena” dualarında bizler Rabbimizden hem dünyada hem de ahirette iyilik istiyoruz. Aldığımız eğitimler bizleri iki alemde de iyiliğe ulaştırmalıdır.

Anne-baba olarak bizler çocuklarımızın dünyevi eğitimlerine dikkat ettiğimiz kadar manevi eğitimlerine de dikkat ediyor muyuz? Dershaneye, kursa, etüde verdiğimiz değeri namazına, orucuna veriyor muyuz? Ödevini bitirmeden belki yatmasına izin vermiyoruz. Sınıfta çalışkan öğrencilerle arkadaşlık etsin istiyoruz. Birçok müslüman anne-baba bugün ergen çocuklarının okullardaki durumlarını görseler yürekleri buna dayanamaz. Üç maymunları oynamak işimize geliyor. İşitmedik, görmedik, bilmiyoruz…

Geçmişte ayıp saydığımız birçok durumu bugün yaşar olduk. Bugün ayıp saydığımız birçok şeyi bu gidişle gelecekte yaşayacağız. Kendimize her yönden örnek aldığımız Batı’ya bakın. Ayıp kavramını sözlüklerinden çıkaralı yıllar olmuş. Özgürlük yalanıyla her türlü çirkin fiili yapmakta bir rahatsızlık duymuyorlar.

Sadece dünyevi hedeflerle okullarımızda kaliteli insan, kaliteli müslüman yetiştiremeyiz. Önlem almazsak her geçen günü mumla arayacağız belki.

Dini eğitim verelim, okullarda bozulmasın, yıpranmasın diye medreselere, kurslara verdiğimiz çocuklarımızın hali de içler acısı… Medreselere, kurslara soruyoruz… Buradan mezun ettiğiniz talebelere verdiğiniz hedef nedir? Arapça öğretmek ve hafız yetiştirmekse hedefiniz, bilin ki bu hedefe ulaştınız. Ayrıca şunu da bilin ki, Türkiye’de yetişen yüzlerce hafız namaz kılmıyor. Dinden soğumuş, Kur’an’dan uzaklaşmış ve ibadetlerini terk etmiş durumdadır. Eti senin kemiği benim deyip kalbine yaklaşmadığınız o masum çocukların hesabını kim verecek? Eğitim insan merkezli ve sevgi eksenli olmayınca hedefe ulaşmıyor.

FETÖ denilen yapı da eğitim diyerek yola çıkmıştı. Amaçları hem fenni ilimlerde başarılı gençler hem de ahlaklı insanlar yetiştireceklerdi. Hatta bir dönem gözlerimizi de iyi boyamışlardı. Derslerinde çok başarılı olan öğrenciler yetiştirdiler, hem de görünüşte çok edepli insanlardı. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” misali yalanları, göz boyamaları çoktan bitti artık. Ahlaklı zannettiğimiz insanlar; iki yüzlü, münafık tipli, vatan haini, İslam düşmanı olup çıkmışlar. Mankurtlaşmış beyinler, zifiri karanlık güruhları nur zanneder hale gelmişler. Yarım hoca dinden ederken sahtesini siz düşünün. Fabrikanın programı bozuk olunca ortaya çıkan ürünler de hep defolu oluyor.

Amacımız sadece eleştirmek değil. Türkiye’de ciddi bir eğitim sorunu var. Okullarımızdaki, kurslarımızdaki, medreselerimizdeki sorunlar tespit edilip bunlara acilen çözümler bulmalıyız. Bulduğumuz çözümler bize uyan milli çözümler olmalı.

Müfredatımız…

Eğitimde hedeflerimiz kadar müfredatlar da sorgulanmalı. 12 yıl temel ve orta öğretim, buna ana okulunu da eklersek 13 yıl… 5 yıl da üniversite eğitimi… 18 yıl eğitim alıyor öğrencilerimiz. Bu süre zarfında gerçekten ne kadar öğreniyoruz? Yıllarca İngilizce dersi görüp beş cümle konuşamıyoruz. Bırakın öğrencilerimizi Arapça ve İngilizce öğreten öğretmenlerin birçoğu öğretmeye çalıştıkları dili kendileri konuşamıyor. Yıllarca Türkçe dersi görüyoruz. Birkaç cümle yazı yazamıyoruz. Matematiği konuşmaya gerek yok…

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) bir umre yolculuğunda Medine-i Münevvere’de yedi yaşlarında bir çocuk görürler. Ravza-i Mutahhara’da hocasından ders almaktadır. Hocasından İmam Malik’in Muvatta adlı eserinden hadis okuyor ve hocasının söylediklerinden notlar alıyor. O çocuğu görünce Türkiye’dekilere üzülmüşler…

Bizler Ömer’e mısır sevdirdik; Oyalara, Emellere ip atlattık; Işıklara ılık süt içirdik; yattık, uyuduk…
Her yıl binlerce diploma veriyoruz. Mesele sadece diploma almak olunca iş kolay. Çalışan da alıyor, çalışmayan da… Böyle olunca da bugün binlerce diplomalı cahil yetiştiriyoruz. Yine diploma verelim ama asıl olan o kağıt parçası değil onun taşıdığı ilmi almak olmalı.

Dini eğitim veren kurumlar da müfredatlarını gözden geçirmelidir. İlahiyatlar felsefe öğretmekten vaz geçip temel İslami ilimlere ciddi ağırlık verilmeli. Medreselerde yıllarca Arapça öğretmeye çalışıp temel dini ilimleri öğretmemek yılların zayi olmasına sebep oluyor...

Son dönemlerde bazı İslam alimlerinin uyguladıkları özel ilahiyat programları verdikleri eğitimle kaliteli müslüman yetiştirmektedirler.

Yeteneğe Göre Eğitim

Her insan farklıdır. Yetenekleri, ilgileri değişiktir. Sınava dayalı, yarışçı bir eğitim sisteminde kazananlar övülüp takdir, taltif görürken kaybedenler görmezden gelinmektedir. Yüzlerce mezun veren okullardan beş on öğrenci iyi denilen okullara gitmektedir. Geride kalanlara “Güle güle, haydi kendi başınızın çaresine bakın.” denmektedir. Bizim kaybedecek hiçbir çocuğumuz olmamalı. Herkesin yeteneklerine göre eğitim verilmelidir. Eğitim sistemimiz sadece sınavlara endeksli olmamalıdır. Matematik, Fen alanında başarılı olanlar bu alanlara yönlendirilmeli, diğerleri de ilgi duydukları ve ihtiyaç duyulan bir meslek alanında yetiştirilmelidir.

Türkiye’nin meşhur kurra hafızlarından Merhum Gönenli Mehmet Efendi’ye okuması için talebe getirirlermiş. Mübarek gelen öğrenciye bakar, onunla konuşurmuş. İstidadı olanları okutur, diğerlerini mesleğe yönlendirirmiş. İstidad görmediklerinin babasına “ Oğlunu götür, bir ustanın yanında sanat öğrensin.” buyururlarmış.

Hafız yetiştiren kurslar, öğrencilerin yeteneklerine dikkat etmeleri gerekir. Yıllarca okuyup hafız olamayan talebeler var. Hafız olup Kur’an-ı Kerim’i düzgün okuyamayan öğrenciler var. Bu talebeler maddi kazanç kapısı olarak görülmemelidir. Belli bir süre başarılı olamayan öğrenciler farklı alanlara yönlendirilmelidir.

“Sanat, altın bileziktir.” buyurmuş atalarımız. Dünyanın binbir türlü hali var. Her an her şey olabilir. Zenginler fakir, ev bark sahibi olanlar evsiz kalabilir. Suriye’den gelen kardeşlerimizi düşünün. Bir meslek sahibi olanlar, diğerlerine göre daha çabuk iş buldular.

Eğitim yuvası; insanların harcanıp kaybedildiği bir yer değil, değer verilip kazanılan bir yer olmalıdır. Herkese göre bir metod belirlenip hayata hazırlanmalıdır. Dalgaların deniz kenarına getirdiği yüzlerce deniz yıldızından tuttuğunu denize atmaya çalışan adama sormuşlar: “Hangisini kurtaracaksın, çok fazlalar.” Adamın cevabı ibretliktir. Yerden bir denizyıldızı alır, onu denize atar. Attığı denizyıldızını göstererek: “Onun için çok şey değişti.”der. Kurtaracağımız her hayat bizim için çok değerli olmalı.

Hocalarımız, Öğretmenlerimiz…

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” buyurmuş Hz. Ali (kv). Hz. Ali gibi insan yetiştirenlere, kırk yıl köle olmaya hazırız.

Hz. Ali yetiştirmek zor, bunu biliyoruz. Ancak hocalarımızdan beklediğimiz şeyler var. Kaliteli insan yetiştirmek isteyen kendisi kaliteli olmalıdır. Mevlana’yı yetiştiren Şemsi Tebrizi’dir.

Ahlakıyla örnek olduğu gibi mesleğinde de ehil olmalıdır. Dünyanın en zor işlerinden birini yaptığının farkında olmalıdır. Aklıyla, kalbiyle çok karmakarışık olan insanı hazine gibi değerli görmelidir. Hocalarımız bu cevherin değerini bilip onları mücevhere dönüştürmenin gayretinde olmalıdır.

Din Eğitimi

Yeryüzünün gelmiş geçmiş en güzel insanları Peygamber Efendimiz’in (sav) kutlu mektebinde yetişen ashabı kiram efendilerimizdir. Onlar irfan mektebinde yetiştiler. Arif oldular, alim oldular, yıldız oldular… Ashab misali bir nesil yetiştirmek istiyorsak onların aldığı eğitim yönteminden nasiplenmek gerekir. Peygamber ocağında, vahyin nuruyla aydınlandılar onlar.

Türkiye’deki din eğitimini hurafelerden arındırıp vahiy ve sünnetten beslenen ehlisünnet inancına göre yeniden şekillendirilmesi gerekir.

Türkiye’de herkesin bildiğini zannettiği aslında birçoğunun en cahil oldukları konu dindir. Nice proflar, okumuş tayfalar hep dinle kandırılmıştır.

Türkiye’de gerçek bir din eğitimi verilse idi ne FETÖ ne DAEŞ ne de radikal terör örgütleri faaliyet yapabilirdi. Bunların hepsi insanların cehaletinden faydalanmaktadır. Peygamberlerin vadetmediği yalancı cennetleri hoca kılıklı bu düzenbazlar çok ucuz menfaatler karşısında insanlara satmaktadır.Gelecekte FETÖ VE DAEŞ gibi sorunlar yaşamak istemiyorsak nesillerimize gerçek bir İslami eğitim verilmelidir.

Ya Rabbi, bize dinimizi öğreneceğimiz ve yaşayacağımız alimler, arkadaşlar ve mekanlar nasib eyle… Dinimize savaş açan içerideki ve dışarıdaki düşmanları kahru perişan eyle…

Ya Rabbi, birliğimizi ve beraberliğimizi bozma, bizi birbirimize düşürmek isteyenlere fırsat verme. Ülkemiz ve milletimiz üzerinde oynanan oyunları boşa çıkar ve onları kurdukları kendi oyunlarında mahfeyle…

Ya Rabbi, bizleri özü sözü bir müslümanlar eyle, bizleri münafıklara benzetme.

Ya Rabbi, Sen’i tanıyıp sevebilmeyi bizlere lutfeyle. Sen’i ve Sen’in dostlarını dost edinebilmeyi, düşmanlarını da düşman bilebilmeyi nasib eyle…

Ya Rabbi, bizleri kulakları duymayan, gözleri görmeyen, kalpleri hissetmeyen ferasetsizlerden eyleme. Hakkı söylemekten ve yaşamaktan mahrum eyleme. Bizlere idrak ver, şuur ver, iman ve aşk ver…

Ya Rabbi, bizleri nefsin ve şeytanın tuzaklarına düşürme, hevamıza uymaktan koru. Bizleri razı olduğun kul eyle…

Ya Rabbi, Sen elimizi tutmazsan, Sen bize hidayet etmezsen biz doğru yolu bulamayız. Biz Sana muhtacız. Sen yardım etmezsen halimiz nice olur…

Dua; müminin sığınağı, ümit kaynağı, Rabbine ilticası… Ya Rabbi, Sen bizleri duadan mahrum bırakma… Amin…

 

Yazar: Andelib

 

Perşembe, 01 Aralık 2016 00:15

MAARİF DAVAMIZ

maarif dacvamız

Maarif Davamız - Abdülkadir Visâli

Sayı : 105 - Eylül 2016

 

Maarif Davamız

 

Maarif davası ilk insan, dolaysıyla kâinat var oldu olalı en mühim meselemiz olmuştur. Mademki bu dünyaya bir bilgi, hakikat arayışı için gönderildik şu halde bunu mükemmelen yerine getirme gayreti içerisinde de olmamız gerekir. 

Sözün başında hemen belirtmek gerekir ki kadim geleneğimizde geniş bir muhtevayı içerisinde barındıran maarif kelimesi ile bugünkü dar kalıbın sığ ifadesi olan eğitim kelimesini birbirinin yerine kullanılırken dikkat etmeliyiz. Belki pratikte, günlük hayatta birbirlerinin yerine rahatça kullanılsa da aslında ikisinin arasında serâ ile süreyyâ kadar fark vardır. 

Bu kavramların üzerinde durulması ve aslına uygun, en doğru şekilde içlerinin doldurulmasının gerekliliği bugünlerde daha anlaşılır hale geldi herhalde. Ülkemizde son zamanlarda yaşadığımız hadiseler ve dünya üzerinde özellikle de mazlum milletler üzerinde oynanan oyunlar hep eğitimli(!), okumuş yazmış hatta alanlarında uzmanlaşmış kimselerin eliyle yapılmakta. Yani bu insanlara bakıldığında, kaba tabiriyle söylemek gerekirse, okumanın sadece cahilliklerini aldığı, içlerindeki bütün hayvani dürtülerin ise onları her türlü melanete sevk ettiği aşikâr. Hâlbuki kendi elleri ile belirledikleri müfredatları, onları yine kendi belirledikleri ölçülere göre medenileştirecek ve olunması gereken seviyeye çıkarıp ideal insan haline getirecekti. Ama gelinen noktada bir şeylerin eksik olduğu, daha doğru ifadesiyle temelden yoksun bu çürük yapının insanlığa ve içerisinde bulunduğumuz zamana ve dünya üzerindeki canlılara zerre kadar faide vermediği gün gibi ortada.

İşte burası meselenin çözüldüğü nokta. Eğitim denilen olgu insanların kendi kıstasları ile oluşturdukları bir takım merhalelerin geride bırakılmasıyla ulaşılması gereken hedeflere varmak olarak tanımlanabilecekken; maarif ise esas unsurları Hâlıkımız tarafından belirlenmiş, onun rızası doğrultusunda ve belli rehberlerin eşliğinde yürünen bir yolun neticesinde başta cemalullah ve rızaullah olmak üzere müjdelenilen nimetlere kavuşmanın adıdır. Yani birisinin (eğitimin) üzerinde yaratılmış/insanoğlu sınırları belirleyici olurken diğerinde ise (maarif) her türlü tasarruf yegâne Yaratıcı Rabbimize aittir. 

Son zamanlarda ülkemizde en yetkili makamlar tarafından dillendirilen bir şey var; devlet kurumlarında atılacak her türlü adım “milli ve yerli” olmalı diye. Bu ifade, öyle inanıyoruz ki, her meselede öze dönüş için dillendirilen bir parola gibi. Bu parolayı herkes ilgi ve sorumluluk alanına göre çözümleyebilir. Biz hadiseyi İslami değerler ve ümmetin geleceği açısından şöyle okumaya gayret ediyoruz: Millilik/millet başka bir deyişle aidiyet İslam ıstılahındaki karşılığıyla dinin remzi; yerlilik ise İslam’ın esas unsurlarına aykırılık teşkil etmeyen meşru örf, adet, anane… 

Bu “milli ve yerli” oluş harekâtının her şeyden evvel ivedilikle bugünkü adıyla “Milli Eğitim Bakanlığı” kadim geleneğimizde ise “Maarif Vekâleti” olarak isimlendirilen kurumda uygulanması gerektiği memleketimizdeki her aklıselim vatandaş tarafından tespit edilen bir husustur. Çünkü insan tedrisi/eğitimi kâinattaki en mühim mesele… Gerek Türkiye’de, gerek diğer Bilad-i İslamiyye’de, gerekse de bütün dünyada düzelmesi gereken her şey insan düzeldikçe düzelecek, geliştikçe gelişecektir. 

Mesele İslamiyet’le doğrudan ilgili hale gelince tabi ki her şeyden evvel bu sahanın otoritelerinin söyledikleri ve söyleyecekleri birinci dereceden etkili hale gelir. O zaman bu “milli ve yerli” duruşun, kendisini dünyanın âlâyişinden, oyun ve eğlencesinden kurtarmış “milli ve yerli” müderrislere, muallimlere, danışmanlara ihtiyacı var hiç şüphesiz. Şu halde bir adım daha da geriye gitmemiz gerekir. Eğer yarın yetişecek nesillerden millet ve ümmet adına ümit var olmak istiyorsak o zaman hep yarını bekleyerek, sadece yarınları planlayarak oturduğumuz yerden ahkâm kesmemeliyiz. Yarının kadrolarını yetiştirecek insanların bugün aramızda var olduğunu unutmamalıyız. Ve bugün “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” sırrına ermiş, Rabbi tarafından terbiye edilmiş kâmil insanlar eliyle bu insanların içindeki cevherlerin açığa çıkacağı/çıkarılması gerekliliği bir realitedir. 

Bu işe evvela kelimelerin, meselenin esasına tesiri bilinciyle başlamak gerekir. Eğitim işinin kâinattaki her canlıya bir takım davranış şekilleri kazandırmaktan ibaret olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’deki ilim kelimesinin muhtevasında barındırdığı esas manası; dünyaya gönderiliş gayemizden, bir başka ifade ile Rabbimiz’in üzerimizdeki muradından yola çıkarak Allahımız’ı bilmek, bulmak ve olmak olarak tarif edilebilir. Yani hepimizin öncelikli olarak sahip olması gereken, üzerimize farzı ayn olan ilim, bizi Allah’a götürecek ilimdir. Diğerlerinin hepsi bizi bu gayeye yaklaştırdığı ölçüde meşru, bir önceki cümlede söylediğimize oranla farzı kifaye sayılabilir. Bunun da tabi en baştan en sona doğru derece derece olduğu da bir hakikattir. İşte irfan bu ilmi ahzetmenin genel adıdır. Yani merkezde Hakk’ın insan terbiyesindeki muradı ve neticesinde de terbiye edilmiş insandan duyduğu rızanın olduğu serüvene ilim/irfan; bunun programlı, müesseseleşmiş haline de maarif denilir. Yukarıda eğitimin canlılara davranış biçimi kazandırma olduğunu söylemiştik; maarif için de kısaca insanı yetiştirme/olgunlaştırma ameliyesidir, diyebiliriz. Buradaki yetişme ve olgunlaşmadan kastımız ise evvela dini terakki daha sonra ise dünyevi kriterlerdir. Çünkü insan için temelde sahih/doğru kaynaklardan öğrenilmiş bir din ile onun gereği olan salih amel ve güzel ahlak olmazsa; açıkça söylemek gerekir ki adına medeniyyet denilen hiçbir nazik tavır, insancıl düşünce ve davranış, failine bir faide sağlamayacaktır.

Aslında hiçbir şekilde ırk, dil ve coğrafya ayrımına gitmeden kendisini tek millet sayan İslam âlemi maarif geleneğini özümsediği vakit neler yapabileceğini tüm dünyaya asırlarca ispat etmiştir. Bu söylediğimizin nice şanlı örnekleri kadim İslam geleneğinde mevcuttur. Dolayısıyla yönümüzü Allah’a dönerek, evvela İslami bir kimlik kazandıktan sonra bütün nakli ve fenni ilimlerde dünyaya rehber olabileceğimiz söylemi -hâşâ- bir ütopyadan ibaret değildir. Tam aksine, merkezinde din bulunan, Allah ve ahiret inancı ile işlerin yürütüldüğü sistemden kopup uzaklaştıkça geldiğimiz nokta ortadadır. Dün medeni kanun, borçlar hukuku, ceza hukuku, şu hukuku, bu hukuku diyerek kapısını çaldığımız batıdan/batıldan; bugün de kendi icracı kanunlarımız için Kopenhag kriterleri, bilmem AB uyum yasaları adı altında sürekli akıl almaktayız. Üstelik bu takındığımız zillet tavrı nedense bizi rahatsız da etmemekte. Hâlbuki Allah’ın Kitabı esas alınarak Aziz olan Rabbimiz’in önünde izzetimizi kazanmak ve bütün dünyaya bu izzetten istifade etme imkânı sunmaktı bizim vazifemiz. Zaten böyle de oldu. Dünya bugün pozitif sahadaki birçok ilmin menşeini marifeti elde etmiş, mümin ve muvahhid ilim adamlarından elde etmiştir. 

Bugün birileri bu anlayışımızdan, değerlendirmemizden hareketle bizi eğitim/maarif meselesini asıl mecraından çıkarmakla, hatta mürtecilikle bile itham edebilir. Hâlbuki inanan insanlar olarak bizler ahiret itikadı ile hareket etmeye çalışıyoruz. Yani geleceğine inandığımız, hesap vereceğimize iman ettiğimiz, neticesinde de cennette ya da cehennemde ebediyyen kalmayı hak edeceğimize inandığımız bir güne muhakkak kavuşacağımıza iman getiriyoruz. Dolayısıyla ileride gelecek şeyler için bugünden hazırlık yapıyoruz. Filhakika gerici olmak şöyle dursun, tam da ilerici insanlarız aslında. Onun için diyoruz ki ekseninin İslami bir çizgiden oluştuğu, her şeyden evvel müslüman bir kişilik oluşturma hedefinde ve Allah’ın rızası amaçlı bir müfredat olmalı. İnsanlar iyi bir müslüman olduktan sonra doktor, öğretmen, esnaf, memur, işçi vs. olmalı. 

Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular ki; “İnsan evvela kâmil mümin ve olgun insan olmak için halk edilmiştir.” Abartmadan ifade ediyoruz ki bu buyruk “maarif davasının” yani yeniden inşa edilen, hatta ivedilikle edilmesi gereken “insanı ve insanlığı ihya etme” hareketinin menşei/çıkış noktası olmalı. Çünkü Âdem’den (as) bugüne sahip olduğumuz vahiy kaynaklı tecrübemiz bize hakka’l-yakin bildirmektedir ki imanı olgunlaşmamış, daha amiyane ifadesiyle Allah’la arayı düzeltememiş kimse; Allah’a apaçık düşman olduğu nass ile sabit olan nefs ve şeytan ile kol kola olacağından dünyalık olarak eline ne geçerse geçsin, nerede bulunursa bulunsun bunu hem kendi aleyhine hem de insanlık aleyhine muhakkak kullanacaktır. 

Başka bir ifade ile insanların ellerine makam, mevki, meslek, imkân ne geçerse geçsin görünüşte bunların vatanın, milletin, ümmetin lehine bir nimet olarak değerlendirilmesi gerekirken bu terakkiden mahrum olmuş insanların elinde bu saydıklarımız nikmet olur ve bu pozisyonu işgal eden, kendi aleyhine de olduğunun farkında varmadan bunu dinin de dünyanın da aleyhine kullanır.

Sonuç olarak şunu ifade edelim ki devlet büyüklerimizin ifadelerindeki, vatandaşın beklentisindeki, İslami kesimin özlemindeki “öze dönüş”, “milli ve yerli oluş” ancak ve ancak İslami referanslarla mümkündür. Aksi halde ne yapılırsa yapılsın, istenilen kalitede/düzeyde bir verim almak mümkün değildir. Nitekim söylem olarak çokça zikredilmiş olmasına rağmen memleketimizde on beş yıldır eğitim/öğretim sahasında elle tutulur, gözle görünür bir netice de elde edilememiştir. Çünkü bugüne kadar ellerinde imkân olanlarımız -hüsnü zannımızla öyle değerlendiriyoruz ki- içlerinde var olmasına rağmen bir takım çekinceler yüzünden hep bu meseleyi göz ardı etmişlerdir. 

Hâlbuki müminler Allah’a sığınmalı, gereken adımları atmalı idi. Eğer gerek siyasi, gerekse şartların olgunlaşmaması gibi bir takım şartlar öne sürülerek ertelene ertelene başımıza ne belalar geliyor. Açıkça söylemek gerekir ki eğer düzgün bir İslami eğitim verilse idi; yani maarif temelli, irfan geleneğinden hareketle insan yetiştirilmeye gayret edilse idi bunlarla karşı karşıya kalınmazdı. Çünkü bu gelenekten yetişen insanlar, madde ile manayı birbirinden ayırmayan terazinin her iki kefesini de dengede tutmaya çalışan kimselerdir. Çünkü ruhun gelişmesi ancak bu mana ile mümkündür. Ruh gelişirse insan her türlü hayrı gerek dünyevi gerek uhrevi, gerek İslami gerek fenni bütün ilimleri elde etmeye müsait hale gelir. 

Cenabı Hak bizi dünyevi ve uhrevi bütün hayırlarla bereketlendirsin. İrfana erişmeyi cümlemize ikram eylesin. İrfan bilinci yetişmiş nesillerin başta İslam âlemi olmak üzere bütün dünyaya huzur ve saadeti dünya gözüyle bir an bile olsa görebilmeyi nasip eylesin.

 

Yazar: Abdülkadir VİSÂLİ

 

Aralık 2016

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin ARALIK 2016 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “MAHŞERDE BİR KORKU FİLMİ, BİR ENDİŞE YUMAĞI DEĞİL; BİR SEVİNÇ KAYNAĞI OLMALI” Başlıklı sohbetlerinde:

Sual: Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse de hadisi şeriflerde pek çok kez mahşerden bahsediliyor. Malum mahşer; haşr olunan, toplanılan yer anlamında. Kelam ilminde bunun mahiyetinden de biraz bahsediliyor...

Bizler genelde, mahşer için inandık der, geçeriz ama böyle demeyle de mahşer bizi, hayatımızı çok fazla etkilemiyor. Halbuki bizi en fazla etkilemesi gereken noktalardan bir tanesi olmalı mahşer. Çünkü o güne dair bazı ayetler ve hadisler bize oldukça etkileyici bir tablo sunuyor. O günkü dehşetten, korkudan, bekleyişten bahsediliyor. Dünyada da bu duyguların benzerlerini yaşıyoruz pek çok defa. Bunlar da birer nimet olarak algılanabilir. Çünkü bir benzeri dünyada verilmiş ki iyi düşünelim… 

Mesela bir öğrenciyi düşünürsek; sınav başladığı zaman artık ne halde ise odur. Eğer gayri meşru bir yolla yani kopyayla vesaire uğraşmıyorsa; ne biliyorsa o olacak yanında. Ve adeta hocasıyla baş başa kalacak. Mahşerde de böyle bir durumun vuku bulacağı haber verilmiş bize. Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bazı hadislerinde insanların giyinik olmayacağından bahsediyor. Hazreti Aişe validemiz: “Ya Rasulallah, biz de mi öyle olacağız?” diye soruyor. Efendimiz de cevaben buyuruyor ki: “Öyle halde olacağız ki kimse kimseyi görmeyecek.” Yani erkeklik dişilik kimsenin umurunda olmayacak o halin vahametinden. Adeta Allah ile karşı karşıya kalacağız. Bunların dünyadaki yansımaları neler olmalı? Mahşeri burada yaşamazsak oradaki asıl mahşere hazırlıklı gitmiş olmayız herhalde?

Cevap: Önce, Cenabı Hakk’ın mahşerde bütün ehli imana ve içlerinde de bize yardımını dileyerek başlayalım. Çünkü malumunuz Cenabı Peygamber buyurmuşlar ki; kimse yapıp ettiği şeylerle bahsettiğiniz o mahşerdeki imtihanları, o badireleri geçemez. Ancak herkes Allah’ın nusretiyle, Allah’ın rahmetiyle mahşerden selamete çıkabilir, cennete dahil olur. Sahabi “Siz de mi ya Rasulallah?” diye sorduklarında kendisi için de Cenabı Peygamber (aleyhissalatu vesselam): “Biz de!” buyurmuşlar. Yani kendisinin de ancak Allah’ın rahmiyle, keremiyle, fadlıyla o imtihanı verebileceğini ifade buyurmuşlar… 

Bu yüzden mahşerde Cenabı Hakk’ın yardımını ummaktan öte bizde hem ciddi bir gayret hem de samimi bir talep olması lazım. Ama meseleleri sıralamaya koyduğumuzda mahşer en son hadisedir. Sanki son imtihanımız diyelim. Mahşerden önce de bizim dikkat etmemiz gereken hususlar var. 

Biliyorsunuz bütün semavî dinlerin temel meseleleri özetle üç sacayağı şeklinde bize bildirilmiş. Bunun birincisi tevhiddir; Allahu Teala’nın vahdaniyetidir, varlığıdır, Zatı’dır, sıfatlarıdır, fiilleridir; bunlarla alakalı bilmemiz gereken mevzuattır... Dinin temel ayaklarından birisi budur. 

İkinci ayağı risalettir. Bize tevhidi ve mahşeri işleyen bir eğitimcinin, bir muallimin varlığıdır. Çünkü biz inanıyoruz ki tesadüfî bir şey yoktur, her şey tasarrufîdir, tevafukîdir, ilahi muradın bir neticesidir. Bu yüzden inancımızın temel umdelerinden birisi de risalet-nübüvvet-peygamberlik müessesesidir. 

Üçüncü temel esas ahiret yani mahşer ve ötesidir. 

Adeta biz bu üç temel unsurun içeriklerinin, muhtevasının tamamına din diyoruz. Tevhide, risalete ve ahirete ait bütün mevzuatın bileşimine din diyoruz. Tabi ana hatlarıyla yoksa dinin farklı bölümleri de vardır. Tevhidin kendi içinde bilinmesi gereken noktaları vardır. Risaletin ve ahiretin de keza öyledir. Bunlar farklı bablara ayrılabilir…Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Vahdettin ŞİMŞEK; “Beşeri İdeolojiler Fedai”, Abdülkadir VİSÂLİ; “Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım” ve Andelib; “Hakk'a Adanmış Hayatlar başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Veysel ÖZSALMAN - Korku

Sâlik-i İrfân - İkinci Yusuf

İrfan AYDIN - Halep - Musul Hattı - 2

Tamer DOYMUŞ - Size Kitab'ı ve Hikmeti Talim Edip Bilmediklerinizi Öğreten Bir Rasul Gönderdik

Hüseyin YAĞIZ - Mevla'ya Gider

Yusuf-i Kenân - Çocuk Toprak Gibidir Ne Ekersen Onu Biçersin

Salih ŞAKAR - Sıcacıktır Dost, Sımsıcaktır

Şeb-i VUSLAT - Dil ve Afetleri - 4 Münakaşa ve Mücadele

Mine ŞİMŞEK - Peygamberlerin Hayatları

Gönül Pınarından - Beden Dilimiz Lisanı Halimiz

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort