JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 01 Ocak 2017 10:21

Ocak 2017 Mukaddime

 

Sayı : 109 - Ocak 2017

 

Gülzâr-ı Hâcegân dergimizin, kıymetli okuyucuları;

Dergimizin onuncu yılının ilk sayısında sizlerle birlikteyiz. Zor şartlarda da olsa Rabbimiz’in inayeti, büyüklerimizin himmeti ve sizlerin gayretleriyle bugünlere ulaştık. Nihayetsiz hamd, şükür ve teşekkür ediyoruz.

Bizler dokuz yıl boyunca öncelikli olarak iki şeyin anlaşılmasına gayret ettik.

Birincisi, din-i mübîn-i İslam’ın her boyutuyla iyi anlaşılmasıydı. Özellikle son yüz elli sene içerisinde köklerinden koparılmaya çalışılan dinimizin, asr-ı saadetten günümüze kadar kopması mümkün olmayan bağlarla nasıl bağlı olduğunu izah etmeye çalıştık. Günübirlik yorumlarla, dışardan baskıyla sokulmaya çalışılan bid’atlerle, yozlaştırma gayretleriyle içi boşaltılmaya çalışılan İslam ahlakının temiz kaynaklarla nasıl korunacağını anlatmaya çalıştık.

İkinci olarak, işte bu temiz kaynağın ortaya konması için o sağlam zincirin taşıyıcısı olan insanı kamili tanıtmaya çalıştık. Bunu yaparkende hem o zincirin ilk halkası olan Efendimiz’den (sav) günümüze kadar gelen büyüklerimizin hayatlarından faydalandık hem de bu zincirin günümüzdeki halkası olan insanı kamilin fem-i saadetlerinden dökülen incilerden faydalandık. Çünkü bizler şuna inanıyoruz ki, Allah dostları dinimizin kandilleridir. İnsanlık onların nuruyla aydınlanır. Bu aydınlığın kesintisiz olması için de Cenab-ı Rabbü’l-âlemin her dönemde zatına ayine olacak dostlarını bulundurmuştur. Yeter ki bizler güneş varken gözünü kapatıp “Güneşi göremiyorum!” diyen nasipsizlerden olmayalım.

İşte bizler dergimizin yayın ekibi ve yazarlarımız olarak bu iki umdeyi sizlere açıklamayı bir kardeşlik vazifesi olarak gördük ve Allah (cc)nasib ederse bundan sonra nice on yıllar boyunca bu vazifeyi yapmaya devam edeceğiz.

Bu duygularla Allah’tan hepimize murad-ı ilahiyi anlayabilmeyi nasib buyurmasını diliyor ve hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.

 

ocak 2017 2

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin OCAK 2017 sayısı çıktı.

Rasulullah'ı İftihar Ettirecek Ümmet Olabilmek - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Rasulullah'ı İftihar Ettirecek Ümmet Olabilmek

 

Salavat olmaksızın kişinin hamdı, hamd etmesi eksik olur, teşekkürü yarım kalır. Nimetlerin, lütufların, ihsanların sahibi ve onların yaratıcısı/Hâlık’ı, onları bize veren Cenabı Hak’tır. Ama bunların bize bir veriliş sebebi var. O sebep de Sultanu’l-Enbiya’dır, aleyhissalatu vesselam. Bütün varlığın hilkatindeki sebep Efendimiz aleyhissalatu vesselam... Kişi nimetin sahibine teşekkür ederken sebebine de teşekkür etmezse şükretmiş olmaz, nankörlük olur. 

Ayeti kerimede Cenabı Hak adeta kendisine şükürle birlikte annemize babamıza da şükretmemizi emrediyor, onlara da şükret buyuruyor. 

وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِۚ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ وَهْناً عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ ف۪ي عَامَيْنِ اَنِ اشْكُرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيْكَۜ اِلَيَّ الْمَص۪يرُ 

“Biz insana, anasına ve babasına itaati de tavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. (Biz insana): ‘Bana, anana ve babana şükret!’ diye de tavsiye ettik. Dönüş, ancak Bana’dır.” (Lokman 14)

Onlar dünyaya gelmene vesile oldular, sebep oldular. Yemediler, seni yedirdiler; giymediler, giydirdiler… Her türlü zahmeti senin için çektiler. 

Bir sahabe yaşlı annesine sırtında Kabe-i Muazzama’yı tavaf ettiriyor… Şimdiki gibi vantilatör, klima, yerden soğutma vesaire hiçbir şeyin olmadığı, belki gölgede sıcağın elli derece olduğu bir ortamda sahabe annesini tavaf ettirirken Cenabı Peygamber onu seyrediyor. Sahabi, Efendimiz’in kendisine baktığını fark etmiş tavafı bitirdikten sonra bitap, yorgun, kan ter içinde Efendimiz’in yanına gelip,

- Annemin hakkını böyle ifa edebilir miyim ya Rasulallah, diye sormuş. Efendimiz buyurmuş ki; 

- Ömrün boyunca onu sırtında Kabe’de tavaf ettirsen seni karnında bir gün taşımasının hakkını ifa edemezsin… 

Dokuz ay seni karnında taşıdı. Seninle, oturdu, seninle kalktı, seninle yattı, seni korudu. En ufak bir dikkatsizliği senin hayatına mal olabilirdi.

Bu yüzden Cenabı Hak ayette sebebe de teşekkürü emrediyor. Buradan da anlıyoruz ki teşekkür anlamında sebebe şükretmedikçe şükür tamam olmuyor. Bütün bu varlık Sultanu’l-Enbiya (aleyhissalatu vesselam) hürmetine var edilmiş. Öyleyse O’na teşekkür etmedikçe Allah’a hamdimiz tamam olmaz. Bu yüzden Allah’a hamd ederken bir nimete besmele çekerken bir de salatu selam getirip Efendimiz’i hatırlamamız lazım. Çünkü bütün nimetler bir nevi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) patentlidir. Bütün nimetlerin patenti Hazreti Muhammed’e aittir. O’nun için, O’nun sebebine vardır. 

Cenabı Hak varlık alemini seviyeli yaratmış. Yani misal altın var, bakır da var; elmas var, çakıl taşı da var. Bu anlamda bakır da çakıl taşı da bir nimet... Nasıl nimet?.. Çakıl taşı olmasa biz elması anlayamayız. Allahu Teala mukayese yapmamız için, elmasın değerini net anlayabilmemiz için çakılı halk ediyor, onunla mukayese yapabiliyoruz biz. Bize elmasın değerini çakıl söylüyor. Bize altının değerini bakır söylüyor, bakır olmasa biz altını da anlamayız, bakırla mukayese edince bu daha kaliteli bir maden diyoruz. 

İnsanlar da böyle… Şimdi böyle alim, hoca müsveddeleri olmasa, sözde müslüman müsveddeleri olmasa gerçek alimin, fadılın, müslümanın kıymeti bilinmez. İş ki bunu anlayabilsek… 

FETÖ adında bir grup çıktı diye bütün müslümanları töhmet altında tutmak yanlıştır. Hadis sünnet karşıtı, tasavvuf karşıtı malum modernist ekipler fitnevizyona çıkıp cemaatleri şirkle, müşriklikle suçluyorlar. Bu insanlar çakıl taşı gibi… Bize, elmas olan insanların kadru kıymetini gösteriyorlar. Tarih boyunca gelmiş olan o insanların büyüklüğünü görüyoruz. 

Şimdi bu tip ekipler böyle yaptı diye biz İmam Azamımızdan, Şafiîmizden, Malikîmizden, Hanbelîmizden nasıl vazgeçebiliriz? Biz Nevevîmizden, Suyutîmizden, Buharîmizden nasıl vazgeçelim? Biz Gazzalîmizden, Geylanîmizden, Rabbanîmizden niye vazgeçelim? 

Tarih boyunca sahte peygamberler çıkmış nübüvvetin şahidi olmuşlar. Biz bunu hep söylüyoruz: bir işin yalanı varsa, bir işin sahtesi varsa o gerçeğin şahididir, o işin gerçeği vardır. Çünkü gerçeği olmayan bir şeyin yalanı olmaz. Yani varlığı olmayan bir şeyin gölgesi de olmaz. Varlık yoksa, geri planda bir şey yoksa onun gölgesi olmaz. Yalan doğrunun şahididir, yalan varsa mutlak doğru vardır. Sahte peygamberler tarih boyunca risaletin, nübüvvetin en büyük şahitlerinden olmuşlardır. 

Veya akıl bunu kabul eder mi ki sahte peygamber var diye biz yüz yirmi dört bin -ala rivayetin- iki yüz yirmi dört bin peygamberi çizelim, -hâşâ- bunlarda da böyle bir hal var mı, diye şüphelenelim… Böyle bir şey olabilir mi? 

Fıtrat, hilkat, icat… Sünnetullah diyoruz bunlara, Allah’ın yeryüzünde cari olan adetleri… Bunlar kevni kanunlar… Bunlara baktığınızda, Kur’an’a baktığınızda, sünnete baktığınızda, insanlığın ihtiyacına, gidişatına baktığınızda bütün bunlar bir rabbani silsilenin, eğitimcinin, alimin, fadılın -her ne diyorsak toplumlarda bu farklı isimlerle anılır- varlığını elzem ve gerekli görmekte. Ve varlığını tespit ve teyit etmekte, şahitlik etmekte… Bütün bunları görmezden gelip; gerek kevni kanunları, ihtiyaçları; gerekse Kur’an’ın ve sünnetin açık, net işaret ve beşaretlerini hiçe sayıp sermayeyi kediye yüklemek misali bütün sermayeyi o Pensilvanya’daki lanetullahın üzerine yüklemek aklın, imanın, irfanın kabul edebileceği bir şey değil. 

Rabbimizin beyan buyurduğu bütün hakikatlerin tamamının şahidi olarak Cenabı Hak bir ferman buyuruyor. Bunu namazlardan sonra tesbihatımızda sürekli okuyoruz:

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِ 

“Allah Teala, kendisinden başka bir ilah bulunmadığına adaletle kaim olarak şehadet etmiştir. Melekler de, ilim sahipleri de (şehadette bulunmuşlardır).” (Al-i İmran 18)

Hakikatlerin şahidi olarak Cenabı Hak önce kendisini gösteriyor. O hakikatlerin Allah şahididir ki O’nun gibi bir şahit, O’nun gibi bir bilen, gören düşünmek bile akla ziyan bir hadise… Melekler şahit… Melekleri şahit gösteriyor Cenabı Hak. Ve ilimde zirveye ulaşmış, âlî/yüce olmuş ilmi müktesebatı tekamül etmiş, kamil bir sınıfa erişmiş insanlar şahit. Ki başka ayetler bu tip insanlara rasih diyor, bugünkü tabirle ordinaryüs profesör dediğimiz kişiler… Kur’an bu anlamda onları da şahit olarak gösteriyor. Hakikatın, hikmetin, tevhidin, risaletin, nübüvvetin yani bütün afakî ve enfusî seyrin, işleyişin şahidi olarak Cenabı Hak kendisini, meleklerini ve alimleri gösteriyor. 

İnsan biraz haya eder. Cenabı Hak “var” buyuracak sen kalkıp Hakk’a muhalefet edeceksin, böyle bir şey yok diyeceksin. Cenabı Hak emrediyor: “كُونُوا رَبَّانِيّ۪نَ -  Rabbaniler olun.” ilminizle, amelinizle, ahlakınızla, tavrınızla, halinizle, kâlinizle, içinizle, dışınızla Rabbanîleşin, mürebbi olun, terbiyeci olun. Terbiyeci olmak için terbiye edilmiş olmak lazım. Bu Rabbimizin bizden isteği. Cenabı Hak bunu istiyorsa bu isteğini gerçekleştireceği müesseseleri de halk etmiştir. 

Cenabı Hak bizatihi ilk evvel kendisi Hazreti Âdem’e öğretmiştir, bu eğitim böyle başlamıştır. Meleklerine karşı Âdem ile mufahhar olmuş, iftihar etmiş. Hazreti Âdem’e esmayı öğretmiş. Her şeyin ismini yani eşyanın hakikatini öğretmiş. Bu anlamda ilk muallim Cenabı Hak’tır. İlk terbiyeci Cenabı Hak’tır.

Sonra peygamberlerini vahiy ile eğitmiş burada terbiyeci olarak Cebrail aleyhisselamı görüyoruz. İkinci mürşid Cibril-i emindir. 

Cibril’den yetişen, ilmi ahzeden, hakikati öğrenen peygamberler ümmetlerine mürşid olmuşlardır. Üçüncü eğitimciler, üçüncü sırada peygamberler vardır. Onlar birer eğitimcidir, bir yönleriyle alimdirler, Allah’ı bilen insanlar… 

Sonra bakıyoruz Cenabı Hak kısmen bunu Hira’da müesseseleştiriyor. Hira Dağı ilk medresedir, orada bir eğitim başlıyor. “İkra - Oku!” diye bir eğitim başlatıyor oradaki eğitimci Cebrail aleyhisselamdır. Peygamberi eğitiyor. Hira bir medrese oluyor. 

Cenabı Hak Efendimiz’e;

“ يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ قُمْ فَأَنذِرْ- Ey örtünüp bürünen (Peygamber!) Kalk da uyar!” buyurarak oradan aldığı bilgiyi, hakikati açıklamasını istiyor. Yani örtülerini bırak, örtünün altından çık, örtünmene gerek yok. Hakikatler örtülemez, artık hakikatlerin üstündeki örtüyü kaldır, açıkla her şeyi, zahir olsun. Kalk, kalk ki herkes Seni görsün… 

“Kalk da uyar!” Gerekirse Allah adına tehdit et, gerektiğinde Hakk’ı tebliğ ederken korkut… Çünkü sen sadece Allah’ın rahmetini temsil için gönderilmedin. Evet, aleme rahmetsin ama bu ayetten anlıyoruz ki sen Allah’ın adaletine de memursun, Allah namı hesabına adaleti de tesis et. 

“وَرَبَّكَ فَـكَبِّرْۙ - Rabbini yücelt!” Allah’ın ismini, Allah’ın davasını, Allah’ın şeriatını, Allah’ın ahlakını, Allah’ın emrini, ilmini yani Sana bu anlamda Hira Medresesi’nde ne öğretilmişse, Sana ne verilmişse onların hepsini yücelt, onların yüceliğini, üstünlüğünü bildir.

Bu yönüyle Cenabı Peygamber eğitimciliğe başlıyor. Hira’dan geliyor, ikinci medrese Daru’l-Erkam oluyor, orada başlıyor. O Daru’l-Erkam’da bu hikmetleri öğrenen ashab muallim oluyor. Daru’l-Erkam’dan yetişen Musab b. Umeyr Medine’ye muallimliğe gidiyor. Hicretten iki yıl önce Musab Medine’ye gitmişti. Medine’de bulunan müslümanların evinin her biri bir dergah oluyor adeta bir eğitim yuvası, insan yetiştirme yuvası oluyor. Bu silsile devam ediyor… 

Bakıyoruz ki Cenabı Hak onları rıza makamına ulaştırıyor. İmanla Rasulullah’ın (aleyhissalatu vesselam) terbiyesi, nazarı, muhabbeti marifette onlara tavan yaptırıyor. Medine-i Münevvere’ye geliyorlar Suffe üniversitesi kuruluyor. İhtisas bölümü Suffe… Oradan eğitimci yetişiyor. Ahkam, fıkıh, hadis, ahlak… Adeta İslami bütün ilimler orada mütalaa, müzakere, tatbik ediliyor ve oradan tebliğ başlıyor. Bakıyoruz Allah Rasulü her bir ashabını bir muallim, bir yıldız, bir hidayet imamı olarak gösteriyor. Cenabı Hak da biz onların hepsinden razıyız buyuruyor. Yaptıklarından, söylediklerinden razıyız, buyuruyor. İnsan beşerdir yanlışları da vardır ki sahabenin yanlışları da olmuş. Peygamberlerden başka kimse masum değildir. Ama kasıtları olmamış. Yanlışları yaparken bile belki Allah için yapmışlar. Buna rağmen Cenabı Hak buyuruyor ki biz onların yanlışlarından da doğrularından da; hallerinden, kallerinden her şeylerinden razıyız. Onlar ihlas abidesidir, samimiyet, sadakat örneğidir. 

Elhamdulillah, bu insanlardan tevarüs eden hakikatleri bir arı misali Hasan Basrî gibi, İmam Azam gibi, Süfyan Sevrî gibi tabiinden yetişen insanlar sahabi çiçeklerine konarak onlardaki ilmi, ameli, ahlakı müthiş bir bala çevirmişler macun yapmışlar. Ve ümmet sofrasına koymuşlar. Mezhepler böyle oluşmuş.

Cenabı Hak bir arının yaptığına, çiçeklerden toplayıp öze çevirdiği bir nimete; zahiren düşünüldüğünde -hepinizden özür dilerim- bal dediğimiz şey bir arının pisliği. Cenabı Hak bir hayvanın pisliğini bize bir şifa olarak sunarsa düşünün ki bu İslam büyüklerinin Kitab’tan ve sünnetten; Kitab ve sünnetin adeta canlı şahitleri olan, gökteki yıldızlar gibi olan o sahabelerden alınan ve tamamıyla Allah’a ait olan, ilim, hikmet, marifet macunu nasıl şifa olmasın insanlığa? Bu eşref-i mahluk olan insanın sinek kadar bir değeri yok mu? Allah dilediği için sineğin pisliği şifa oluyor, amenna ve saddakna. Razı olduğu insanların güzel halleri düşünün ki nasıl şifa olur? Nasıl bir fayda, nasıl bir menfaat ondan elde edilir? 

Ama gerçekten onu taşıyan insanlar; eşek arısının yaptığı ayrı… Şimdi biz eşek arısının yaptığıyla normal arının yaptığı balı karıştırmıyoruz. Eşek arıları da olacak. Dedik ya bakır, altının şahididir, altının değeridir, buna açığa çıkarıyor. 

Bal için Cenabı Hak “Onda insanlar için müthiş şifalar vardır.” buyuruyor. Bu yüzden biz bu güzel insanların nakillerine, rivayetlerine, ifadelerine, hallerine şifa olarak bakıyoruz. Baldan daha lezizdir çünkü bu ilimdir; Allah’ın sıfatıdır. Bu zikirdir; Allah’ın methiyesidir. Bu irfandır; Allah’ın tanıtımıdır… Hangi yönüyle bakarsanız Allah’a aittir. Öyle bir şifadır, öyle bir nurdur, öyle bir huzurdur, öyle bir sürurdur ki tarif edemeyiz. 

Bu anlamda her bir İslam büyüğü; biraz önce saydığımız Hasan Basrîler, İmam Azamlar, İmam Şafiîler, İmam Malikler, İmam Hanbeller, Ebu Yusuflar, Muhammedler, Züferler, Gazzalîler, Geylanîler, Şaranîler, Rabbanîler… her biri müthiş bir kovan gibidir. 

Balın da kalitesi olabilir; çam balı var, Anzer balı var. Anzer balının kilosu bin lira… Çam balı da var kilosu elli lira ama o da bal, o da şifa… Anzer balı şifa olduğu gibi o da şifa… 

Alimlerden gelen bu rivayetleri böyle düşünelim, hepsi bal. Kimi çam balı, kimi kestane balı, kimi kekik balı, ıhlamur balı… Ama şifa olma özelliklerinde bir tereddüt yok. Yeter ki fazla şeker katmasın yani kendisinden bir yorum işin içine katmasın, içine glikoz karıştırmasın. Bütün bu ballar şifa… 

Sâdâtımız, büyüklerimiz elhamdulillah, müthiş bir petek… Bin beş yüz senedir bu petekler sağılıyor halen bu devam ediyor, kıyamete kadar da devam edecek. Bu gerçeği kimse göz ardı edemez, bu Sünnetullahtır. Bu sadece bir buçuk milyar müslümanı kapsayan bir şey değil Sultanu’l-Enbiya bütün insanlık için rahmettir. İnanırsa ne ala, ama bütün insanlık için var. Öyleyse O’nun varisleri de aynıdır. Onun çiçeğinden bu balı özümseyenler bütün insanlığın hidayeti içindir. Şimdi biz bunları yok sayıp yedi milyar insanı karanlığa gömsek bunları diri diri öldürmüş oluruz. Allah bizi böyle duygudan, böyle anlayıştan uzak eylesin, muhafaza eylesin inşaallah. 

Cenabı Hak geçmiş ümmetlerden bize örnekler gösteriyor… Hazreti Süleyman’ın (aleyhissalatu vesselam) vezirini Kur’an bize örnek gösteriyor: Asaf b. Berhiya… Belkıs’ın tahtını ilimle getirmiş. İfritlerden olan bir vezir demiş ki ben hemen göz açıp kapayıncaya kadar tahtı getiririm. Ama o sihirle getirecek… Hazreti Asaf çıkmış ben ilimle getiririm demiş ve getirmiş. Allah ve peygamberi Süleyman aleyhisselam ondan razı olmuşlar. Bunu Cenabı Hak örnek gösteriyor bize. O peygamberin ümmetinden böyle bir ferdi örnek gösteriyor bize. 

Yine başka bir peygamberin ümmetinden bakıyoruz Nasuh’u örnek gösteriyor Cenabı Hak. Öyle bir tevbe etmiş ki Rabbimiz o tevbeden razı olmuş, “Siz de öyle tevbe edin!” diye onu örnek gösteriyor. 

Cenabı Hak Yasin-i Şerif’te kabri Antakya’da olan Habib-i Neccar’ı örnek gösteriyor, ondan razı olduğunu bildiriyor: “Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.” diyor, taşlayarak şehid ediyorlar… Habib-i Neccar’ı örnek gösteriyor Cenabı Hak. 

Bir bayanı, Hazreti Hâcer’i örnek gösteriyor Cenabı Hak; iffetin, teslimiyetin abidesi olarak… Asiye’den bahsediyor Kur’an, Firavun’un hanımı. 

Yahu insaf edin o peygamberlerin aleyhimussalatu vesselam ümmetlerinden böyle kamiller, böyle abide şahsiyetler olsun da Allah’ın Habibi’nin ümmetinden, kendisinden sonra başka bir peygamber gelmeyecek bir peygamberin ümmetinden ve ümmetlerin de en şereflisi olan ümmetin içinden böyle insanlar çıkmasın, bu Allah’a reva mı? Üstelik de bu Peygamber buyurmuş olsun ki: “Ben sizinle yarın diğer, selef ümmetlere karşı iftihar edeceğim...” 

Öyleyse bu ümmetin içinden öyle Hâcerler çıkacak ki Cenabı Peygamber Hazreti Hâcer’e onunla iftihar edecek. Çıkmış; Hazreti Aişe… İffetin, ismetin örneği… Kur’an buna şahit… Aişe’yi iffet abidesi olarak bize gösteriyor. Adeta Hâcer’in, Asiyye’nin karşısına çıkarıyor. 

Hani her şeye Kur’an’dan delil arıyorlar ya bu dalalet ehli, o yüzden Kur’an’dan söylemeye çalışıyorum ki gözlerine girsin. Gönüllerine bir şey girmiyor, gönülleri kapalı, hatmedilmiş, o yüzden Kur’an’dan bunları söylüyorum. 

O ümmetlerde Asaf’lar yetişmişse, Nasuh’lar yetişmişse, Hâcer’ler yetişmişse bu ümmetin içinde de yetişecek elhamdulillah daha ziyadeleri yetişecek, daha kamilleri yetişecek. 

Bunların zaten temel beslendikleri kaynaklar belli… Bu şeref yoksunu herifler Hazreti Musa’nın mucizesini kabul ediyor, Hazreti İsa’nın mucizesini kabul ediyor Sultanu’l-Enbiya’nın mucizelerini kabul etmiyor. O peygamberlerin karşısında adeta Hazreti Peygamber’in bütün elini kolunu bağlıyor, elindeki imkanları alıyor. Bu ne demektir, insan ne anlar bundan?

Sual: Efendim bunlar her ne kadar bunu alenen dillendirmeseler de sanki zamirlerinde peygamber düşmanlığı var. Geçenlerde bunlardan birisi istihza eder bir tarzda “Namazı Peygamberden öğrenmedik, namaz yahudilerde var olan bir ibadetti, biz onlardan aldık.” diyordu…

Cevap: Yahudilerde namaz var. Bunu Kur’an bahsediyor ama biz namazı yahudilerden öğrenmedik. Bize namazı yine Kur’an bildirdi, biz Kur’an’dan öğrendik namazı, yahudilerde de namazın var olduğunu yine Kur’an’dan öğrendik. Yahudilerde namaz vardı fakat farklıydı. 

Bir insan peygamberden öğrenmeyip yahudilerden bir şey öğreniyorsa onun üstünde yapacağı etki de malum… 

Cenabı Hak bize yahudileri de, hristiyanları da ehli şirk olarak gösteriyor. Onlar müşriktir buyuruyor. Yahudiler Üzeyir’i, hristiyanlar Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu iddia ettikleri için onlar müşriktir buyuruyor ve akabinde dönüp müşriklerin necis-pis olduğunu bize buyuruyor. Öyleyse bize bunların öğrettikleri şirkten başka bir şey değil, bunlar başka bir şey öğretemezler. Biz yahudilerden, hristiyanlardan şirki öğrenebiliriz. Dini tahrif etmeyi öğrenebiliriz, bunlar tevhid dinini tahrif etmişlerdir. 

Biz bütün hakikatleri bu anlamda Rasulullah’tan ve Kur’an’dan öğrendik. Kim nereden öğreniyor, öğrensin... 

Bizim dünya işlerimizi halletmek için zahirde kullandığımız takvim nasıl ki Rasulullah’ın hayatında dönüm noktası olan bir amelle; O’nun hicretiyle başlamışsa bizim bütün manevi hayatımızda O’nun nübüvvetiyle, nübüvvetinin ilanıyla başlamıştır. Biz ondan önce hiçbir şey bilmiyorduk; kördük, sağırdık. Helvadan, ağaçtan kendi ellerimizle ilahlar yapıp tapınan insanlardık. Bizi o gafletten bizi o küfürden, dalaletten, şirkten, benlikten vesaire her türlü manevi pislikten Rasulullah çıkardı elhamdulillah. O bize hidayet yolunu gösterdi, O bize şeriatı vaaz etti, O bize ahlakta, insanlıkta örnek oldu. 

Biz yahudilerden bir şey öğrenmedik. Fesadı öğrendik onlardan. Bir söz vardır, kundakta giren huy teneşirde çıkar… Bugünkü yahudiler ne ise şimdi o günküler de öyleydiler. Bugün İsrail ne ise bugünkü Siyonizm ne ise Efendimiz’in nübüvvetinden önceki yahudilerle aynıydılar. 

Rabbim bize ne verirse ilim olsa, hikmet olsa, nimet olsa, imtihan için musibet olsa, hastalık olsa; her ne olsa hayırlısını versin... Bize ve insanlığa faydalı olacak, insanlığı insanlıkta tekamül ettirecek, ileri adımlar attıracak; onlara Allah’ı tanımalarına, Allah kullukta bulunmalarına vesile olacak güzellikler versin.

İlmin faydalısını nasip etsin bize. Bize zarar verecek, Zâtı’ndan, Habibi’nden, dostlarından uzaklaştıracak bilgilerden bizi uzak eylesin. Cenabı Hak onları bizim zihnimize, gönlümüze yerleştirmesin.

Kim o tip zehirli bal taşıyorsa Cenabı Hak onların zehirlerinde kendilerini helak etsin, ümmet-i Muhammed’i, bizleri, çoluk, çocuğumuzu bu tip fesat bilgilerden, anlayışlardan, bozuk itikatlardan, batıl amellerden muhafaza eylesin inşaallah.

Bizi Rasul-i Kibriya’nın (aleyhissalatu vesselam) sünnetine bütün varlığımızla yapışıp O’nun günümüze kadar uzanan manevi eli olan, kesintisiz bir zincirle, bir silsileyle O’na bağlı olan, ashabtan, ehli beytten günümüze tevarüs eden sâdâtımızın elinden elimizi, eşiğinden yüzümüzü, muhabbetlerinden gönlümüzü uzak eylemesin.

 

ehli sünnet islamın yaşanmışlığıdır

Ehli Sünnet İslam'ın Yaşanmışlığıdır - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Ehli Sünnet İslam'ın Yaşanmışlığıdır

 

Muhterem kardeşlerim, dergimizin bu ayki konusu “Müslüman Toplumlarda Kavram Kargaşası” ve bu kavram kargaşasının iki ana kavramı; ehli sünnet anlayışı ve Şiiliğin mahiyeti hakkında olacaktır.

Rabbimiz celle ve ala hazretleri Kelam-ı Kadimi’nde buyuruyor ki:

“Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kabe’yi kıble yapmamız da şunun içindir: Peygamber’in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım. Bu iş elbette Allah’ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Bakara 143)

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Din ile ilgili hususlarda aşırılıktan sakının! Sizden önceki toplulukların helakine sebep olan şey onların dini meselelerde aşırı gitmeleri, haddi aşmalarıdır.” (İbni Mâce, Sünen)

Başka bir hadiste de Hz. Peygamber (sav) üç defa şöyle buyurmuştur:

“Aşırı gidenler helak oldu.” (Müslim, Sahih)

Ayeti kerimeden de hadisi şeriflerden de anlaşılacağı üzere İslam dini ifrat ve tefritten uzak, itidal üzere olan, Rasulullah’ın ashabına ve onların izini takip eden selef-i salihine ve onları örnek alan, ilmiyle amil, muttaki, ihsan sırrına ulaşmış ulemayı izama tabi olanların dinidir.

Dolayısıyla sahih dinin yaşanmışlığı, pratiğe dönmüş şekli ve kadimiyyeti, sağlamlığını da ortaya koyacaktır. Yani Efendimiz’in (sav) yaşayarak ashabına talim ettirdiği ve onlardan tevarüs ederek devam eden anlayış İslam’ın mükemmele en yakınıdır. Bunun dışında kalan her anlayış, yerine göre bid’at, yerine göre nifak, dolayısıyla fitne ve yerine göre de küfürdür.

İşte asrı saadet ve tabiin döneminden sonra İslam’ı bozmak için harekete geçen, Yahudiler ve onlarla beraber hareket eden münafıkların oluşturmaya çalıştıkları fırkalar çoğalmaya başlamıştı. Bunun üzerine İslam’ı ashabı kiramın gönlünden, hareketlerinden ve sözlerinden öğrenen ve tatbik eden gerçek İslam alimleri bu sapık fırkalardan müslümanları uzak tutmak için kendilerine “ehli sünnet” demişlerdir.

Bu tabiri ilk kullanan, Muhammed b. Sîrîn (ra) (ö.110/728) olmuştur. “Ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandî’dir (ra) (ö.373/898). Bu tabirin içi yukarıda bahsettiğimiz gibi Kur’an ve sünnete tam bağlı ve bunu da ashabın uygulamaları ile kuvvetlendiren anlayışla doldurulmuştur. Günümüzde ise ehli sünnet tabiri sanki İslam’ın iki ana kolundan biriymiş gibi lanse ediliyor.

Yani bir ana kol ehli sünnet, diğer ana kol ise Şia şeklinde gösteriliyor. Biz yazımızın buradan sonrasını bunun böyle olmadığını izah etmeye ayıracağız.

Öncelikli olarak kadim kitaplarımızda ele alındığı şekliyle ehli sünnetin özellikleri nelerdir, bunu anlamaya çalışalım:

• Ehli sünnete göre dinin temel iki kaynağı vardır. Birincisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi ise Hz. Peygamber’in sünnetidir.

• İman ve amel birbiriyle sıkı bir ilişki içerisindedir. Hatta amel, imanın zayi olmaması için bir muhafaza olarak görülmüştür.

• Bütün inananlar kardeştirler. Ehli kıbleyi tekfir etmek kesinlikle caiz değildir. Fakat bugün İslam aleminin kalbine bir ok gibi saplanan ehli şia da ehli kıbleden sayılmaktadır. Şurasını iyi anlamalıyız ki, ehli Şianın yönü Kabe gibi görünse de aslında onların kıblesi Kerbela’dır. Nitekim Ali Hamaney’in hac ile ilgili verdiği fetva bunu açığa çıkarmıştır. Bundan dolayıdır ki bütün kolları ile Şia’yı ve bunlar gibi İslam’ın temel prensiplerine aykırı düşünen ve hareket eden hiç bir fırkayı kıbleye yöneliyor diye İslam dairesi içinde göremeyiz. Yazımızın Şia ile ilgili kısımlarında bunları izah etmeye çalışacağız. 

• Ehli kıble olmasına rağmen, büyük günah işleyenler, imandan çıkmazlar fakat günahkardırlar. Ancak işledikleri günahlardan tevbe etmeleri farzdır.

• Allah katında insanlar ancak takvayla üstünlük sağlarlar.

• İman edilecek hususlar açısından iman artıp eksilmez. Ancak kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır ve ibadet neşesini yok eder.

• Bütün müminler Allah’ın dostudur. Ancak müminlerden muttaki olanlar, takvada üstün olanlar Allah’ın veli kullarıdır. Allah dostlarından ve veli kullardan sadır olan kerametler haktır. Fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir.

• Ehli sünnet sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. Nefsi için kimseye düşman olmaz.

• Ehli sünnet, bütün alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’i hayatında örnek edinir. O’nun bedeni dünyamızdan ayrılsa da bizim bilemediğimiz bir şekilde diridir ve ümmetinin her zaman başındadır. Bunun için bir müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapamaz. Müslümanın temel ahlakı, kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese iyiliği emretmek ve kötülüklerden de sakındırmaktır.

• Ehli sünnete göre, ahirette peygamberlerin ve Allahu Teala’nın izin verdiği salihlerin şefaati haktır. Allahu Teala ahirette müminlere cemalini gösterecektir.

• Ehli sünnete göre, cennet ve cehennem ebedidir. Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilahî huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de orada ebedî olarak kalmayıp neticede cennete dahil olacaklardır.

Bunlar ehli sünnetin ön plana çıkmış özellikleridir.

Tekrar günümüze dönecek olursak; bugün ehli sünnet denilince, ilk dönemlerde ortaya çıkmış; Hariciler, Mu’tezile, Mürcie, Müşebbihe gibi sapık görüşlerin bugünkü uzantılarını da sunniliğin içerisinde göstermeye çalışıyorlar. Asrımızın büyük fitnelerinden olan Vehhabîlik, İslam alemini parça parça eden Selefîlik, aşırılıklarla dolu El-Kaide, Boko Haram, Daeş gibi radikal akımlar sunni tarafta gösterilmeye çalışılıyor.

Bunlarla beraber bir de tasavvufun yani ahlak maneviyatına yönelmiş kesim içinde gibi gösterilen fakat İslam şeriatından uzak, İslam’ı hevalarına göre yorumlayan, her türlü şekle giren, dinin ameli yönlerini zayıflatarak yok etmeye çalışan (FETÖ ve benzeri) gruplar da ehli sünnetin içerisindeymiş gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. İşte bunun sonucunda da İslam ümmeti dünyaya sunnilik ve Şia olarak iki grup olarak lanse ediliyor ve bunların arasındaki mutaassıp gruplar, batı ve batılın hizmetkarı önderleri ve geri planda da siyonizmin kışkırtmasıyla İslam coğrafyası kan gölüne döndürülüyor.

İslam tarihinde baktığımızda İbni Sebe Yahudisinin, örgütlediği Yahudileri ve İslam’ı kaynağından öğrenememiş cahil insanları kullanarak ilk fitneyi çıkardığını görmekteyiz. İbni Sebe ve avenesinin sadece Şia fitnesini ortaya çıkardıklarını zannetmek saflık olur kanaatindeyiz. Hazreti Osman efendimizin hilafetinin son yılları, şehadeti ve ardından çıkan olayların, Cemel Vakası’nın, Sıffin Savaşı’nda çıkarılan fitnelerin tamamında, İbni Sebe ve onun fikrindeki toplulukların rol aldığını görmeliyiz.

Ayrıca Şia ile birlikte İslam coğrafyasında ortaya çıkan bütün ekollerin dini duyarlılıktan çok bir kabile, ırk veya üstünlük asabiyeti üzerine kurulduğu da müşahade edilmektedir. Mesela Şia, Hazreti Hüseyin efendimizin şahadetini sürekli öne çıkararak Yezid’in tarafını tuttuğunu iddia ettiği ehli sünneti suçlamaktadır. Oysa işin aslına baktığımızda Kerbela faciasının müsebbibi olan Yezid’in de (Allah ona lanet etsin) tek gayesi Emevi kabilesini İslam’dan önceki mevkisine getirmekti. Diğer taraftan özellikle ehli beyte sahip çıktığını söyleyen ve Şia’nın bugünde en büyük müdafii olan Farisiler de Hazreti Hüseyin’in (ra) hanımı fars sultanın kızı Şehribanu hanım olduğu için çoğunlukla bu hanımdan dünyaya gelen Zeynelabidin hazretlerinin soyuna sahip çıkmaktadırlar. Yani bu konuyu özetlersek fitnelerin çoğaldığı dönemlerde ön plana çıkarak İslam adına büyük(!) işler yaptığını söyleyenlerin ve bu sayede aslında fitneyi körükleyenlerin tamamına yakınında İslam’ın kabul etmediği bir asabiyet anlayışının var olduğunu anlamalıyız.

Dolayısıyla günümüzde sanki ümmet-i Muhammed’in iki ana damarından biri gibi gösterilmeye çalışılan şia diğer sapık fırkalarla aynı kategoridedir, hatta daha da eşeddir. Bu noktada müslümanlar artık bunu anlamak zorundadırlar. Bir takım dini zorlamalarla Şia’yı İslam ümmetinin bir parçası olarak göstermemeliyiz. Yıllarca bizlere Şia’nın özellikle iki mezhebinin ehli sünnete yakın olduğu ve ehli kıble olduğu için tekfir edilemeyeceğini söylediler. Fakat şurasını unuttuk ki bu fırkanın imanının esaslarından birisi takiyye anlayışı idi. Bazen zarar görmemek için sanki ehli sünnet gibi görünmeye, görüşler öne sürmeye çalışıyorlardı. Bu sayede kendilerini içimizde muhafaza ediyorlar ve örgütlenerek saf gönülleri idlal ediyorlardı.

Fakat “Sizin şer gördüklerinizden hayır, hayır gördüklerinizden şer çıkabilir.” fermanı ilahisi gereği çok müslümanın şehid olmasına ve vatanından sürülmesine sebep olan Irak ve Suriye savaşları gösterdi ki, Şia’nın tamamı aslında farklı bir dinin mensublarıydı. Gerçek müslümanların hiç birini müslüman kabul etmiyorlardı ve hepsinin canı kendilerine helal idi. Görünüşte kendi mezhebleri içinde çok zıt görüşe sahip olduklarını bildiğimiz Esed zaliminin mezhebi olan Nusayrilerle bir olarak ehli sünnet olanlara adeta soykırım uyguladılar. 

Şimdi de bunların aslında dün de bugün de aynı küfrün içinde olduklarını gösteren bir kaç özelliklerini maddeler halinde yazalım:

1- Şia’nın, İslam dinini bozmaya çalıştığı en önemli konu Hazreti Ali’nin (kv) hilafeti meselesidir. Sahabe efendilerimizin tamamının istişaresi ve Efendimiz’in (sav) işaretleri doğrultusunda ilk halife olarak Hazreti Ebubekir (ra) efendimizin seçilmesinin Hazreti Ali efendimize haksızlık olduğunu söyleyerek bir taraftan ashabın tamamını suçlarken, diğer taraftan da Hazreti Ali’nin, Hazreti Ebubekir’e biat ederek hakkı olanı alamayıp haksızlığa göz yumduğunu dolaylı olarak söyleyerek bu iki yüce sahabiye de iftira ettiler.

2- Bunun neticesinde Ashabı kiramın büyüklerinden olan Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Aişe (r.anhum) hakkında lanete varan ifadeler serdetmektedirler. Bu sayede Efendimiz’in güzide ashabını gözden düşürerek adeta İslam’ı kökten sarsmaya çalışmaktadırlar. 

3- On iki imamın masumiyetine inanarak onları yüceltmekle birlikte aslında Hazreti Ali’nin peygamberliğini ortaya koymaktadırlar. Çünkü onlar da biliyorlar ki günahsız olanlar sadece peygamberlerdir. Dolayısıyla Hazreti Ali peygamber olunca onun nesli de adeta risaletin varisi olmuş oluyorlar.

4- Takiyyeyi imanın esasları olarak kabul etmeleri de ayrı bir sapıklıktır. Bu sayede fikirlerini gizleyerek asıl niyetlerini ortaya çıkarmamaktadırlar.

5- Mut’a nikahının helal olduğunu söyleyerek neslin bozulmasına sebep olmuşlardır.

6- Bazı Kur’an ayetlerini kendilerine göre yorumlayıp haklılıklarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Hatta Hz. Ebu Bekir zamanında bir tek nüsha olarak tanzim edilen, daha sonra da Hz. Osman tarafından istinsah edilen Kur’an’ın asıl Kur’an olmadığını, asıl Kur’an’ın Hazreti Fatıma annemizde olduğunu ve bunun bizdeki Kur’an’dan daha geniş olduğunu iddia etmektedirler. 

7- Son olarak da hacca gitmekten menedilen bağlılarının Mekke-i Mükerreme’ye gitmesine gerek olmadığını söyleyerek, Kerbela’ya giderek de hacı olunabileceğini söyleyip (Ali Hamaney’in 12/09/2016 tarihli fetvası) asıl dinlerini ortaya koymuşlardır.

Şiilerin bazılarının Hazreti Ali’yi (kv) -haşa- Allah olarak görmeleri gibi birçok küfürle dolu sözleri olduğu zaten ümmet-i Muhammed’in malumudur. Bunun içindir ki bunların sapık görüşlerini fazla açıklamaya gerek yoktur.

Netice olarak diyoruz ki, “ehli sünnet” tabiri İslam tarihinin ilk dönemlerinden bugüne kadar saf temiz İslam inancının ismi olmuştur. İster sahabe efendilerimizin yaşantısını inceleyelim, ister ehli beytin, dolayısıyla on iki imamın, yaşantılarını ve fikirlerini kendimize örnek alalım bunların tamamı ehli sünnet akidesinin kendisidir. Bunun içindir üzerine basarak diyoruz ki, “ehli sünnet = İslam dini”dir. Meseleye bu açıdan baktığımızda günümüzün lüks söylemlerinden olan “Nen ne sünniyim ne de şiiyim!” demek yanlış bir değerlendirme olur. İnsanı Allah katında mesul duruma düşürür. 

Cenabı Hak bizleri pak “ehli sünnet ve’l-cemaat” anlayışından ve bizleri sürekli bu anlayışın içerisinde bulunmaya teşvik eden büyüklerimizden ayırmasın. Allah yâr, kalbler beraber olsun.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Pazar, 01 Ocak 2017 00:12

EHLİ SÜNNET KAVRAMI

ehli sünnet

Ehli Sünnet Kavramı - Yusuf Fuad

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

Ehli Sünnet Kavramı

 

Modern çağın getirdiği ve götürdüğü şeyler nasıl ki madde planında köklü bir değişime sebep olduysa beşerin yaşayışında da aynı etkiyi gösterdi. Bu değişimin önü alınamaz bir neticesi olarak da anlayışta, bakışta, duyguda ve pek çok hissi unsurda; eskisiyle neredeyse taban tabana farklı ve hatta zıt yeni bir psikolojik dünya inşa etti. Yaşantı değişti, fikirler değişti, duygular farklılaştı. Günlük hayatta karşılaşılan olaylara verilen tepkiler bile değişti.

Kudemâ nazarında en üstün ahlaki mertebe isâr iken; eğer sana fayda sağlamayacaksa hemen yanı başında can çekişen insanları görmezden gelmen, kendi işine bakman “Pragmatizim - Faydacılık” diye anıldı ve “modern insan davranışı” olarak nitelendirildi; bu felsefe üzerine yazıldı, çizildi. Namus, ar sahibi olmak, eline diline beline mukayyet olmak ahlakın yüceliğinden sayılırken; alabildiğine fuhşa batmak, ırz, namus bilmeden yaşamak övüldü, övünç kaynağı oldu.

Elbette manevi umdeler de bütün bunlardan nasibini aldı. Din adına ne varsa tahkir edildi, basitleştirildi, hep öteki plana atıldı. Fakat ezelden ebede, miskal tanesi kadar bir zerre bile kendisinden gizli olmayan Alemlerin Rabbi (Yunus 61) elbette bu değişimi, tahrifatı da biliyordu.

Allah (cc) bunun için:

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 

“Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr 9)buyurdu ve dinini korudu. Ama ta Rasulullah (sav) döneminden başlayan tahrif saldırıları hiç durmadı ve günümüze kadar da devam etti. Küfür cephesi ne kadar hücum etse de İslam hep galipti. Alemlere rahmet olarak gönderilen Nebi ahirete irtihal etti ama O’nun sahabesi geldi. Canıyla malıyla cihad etti, dünyanın dört bir tarafına ulaştı, yaşadığı saadet asrını anlattı, irşad etti.

Cenabı Hak Rıdvan Biatı dolayısıyla onlar için:

لَقَدْ رَضِيَ اللّٰهُ عَنِ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ 

“Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur.” (Fetih 18) buyurur.

Sonra sahabe yoluyla yine Allah Rasulü’ne tabi olanlar geldi, devraldıkları vazifeyi canla başla idame ettirdi. Bu iki nesil vazifesini hakkıyla yaptı, rızaya ulaştı. Yine hidayet kitabında onlar için:

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ

“İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe 100) buyruldu.

Ardından Nebevi yolun üçüncü kafilesi geldi. Hayırda yarıştı ve öyle bir mertebeye yükseldi ki ta seneler öncesinden onlar da müjdelenmişti bizzat Fahri Kainat (sav) tarafından:

“İnsanların en hayırlısı benim asrım(daki ashabım)dır. Sonra onları takip edenler (tabiun), sonra onları takip edenler (etbâu’t-tâbiin)dir.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe) 

Bu insanlar eliyle korundu din. Bu insanlar mücadele etti cihad meydanlarında. Bu insanlar can verdi, ömür verdi bu yola. Her insanın olduğu gibi onların da bir eceli vardı, vaktini dolduran ayrıldı dünyadan. Fakat meydan boş kalmadı.

Yine bu kutlu yolun Peygamberi buyurmuştu:

“إن العلماء ورثة الأنبياء - Alimler nebilerin varisleridir.” (Tirmizî)

Bu kelâm-ı Peygamberi’nin işaret ettiği gibi alimler geldi her dönemde. İmamı Azamlar, İmamı Şafiîler, İmam Maturidîler, İmam Ahmedler geldi. Hak Teala bu insanlar ile son din olan İslam’ı korudu, intişar ettirdi. Böyle kutlu bir vazifeye bu insanlar hizmet etti. Günümüze kadar da böyle geldi bu din. Kıyamete kadar da böyle devam edecek.

Fakat günümüzdeki fesadın tarihte hiç olmadığı kadar çoğaldığı, müslümanların ise rehavet içinde günübirlik mevzular ile meşgul olmaktan dine taalluk eden hususlarda gayet fevri hareket ettiği bir gerçektir. Bu denli umursamazlığın neticesinde, zaten her an pusuda bekleyen küfür cephesi atağa geçmek için büyük bir fırsat bulmuştur. Karşılaşılan elim manzaranın gayet doğal bir sonucu olarak yoğun taarruzlar İslamî umdeleri aslı itibari ile olmasa da manası, yorumlanması itibariyle tahrif etme imkanı elde etti. Kur’an’a, sünnete, ulemaya bakış değiştirildi, İslam şeairi hakir bir duruma düşürüldü. Bütün bunların neticesinde mülevves zihinlerde İslamî kavramların mefhumu da bozuldu. Biz de işte bu kavramların en mühim olanlarından bir kaçını ele almaya çalışacağız.

Müslüman - Ehli Sünnet - Şia

Müslümanlığın mahiyeti maruftur. Asıl üstünde durmayı düşündüğümüz diğer iki kavram.

“Sunnî” ehli sünnete mensub kişilere denir. Peki, müslüman ismi varken “ehli sünnet mensubu” ifadesine ne gerek var?

Efendimizin ahireti şereflendirmesinin ardından ortaya çıkan fitneler ümmet içerisinde köklü ayrışmalara sebep oldu. Özellikle “el-fütnetü’l-kübra” diye isimlendirilen Hz. Osman’ın (ra) şehit edilmesi hadisesinden sonra başlayan kargaşa ortamı neticesinde itikadî sapmalar oldu. Zaman içerisinde aynı görüşü benimseyen insanlar bir araya gelip Cebriyye, Kaderiyye gibi mezhepleri oluşturdu. Fakat bütün bu dâl mezhepler kendilerine müslüman diyordu. Bu yüzden saf İslam akidesine sahip olan müslümanların ehli bidatten ayrılması ve tanınması için ayrı bir isme sahibi olması gerekti. Bu sebeple;

قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَن۪يۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ 

“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf 108)

Ayetindeki “…bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar Allaha çağırırız.” ifadesinden ve yine:

 

فَاِنْ اٰمَنُوا بِمِثْلِ مَٓا اٰمَنْتُمْ بِه۪ فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ 

“Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara 137)

Ayetindeki “…sizin gibi iman ederlerse…” ifadesindeki hitabın Allah Rasulü’ne ve ashaba olduğu göz önüne alınarak; saf İslam akidesini benimseyen müminler kendilerini isimlendirmek için; Allah Rasulü’nün yolunda manasına gelen “ehli sünnet” ve ashabın yolunda olan manasına gelen “(ehli) cemaat” kavramlarını kullandı.

Ayetlerden ve bizim burada zikretmediğimiz pek çok hadis-i şeriften ihticac ile ortaya konan bu tanım efradını cam ağyarını manidir. “Ehli sünnet” demek, bidat ehlinden de bidatlerden de beri olanlar demektir. “Cemaat” ifadesi ise ümmeti parçalayanlardan ve tefrikadan beri olanlar demektir. Hülasa “ehli sünnet ve’l-cemaat” ifadesi Allah Rasulü’ne indirilen İslam’ın bizzat kendisine mensub olanlar demektir. Kimilerinin iddia ettiği gibi sonradan ortaya çıkarılmış dinde yeri olmayan, bölücü bir ifade değildir.

Şia

Şîa kelimesi sözlükte “fırka, taraftar, bir kimseye uyan ve yardımcı olan” manalarına gelir.

Genel olarak üçüncü halife Hz. Osman b. Affan’ın (ra) öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafını tutan, onunla birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele edenlere; Ali b. Ebi Talib’in taraftarları anlamında “Şiat-u Ali” denilmiştir. İlerleyen dönemlerde, özellikle de Kerbela hadisesinden sonra terimleşerek, Hz. Ali ve soyunun haklarını arayan, onun nesline yardım etmek için mücadele edenler ve bu mücadele fikrini benimseyenler için kullanılır olmuştur.

Bu fikirdeki insanlar hak üzere olan İslam cemaatinden gitgide kökleşen bir kin ve düşmanlıkla ayrılmaya başlamıştır. Zamanla siyasi bir hüviyet kazanan bu tefrika akide esaslarına taalluk eden meselelere kadar varmış ve günümüzdeki halini almıştır.

“Ne Şiiyiz Ne Sunni!”

Oryantalistlerin ve Batı kültürünün istilasının sonuçlarından olan ve sanki bir asla dönüş hareketi olarak görülen mezhepsizlik; müslümanların Şia’ya ve ehli sünnete bakışını da değiştirmiş, daha doğrusu bozmuştur. Ehli sünneti tefrika ve bidat olarak gören anlayış Şii düşünceyi sahiplenmiş, sanki “Ne Şiiyiz Ne Sunni!” gibi sloganik ifadelerle Şia fitnesini söndürebileceğini, asırlardır süre gelen ve yine Şia kaynaklı kini bitirebileceğini zanneder olmuştur. Hakikate tamamen muhalif olan bu zanla beraber tek suçlu ehli sünnet camiası olmuş, tezahür eden her problemin kaynağı olarak da hep o gösterilmiştir. Peki, gerçekten de kişi “Ne sunniyim ne de Şii!” diyebilir mi?

İslam tarihine, akaide, fıkha vesair diğer ulum-u şeri’yyeye dair birkaç soruya vereceğimiz cevap bu hususu izah etmek için yeterli olacaktır. Mesela Rasulullah’ın vefatından sonra sahabenin ekseriyeti (hâşâ) yanlış, fasit, bidat bir yola düşmüş ve hatta küfre düşmüş müdür? Hilafet meselesinde Hz. Ali’nin hakkı yenmiş midir? Hz. Aişe annemiz kendisine atılan iftiralardan beri midir? Hz. Ali ve onun soyundan gelenler tıpkı nebiler gibi her türlü hatadan korunmuş mudur? 

Bu ve benzeri birçok soru adeta bir turnusol kağıdı görevi görüp bizim nasıl bir itikada sahip olduğumuzu ortaya çıkaracaktır. Sadece zahiri planda bir “Ali taraftarlığı” ile ashabın geri kalanını tahkir etmek ve hatta küfürle itham etmek Şii itikadının medarıdır. Yıkılan Pers imparatorluğunun öcünü almak için İslam devletine ve milletine saldırmak da ta baştan beri Şia’nın asıl misyonu olmuştur.

Dolayısıyla ümmetin vahdeti Şia ile değil, ehli sünnet camianın kendi içerisinde olmalıdır. Ümmet düşmanları muhatap alınarak yapılacak içi boş vahdet söylemleri bir kenara bırakılmalı, tarafsızlığın neticede bî taraf olmaya götürdüğü unutulmamalıdır.

فَاِنْ اٰمَنُوا بِمِثْلِ مَٓا اٰمَنْتُمْ بِه۪ فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا هُمْ ف۪ي شِقَاقٍۚ فَسَيَكْف۪يكَهُمُ اللّٰهُۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُۜ 

“Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa kesinlikle doğru yolu bulmuş olurlar; fakat eğer yüz çevirirlerse bilesin ki bir ayrılıkçılığın içindedirler. O takdirde artık onlara karşı Allah sana yeter; O, işitendir, bilendir.” (Bakara 137)

 

Yazar: Yusuf Fuad

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort