JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 01 Mart 2017 07:09

SICACIKTIR DOST, SIMSICAKTIR

Sıcaktır Dost Sımsıcaktır

Sıcaktır Dost, Sımsıcaktır - Salih ŞAKAR

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Sıcaktır Dost, Sımsıcaktır

 

Çok şahit olmuşuzdur. Birisine bir şey söyleyecek, belki ilk defa görüyor:

“Ne haber dostum!” diye söze başlıyor. Ama kimi görse hep böyle başlıyor. 

Her önümüze gelene, her güzel vakit geçirdiğimiz, bir şeyler paylaştığımız, en çok vakit geçirdiğimiz kişilere hemen “dost “ sıfatını yakıştırıp o önemli kavramın içini boşalttığımızın farkında olmuyoruz.

Oysa ki bizler için dost ve arkadaş seçimi, adeta dinini seçmek gibidir. Çünkü her kişi dostundan ve arkadaşından etkilenir. 

Peygamber (sav) Efendimiz:

“Kişi, dostunun dini üzeredir (dininden etkilenir). Öyle ise her biriniz dostluk edeceği kimseye baksın.” buyurmuşlar.

Birbirimize muhtaç yaşadığımız şu dünyada arkadaş edinmemiz gerekmektedir. 

Böyle her iyi anlaştığın, her iyi vakit geçirip beraber gülüp eğlendiğin dostun değildir. Arkadaşın olabilir ya da yakın arkadaş denebilir.

Bir insanı her haliyle en iyi gününde olduğu gibi en kötü anında da kabul etmek herkesin yapabileceği bir şey değildir. Herkes yapamadığından dostlukların sayısı az, özü fazladır. Dost sıfatını öyle olmadık insana/insanlara yakıştırıp sonra kendimizi de değerli sanabiliyoruz bazen. Ne kadar dost dersen de laftan öteye geçmiyor. 

Sadece ortak yaşantıların bir araya getirdiği insanlar olarak zamanın gerektirdiklerini yaşıyoruz. Hayat bazen insana o kadar ağır geliyor ki ne yapacağını bilemez hale getiriyor kişiyi. Eminim herkes yaşamıştır bu durumu. Kendimizle çeliştiğimiz zamanlar geldi, hiç yok yere boşu boşuna efkarlandığımız günler oldu. İşte o anda yanınızda olmasını istediğiniz kişiler dostlarınızdır.

Hayat içinde bize sunulan en güzel hediyedir dostluk. Çünkü böyle tam dibe vurduğun anlarda, artık her şey bitti, dediğin anda uzatır sana elini. Alır ve çeker seni her şeyin, herkesin arasından. Kimileri öylesine umutsuzluğa kapılır ki dostluğa olan inancını kaybeder; gerçekte dostluğun olup olmadığını sorgular duruma gelir. Umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor, çünkü hiç tahmin etmediğiniz bir anda karşınıza çıkıyor ve sizin o zor günlerinizde derdinize derman olabiliyor.

Genellemek istemiyorum ama hayatımızın olmazsa olmazı.Yaşadığımız dünyada sahip olduğumuz en büyük ayrıcalıktır dostluk. Çok zor bulunuyor, aramakla da bulunmuyor; o gelip o zor anınızda sizi buluyor.  

Ağzımıza her geleni de söylesek, moralini de bozsak demediğimizi bırakmasak bile dost bu, umurunda değildir ki? 

Zaten gerçek dostlar birbirlerini hiçbir zaman gerçekten kıramazlar. Karakterlerine bağlı olarak çok kötü sözler de söyleseler, o sözlerin hiçbirini içten söylememişlerdir. O kadar laf söyler, bir tebessüm eder, sen de bir tebessüm edersin olay orada biter işte.

Hani denebilir dost olmak yıllar sürer diye ama hiç de öyle değildir aslında. Gerçek dost, samimiyetine o anda inandığın o denli de güvendiğin kişiyi karşında görmektir. O an, zor anında onun varlığını her zaman yanında hissetmektir. Çevrendeki herkese geçirdiğin süreyle orantılı olarak yakınlaşırsın ya, dost böyle değil işte, farklı çok farklı bir şey. Belki tanışmanın üzerinden bir hafta geçer ama yılların arkadaşlığını, samimiyetini yaşayabilirsin o kişiyle.

İnsan, çıkara dayalı yaşanan arkadaşlıkları bir anda silip atabiliyor. Dostluk zamana bağlı değildir. Nasıl oluyor bilmiyorum ama kendine güvendiğinden çok güvenebiliyorsun o dost yerine koyduğun kişiye. Kendinden bile şüphe ettiğinde ondan edemiyorsun, bu böyledir.

Dost öyle bir şey ki umutsuz bir vakaya dönüşeceğimiz anda bizim umudumuzu tekrar yeşertebiliyor.

Kan bağınız olmadığı halde anne, baba ve kardeşiniz yerine koyabiliyorsunuz.Hatta onlardan daha da önemli olabiliyor bu dost kişi. Niye diyecek olursanız kan bağından olanlar zorunlu ama, dost seçilmiş oluyor. İnsan gerçekten o kadar masumane bir sevgi ile seviyor ki dostunu kimseyle paylaşası gelmiyor.

Şu dünyada insanın her şeyidir dostları. Benim canım yandığında gerçekten onun da canı yanıyor, hissettiğim acıyı benim kadar belki benden daha fazla yüreğinde hissedebiliyor. Aynı şekilde ben mutlu olduğumda benim başarılarıma benden çok mutlu olabiliyor. 

Oysa bir başkasının sevincine, başarılı olmasından doğan mutluluğuna kıskanmadan ortak olmak her babayiğidin harcı değildir.

Dost bu, git dersiniz gitmez, ittiğinde sarılır insana. Herkesten kaçmak istediğinizde sizi hiç bırakmaz. Hayır, diyemezsiniz dostlarınıza. Bunların hepsini içten ve menfaat beklemeksizin sevgiyle yaparlar.

Hani karşında işte, konuşurken bir şeyler anlatma gayreti içine girmene de gerek kalmıyor, çünkü gözlerinden anlayabiliyor. Ses tonundan ne demek istediğini, ne halde olduğunu o kadar iyi anlıyor, beni benden daha fazla düşünebiliyor. Garip gibi geliyor ama gerçekten öyle. 

Canın sıkkın, moralin bozuk olur ya hani herkes sorar; “Nasılsın?” diye.. “İyiyim, yok bir şeyim!” der, az bir tebessüm edersin, geçer gider. Ama dost öyle değil. Nasılsın dan önce gördüğü anda (görmese bile hissedebiliyor) “İyi misin?” sorusunu yöneltiyor.

“İyiyim, gerçekten iyiyim!” deyip tebessüm etsen bile biliyor içinin iyi olmadığını, anlıyor.

Sadece iyi gününde yanında mutluluğunu paylaştığın insanlar gibi değiller işte. Asıl, için kan ağlarken yanında olup tüm derdini, tasanı paylaşır, acını gerçekten hissedebilir. Öylesine bir güven vardır ki, dostluğun da temelidir. Bu güven ufacık da olsa kırılsa, dostluk tehlikeye girer, hiçbir şey eskisi olmaz dostlukta.

Sizi böyle sadece işi düştüğünde aramıyor/mesaj atmıyor, çünkü ne çıkarı var; ne de altında yatan başka bir sebep. Sadece merak ettiği için, sesinizi duymak istediği için ya da bir mesajınızla iyi olup olmadığınızı kontrol etmek için hepsi. 

Dost, her zaman yanınızda olmayabiliyor. Belki haftada bir, belki ayda bir görüşüyor olabilirsiniz. Her gün konuşup görüşmeseniz de varlıkları huzur ve mutluluk veriyor ve her zaman var olacaklarını biliyorsunuz. Arkadaşlarınız gibi belki dostunuzla gülüp eğlenemiyorsunuz, arkadaşlarınızla geçirdiğiniz zamanın binde birini bile geçirseniz dostunuzla yine de hiçbir sorun yoktur. Yanınızda işte, olmasa bile hissettirebiliyor size her zaman yanında olduğunu. Dost her insana nasip olmayacak hazinelerdendir. 

Peki madem ki bu kadar önemli o zaman nedir dostluk?

Kalplerden kalplere uzanan eller mi? Yoksa yüreğini en ücra köşesine kadar açtığın sevgili mi? Zor gününde yanında olan mı?

Nasıl tanımlarsak tanımlayalım dostluk güzel şeydir.

Yani yanımızda olandır dost. Bazen başımızı omzuna dayayıp ağladığımız, demli çayımızı yudumlarken bize yarenlik edendir.Sıcaktır dost, sımsıcaktır.

Artık insanların güvenebileceği, dostum diye sarılabileceği birini bulmak günümüz şartlarında çok zorlaştı. Şunu da hatırlatmakta fayda var; dostluk ile arkadaşlık karıştırılmamalıdır. Arkadaşlık her dönem değişebilen zamana ve mekana göre değişebilen bir ilişki durumudur. 

Dostluk ise zaman ve mekana göre değişmeyen, her daim hatırlanan ve ismi anıldığında yüzü gülümsetendir. İşte dostluk ile arkadaşlık bu noktada birbirinden ayrılırlar. Çünkü iyi bir dost bir terapistten bin kere yeğdir.

Dostlukta, acı paylaşıldıkça azalmaktadır. Dostun varsa, acını paylaşacağın birileri var demektir. Bir acın, derdin olduğunda önce dostuna açılırsın, yine en mutlu günlerini de dostunla birlikte geçirir, onunla paylaşırsın. Daralan ve kararan kalplerimizi, nefsimizin esir aldığı ruhlarımızı genişletmenin yolu iyi bir dosttan geçer.   

Herkes iyi bir dost olamaz, iyi dost olabilmek için sevmeli ve sevilmeliyiz. Dostluk denen güzel bahçenin anahtarı; sevgidir. Dostuna bir kere güven sağladığın zaman yıkılmaz bir kale duvarı gibi duvar ördün demektir. Ama dostunun güvenini bir kere de sarstın mı artık aradaki bağlar çürük ipler gibi kopmaya başlar.

Dost, sağlam bir ağ örmeye benzer, eğer ağın bir yerinde delik bırakırsan ağdaki o delik genişleyerek ağı bitirir. Dostluk kurduğun zaman dostuna karşı samimi olmak her zaman faydalıdır.

Yalan söyleyip de dostunu güldüreceğine, doğruyu söyleyip dostunu ağlatmak her zaman daha iyidir. Dostluk ağlarını bir defa ördüğünüz zaman artık mesafelerin, dağların, yolların hiç önemi kalmaz. 

Yeter ki, dostunun kalbinde yer alasın. Yegâne ve en büyük dost, Allahu Teâlâ’dır.

Sonra sözleri, fiilleri ve uygulamaları ile öğreten ve nasıl kulluk edileceğini gösteren, kendisini izleyip örnek almakla yükümlü olduğumuz, dünya ve âhirette mutlu olmanın şifrelerini bize bildiren Hz. Peygamber (sav) Efendimiz’dir.

Sonra da Hz. Peygamber Efendimiz’ in varisleri olan insan-ı kamillerdir.

Hâce Hazretleri (ksa):

“Şeyhlik kapısını kapatıp dostluk kapısını açtık.” buyurmuşlar.

Evet, kapılar ardına kadar açıkken girmek için bir gayretimiz yoksa, o zaman sormazlar mı senin dostun kim, kimlerle düşüp kalkıyorsun?

Allah yar ve yardımcımız olsun.

 

Yazar: Salih ŞAKAR

 

Dil ve Afetleri 4

Dil ve Afetleri - 4 Münakaşa ve Mücadele - Şeb-i Vuslat

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Dil ve Afetleri - 4 Münakaşa ve Mücadele

 

Başkasının sözüne yapılan her itiraza münakaşa denir. Bu itiraz ya lafızda ya manada ya da konuşanın maksadındaki eksikliği belirterek olur. Münakaşayı terk etmek, inkâr ve itirazın terkedilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla işittiğin her söze bak; eğer hak ise onu tasdik et; dinî emirlere ters, bâtıl ve yalansa ondan hiç bahsetme.

Münakaşanın Şekilleri

Başkasının konuşmasına karşı çıkmak, bazen konuşulan kelimenin lafzına olur. Bu da gramer ya da lügat yönünden bir eksikliği belirtmekle olur. Bazen de kelimelerin dizilişi ve tertibindeki öne alınan ve sona getirilen kelimeler arasındaki bozukluğu ifade etmekle olur. Konuşanın kelâmındaki bu türlü eksikler bazen marifetinin eksikliğinden, bazen de yanılmadan kaynaklanır. Ancak durum ne olursa olsun kusuru ortaya çıkarmaya izin yoktur.

Başkasının konuşmasına karşı çıkmak, bazen de konuşulan kelimenin manasına olur. Bu da, “Senin dediğin gibi değil, sen şu şu sebepten ötürü yanıldın...” şeklinde ifade etmekle olur. Karşı çıkmak bazen de maksadına olur. Bu da, “Bu söz doğrudur, ancak senin maksadın doğruya ulaşmak değil, senin maksadın başkadır...” şeklinde veya buna benzer ifadelerle olur. Bu tür münakaşa eğer ilmî bir konuda ise çoğunlukla ona “cedel” denir. Bu da kötü bir davranıştır. Böyle bir durumda kişiye gereken, susmaktır ya da inat ve inkâr tarzında değil de âdeta yarar sağlama gayesiyle soru sorarak meseleyi açıklığa kavuşturmak veya son derece nezaket üslubuyla açıklama isteme şeklinde olmalıdır.

Münakaşa yasaklanmıştır. Bu konuda Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kardeşinle münakaşa etme! Onunla alay etme! Ona, yerine getiremeyeceğin vaatte bulunma!”

“Münakaşayı bırakın. Zira onunla konuşulan şeyin hikmeti anlaşılmaz ve fitnesinden de emin olunmaz.”

“Haklı olduğu halde münakaşayı terk edene, cennetin en yüksek yerinde ev inşa edilir. Haklı olmadığı halde münakaşayı terk edene cennetin ortasında ev inşa edilir.”

“Bil ki kul haklı bile olsa münakaşayı terk etmediği müddetçe imanın hakikatini tadamaz.”

Müslim b. Yesâr (ra) anlatır: “Münakaşadan sakının. Zira münakaşa anı, âlimin cahillik ettiği vaktidir. O vakitte şeytan, âlimin doğru yoldan sapmasını arzular.” 

Münakaşa kalpleri katılaştırır, kin ve nefrete sebep olur. İbn Ebu Ya’lâ diyor ki: “Arkadaşımla münakaşa etmem; çünkü münakaşa ile onu ya yalanlamış ya da kızdırmış olurum.”

Ebu Derda (ra) der ki: “Münakaşayı bırakmaman sana günah olarak yeter.” Münakaşaya devam etmek kişide âdet haline gelir. Öyle ki bu hastalık nefsinde yer tutar ve bundan kurtulmak çok zor olur.

Mücadelenin tarifi ise şöyledir; Mücadele, başkasını susturmaktan ibarettir. Bu da, konuşmasını kötüleyerek onun aciz ve noksan olduğunu ifade etmek, onu kusurlu ve o konuda cahil olarak tanıtarak küçük düşürmektir.

İnsanı mücadeleye teşvik eden sebep, kendisinin ilim ve faziletini ifade etmek ve başkasının noksanını açığa çıkarmak gayesiyle hücum etmektir. Bu iki maksat da nefsin gizli huyları olup nefsin aşırı derecede hoşuna giden şeylerdir. Bunları kısaca açıklayalım:

Kendisinin Faziletini Ortaya Koymak: 

Bu davranış nefsi temize çıkarmaktır. Ayrıca bu davranış, kulun böbürlenme ve üstünlük iddiasının bir yansımasıdır. Hâlbuki üstünlük ve büyüklük Allahu Teâlâ’nın (cc) sıfatlarındandır.

Başkasını Noksan Görmek:

Bu da insan tabiatındaki yırtıcılık sıfatının bir yansımasıdır. Bu sıfat, başkasını parçalamayı, kırmayı, vurmayı ve eziyeti beraberinde getirir.

İşte bu iki sıfat, insanı helak eden kötü vasıflardan olup kuvvetini mücadele ve münakaşadan alır. Münakaşa ve mücadeleye devam edenler bu helak edici ve kötü sıfatları kuvvetlendirmiş olur. Hatta bu davranışlar çirkin bir hal olmakla kalmayıp, başkasına eziyette bulunduğu zaman günah olarak yazılır.

Bu mücadele, muhatabına eziyet verir, öfkeyi artırır, hak ya da bâtıl ayırt etmeden muhatabı, konuştuğunu savunmaya sevk eder, söz sahibini her ne şekilde olursa olsun kötülemeyi hedefler, karşılıklı kavga ve sürtüşmeye sebep olur.

Birbiriyle mücadele eden iki kişi, karşısındakine en ileri derecesindeki kötü sözlerle karşılık verir, arkadaşını susturmak ve engel olmak için en kuvvetli çıkışlar yapar.

Bu hastalığının tedavisi, kendisini üstün göstermeye sevk eden kibrini kırmak ve arkadaşını noksan göstermeye sebep olan yırtıcılık sıfatını söküp atmakla mümkündür. Gerçekten her hastalığın tedavisi, o hastalığa sebep olan şeyden uzaklaşmakla mümkün olur.

Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.”

“Her mücadelenin kefareti iki rekât namaz kılmaktır.”

Hz. Ömer (ra) şöyle der: 

Şu üç şey için ilmi öğrenme:

1. İnsanlarla mücadele etmek için.

2. Övünmek için.

3. İnsanlara gösteriş için.

Şu üç şey için de ilmi terk etme:

1. İlmi öğrenmekten utanarak,

2. İlmi kıymetsiz sayarak,

3. İlmin yerine cahilliğe razı olarak.”

Hz. İsa (as) şöyle buyurmuştur: “Çok yalan söyleyenin güzelliği gider. İnsanlarla mücadele edenin heybet ve efendiliği gider. Üzüntüsü çok olanın bedeni hasta olur. Ahlâkı kötü olanın nefsine azap olunur.”

Konuyla ilgili olarak Ömer b. Abdülaziz (ra) der ki: “Dinini mücadelelere hedef yapan kişi çoğu zaman karışıklıkların (fitnelerin) çıkmasına sebebiyet verir.”

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Haklı olduğu halde mücadeleyi terk eden kimseye Allah cennetin en yüksek yerinde bir ev inşa eder.” Bu sevabın verilmesinin sebebi, böyle bir durumda mücadeleyi terk etmek nefse ağır geldiği içindir.

Bid’at ehli birini gördüğü zaman onu tenha bir yere çekip kendisine nezaketle nasihat etmeli, onunla asla mücadeleye girmemelidir. Çünkü mücadeleye girmek karşısındaki insanı, “Bu beni aldatmak için bir hile yapıyor...” düşüncesine iter. Ya da o, “Bu mücadele öyle bir sanattır ki herkes bununla kendi görüşünü üstün yapmaya çalışır!” diye düşünür. Böylelikle bid’atı bırakmaya yanaşmaz, mücadele onun kalbindeki bid’atı daha da kuvvetlendirir. Kişi, karşısındakine nasihatin fayda vermeyeceğini anladığı zaman onu terk edip kendi nefsiyle meşgul olmalıdır.

Resûlullah Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Dilini müslümanları kötülemekten çeken ve hata edeni gücünün yettiği en güzel bir üslupla uyaran mümine Allah rahmet etsin.” Hişâm b. Urve (ra) der ki: “Peygamber Efendimiz bu sözünü yedi defa tekrar etti.”

Şöhret için uğraşan, tartışmayı sever. Şöhret ise afettir. Münakaşa, mücadele, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir, dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Hiç münakaşa etmez!

Kötü ile münakaşa etme, seni üzer. 

Halim ile münakaşa etme, sana küser.

Bilgi yönünden insanlar dört gruba ayrılır:

1. Bildiğini bilen,

2. Bildiğini bilmeyen,

3. Bilmediğini bilen,

4. Bilmediğini bilmeyen. 

Bu son gruptaki insanlar bilmedikleri konuda biliyormuş gibi mücadele ve münakaşa eder. Kişi bu mücadeleyi bir müddet âdet edinse ve insanlar da onu övse, bu durumda o halk tarafından kabul edildiğini ve nefsinin üstün olduğunu düşünür; o zaman bu tehlikeler daha da kuvvet kazanır. İnsanda gazap, kibir, gösteriş, makam sevgisi, kendini üstün görmek gibi sıfatlar hâkim olduğu zaman, insan bunlardan kurtulmaya güç yetiremez. Bu huylardan birini temizlemek büyük bir gayret ve mücahede isterken, insan hepsiyle nasıl baş edebilir?

Hak olan davada mücadele şarttır. Burada açıklamaya çalıştığımız mücadele nefsin, rızanın önüne geçtiği ve cahilce kendini ispat için yapılan mücadeledir. Bizim yolumuzun parolası; talim, tatbik ve tebliğden ibarettir, ifadesidir. Umulur ki nefsimizle olan mücadelemiz bizleri boş lakırtılardan koruyacaktır. Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz. Münakaşa ve hak üzere olmayan mücadeleye ayıracak vaktimizin olmaması gerekiyor. Bizim sohbetlerimiz en büyük nimetimiz. Peygamber Efendimiz (sav) “Din nasihattir.” buyurmuşlar. Tatlı dilin yılanı deliğinden çıkardığını buyurmuş atalarımız, inşaallah hak sohbetlerde nice yılanı, çıyanı gönül hanemizden ve hanelerden çıkartacaktır…

Gayret bizden, tevfik Allah’tandır. Rabbim İslam’ın derdiyle dertlenebilmeyi ve dert ehliyle dertleşebilmeyi bizlere nasip etsin ve kolaylaştırsın inşaallah…

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Dil Belâsı, Hüccetü’l-İslam İmam Gazzali, Semerkand Yayınları, 2011

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Çarşamba, 01 Mart 2017 06:47

PEYGAMBERLERİN HAYATLARI

Peygamberlerin Hayatları

Peygamberlerin Hayatları - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Peygamberlerin Hayatları

 

Kur’an’da adı geçen peygamberlerin kısa hayatlarını anlatmaya devam ediyoruz:

Lut (as) ve Kısaca Hayatı:

Kur’an’da adı yirmi yedi defa geçmektedir. Hazreti Lut, İbrahim’in (aleyhisselam) kardeşi Harun’un oğludur. Gönderildiği kavim hiçbir kavmin yapmadığı fenalıklara cüret göstermiş, Hazreti Lut’un öğütlerini dinlememeleri sonucu başlarına taşlar yağmış, yurtlarına gönderilen vazifeli melekler vasıtasıyla alt üst edilmiştir. Lut (as) rivayete göre Halilurrahman kasabasında medfundur.

Kur’an-ı Kerim’de: “Lut’u da kavmine peygamber olarak gönderdik. O kavmine şöyle demişti: Göre göre hala o hayasızlığı yapacak mısınız?” (Neml 54)

“Lut kavmi de peygamberlerini yalancılıkla suçladı. Kardeşleri Lut, onlara demişti ki: Allah’ın azabından sakınmaz mısınız? Şüphesiz ben sizin için güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’ın azabından sakının, emre uyun ve bana itaat edin.” (Şuara, 160-161-162-163)

“Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıyorsunuz da insanlar içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz.” (Şuara, 165-166)

“Biz de geride kalanlar içinde (karısı olan) ihtiyar bir kadın dışında, onun ailesini (ve inananları) toptan kurtardık. Sonra karısıyla diğerlerini yok ettik. Üzerlerine helak eden taş yağmuru yağdırdık. Uyarılıp da yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi.” (Şuara, 170-171-172-173) buyrulmuştur.

İsmail (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti İsmail, İbrahim Aleyhisselam’ın oğludur, Kur’an’da adı on iki defa geçmektedir. İbrahim peygamberin Hacer adındaki zevcesinden dünyaya gelmiştir. Babası İbrahim (as) ile birlilte Kabe’yi yeniden inşa etmiştir.

Cenabı Hak ayeti kerimede: “Kitab da İsmail’i de an! Şüphe yok ki o vadinde gerçek, gönderilmiş bir Rasul, bir peygamber idi. O kavmine namazı, zekatı emretti. Rabbi katında da beğenilmişti.” (Meryem, 54-55)

“Hani Beyt’i (Kabe’yi) insanlar için bir sevap kazanma ve güven yeri kıldık. Siz de Makamı İbrahim’den kendisine bir namaz yeri edinin. İbrahim, İsmail’e de ibadet kastıyla Kabe’yi tavaf edenler, itikafa çekilenler, rüku ve secde edenler için evimi tertemiz yapın, diye emretmiştik.” (Bakara 125) buyrulmuştur.

Zemzem hadisesi ise şöyle rivayet edilir: Hak Teala’nın emriyle Hazreti İbrahim, eşi Hacer annemiz ile oğlu İsmail’i yanlarına da biraz su alarak götürüp çorak bir vadiye bırakır ve geri döner. Hacer annemiz seslenir: “Bizi burada bırakıp nereye gidiyorsun?” Allah’ın emri ile Hazreti Peygamber arkasına bakmaz.

Annemiz: “Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?” deyince İbrahim (as): “Evet!” diye cevap verir. Hacer annemiz: “Öyleyse Rabbimiz Hâfızımızdır, bizi burada perişan etmez!” diye cevap verir. Canabı Hak (cc) bu hadiseyi Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler.” (İbrahim, 37)

Hacer annemiz, (Allah ondan razı olsun) çorak vadide çocuğunu emzirir, bir yandan da yanlarındaki sudan içerler, kaptaki su bitince sütü de kesilir. Çocuğu da susayınca susuzluktan ızdırap çeken çocuğuna bakar ve onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp hızlı adımlarla kendisine en yakın bulunduğu Safa Tepesi’ne gidip üzerine çıkar, birilerini görebilir miyim diye. O gün derin olan vadiye yönelip etrafa bakmış ama kimseyi görememiştir. Daha sonra Safa’dan iner vadiye ulaşır ve koşmaya başlar; vadiyi geçer, Merve tepesine gelir üzerine çıkar oradan da etrafına bakar, kimseleri göremez. Annemiz bu gidiş gelişi yedi kere yaptığı için hac esnasında iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir. Merve’ye yaklaşınca bir ses işitir. Ses: “Kimsin kadın?” der. Hacer annemiz: “Ben Hacerim! İbrahim’in oğlunun annesi.” Melek sormaya devam eder: “İbrahim sizi kime tevkil (emanet) etti?” Annemiz: “Allahu Teala’ya!” diye cevap verir. Melek: “Her ihtiyacınızı görecek zata tevkil etmiş. Korkma! Burada mahsun olmayacaksın.” der. O esnada Hazreti İsmail ayağının ökçesiyle yeri eşelerken nihayet su çıkmaya başlamıştır, annemiz sevinmeye başlar, bir yandan boşa akmasın diye suyu eliyle havuzlar, bir taraftan da sudan kabına doldurur. Su (zemzem) ise annemiz aldıkça dipden kaynamaya devam eder. 

Bir hadisi şerifte, İbni Abbas’ın (ra) rivayetiyle Sevgili Peygamberimiz (sav): “Allah İsmail’in annesine rahmetini bol kılsın. Keşke zemzemi olduğu gibi bıraksaydı da avuçlamasaydı, bu takdirde zemzem kuyu değil akar su olacaktı.” (Buhari) buyurmuştur.

Hz. İbrahim bir gün rüya görsü. Bu Allahu Teala’dan bir vahyi idi. Oğlu İsmail’i kurban etmesi emrolunmuştu. Bunun üzerine henüz on iki yaşında olan Hz. İsmail’i Mekke-i Mükerreme’de Sebiyr Dağı’nın eteğinde tenha bir mevkiye götürür ve onu mabuduna kurban etmek ister. Bu sevgili yavru da: “Babacığım! Emrolunduğun gibi yap, inşaallah beni sabredenlerden bulursun.” diye Allah yolunda teslimiyetini göstermiştir. Bu imtihan için mükafat olarak Cenabı Hak (cc) Hazreti İsmai’le bedel bir koç ihsan buyurmuştur. 

Kur’an-ı Kerim’de: “Hakikat bu apaçık imtihanın ta kendisidir. Oğluna karşılık ona büyük bir kurbanlık (koç) fidye verdik.” (Saffan, 106-107) buyrulmuştur. Hazreti İbrahim’den kırk sene sonra, yüz otuz yedi yaşında Hazreti İsmail’ın (as) dünyasını değiştiği ve annesi Hacer’in Hicr’deki kabri civarında medfun bulunduğu rivayet edilir.

İshak (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti İshak, İbrahim Aleyhisselam’ın ikinci oğludur, Kur’an’da adı on beş defa geçmektedir. Hz. İsmail olduğu zaman Sare annemiz mahsun olmuştur. Hak Teala hazretlerinin lütfetmesi üzerine Sare annemiz de ihtiyarladığı zaman Hz. İshak’ı doğurmuştur.(Hud 71-72. ayeti kerimelerde bahsi geçmektedir.) İshak (as), İbrahim (as) daha hayatta iken Şam ahalisine peygamber olarak gönderilmiştir. Rivayetlerde Hazreti İshak peygamberin şemali: Uzun boylu, kara gözlü, buğday tenli, yüzü güzel, konuşması düzgün idi. Babası İbrahim peygambere benzediği söylenir.

Cenabı Hak ayeti kerimede: “De ki! Allah’a, bize indirilen Kur’an’a; İbrahim’e İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya ve İsa’ya verilen, diğer nebilere Rableri tarafından verilenlere iman ettik; onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz ona teslim olanlarız.” (Bakara 136) buyurmuştur.

Yakub (as) ve Kısaca Hayatı:

Kur’an’da adı on altı defa geçmektedir. Hazreti Yakub, İshak Aleyhisselam’ın oğludur. Lakabı İsrail olduğundan oğullarına, torunlarına “Beni İsrail” denilmiştir. Hazreti İshak’tan sonra yerine peygamber olarak gelmiş, Kenan ilinde kalmıştır. Hz. Yusuf’a olan hasretinden gözleri görmez olmuş, sonra yeniden açılmıştır. Sonra Mısır’a, ahalisiyle, teşrif etmiş; orada vefat edince vasiyeti üzere dedesi İbrahim’in (aleyhisselam) yanına defnolunmuştur.

Bir ayeti kerimede: “Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasiyet etti, Yakub da öyle yaptı: Ey oğullarım! Muhakkak bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, artık siz Allah’a teslim olmadan ölmeyin.” (Bakara 132) buyrulmuştur.

Yusuf (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti Yusuf Peygamber Yakub Aleyhisselam’ın oğludur. Kur’an’da adı yirmi yedi defa geçmektedir. Yüz on ikinci sure onun adını taşımaktadır. Rivayetlerde Hazreti Yusuf’un yüzünden, gözünden nurlar aktığını, Cenabı Hakk’ın (cc) Hazreti Yusuf’a başka bir güzellik, başka bir zeka verdiği söylenilir. Kendisine evvela ilm-ü hikmet sonra da nübüvvet verilmiştir. Daha on iki yaşında iken bir gece rüya görür ve babasına anlatır.

Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Hani bir zamanlar Yusuf babasına: ‘Babacığım hakikaten ben (rüyamda) on bir yıldızla, güneş ve ayı gördüm, hem de onları bana secde ederlerken gördüm.’ demişti. (Babası Yakub) dedi ki: Ey yavrucuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar (şeytana uyup sana bir kötülük ederler.) Çünkü şeytan insan için apaçık bir düşmandır.” (Yusuf 4-5) buyurmuştur.

Hazreti Yusuf’un kardeşleri, babalarının Yusuf ile muhabbetlerini kıskanıyorlardı. Bir gün babalarından izin alma bahanesiyle kıra götürüp ondan kurtulmak isterler, onu planladıkları gibi yapıp bir kuyuya atarlar.Daha sonra Hazreti Yusuf kuyudan çıkarılarak köle diye Mısır azizine satılır. Kardeşler de babalarına “Yusuf’u kurt yedi!” diye yalan söylerler.

Ayeti kerimede: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: Elbette Yusuf ve (öz) kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki biz birbirine bağlı bir topluluğuz. Doğrusu babamız apaçık bir yanılma içindedir.” (Yusuf 8)

“Babalarına gelip: Ey babamız senin için ne mahsuru var ki Yusuf’u bize güvenmiyorsun? Halbuki biz öğüt verenleriz. Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yiyip içsin, oynasın. Hiç şüphesiz biz onun koruyucularıyız.” (Yusuf 11-12)

“Yakub dedi ki: Onu götürmeniz beni elbette üzer, siz ondan habersizken onu kurt yer, diye korkuyorum.” (Yusuf 13)

“Onlar akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler, dediler ki: ‘Ey babamız hakikatten biz gittik, yarış ediyorduk. Yusuf’u eşyamızın yanına bırakmıştık (bir de gördük ki) onu kurt yemiş. Ama biliyoruz ki doğru söylesek de sen bize inanmazsın.’ Bir de gömleğinin üzerinde sahte bir kan lekesi getirdiler. Yakub, hayır dedi, nefisleriniz sizi aldatıp (böyle kötü) bir işe sürükledi. Artık bana düşen güzel bir sabırdır, bu anlattıklarınızın üzerine yardımı istenecek ancak Allah’tır.” (Yusuf 16-17-18) buyrulmuştur.

Kur’an-ı Kerim’in bazı surelerinde Cenabı Hak (cc) Hazreti Yusuf peygamberin kıssalarını anlatmıştır. Özetle geçecek ve devam edecek olursak: Hazreti Yusuf köle olarak satın alındığı azizin yanında yetişkin olur. Azizin zevcesi Züleyha ise Hz. Yusuf’a aşık olur ve bir gün nefsinden murad almak ister. Yusuf (as) ise iffet ve nezahetinden dolayı reddeder. Bunun üzerine iftiraya uğrayarak yedi sene zindanda kalır. (Yusuf 23-24-25. ayeti kerimelerde bahsi anlatılmaktadır.)

Burada namaz kılar, zindandakilere sohbet eder, masumiyeti anlaşılınca zindandan çıkarılır. Hazreti Yusuf zindanda iken Mısır hükümdarının aşçısıyla sakisi de zindana atılmıştır. Bunlar gördükleri bir rüyayı hazreti Yusuf’a anlatarak tabir etmesini isterler. Hazreti Yusuf da bunlara evvela biraz nasihat verir, sonrada rüyalarının neye delalet ettiğini anlatır. Bunlardan biri firavuna yine şerbetçi olur, diğeri de asılır. Bir gün mısır hükümdarı üç gün aynı rüyayı görür, kimseler tabir edemez. Şerbetçinin hatırlaması üzere Yusuf (as) zindandan çıkarılır. Bu rüyayı Yusuf (as) yedi sene bolluk yedi sene de kıtlık olacağı şeklinde tabir eder.

Ayeti kerimelerde: “Hükümdar: ‘Ben, yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yormasını biliyorsanız rüyamı söyleyiniz.’ dedi.” (Yusuf 43)

“Yûsuf dedi ki: ‘Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın.’ Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek. Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.” (Yusuf 47-49) buyrulmuştur.

Yusuf Aleyhisselam’ın emriyle bolluk senelerindeki fazla ekinler başaklarıyla beraber ambarlarda biriktirilir. Sonra kıtlık seneler başladığında halk bu ambarlardan istifade eder. Yusuf’un kardeşleri de bu kıtlıktan etkilenmiş, erzak almak için bir iki defa Kenan ilinden çıkıp Mısır’a gelmiştir. Hazreti Yusuf kardeşlerini tanıyıp kendisini tanıtmış, babası Yakub Aleyhisselam’ı, validesini ve kardeşlerinin hepsini Mısır’a davet etmiştir.

Rivayete göre Hazreti Züleyha’nın da Yusuf’a olan hasretinden gözleri kör olmuş, bütün mal varlığını, Hz. Yusuf’tan haber verenlere hediye olarak verirmiş. Cenabı Hak (cc) yıllar sonra Züleyha’ya Yusuf’u (as) kavuşturur ve nikahlar. Artık Züleyha ise ibadete düşmüş, sürekli Rabbi ile baş başa kalmak istemiştir. Hazreti Yusuf babasının vefatından elli dört sene kadar daha yaşamış, yüz on yaşında dünyasını değişmiştir.

(Devam edeceğiz inşaallah)

 

Yazar: 

 

Çarşamba, 01 Mart 2017 06:39

BEDEN DİLİMİZ LİSANI HALİMİZ

Beden Dilimiz Lisanı Halimiz

Beden Dilimiz Lisanı Halimiz - Gönül Pınarından

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Beden Dilimiz Lisanı Halimiz

 

İnsanı yoktan var eden, hiçbir şey bilmezken ona konuşmayı ve beyanı öğreten, ilahi fermanını insanlara duyurmak için peygamberler gönderen ve onlara semavi kitapları indirip hakkı-batılı, doğruyu-eğriyi, adaleti-zulmü, istikameti-dalaleti bildiren, kendi dostlarını bize gönderen Allah’a hamdolsun.

Habibine salat ve selam olsun. Ne büyük saadet O’nun izinden gidenlere… Gönlünde Hakk’a varmak arzusu ve hedefi olanlara müjdeler olsun... İlahi muhabbeti elde edip manevi şarabı içenlere müjdeler olsun.

Beden dili nedir? İnsanların birbirleriyle iletişim kurmasında, sözlü ifadeden daha çok beden dilinin etkisi vardır. Karşımızdaki bir insanın hislerini, kurduğu cümlelerin yapısıyla olduğu kadar konuşurken kelimelere vurgu yaptığı ses tonu ve beden dili ile de anlayabiliriz. Beden dili insanın vücudunu genel anlamda kullanarak kendini ifade etmesi ve kendini daha iyi anlatmasını sağlamak demektir. Hiç kimse beden dilinin ifadelerinden kaçamayacağı veya bunu bastıramayacağı için bu dili öğrenmek çok yararlıdır. Çünkü beden, zihnin uzantısıdır. Düşünce, davranışlarda iz bırakır. İnsanların beden dilini okuyarak onların düşüncelerini, kişilik yapısını çözebiliriz. Kainatın yaratılış sebebi olan insandan milyarlarca vardır fakat birbirlerine tam benzeyen iki kişiye rastlamak mümkün değildir. Her insanın kendisine mahsus maddi ve manevi bir yapısı vardır. Bu yapı farklılıklarla doludur. Kimi yumuşak olurken kimi de sert mizacıyla dikkat çeker… Bütün bu farklılıklar tabiri caizse tıpkı bir lego parçaları gibidir. Eklenerek birleşir ve çeşitli şekiller alır; o farklı farklı lego parçaları büyük bir himmetin neticesi olarak her insanda ayrı bir ahenk sağlayarak bir araya gelir, bir bütünlük arz eder ve vahdeti sağlar. 

İnsan vücudunda bulunan kısa-uzun, büyük-küçük her şey nihayetinde bir hücreden meydana gelmiştir. Bir hayat numunesi olan bu biricik hücrenin yapısını insan incelese, bütün ömrünce ona nazar etse… İnsan o hücreden-kendinden dışarı çıkmaya fırsat bulamaz. İnsan Cenabı Hakk’ın kudretini itiraf etmekten başka bir şey yapamaz. Çünkü insan çok muazzam bir varlıktır. Her ne kadar bu güzelliği hakkıyla anlatamasa da, dili konuşamasa da, beden konuşur. İnsanın bedenindeki bütün azaların dili vardır. Aklın dili, gözün dili, yüzün dili, elin dili … bütün bunların hepsinin konuşan bir dili vardır. Akıl düşünerek hissini ortaya koyar. Göz, görme hissinin merkezi… İçinde görme sinirlerinin uçlarında teşekkül etmiş yüz otuz milyon ışık alıcı hislerle konuşur. Burun koklama hissi ortaya koyar ve adeta konuşur. Burun çok ilginç bir manzara arz eder: Hava burun deliklerinden içeri girdiğinde, vücuda mükemmel bir ısı yayıldığında vücut ısınır. O zaman beden harekete geçer. 

Her azanın konuştuğunu hissederiz. Her ne kadar dil konuşmasa da o zaman beden konuşur. Bakıldığında yüzünden ışıltılar yayılan yaşlı kadına sormuşlar: 

-Yüzünden nasıl böyle güzellikler yayılıyor? Sırrı nedir bunun? Yaşlı kadının cevabı:

-Her bir uzvumu ayrı bir kulluğa adadım. Dudaklarımı hakikate, sesimi hayır hasenata, ellerimi sadakaya, kulaklarımı merhamete, kalıbımı izzete, kalbimi de muhabbete adadım.

Şair, “Sevdalılar gül alıp gül satarlar.” der. Bütün her şey düşünmekle başlar. İnsan önce düşünür, niyetini alır; sonra hayata geçirir. Düşünmek insanın vücudunu harekete geçirir. Bu çok üstün bir sıfattır. Bu üstünlük, kalbimizin dilidir. 

Bedenin hayatının devam etmesini sağlayan, organları harekete geçiren maddi kısıma, bu et parçasına yürek denir. Kalp ise güzel düşüncelerin merkezidir. Bütün güzel hisler onda saklıdır. Bütün güzel ve kötü hisler; dile, dudağa, kaşa, göze, yüze hatta bütün vücuda akseder. Beden, bütün organlarıyla bu duyguları üreten kalbe dil olma görevini yapar. Dolayısıyla kalpte bulunan güzel ve kötü duygular dış alana akseder. Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki: “İnsan vücudunda bir et parçası vardır. O ıslah olursa bütün vücut kurtulur. O et parçası kalbtir.”

“İnsan dilinin altında gizlidir. Dil can evinin kapısının perdesidir. Konuşma rüzgarı esip de perde aralandı mı içinde yılan-çıyan mı var, yoksa inci-mercan mı var belli olur.” (Hz. Mevlana)

İnsan konuşacaksa lisanından önce hal dilini düzeltmelidir. Çünkü dil kalbin kepçesidir. Kalpteki bozukluklar dile akseder. 

Hayatta en çok istediğimiz şey huzurlu olmaktır. Bu huzurun iksiri ise sevgidir. Kalpteki sevginin en kuvvetli tezahur ettiği yer gözlerdir. Gözler, insanların birbirlerini anlamada en tesirli azadır. Bütün organlar -dil dahi- iletişimde bazen gözlerin yanında son derece sönük kalır. Kalpteki sevginin gözdeki ifadesi gülümseyerek karşıdaki insanın gözlerine bakmaktır. O zaman insanın ta kalbinin derinliklerindeki o yeri anlayabiliriz. Kalplerimizi sevgi ile yumuşak tutmalıyız. 

Kalpteki sevginin dış görüntüsü tebessümdür. Tebessüm, dostluk sarayının anahtarıdır. Bir insanın tüm ruh halini bir tebessümle değiştirebiliriz. Öyleyse yüzümüzden tebessüm, kalbimizden sevgi hiç eksik olmamalı. “Yüreğinde yeşil bir dal saklarsan, ona şakıyan bir kuş mutlaka gelecektir.” der bir Çin atasözü.

Eskiler beden dili yerine lisanı hal demişler. İlk defa tanıştığımız bir insanın hal ve hareketlerinin bizde bıraktığı iz aslında beden dilinden yansıyan izdir. Çünkü beden dili sözsüz haberleşmedir. Bir insanla karşılaştığımızda o insanın gözü üzerimizde olur. Onun bizi tanıması için onunla göz göze geliriz. Bizim canlı ve tebessümlü bir bakışımız onda yakınlık hissi oluşturur. Bizim bu güzel hareketimiz karşımızdaki insanda güven duygusu uyandıracaktır.

Ne kadar güler yüzlü, ne kadar sevimli, kanım ısındı, deriz. Kim bilir konuşması ne kadar güzeldir, diye düşünürüz. Bunun aksine çatık kaş-soğuk bakış, tebessüm etmeyen bir yüzümüz olsa bu da tam tersine itici bir tavır olacaktır. Çok soğuk biri. Bakışı da çok itici, der; sözlerini duymak istemeyiz. 

Dost, bizim halimizi tavrımızı hiç konuşmadan anlayabilendir. Beden dili bu açıdan önemli olsa gerek.

Beden dili insanların evet kelimesinin ne zaman hayır anlamına geldiğini, hayır kelimesinin de ne zaman evet anlamına geldiğini bilmelerini sağlayan sözsüz bir haberleşmedir.

Kulluğumuza baktığımızda kulun zikri ve namazı hem sözlü hem de bedenî olurken tefekkürü ise sessizdir. Kur’an-ı Kerim en iyi şekilde insanı açıklamaktadır. İnsan, gerek konuşma gerekse bedeni işaretlerle bu mesajlara cevap vermeye çalışıyor. Yani Kur’an’ın mesajları insanlara vasıta olur. Cenabı Hak, kulu ile konuşur. Kul ya söz ile ya da beden ile ya da susarak Rabbine kulluğunu ifade eder. Cenabı Hak Yasin Suresi’nin 65. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“O gün onların ağızlarını mühürleriz, yaptıkları iyi ya da kötü amelleri bize elleri anlatır. Ayakları da buna şahitlik eder.”

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Mahşer Bir Korku Filmi, Bir Endişe Yumağı Değil; Bir Sevinç Kaynağı Olmalı - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 108 - Aralık 2016

 

Mahşer Bir Korku Filmi, Bir Endişe Yumağı Değil; Bir Sevinç Kaynağı Olmalı

 

Sual: Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse de hadisi şeriflerde pek çok kez mahşerden bahsediliyor. Malum mahşer; haşr olunan, toplanılan yer anlamında. Kelam ilminde bunun mahiyetinden de biraz bahsediliyor...

Bizler genelde, mahşer için inandık der, geçeriz ama böyle demeyle de mahşer bizi, hayatımızı çok fazla etkilemiyor. Halbuki bizi en fazla etkilemesi gereken noktalardan bir tanesi olmalı mahşer. Çünkü o güne dair bazı ayetler ve hadisler bize oldukça etkileyici bir tablo sunuyor. O günkü dehşetten, korkudan, bekleyişten bahsediliyor. Dünyada da bu duyguların benzerlerini yaşıyoruz pek çok defa. Bunlar da birer nimet olarak algılanabilir. Çünkü bir benzeri dünyada verilmiş ki iyi düşünelim… 

Mesela bir öğrenciyi düşünürsek; sınav başladığı zaman artık ne halde ise odur. Eğer gayri meşru bir yolla yani kopyayla vesaire uğraşmıyorsa; ne biliyorsa o olacak yanında. Ve adeta hocasıyla baş başa kalacak. Mahşerde de böyle bir durumun vuku bulacağı haber verilmiş bize. Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bazı hadislerinde insanların giyinik olmayacağından bahsediyor. Hazreti Aişe validemiz: “Ya Rasulallah, biz de mi öyle olacağız?” diye soruyor. Efendimiz de cevaben buyuruyor ki: “Öyle halde olacağız ki kimse kimseyi görmeyecek.” Yani erkeklik dişilik kimsenin umurunda olmayacak o halin vahametinden. Adeta Allah ile karşı karşıya kalacağız. Bunların dünyadaki yansımaları neler olmalı? Mahşeri burada yaşamazsak oradaki asıl mahşere hazırlıklı gitmiş olmayız herhalde?

Cevap: Önce, Cenabı Hakk’ın mahşerde bütün ehli imana ve içlerinde de bize yardımını dileyerek başlayalım. Çünkü malumunuz Cenabı Peygamber buyurmuşlar ki; kimse yapıp ettiği şeylerle bahsettiğiniz o mahşerdeki imtihanları, o badireleri geçemez. Ancak herkes Allah’ın nusretiyle, Allah’ın rahmetiyle mahşerden selamete çıkabilir, cennete dahil olur. Sahabi “Siz de mi ya Rasulallah?” diye sorduklarında kendisi için de Cenabı Peygamber (aleyhissalatu vesselam): “Biz de!” buyurmuşlar. Yani kendisinin de ancak Allah’ın rahmiyle, keremiyle, fadlıyla o imtihanı verebileceğini ifade buyurmuşlar… 

Bu yüzden mahşerde Cenabı Hakk’ın yardımını ummaktan öte bizde hem ciddi bir gayret hem de samimi bir talep olması lazım. Ama meseleleri sıralamaya koyduğumuzda mahşer en son hadisedir. Sanki son imtihanımız diyelim. Mahşerden önce de bizim dikkat etmemiz gereken hususlar var. 

Biliyorsunuz bütün semavî dinlerin temel meseleleri özetle üç sacayağı şeklinde bize bildirilmiş. Bunun birincisi tevhiddir; Allahu Teala’nın vahdaniyetidir, varlığıdır, Zatı’dır, sıfatlarıdır, fiilleridir; bunlarla alakalı bilmemiz gereken mevzuattır... Dinin temel ayaklarından birisi budur. 

İkinci ayağı risalettir. Bize tevhidi ve mahşeri işleyen bir eğitimcinin, bir muallimin varlığıdır. Çünkü biz inanıyoruz ki tesadüfî bir şey yoktur, her şey tasarrufîdir, tevafukîdir, ilahi muradın bir neticesidir. Bu yüzden inancımızın temel umdelerinden birisi de risalet-nübüvvet-peygamberlik müessesesidir. 

Üçüncü temel esas ahiret yani mahşer ve ötesidir. 

Adeta biz bu üç temel unsurun içeriklerinin, muhtevasının tamamına din diyoruz. Tevhide, risalete ve ahirete ait bütün mevzuatın bileşimine din diyoruz. Tabi ana hatlarıyla yoksa dinin farklı bölümleri de vardır. Tevhidin kendi içinde bilinmesi gereken noktaları vardır. Risaletin ve ahiretin de keza öyledir. Bunlar farklı bablara ayrılabilir…

Şu halde henüz mahşere gelmeden önce bizim diğer dersleri vermemiz lazım, diğer derslerden sınıfı geçmemiz lazım. Bu adeta şuna benziyor: Bir talebenin ders yılı boyunca gördüğü imtihanlar vardır. Ve bir de bunların neticesinde en son sınavı vardır. O sınavı da verirse sınıfını geçmiş olur. Mahşer bir final imtihanı, bütünleme imtihanı, diploma imtihanı. Ama o güne gelmeden önce tevhidden imtihanımız var, risaletten imtihanımız var, ubudiyetten imtihanımız var, insaniyetten imtihanımız var...

Dediniz ya imtihana girdiğimizde ne isek o… İşte mahşere kadar, o bütünlemeye kadar göreceğimiz dersler önemli. Mahşer bu derslerin neticesi. 

Şöyle diyebiliriz; eğer biz bu derslere gereği gibi çalışmamışsak bizim için mahşer diye bir şey yok, öyle bir şeyin bir anlamı yok. Çünkü Cenabı Hak bunu bize bildiriyor; o tip insanlar mahşerde şunu diyecekler;

“يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَاباً - Ne olaydı da toprak olsaydım!” (Nebe 40) Biz mahşeri görmeseydik, biz haşrolmasaydık, biz bugüne gelmeseydik... Bunu diyeceğimizi bize haber veriyor. İşte bu ayet bize diğer dersleri es geçenlerin konumunu bildiriyor. 

Mahşerin örnekleri çok dünyada, sizin de ifade ettiğiniz gibi. Çünkü biz örneği olmayan bir şeyi bilemeyiz. Bu yüzden de Cenabı Hak, Kur’an-ı Kerim’de bize her şeyi örneklendirmiş. Anlayasınız, ibret alasınız, ders çıkarasınız diye Cenabı Hak size böyle meseller/örnekler gösterir, buyuruyor ayeti kerimelerde.

Birçok hakikati Cenabı Hak bizim seviyemize inerek bizim algılayabileceğimiz ifadelerle bize tarif eder. Bizim bildiğimiz, gördüğümüz, anlayabileceğimiz ifadelerle bize tarif eder. Misal cenneti Cenabı Hak bize -la teşbih- bir mesire yeri gibi, yaylalarımız gibi tarif eder. Niye? Biz yaylalarımızı biliriz ve bizim içimizde onlara bir hevesimiz, arzumuz vardır. Bize öyle bir atmosferde cenneti anlatır.

İşte Cenabı Hak salih amelleri ve bu amellerle bütünleşen kamil müminleri bize bir zürranın-ziraatçının ziraatına örnek verir. Göğermiş ekinleri bize misal gösterir. O ekinler nasıl ki emek veren, zahmet çeken çiftçinin göğsünü kabartırsa onu memnun, mutlu ederse; kendisine “اِقْرَأْ كِتَابَكَ - Kitabını oku!” (İsra 14) Hadi bak şimdi yaptıklarını gör, hesabın önüne gelsin dendiğinde, o güzellikleri gördüğünde iyi ürün almış o çiftçi gibi sevineceğini bize örnek verir. Çünkü bunları biz bilebiliyoruz, bunlar yaşadığımız şeyler. Bir müminin de salih amellerini görüp öyle sevineceğini bize örnek verir. 

Mahşerin de burada örnekleri olması lazım ki biz mahşer üstünde de tefekkür edebilelim ve onu anlamaya çalışalım. Uyku dediğimiz hadise, insanların gece yatıp uyuması ve sabahleyin kalkması bir mahşerdir, diriliştir. Adeta ölüm ve ötesini bize anlatır. Uykumuz geldiğinde uyuyoruz, adeta ölüyoruz; sabahleyin uyanıyoruz, kalkıyoruz adeta farklı bir hayat… İş güç bizi bekliyor, bir yerden başlıyoruz. Bu bize mahşeri anlatıyor. 

Yine mevsimlerin değişimi bize mahşeri anlatıyor. Tabiatta yazdan sonra kışın gelmesi; her şey canlı iken, yemyeşilken, cıvıl cıvılken birden kış gelmesiyle o gümrah, yemyeşil ağaçlarımız bir çalı yığınına dönüşmekte, o cıvıl cıvıllık tamamen çekilmekte. Afedersiniz hayvanat kış uykusuna çekilmekte, yuvalarına saklanmakta… Sanki kainat ölüyor. Bakıyorsunuz baharda yeniden müthiş bir canlanma; karların erimesiyle ağaçlar yeşilleniyor, çiçeğe duruyor, meyveye dönüşüyor vesaire… Bu bize mahşeri anlatıyor. Sadece bize mahşeri mi anlatıyor? Hayır, bu bize Cenabı Hakk’ın varlığını da ispat ediyor ve O’nun sonsuz kudretini gösteriyor. Namutenahi ilmini gösteriyor bize Cenabı Hakk’ın. Bu hadiseler bize tevhidi de anlatmış oluyor. İş ki biz bu hadiseler üstünde düşünebilelim. Rabbimiz de zaten bu noktada bizi teşvik buyuruyor. Yazla kışın, gece ile gündüzün yani alemde olan bütün değişikliklerin düşünülmesini emrediyor. Bunlarda Allah’ın ayetleri vardır, buyuruyor. Yani Cenabı Hakk’ın sonsuz kudreti ve hikmeti vardır. Bunları bize birer ayet olarak göstermektedir, kevnî ayetler… 

İşte bu noktadan meseleye bakınca tevhidi anlayabilmek için de yine bir noktadan başlaması lazımdır insanın. Tevhid de öyle hemen kendiliğinden anlaşılabilecek bir ders değil. Biz bunu belki kelime olarak söylerken kendimizi anlamış gibi zannediyoruz ama değil. “La ilahe illallah” diyoruz ama mesele bu kadar basit değil. Biz bu söze tevhid diyoruz. Bu söz bir anahtar, bir rumuz, bir şifre… Bu sözle bizim önümüze bir alem açılıyor.

Yani gece, gündüz bir ayet olabiliyorsa, yaz, kış, bahar bir ayet olabiliyorsa, yağmurun yağışı, bir kelebeğin uçuşu ayet olabiliyorsa kaldı ki bütün bu ayetleri vaaz eden o sonsuz varlığın bilgisi, ona ait meselelerde nasıl olur da öyle hemen basit bir kelime ile meseleyi geçiştirebiliriz. Tevhid bizim varlık sebebimiz… Bizim var oluş sebebimiz tevhidi anlamak, muvahhid olmak, birleyebilmek… İnsan kelime de bulamıyor anlatmaya... Eğer biz tevhid deryasına dalacak olsak bu mevzunun her şıkkı bir ayet… Şair demiş ya: “Ben bu deryaya her dalışta inci mercan isterim.” Tevhidin her mevzuu başlı başına bir ayettir. Bu yüzden insanın bu derse de -anlaşılsın diye ders olarak ifade etmeye çalışıyoruz- bir noktadan başlaması lazım. 

İşte buna başlayacağı nokta kişinin kendisidir. Eğer kendisinden başlamazsa yolu sarpa gider, yokuşa gider. Kendini tanımakla işi anlamaya çalışacak ve kendisinden hareketle Rabbini tanımaya yönelecek. Rabbini tanıyınca, Rabbinin ondan tanımasını, bilmesini istediği şeyleri öğrenip onları tanımaya başlayacak. Mahşeri bilmemizi kim istiyor? Cenabı Hak istiyor. Risalete imanımızı kim istiyor? Cenabı Hak. Bu sefer insan Rasullerle diyaloğunu arttıracak. O irfan mektebine kaydını yaptıracak. Biliyorsunuz kainatta ilk müderris, ilk öğretici Hazreti Cibril’dir. Sonra Hazreti Adem’dir. Ona bir eğitim vermişler, tevhid dersleri vermişler, risalet dersleri vermişler. Ama biz meselenin bize bakan cephesinde Hazreti Cibril’den sonra ilk muallim olarak Sultanulenbiya’yı (aleyhissalatu vesselam) görüyoruz. Ve ilk irfan mektebi olarak biz Mekke-i Mükerreme’de, Darulerkam’ı görüyoruz. Sonra Medine’de, Mescid-i Nebi’yi ve o Mescid-i Nebi üniversitesi içinde çok özel bir fakülte olan Suffa’yı görüyoruz. Bütün hakikatler buradan neşredilmiş.

İnsan bu irfan mektebinde İslam’ı, imanı, ihsanı öğrenmiş, din gününü yani mahşeri öğrenmiş. Öğrenebileceği, ihtiyaç duyabileceği bütün hakikatleri bu mektepte öğrenmiş. Ama bütün bunlarla birlikte değişmeyen bir ders olmuş. Tevhid dersinin yanında, risaletin yanında, ahiretin yanında bütün bu derslerin yanında insan kendisini öğrenmeye de gayret etmiş. Çünkü kendisini bilmedikçe, bu cevherlerin, bu hakikatlerin misallerini göremez. Adeta zübde insandır, vitrin insandır. Kainatı -la teşbih- muazzam bir mağaza, avm şeklinde düşünün. Bunun vitrini insandır. Cenabı Hak bu kainatta ne varsa ondan adeta bir cüz insana ikramda bulunmuş. İşte insan o cüzlerle eserden müessire doğru yol alabilir. Bunun için insanın Hakk’ı tanırken kendisini de tanıması önemlidir. Kendini tanımadıkça bir insan Hakk’ı tanımış sayılmaz. Çünkü Hak ile irtibatını, rabıtasını ancak bu yolla tespit edebilir. Yani beni yoktan var eden bir varlık var, her şeyi var eden bir varlık var ama bu varlığın benimle irtibatı ne? Bunu bulamazsam o varlık hakkında ciddi bir malumata sahip olamam. Dolayısıyla ona ulaşmak, ona kavuşmak için ne bir arzum olur ne bir isteğim olur ne bir gayretim olur.

Ben önce bir okulun öğrencisi olmalıyım ki o derslere çalışabileyim, imtihanlara hazırlanabileyim veya geçme-kalma bunlar beni etkileyebilsin. Böyle bir şey yoksa niye ben etkileneyim ki; okuldakiler sınıf geçiyormuş veya sınıfta kalıyormuş bana ne?! Ben bütün bunlara karşı kendimi tanımayınca kalpsiz, hissiz, duygusuz, akılsız, gözsüz, kulaksız, idraksiz bir varlığa dönüşüyorum. Bunlar Kur’an’ın ifadeleridir. Ben, hem cinslerimi bir tarafa bırakın -afedersiniz- dört ayaklılardan da daha alt bir dereceye düşüyorum. Enam dediğimiz o mahlukat benden daha üstün, benden daha şerefli olabiliyor. Hak yanında benden daha farklı bir değere sahip olabiliyor. İşte tevhidi anlamak için Hakk’ın en büyük ayeti olan kendimi anlamalıyım, işe buradan başlamalıyım. Bu hazırlıklar beni mahşere hazırlayacak.

O zaman bende şöyle bir duygu olacak; her nefes son nefes. Her alıp verdiğim nefes benim için son nefes olabilir. Son nefes niye benim için önemli; kavuşum var, arzularımın menziline ulaşım var, vuslat var. Bu beni heyecanlandırmalı… Ben mahşere bu duygularla hazırlanmalıyım. Hazreti Mevlana misali şeb-i arus olmalı benim için. Mahşer benim için bir korku filmi değil, bir endişe yumağı değil; bir sevinç kaynağı olmalı…

Bir de şu bilinç ve bilgi var ya bende; ben ne yapıp etsem de benim yaptığım şeylerle değil, o arzuladığım varlığın beni arzulaması önemli olan:

“فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ - Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım.” (Bakara 152) Önemli olan O’nun beni davet edişi, O’nun beni bekleyişi, O’nun beni çağrısı… 

Benden O’na ne giderse gitsin, giden bendendir; yani bunun kaynağı benim, dolayısıyla benden giden şey de benim gibidir. Bunu sufiler şöyle ifade eder: “Senden Hakk’a giden şeyler şekavet ender şekavettir / Hak’tan sana gelen şeyler saadet ender saadettir.” Yani benden gidenler benim değerimdir. Hak’tan bana gelenler Hakk’ın değeridir. Bu bilinç bende olduğu için benim mahşere hazırlığım yapıp ettiğim şeylerle değil. Benim mahşere hazırlığım Hakk’ın kendisidir, Hakk’ın sonsuz rahmetidir, O’nun bana yüz gösterişidir, beni davetidir, O’nun beni zikredişidir; benim O’nu zikredişim değil. Ama O’nun beni zikretmesine vesile benim zikredişim olabilir. Ben bunu yapmakla yükümlüyüm, bu ayrı.

İşte bu yüzden mahşer benim endişe yumağım, korku durağım değil; sevinç kaynağımdır, mutluluk merkezimdir, hedefimdir, sılamdır. Sefer der-vatan hususu bunu ifade eder. Ben dünyada yaşadığım bütün zaman dilimlerini bu arzu ile yaşamışım. Vatanı aslime bir gün hicret edeceğim, bu gurbet bitecek diye yaşamışım. Mahşeri böyle arzulamışım. Burada beni tek teselli eden şey; o tevhid dersleridir, Hakk’ın yakınlığıdır. Burada bunlarla teselli bulmuşum. Ve bir de -la teşbih- o sıladan karşılaştığım birisi Rasul (aleyhissalatu vesselam)… Bir hemşeri… Sıladan gelmiş, buram buram sıla kokan biri… Burada O beni teselli etmiş, O’na bel bağlamışım, O’nunla ilgilenmişim, O’nunla bütün vaktimi değerlendirmeye çalışmışım. Terhis olacağım günü veya bu gurbetin biteceği günü beklemişim umutla, sabırla…

Sorunuzda bir hadisi şerifi örnek verdiniz; insanların telaştan dolayı hiçbir şeyden haberleri olmayacak, yanındaki kişinin bayan mı erkek mi, giyinik mi çıplak mı olduğunu dahi fark edemeyecek. Bu iki şeydendir; ya korkunun verdiği bir dehşet ve endişe ya da sevginin getirdiği bir ğaşyoluş… Allah’a kavuşacağım diye sevgiyle o kadar ğaşyolmuş ki başka hiçbir şeye nazar etmiyor.

“مَا زَاغَ الْبَصَرُ- Gözü bile kaymadı.” (Necm 17) diye buyruluyor ya… Hiçbir şeye gözü kaymayacak. Bütün hararetini, bütün hasretini, bütün himmetini O’na tahsis etmiş. Baksa da göremez ki! Giyinik mi, çıplak mı umurunda değil. 

Belki o anda böyle bir duygu içinde olan bir müminin kendi hesabı da umurunda değil. “Ya benim de hesabım var, benim bu hesabım ne olacak!” diye de düşünmez. Ne olur olsun, O var ya… Rabbim… O’nun muhabbeti, O’nun sonsuz rahmeti var ya… Ben bütün bu fedakarlıklara belki O’nu bir lahza görebilmek için katlandım. Dünyada bu kadar çilelere katlandım. Burası da çile olacaksa varsın olsun.

Ama bu yöneliş hali ancak o tevhid dersini mükemmelleştirende oluyor. Risalette fani olanda oluyor. Kim fenafirrasul olmuşsa adeta bu hal onda oluyor. Kim burada fenafillah olmuşsa, Allah’ta fena bulmuşsa bu hal onda oluyor. Yoksa mahşere böyle salt bilgilerle hazırlık zor biraz. Mahşer bir vuslat diyarıysa, bir öz vatansa, bizim için sılaysa işte o zaman anlam ifade ediyor.

Bir insan gurbette gitmiş, misal dört sene üniversite okumuş ve iyi bir derece ile diploma almış. O insanın memleketine, anasına, babasına dönüşünü düşünün. Müthiş bir sevinçle. İçinde bir hizmet aşkı da varsa; memleketime döneyim, memleketimin insanına hizmet edeyim, bu birikimimi onlarla paylaşayım arzusuyla memleketine giden bir insanın halini düşünün… Bir mümin için mahşere gidiş böyle olmalı. 

Yoksa burada oraya ait örnekler çok. Çünkü burada neye baksa her şeyin üstünde Hakk’ın etiketi, Cenabı Hakk’ın tuğrası var. Adeta Cenabı Hak bütün eşya ve hadisenin lisanı haliyle bize haykırıyor ki; bunun patenti bize aittir. İzinsiz hiçbir şekilde iktibas edilemez. Zikirsiz, fikirsiz, şükürsüz hiçbir eşyaya dokunamazsın. İnsan için bu; inanan için… Yani -afedersiniz- bunu enam sınıfından olana söyleyemeyiz, bu ona ait değil. Ama insanlığının farkında olan birisi o hukuka riayet eder. Bilir ki bu izinsiz dokunulamaz, kaynak gösterilmeden kainatta hiçbir şeyde alıntı yapılamaz. Hepsinin sahibi var; buna zikir gerekir; “Bismillahirrahmanirrahim”. Buna fikir gerekir; tefekkür… Buna şükür gerekir; “Elhamdulillahirabbilalemin”.

Bu mümin için bir terbiye, bir nezaket, bir edep, bir irfandır. Mümin her şeye karşı bu duyguyla yanaşır. İşte öyle de olunca her şey ona mahşeri hatırlatır, Hakk’ı çağrıştırır. Her şeyde adeta o sınavın kokusunu alır. Onun bir izini, bir işaretini, bir beşaretini görür. Hani bir söz vardır ya; dervişin fikri ne ise zikri de odur. Sürekli meşguliyeti bu olduğu için zaten başka bir şey düşünemez. Bunun için Cenabı Hak adeta bize buyuruyor ki; “Her ne cepheye, hangi cihete yüzünü çevirirsen çevir Cenabı Hakk’ın yüzü oradadır.” (Bakara 115). Yani sana orada işaretler vardır, beşaretler vardır. Her şeyde o zaman O’nu görürsün.

İşte o anlayış seni kamçılar. Adeta burada görevlisin diye buradasın. Kendi başına değilsin, sana bir vazife verilmiş. Bu bittiğinde seni çağıracaklar, emre amadesin. Bu yüzden belki yanıyorsun, yakınıyorsun ama O da seni kendi haline koymuyor. İşte sana böyle işaretleriyle beşaretleriyle dokunuyor adeta. Sana senden yakınlığıyla kendini hissettiriyor. Sen şimdi o yakınlığın içinde ğaşyolmuşken başka şeyleri nasıl düşünebilirsin ki? Bana benden yakın olan bir varlık beni böyle istiva etmiş iken, istila etmişken, kuşatmışken başka bir şey düşünmem mümkün olur mu?

Ama yine söylüyorum; ben bunları kendimi tanımaya başladıkça anlamaya başlıyorum. Kendimle uğraşmaya başladıkça, kendimi çözmeye başladıkça bunları çözmeye başlıyorum.

“من عرف نفسه فقد عرف ربه - Kendini bilen Rabbini bilir.” Kendimi bildikçe ben Rabbimi bilmeye başlıyorum. Kendimi bilemiyorsam, kendimi tanıyamıyorsam her şey bana o zaman yabancı… Her şey sanal… İşte o zaman basit bir kelimeden ibaret oluyor; “La ilahe illallah” dedim mi ben meseleyi bitirmiş oluyorum. Allah var, bir, Allah’tan başka bir ilah yok... Ama ben ilahın manasını bilmiyorum. Ben Allah diye kastettiğim varlığın ne olduğunu bilmiyorum. Allah diyorum ama bu örfen bir bilgi. Allah kime deniyor bunu bilmiyorum. Çünkü zaman zaman karıştırabiliyorum, Allah’a ait sıfatları başkalarına da verebiliyorum. 

Bunun için risalet makamından beni uyarmışlar zaten. Allah Rasulü ne buyuruyor: “Ben ümmetimin artık açıktan aya, güneşe, yıldıza putlara tapmasından korkmuyorum. Onların gizli şirkinden korkuyorum.” Bizi gizli şirke itebilecek bu anlamda iki kapı var, tehlikeli olarak önümüzde iki çukur var. Birisi cehalet çukuru; bilgisizlikten dolayı biz şirke düşebiliriz, Allah esirgesin. İkincisi inat, nefs… Küfrün şubelerini akaid eserlerimiz tarif ederken küfrü inadi üstünde dururlar. Küfrün bir çeşidi de küfrü inadidir. Adeta Hak ile inatlaşmak… Bunlar bizi gizli şirke sürükleyebilir. 

İşte biz kendimizi bu anlamda bilemeyince, meseleleri de böyle basit iki-üç tane kelimeye hapsedince; ilah manası nedir, Allah ifadesinin manası, mefhumu nedir bunları bilemeyebilirim bu yüzden Cenabı Hakk’ın sıfatlarını farklı varlıklara düşünebilirim, onlara yükleyebilirim; mahşerimi berbat etmiş olurum, vücudumun belli yerlerine kadar endişeden dolayı tere batmış bir insan olabilirim o zaman. 

Ama öyleleri de anlatılıyor ki mahşerde şeref konuğu olacaklar. Arşurrahman’ın gölgesinde, hiç başka bir gölgenin olmadığı o günde, mahşerde Allah’ın -la teşbih- özel misafirleri olacaklar. Onlara her türlü ikram yapılacak. Elleri, ayakları, yüzleri, elbiseleri, oturdukları kürsüler nur, nur, nurun ala nur… “Peygamberler bile, şehitler bile gıpta edecekler onlara.” buyuruyor Cenabı Peygamber. Böyle bir durum da var. Ama belki yanındaki kendi hanımını dahi fark edemeyecek derecede endişe içinde ve bu endişeden dolayı boğazına kadar tere gömülmüş bir şekilde bekleyecek olan da var. Bu tercih bizim. 

İşte bizler bu tercihin neticesini kendimizi önemseyerek veya önemsemeyerek belirlemiş oluyoruz. Kendimizle işe başladığımızda mahşerde son bulacak bir yola girmiş oluyoruz. Sıratı müstakim dediğimiz, cadde-i kübra olan bir yola giriyoruz.

“فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ- Emrolunduğun üzere dosdoğru ol!” (Hud 112) ve “الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ- Dosdoğru bir yol!” (Fatiha 6) da devam ediyoruz. Ta ki “حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ- Sana ölüm gelinceye kadar!” (Hicr 99) mahşere ulaşıncaya, Hakk’a vasıl oluncaya kadar bu yol, bu yolculuk devam ediyor. Allah bizi bu yolculukta muvaffak kılsın ve bizleri neticeye ulaşanlardan eylesin…

Sual: Önce kendimizden başlamak gerek buyurdunuz. Bizlerse azalarımızla hep dışarıdakilere yönelik yaratılmışız zannediyoruz. Bu anlamda kendimizi tanımaya başlayacağız diye yola koyulsak nereden başlamalıyız? “Kendini tanımak” ne demektir?

Cevap: Benim kendimi tanımam için de bir derse ihtiyacım var. Yani beni bana tanıtacak, bana kendimi gösterecek bir aynaya ihtiyacım var. Onun için bize Kur’an buyurur ki; Sultanulenbiya bir usve-i hasenedir. Risaletin görevi de budur. Yani peygamberlerin görevlerinden birisi de beni bana tanıtmaktır. Ayeti kerimede de Cenabı Hak onları tarif ederken öyle buyuruyor: “Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitab ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 151)

Sizin içinizden yani sizin gibi… Allah’ın seçtiği, sevdiği birileri, Peygamberler size hikmeti öğretecek, hakikatleri öğretecek. Bilmediklerinizi, Allah’ın kitabını size öğretecek; Allah’ın muradını size bildirecek, Allah’ın sizden istediklerini size öğretecek ve size sizi öğretecek, size sizi bildirecek. Ve sizi temizleyecek. Ben bu noktada peygamberlere muhtacım. İşte risalet müessesesinin görevi budur. Onlar bir yandan Allah’ı bildirirken, tevhidi anlatırken bir yandan da bana beni bildiriyorlar, bana beni öğretiyorlar. Ben kendimi tanımaya bu noktadan başlamalıyım. Peygamberlere müracaat etmeliyim. Bunlar temel kavramlar.

“كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا فَاَتْبَعَ سَبَباً” (Kehf 84-85) Belki her temel kavrama ulaşmak için arada farklı sebepler vardır. Tevhid temel kavramdır ama beni bu tevhidle irtibatlandıran sebepler vardır; misal benim namazım vardır, orucum vardır, abdestim vardır. Bunlar maksut değildir, maksuda ulaştırıcı vesilelerdir, bahanelerdir. Yani Cenabı Hakk’ın beni kendisine seçmesi için illa bunlara ihtiyacı yok ama bunları sebep olarak koymuş ve benim bu sebeplere müracaatımı istemiş. Ben bu sebeplere O’nun için müracaat ediyorum, maksuda ulaşmak için; amaca ulaşmak için bu araçları kullanmak zorundayım.

Şimdi günümüzde sanki bu araçları ortadan kaldırmak isteyen bir anlayış oluşturulmaya çalışılıyor. Bir laf cambazlığı var. Sebeplerin bazılarını kendilerince cici gösteriyorlar, bazı sebepleri ortada bırakıyorlar, bazı sebepleri de çirkin gösteriyorlar. Bu yapılan dengeyi bozar. Cenabı Hak asıl maksuda ulaşmak için belli vesileleri emretmiş ve o vesileler o maksuda ulaşmanın vesileleri olduğu için de maksuttan sayılmıştır, dolayısıyla mukaddestir. Yani bir insan namazı inkar etse Allah’ı inkar etmiş gibidir. Misal bir adam Allah’ı inkar etmese, Allah vardır birdir dese ama namaz yoktur dese bu adam mümin olabilir mi? Hayır. Oruç yoktur dese, ben oruca inanmıyorum dese bu adam mümin olabilir mi? Olamaz. Allah’a inanıyor ama oruca inanmıyor. Evet, belki bunlar bizatihi maksut değil ama maksutla birlikte olduğu için bunlar mukaddesatını/değerini maksuttan almışlardır. Ve kıymetlidirler; inkarı küfürdür. Namazın, orucun İslam’ın şartları diye bildiğimiz mevzuatın inkarı küfrü gerektirir.

Şimdi bu zaviyeden meseleye baktığımızda sebepler ne denli müsebbible alakalı ise o denli kıymetlidir. Bu yüzden temel hedefe ulaştıran sebepleri aradan kaldıramayız. Dedik ya, kainattaki en hakiki muallim, eğitici, bize bizi öğretici peygamberdir. Ama ben peygambere yetişmedim, O’nun zamanına yetişmedim; onu görmedim nasıl olacak bu? İşte ben meşru olan değişik vesilelerle peygamberin öğretisine ulaşacağım. 

Adeta beni bu öğretiye ulaştıracak vesilelerden tevatür hadislerin reddini, Ehli sünnet küfür saymıştır. Burada tevatür hadiste hadis kadar onu rivayet edenlerin de önemi var, rivayet edenleri de reddedemiyorum. Çünkü o rivayet ravilerle kaimdir. Ravileri ortadan kaldırdığımda ben ilme ulaşamıyorum, nebevi bir öğretiye, nebevi bir metoda ulaşamıyorum. 

Bu, ilmin bütününe ulaşma noktasında cari olan bir yoldur. Ben kendimi bu yoldan bilmeye başlayacağım. Yani ben eğitime muhtaç olduğumu bileceğim, eğitilmem gerektiğini bileceğim. Cenabı Hak bir kuş aracılığıyla bile insanı eğitmiştir, bunu görüyoruz. Kabil, Habil’i katlettiğinde onu nasıl defnedeceğini bilemediği için Cenabı Hak iki tane kuşu gönderiyor, kuşlar birbirleriyle dövüşüyor, biri birini öldürüyor. Ondan sonra tutuyor mezar eşiyor; onu içine koyuyor, üstünü kapatıyor. Kabil anlıyor ki; benim Habil’e böyle yapmam lazım ve Habil’i gömüyor.

Kuş ile yani bizden daha dûn olan bir varlık ile Cenabı Hak bizi eğitiyor. Kaldı ki eşref olan bir varlıkla beni eğitmesi gayet normal. İşte bu eşref mahlukların başında peygamberler geliyor. Hatta bakıyoruz ki; biz böyle bir peygamberi, Hazreti Musa’yı, peygamberliği ihtilaflı olan bir başka insana eğitim amaçlı gönderiyor. Hazreti Musa, Hoca-i Hızır’dan tevhid eğitimi alıyor, Hakk’ın farklı hikmetlerini, cilvelerini öğreniyor. Ben de kendimi bu anlamda eğitime muhtaç hissetmeliyim ve eğitilebileceğim bir metoda, bir usule, ilme ulaşabileceğim, peygamberlerin mirasına ulaşabileceğim birisine ihtiyaç duymalıyım. Ve buradan başlamalıyım.

“Her sanat ehlinden öğrenilir.” diye buyurmuş Efendimiz (aleyhissalatu vesselam). Başlarken ne dedik, Cebrail de bir öğreticiydi. Allah peygamberleri kendi seçmesine, tayin etmesine rağmen onlara bir öğretici tayin ediyor. 

İşte insanın kendisini bilmesi de ihtiyaçla başlıyor. İhtiyaç hissetmek… İhtiyacım kime; Allah’a. Ama şunu bilmeliyim ki Allah benim bütün ihtiyaçlarımı sebepler dairesinden verecek. O yüzden sebeplere yöneleceğim. İnsanın eğitimi insanla…

Bunun için Cenabı Peygamber Darulerkam’ı kurdu. Bunun için Küba Mescidi yapıldı. Bunun için Küba ile Medine arasında Ranuna’da bir ön eğitim, sahra eğitimi oluşturdu. Buradaki hutbe bir eğitimdir, cuma bir eğitimdir. Tabirimi mazur görün, Cenabı Hak Medine’nin içine varmalarını beklemedi, sabredemedi adeta. Niye; insanların ihtiyacından…

Kendimi tanımak istiyorsam bu ihtiyacı hissetmeliyim ve aynaya bakmalıyım; o ayna Rasul’dür (aleyhissalatu vesselam). O ayna O’nun şahsında o ilmi bana intikal ettiren, o hakikatleri, o hikmetleri bana intikal ettirenler… Ve ben ancak onlar ile buluşarak hakikat ilmini öğrenebilirim. İşe bu noktadan başlayacağım. Her sanatı ehlinden öğrenerek…

“اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ- Allah’a karşı ancak, kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fatır 28) Ben şunu anlıyorum bu ayetten: Allah’ı en iyi alimler bilir… Kur’an bunu bana bildiriyor. Yani ne demek istiyor Kur’an bana? Allah’ı en iyi alimler biliyorsa ve sen de Allah’ı öğrenmek istiyorsan onlara git. Haşyet istiyorsan, huşu istiyorsan, huzur istiyorsan ulemaya müracaat edeceksin. Allah’ı onlar iyi biliyor. Adres gösteriyor Cenabı Hak, kendi adresini gösteriyor.

“فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ - Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Enbiya 7) buyuruyor. Bilmediklerin için o işin ehline git. Ben hiçbir şey bilmiyorum; işte önce bunu bileceğim, hiçbir şey bilmediğimi… İşte kendimi bilmek için bu noktadan başlayacağım. Buraları es geçersem bir yerlere varamam. Bende kibir oluşur. Küfrü inadi dedik ya, o çukura düşerim; bende kibir oluşur. Rabbim ne buyuruyor kibirli için:

“اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ - Allah kibirlenenleri sevmez.” (Lokman 18) Fahırlananları, kibredenleri, kendisinde bir varlık görenleri biz sevmeyiz buyuruyor. Ben ehli ilme, ehli irfana müracaatla aynaya bakmış olacağım. Kendimi göreceğim, onlardan eksiklerimi görecek, bilmediklerimi öğreneceğim. Böylece kendimi tanımış olacağım. 

Ve onlar, kendileri bilebildikleri kadarını bana aktaracaklar. Yine Rabbim buyuruyor ki: “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf 76) Demek ki ben bir bilenle başlayacağım, o kendindekini bana aktarınca Cenabı Hak beni daha üstününe ulaştıracak. Sufilerin fena mertebeleri aslında budur. Bazıları bunlara “bunlar nedir bir ilim midir, hakikat midir diye” çok kafaya takıyor da, hakikattir tabi… Neticede Hakk’a ulaşıyorum. Ayeti kerimede Cenabı Hak öyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan sakınırsanız, size furkan (hak ile bâtılı ayıracak bir anlayış) verir.” (Enfal 29); “Siz Allah’tan gereği gibi korkarsanız Allah size bilmediklerinizi öğretir.” O’ndan ittika ederseniz, O size öğretecek. Bu eğitim o korkuyu bana öğretecek. Yani Allah’ın huşusu bende oluşunca ben el elden üstündür tezinden devamla fenafillah olacağım, Allah’a ulaşacağım. Ondan sonra benim muallimim Allah olacak.

Arıya vahyeden Allah, örümceğe vahyeden Allah, bir kuşa vahyeden Allah bana da vahyedecek, ilham edecek. Kuvvetli bir rabıta oluşacak Allah ile benim aramda. Şah damarımdan yakın oluşunu öyle hissedeceğim ki artık O’ndan duyacağım her ayeti kerime, her bir hikmet, hakikat beni hareketlendirecek. Sure-i Enfal’de bahsedildiği gibi (Enfal 2) kalbimde bir hareketlilik olacak. Allah’a ait her şey adeta beni kamçılayacak ve bununla imanım ziyadeleşecek. Yani bana farklı alemler açılacak; imanın ziyadeleşmesi bu… Allah’a teslimiyetim arttıkça derecem farklılaşacak, Allah’ı tanıyışım farklılaşacak.

Mecazdan hakikate, taklitten tahkike doğru bir seyir başlayacak ve “كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ- …O her an bir iş üzerindedir.” (Rahman 29) buyrulmuş ayeti kerimede; O’nun her an bir iş üzerinde olmasını ve işlerini göreceğim. O’nun işlerinden müşahede etmeye başlayacağım. Ehli şuhud olacağım; hayretten hayrete, heybetten heybete…

Allah Rasulü buyuruyor (aleyhissalatu vesselam): “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı?” Hayır, diyor sahabe-i kiram... “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.” Bu abdestle, namazla böyle oluyorsa Hakk’ın tecellilerinde hayretten hayrete düşen bir insanda, o manevi heybetle karşılaşan bir insanda, her an Hakk’ın bir iş üzerinde olmasını müşahede edip o işlerin hikmetini anlayan bir insanda gaflet kalır mı? Artık o nehre değil; denize, okyanusa girmiş sayılır. “Hiçbir şey onları Allah’ı anmaktan alıkoymaz.” (Nur 37) buyruluyor ya; işte o hal…

İnsanın kendisini tanımasıyla başlayan yolculuk bakın nereye varıyor? İstese de Allah’ı unutamıyor o zaman… Kendi Allah’ı zikrediyor bunun bilincinde; Allah’ın da kendisini zikrettiğini biliyor, adeta işitiyor. Hakk’ın kendisini zikrettiğini işiten bir insan, istese de artık Allah’ı unutamaz. Ne alışveriş ne evlat ne şu ne bu, hiçbir şey onu Allah’tan alıkoyamaz. O zaman bu hale geliyor.

Buradaki bütün mesele -tabirlerimi mazur görün- Allah’ın bize lütfettiği malzemeleri yerli yerinde kullanabilmek. Hiçbirini basite indirgememek, sebepleri atlamamak. Kendimi tanımaya bu noktadan başlarsam muvaffakiyet olur.

Kimilerine göre bu ilim, kimilerine göre hikmet, kimilerine göre hakikat, kimilerine göre irfandır. Belki hepsi aynı şey gibi gözükebilir ama fakire göre böyle değil. Misal altın diyoruz, bu temel bir ifadedir ama bunun kendi arasında kalite farkı vardır. Yani on iki ayar, sekiz ayar, on dört ayar bir altınla, yirmi iki ayar altın bir değil. Elmasın hepsi elmas ama kendi içinde kıratları var, değerleri bir olmuyor. 

Bu anlamda ilim ile irfan farklı kıratlara, ilimle hikmet farklı kıratlara sahip. Kiminin elinde ilim adına altın suyuna batmış şeyler olabilir, bunlar farklı şeyler. Ama irfan som altındır. Hikmet farklı bir kalitedir; bunları iyi değerlendirmek lazım.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort