JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:03

DİL VE AFETLERİ - 3 FUZÛLÎ KONUŞMAK

dil ve afetleri 3

Dil ve Afetleri - 3 Fuzûlî Konuşmak - Şeb-i Vuslat

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Dil ve Afetleri - 3 Fuzûlî Konuşmak

 

Bu davranış da bir önceki (mâlâyani) gibi hoş karşılanmayan bir huydur.

İki afet arasında ince bir fark vardır. Şöyle ki: malayani, baştan sona kadar tamamen faydasız olan konuşmadır; fuzuli ise, faydalı konuşmayı gereğinden fazla uzatmaktır. Mâlâyaniye dalmak ve ihtiyacından fazla konuşmak bu kapsama girer. Zira ona fayda verecek olan konuşma, kısa kelimelerle anlatılması mümkün olduğu gibi kelâmı mübalâğa ile söylemek, açıklamalar getirmek, tekrar tekrar anlatmak da mümkündür. Maksadını bir kelime ile ifade edebilecekken iki kelime kullanırsan, her ne kadar içerisinde günah ve zarar olmasa da o ikincisi fuzûlî olur. Yani ihtiyacından fazladır ve hoş görülmemiştir.

Atâ b. Ebu Rebâh (ra) şöyle demiştir:

“Gerçekten sizden öncekiler, fuzûlî konuşmayı kötü görüyorlardı. Onlar, Allahu Teala’nın kitabından, Peygamber Efendimiz’in sünnetinden olmayan, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek türünden olmayan sözleri, maişetin hakkında konuşmak zorunda olduğun kelimelerin dışında olanları fuzûlî kabul ederlerdi. Sizler, Kirâmen Kâtibîn adında, sağ ve sol yanınızda oturan hafaza meleklerini inkâr mı ediyorsunuz? İnsan her ne söylerse mutlaka yanında gözetleyen, yazmaya hazır bulunan bir melek vardır. Sizden biriniz, kıyamet günü, sabahtan akşama kadar doldurduğu, içerisinde bulunanların çoğu dünyasına ve ahiretine fayda vermeyen şeylerle dolu olan kitabı açıldığı zaman utanmaz mı?”

Mutarrif b. Abdullah (ra) der ki:

“Allah Teala’nın yüceliği kalbinizi kaplasın. Artık sizden biriniz köpeğine veya eşeğine, ‘Allahım onu rezil et!’ kelimesini ya da buna benzer şeyleri söyleyerek, Allah’ın ismini bayağı şeylerde anmasın.”

Şunu iyi bil ki, fuzûlî konuşmanın bir sınırı yoktur. Yüce Allah’ın kitabında faydalı olan sözlerin sınırları belirtilmiştir. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onların gizli konuşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen kimsenin konuşması müstesnadır.” (Nisa 4/114)

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: 

“Fazla ve gereksiz sözden dilini tutana ve elindeki fazla malını infak edene müjde olsun.”

Bak ki insanlar bu emri nasıl tersine çevirmişler! Onlar fazla malı ellerinde tutarlar, fakat boş ye gereksiz sözlerden dillerini çekmezler.

Mutarrif b. Abdullah (ra), babasından şöyle nakleder: 

“Benî Âmir kabilesinden bir toplulukla beraber Raslullah’ın yanına geldik. Gelen topluluk Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e, ‘Sen bizim babamızsın. Sen bizim efendimizsin. Sen bizim üzerimize en faziletlimizsin. Sen bizim en iyimizsin. Sen en cömerdimizsin. Sen şöylesin. Sen böylesin...’ demeye başladılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi haktan kaydırmasın.”

Bu hadis işaret ediyor ki, gerçekten dil, sadakatle bile olsa övmede başıboş bırakıldığı zaman, şeytanın onu, gereksiz olan fazlalıkları konuşturarak boş şeyle meşgul etmesinden korkulur.

Abdullah b. Mesud (ra) der ki:

“Fuzûlî konuşmalardan sizi sakındırırım! Kişiye ihtiyacını göreceği konuşma yeter.”

Mücâhid (ra) şöyle demiştir:

“Konuşulan kelimeler yazılır. Hatta bir adam oğlunu susturmak için, ‘Sana şunu şunu alacağım...’ dese ve almasa, yalancılardan yazılır.”

Hasan-ı Basrî (ra) anlatır:

“Ey Ademoğlu! Senin için bir sayfa açılmış ve ona vazifeli iki tane de melek tayin edilmiştir. Onlar yaptığın amelleri kaydeder. Bu durumda dilediğini yap; ister çok, ister az yap.”

Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman (as), cin taifesinden bazılarını bir yere gönderdi. Başka bir topluluğu da onların peşinden göndererek, onların ne diyeceklerine bakıp ve kendisine haber vermelerini istedi. Kontrol için giden grup geri dönünce Hz. Süleyman’a, “Gönderilen cin topluluğu bir çarşıdan geçti. Başlarını semaya kaldırıp, sonra insanlara baktılar ve başlarını salladılar!” dediler. Hz. Süleyman (as), onların niçin başlarını salladıklarını sorduğunda şu cevabı verdiler: “İnsanların amellerini yazmakla görevli meleklerin her ameli hemen nasıl yazdığına hayret ettiler. Meleklerin kontrolü altında bulunan insanların da nasıl boş sözlere ve işlere meylettiklerine hayret ettiler.”

İbrahim et-Teymi (ra) der ki:

“Mümin, konuşmak istediği zaman düşünür. Eğer söz faydasına ise konuşur, zararına olacaksa susar. Günahkâr kimse ise hiç durmadan ve düşünmeden konuşup durur.”

Yine Hasan-ı Basri (ra) şöyle demiştir:

“Çok konuşanın yalanı çok olur. Malı çok olanın günahı çok olur. Kötü ahlâklı olana ise azap edilir.”

Amr b. Dînâr anlatır:

“Bir adam Rasûlullah’ın (sav) yanında çok konuştu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona;

“Dilinin önünde kaç tane perde var?” diye sordu. Adam:

“İki dudağım ve dişlerim vardır.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“Bunların içerisinde fazla sözlerini geri çevirecek hiçbir şey bulunmadı mı?” buyurdu.

Allahu Teala (cc) insana iki kulak ve bir ağız yani dil vermiştir. Yani insan iyi düşünsün ve ona göre dikkatli konuşsun diye. Dili de iki kapıyla engellemiş. Bunlar dudaklar ve dişlerdir.

Bir rivayette ise şöyledir:

Bu ikaz, Rasûlullah Efendimiz’in (sav) şahsını övüp, kelâmında aşırıya kaçan ve sözü uzatan bir kimse hakkında yapılmıştır. Allah Rasulü şöyle buyurmuştur:

“Bir insana fazla ve boş konuşmadan daha kötü bir şey verilmemiştir.”

Ömer b. Abdülaziz (ra) der ki:

“Gerçekten, beni çok konuşmaktan men eden şey, övünmek korkusudur.”

Hikmet ehlinden biri der ki:

“Bir adamın bir mecliste konuşmak nefsinin hoşuna gidiyorsa sussun. Eğer susmuşsa ve susmak nefsinin hoşuna gidiyorsa konuşsun (nefsine muhalefet ederek hakkı söylesin).”

Yezid b. Ebu Habib (ra) der ki: “Bir mecliste konuşmayı dinlemekten daha fazla sevmek, âlimin imtihanıdır. Şayet konuşmasına gerek kalmayacak derecede başka bir âlim konuşuyorsa şüphesiz dinlemek selâmettir. Onun sözü üzerine konuşmak, sözü süslemek veya artırmak ya da eksiltmek olur.”

İbn Ömer (ra) şöyle demiştir: “Kişinin en fazla temizlemesi gerekli şey dilidir.”

Ebu’d-Derdâ (ra) sert ve keskin dilli bir kadın görünce:

“Şayet bu kadın dilsiz olsaydı onun için daha hayırlı olurdu!” dedi.

Konumuzla ilgili olarak İbrahim en-Nehai (ra) der ki:

“İnsanları iki şey helak eder. Bunlar da fazla mal ve fazla konuşmaktır.” 

Evet, fuzûli konuşmanın panzehiri, her konuştuğunu yazan Kiramen Kâtibin meleklerini unutmamak. Gönülde zikrullah, dilde onun yansıması olduğu müddetçe bu afetten de muhafaza oluruz inşaallah. Yapmamız gereken konuşmadan önce düşünmek. Acaba hayır mı yoksa şer mi çıkacak ağzımdan. Hayır dahi olsa acaba gereğinden fazla mı konuştum diye bir tefekkür ve muhasebe yapma mecburiyetindeyiz.

Ciddi manada gönlümüze yöneldiğimizde ve rabıtamıza dikkat ettiğimiz vakit bize zor gelmeyecektir. Ama konuyu da şu şekilde anlamayalım. İşte bu kadar düşünürsem vesvese olur hiç konuşamam. Veya ben konuşmamın hak mı batıl mı olduğuna nasıl anlayayım gibi ifadeler biraz kolaycılığa kaçmak veyahut da bu işe gönülsüz olduğumuzu gösterir. Yoksa bizden susmamız istenmiyor. Yolumuz sohbet yolu, paylaşım yolu aktarım yolu. Bu anlatılanlar hak yolda dikkat etmemiz gerekenler. Bu yolun yolcusuysak yolun inceliklerini de öğrenmek ve tereddütsüz hayata geçirmek zorundayız. 

Rabbim bildiklerimizle amel edebilmeyi ve doğru zamanda, doğru ortamlarda, doğru insanlara da bu bilgiyi anlatabilmeyi bize kolaylaştırsın. Hakkı hak bilip hakka ittiba, batılı batıl bilip batıldan içtinap eylesin.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazali, Semerkand Yayınları, 2011

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:02

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI - 2

Peygamberlerin Sıfatları

Peygamberlerin Sıfatları - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Peygamberlerin Sıfatları

 

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve beraketüh.

Geçen ayın yazımızı özetle hatırlayacak ve ilave edecek olursak: İmanın şartlarından biri de Allah’ın (cc) göndermiş olduğu peygamberlere inanmaktır. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere “Rasuller” “Nebi” veya “Elçilerimiz“ diye de zikredilmektedir. Kendilerine; sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ, adalet, emmül-azl sıfatları verilmiştir.Bunların manası: Yalan söylemezler, günah işlemezler, emanete ihanet etmezler, tebliğ ederler, adaletten ayrılmazlar, akıllı ve zeki insanlar olup asla peygamberlikten atılmazlar gibi sıfatlara sahiptirler. Bu güzel insanlara Cenabı Hak (cc) Cibril vasıtasıyla her türlü ilmi bildirmiştir.

Hace Hazretleri bir sohbetlerin de ilk eğitimi ve peygamberleri tarif buyururken: “Cenabı Hak bizatihi ilk evvel kendisi Hazreti Adem’e öğretmiştir. Meleklerine karşı Adem ile iftihar etmiş, Hazreti Adem’e esmayı öğretmiştir. Her şeyin ismini yani eşyanın hakikatini öğretmiş, bu anlamda ilk terbiyeci Cenabı Hak’tır.

Sonra peygamberlerini vahiy ile eğitmiştir. Burada terbiyeci olarak Cebrail aleyhisselamı görüyoruz. Peygamberler de birer eğitimcidir. Bakıyoruz Allah Rasulü’nün her bir ashabı bir muallim. Peygamberlerden başka kimse masum değildir, yanlış yaparken bile kasıtları olmamış, Allah için yapmışlar. Buna rağmen Cenabı Hak buyuruyor ki: “Biz onların yanlışlarından da doğrularından da her hallerinden razıyız. Onlar ihlas abidesidir, samimiyet sadakat örneğidir.” diye açıklamışlardır.”

Ulu’l-azm peygamberleri vardır altı tanedir. Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz’e: “Ey Rasulüm! O halde ulu’l-azm (sebat sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi sende sabret! Ve o inkar edenler hakkında acele etme….” (Ahkaf 35) diye buyurmuştur.

Bunun manası ise şöyledir: Haktan gelene razı olmuşlar, fedakarlı çok sabır mücadele gösteren demektir. Peygamberler içinde Cenabı Hak bu peygamberleri daha ziyade övmüştür. Azim denilmesi azimleri kuvvetli imtihanları şiddetli oluşundan vazifelerini hakkıyla yaptıkları bu mücadeleye sabrettikleri için “azm” ünvanını almışlardır. Bunların isimleri şöyledir.

1) Muhammed (sav) - Habibullah (Allahu Teala’nın sevgilisi)

2) Adem - Safiyullah. (Allahu Teala’nın seçilmiş saf temiz yarattığı kulu.)

3) Nuh - Neciyullah. (Allahu Teala’nın ihsanı ile seçilmiş kulu.)

4) İbrahim - Halilullah (Allahu Teala’nın dostu.)

5) Musa - Kelimullah (Allahu Teala’nın kendisi ile konuştuğu kimse.)

6) İsa - Ruhullah. (Ruh anlamına gelir ki ona ruhundan üflendiği için denilmiştir.)

HUD (as) ve KISACA HAYATI:

Kur’an’da ismi on defa geçmektedir, on birinci sure onun adını taşımaktadır. Rivayet edilir ki: Hazreti Hud (as) Yemen’de “Hadramud” civarında “Ahkaf” denilen mahalde yaşayan “Ad” kavmine peygamber olarak gönderilmiş, ticaret ile uğraşmıştır.

İnsanlar tufan hadisesinden sonra yine azıtmışlar, yollarını sapıtmışlardı. Bunlar birçok nimetlere, kuvvetlere nail olmuş mermer sütunlar üzerinde kurulu muhteşem binalar saraylar bağlık bahçelik heybetli caddeler ve şehrin her tarafını parlak havuzlarla süslemişlerdi. Fakat Allahu Teala’nın birliğini inkar ederek putlara tapınmaktan vazgeçmemişlerdi. Cenabı Hak bu azgın kavme oldukça yumuşak huylu kalbi merhamet ve şefkat dolu olan Hud’u (as) göndermiştir. Bu peygamber bir çok mucizeler göstermiş, fakat inanmamışlardı.

Kur’an-ı Kerim’de: “Ad kavmine de kardeşleri Hud’u gönderdik. Ey kavmim Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir ilahınız yoktur ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız (dedi).” (Araf 65)

“Ey kavmim Rabbinizden mağfiret isteyin sonra O’na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Gelin günahkar olarak ölüp gitmeyin.” (Hud 52)

“Dediler ey Hud! Sen bize apaçık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı terk etmeyiz ve sana inanmayız.” (Hud 53)

“Ad kavmine gelince onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar ‘Bizden daha kuvvetli kim vardır.’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu göremediler mi, onlar bizim ayetlerimizi bile bile inkar ediyorlardı.” (Fussilet 15)

“Ad kavmi ise gürültülü ve azgın fırtına ile helak edildiler. Allah onu yedi gece ve sekiz gündüz ardı ardına onların üzerlerine musallat etti. O kavmi içi boş hurma kütükleri gibi ölüp yıkılmış görürdün.” (Hakka 6-7) buyrulmuştur.

Hz. Hud peygamber de kendisine iman edenler ile beraber başka bir tarafa gitmişti. Yedi gece ve sekiz gündüz kulakları sağır eden şiddetli bir rüzgar ile helak olmuşlardı. Yüz elli sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme’de veya Hadramut’ta medfun olduğu rivayet olunmuştur.

SALİH (as) ve KISACA HAYATI:

Kur’an’da adı sekiz defa geçmektedir ve yirmi sekiz ayette de anlatılmaktadır. Hazreti Salih (as), Şam ile Hicaz arasında “Hicr” denilen mahalde yaşayan “Semud” kavmine peygamber olarak gönderilmiş ve Ticaret ile uğraşmıştır. Rivayete göre bu kavim dağları delmiş, taşları oymuş kendilerine pek sağlam binalar yapmışlardı. Görkemli binalar yapan Semudlular, doğru yoldan çıkmış bulunuyorlardı.

Hazreti Salih’in yirmi sene devam eden emirlerine nasihatlerine muhalefet etmiş, kendilerine “Sakın dokunmayınız.” diye tembih edildiği harikulade bir deveyi boğazlamışlardı. Dehşetli bir deprem ile yerlere serilip helak olmuşlardır. Salih (as) da kendisine iman edenlerle birlikte çıkıp evvela Şam’a, Filistin’e sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gitmiştir. Seksen beş sene veya iki yüz sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme’de rükn ile makam arasında medfun bulunduğu rivayet edilir.

 

Cenabı Hak ayeti kerimede: “Semud kavmine kardeşi Salih’i de gönderdik. (Onlara dedi ki): “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil (ve mucize) geldi. İşte size bir mucize olarak Allah’ın dişi devesi, onu kendi haline bırakın Allahın arzında otlasın ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalar.” (Araf, 73)

“Derken o (mucize olarak gösterilen) dişi deveyi ayaklarından biçerek öldürdüler ve Rabbinin buyruğundan dışarı çıktılar. Ey Salih hakikatten elçilerdensen bizi tehdit ettiğin o azabı bize getir, dediler.” (Araf 77)

“Bunun üzerine onları şiddetli bir deprem yakalayıverdi. Yurtlarında diz üstü çöküp cansız kalıverdiler.” (Araf 78) buyurmuştur.

İBRAHİM (as) ve KISACA HAYATI:

Kur’an’da adı altmış dokuz defa geçmektedir, on dördüncü sure onun adın taşımaktadır. Kurban kesmeyi bize o öğretmiştir, oğlu İsmail ile Kabe’yi yeniden inşa etmiştir.

Hz İbrahim (as) Babil’de doğmuş iki yüz sene yaşamış ve kendisine “Halilullah” unvanı verilmiştir. Son derece misafirperver biri olduğu rivayet edilir. Ayrıca minberde hutbe okumak, misvak kullanmak, sünnet olmak, tırnak kesmek onun sünnetlerindendir. Hazreti İbrahim (as) “ulu’l-azm” sahipleri denilen peygamberlerden birisidir. Rivayet edilir ki: Nemrut adında birisi birçok kabileler başına toplayarak Babil’de şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Babil ülkesinde batıl bir din türetmişti.

Bunlar güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlarına tapmakta idiler. Allahu Teala (cc) Babil ahalisine İbrahim’i peygamber olarak gönderir ve onlara: (Doğan, batan, sönen, ölüp giden) şeylerin tapmaya layık olmadığını bildirmiş Hak dini öğretmiştir. Fakat bunlar aldırmamışlardı. Bir gün Hazreti İbrahim (as); halk şehir dışına çıktığında puthaneye giderek putları kırar ve elindeki baltayı da büyük putun boynuna asar. Halk şehre dönüp bu hali görünce bunu Hazreti İbrahim’in (as) yaptığına karar verirler.

İbrahim peygambere: “Sen mi yaptın bu putlarımızı?” diye sorarlar. Hazret’i İbrahim ise: “Eğer söyleyebilirse sorunuz bakalım belki bu büyük put yapmıştır.” diye cevap verir. Onlar: ”Hiç cansız put böyle bir şey yapar mı?” derler. Hazreti İbrahim: “Mademki cansız ellerinden bir şey gelmez şeylerdir, artık ne için bunlara tapıyorsunuz?” der. Hazreti İbrahim bu cahil kavme ne kadar gaflet ve delalet içinde kalmış olduklarını bu suretle de anlatmak istemiştir. Bunun üzerine hepsi biraz susarlar ve cehaletlerini sezer gibi olurlar. (Enbiya 58-64) Fakat bu halk yine sapık dinlerine ısrar edip ilahlarını kurtarmak için onu ateşte yakmaya karar vermişlerdi. 

Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Ey müminler onlara deyin ki: Biz Allah’a ve bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilenlere, diğer peygamberlere verilen kitap ve sayfalarına iman ettik. Biz onlardan hiçbirini diğerinden inanç yönünden ayırt etmeyiz. Biz ancak Allah’a teslim olan müslümanlarız.” (Bakara 136)

“Hani İbrahim Beytullahın temellerini İsmail’le beraber yükseltirken (şöyle dua etmişti): “Ey rabbimiz yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz sen bizi hakkıyla işiten ve bilensin.” (Bakara 127)

Nemrut’un emri üzerine ilahlarını kurtarmak için beli bükük ihtiyarlar bile odun topluyorlardı. Odunları develere yüklediklerinde develer odunları yere döküyordu. İbrahim’i (as) sevenler gizli gizli ağlaşıyordu. Nemrut uzunca bir sürede hazırlattığı büyük bir ateşin içine Hz. Peygamber’i mancılık ile fırlatarak ondan kurtulmak istemişti.

Rivayete göre Hazreti İbrahim ateşe doğru havada ilerlerken Cenabı Hak Cebrail’i gönderir ve: “Onu havada tut ve dileğini sor.” diye buyurur. Cebrail (as) ise dileğini sorar. Hazreti İbrahim (as): “Ben Allah’tan başka kimseden yardım istemem! Ben O’nun kölesiyim ateş de onundur, nasıl isterse öyle yapsın.” der. Cenabı Hak da ona “Halilim” (dostum) demiştir. Allah’ın emri ile ateş ise gülistan bahçesi olmuştur. 

Ayeti kerimde: “Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet üzere ol! Onlar İbrahim’e bir düzen kurmak istedilerse bizde onları en büyük bir ziyana uğrattık.” (Enbiya 69-70) buyrulmuştur.

Hazreti İbrahim (as) rivayete göre yüz yetmiş beş ve ya iki yüz sene yaşamıştır. Müminleri ve kendi ehlibeytini alarak Şam diyarına hicret eder. Kudüs-ü Şerife tabi, Halilu’r-Rahman kasabasında eşi Sare hatun ile beraber medfundur. (Devam edeceğiz inşaallah.)

Kaynakça:

Büyük İslam İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:01

NETLEŞMİŞ YOL HARİTAMIZ

Netleşmiş yol haritamız

Netleşmiş Yol Haritamız - Gönül Pınarından

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Netleşmiş Yol Haritamız

 

Yüce Rabbimize sonsuz hamd olsun. Sahip olduğumuz bütün nimetler O’nundur. O’nun zatı hak, mülkü hak, vaadi haktır. Bizi dosdoğru yol ve İslam nimeti ile şereflendirmesine ne kadar şükretsek gerçekten azdır.

Allah’ın Habibi, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’e en güzel selat ve selam olsun. O’nun güzel yolunu takip eden sahabe efendilerimize, O’nun varisi ekmellerine selatu selam olsun.

İnsanın yol haritası dünyaya gelmesiyle netleşmiştir. İnsanın yolu, rızayı ilahiyeye nail olmak için Cenabı Hakk’ın insanoğluna bir lütuf olarak, ikram olarak vermiş olduğu bu iman ve kur’an hizmeti yolunda bu ömrü tüketmesidir. O yolda Rabbimize ve Peygamber Efendimiz’e ittiba ile Kur’an’ı kendimize rehber, emirlerini de hayat programı yapmalıyız. Zaten Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’i, Allah’ın peygamberlerini kabul eden bir insan bu şehadetiyle, dosdoğru yola girmiştir. Bu şehadet insanı dar yollardan, karanlık yerlerden, zahmetli geçitlerden geçirip göz kamaştıran bir kapının önüne getirir. İşte sıratel müstakim olan dosdoğru yol, hidayet yoludur. 

Hidayet; Hak yolu, doğru yolu, Allah’ın insanlara ilham ettiği, lütfettiği yolu arama hissi ve arzusu, ona vasıl olma duygusu anlamlarına gelmektedir. Gerçek doğru yol Allah’ın yoludur. Allah’ın yolu ise İslam’dır. Cenabı Hak Fetih Suresi’nin 28. ayetinde buyuruyor ki: “O Allah’ın Muhammed’e gönderdiği gerçek yol ki, Allah Rasulü’nü, hidayet ve hak dinle gönderdi. O (hak) dini bütün dinlere üstün kılsın diye.’’ Cenabı Hak bütün yolların kendisine ait olduğunu ve onun ötesinde başka bir yol olmadığını bize buyurmaktadır. 

Allah’ın yolu olan İslam hidayet diye isimlendirilen gerçek yoldur. Onun için uyulması gereken hak yol, İslam’dır. Ondan ötesi, terk edilmesi ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim bu hak yoldan başka yola saparsa zarar eder. Cenabı Hak onu terk eder. Terk ettiği gibi yardımını da ondan çeker.

Gönülden gönüle yol var Halil’a,
Minel kalbi ilel kalbi sebila

Yollar vardır, faniden faniye. Yollar vardır, faniden bakiye. İnsanın hayatı bir yolla başlamaktadır. Ebedi alemden bu aleme bir yol üzere gelmiştir. Dünya bir hayat arabasıdır. O arabaya binerek yolculuk yapılmaktadır. İnsan ruhunun derinliklerinde, sonsuzu bulmak ve sonsuza kavuşmak için ebedi olana yolculuk yapmaktadır. 

Hace hz. buyuruyorlar ki: “Şeytan ile Allahu Teala’nın bir muhaveresi, bir sohbeti olmuş… Şeytan insana olan hırsından, kininden, düşmanlığından dolayı intikam alma duygusu ile Allah’a söz veriyordu. Hidayet yolu üzerine oturup insanları o yoldan saptırmak, azdırmak, çıkarmak için elinden ne geliyorsa yapacağını söylüyordu. Dolayısıyla da bu insanın imtihanı oluyordu. Cenabı Hak (cc) bunu size bildiriyor. Bakın yolunuzda böyle engeller var, buna göre tedbirinizi alın. Sizin böyle bir düşmanınız var, sizin için böyle bir tehlike var.

Bu, büyük babanız Adem’i kandırdı, onun başına çorap ördü, bu çorabı sizin başınıza da örecek, buna dikkat edin… İnsan dünyevi meselelerde bütün tehlike levhalarına dikkat ediyor. Misal bir tankerin arkasındaki ateşle yaklaşma levhasına, bir kuru kafa işaretine veya bir yüksek gerilim işaretine riayet ediyor, ona yanaşmıyor, bunlara karşı tedbir alıyor. Ama aynı insan Allah’ın ona bildirdiği düşmana karşı, maalesef tedbir almak şöyle dursun bahaneler üretiyor ve o bahanelerin arkasına saklanmaya çalışıyor.” İşte bu yolun dışındaki bütün sokaklar birer çıkmaz sokak olabiliyor. Orada dosdoğru yolu bulmak ve ona kavuşmak bu anlamda çok zordur. Aslında şeytanın ayak izinden gidenlerin işi zor olsa gerek.

Mehmet Akif Ersoy: “Allah’a dayan, saye sarıl, hikmete râm ol, yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!” diyor. İşte bu yol tek olana koşmak, O’nu arzulamak dosdoğru yolu bulmak,onun yolcusu olmaktır.

Hak yolcusu asli vatan yolculuğuna çıktığı zaman şeriatle yürür ve istikamet yolundan dışarı çıkmadan yoluna devam eder. Bu yolculuk hedefe varıncaya kadar devam eder. Mesela bir adam bir yere giderken yola çıkmadan önce hazırlığını yapıyor.

Eğer özel araba ile gidiyorsa arabasının bakımını yaptırıyor, benzinini doldurup öyle yola çıkıyor. Yolda trafik ışıklarına dikkat eder. Kaza yapabilirim diye çok dikkatli olur. Her an başına bir felaket geleceğini düşünerek çok dikkatli olur. Her yol değiştirdiğinde trafik işaretlerini görür, sonunda varacağı hedefe varır.

Hak yolcusu da aynen böyledir. Önündeki en büyük işaret levhası olan Cenabı Hakk’ın Âli İmran Suresi’nde 132. ayetinde buyurduğu: “Allah ve Rasulüne tabi olun ki merhamet olunasınız.” levhasına riayet eder.

Sonra her gün yapılan ibadeti-ameli onun levhası olur. Bütün gidişatı ve manevi halleri kur’an ve sünnete uygun bir şekilde devam eder. Hak yolcusu o yolda çok dikkatli olur. Yolunun önüne çıkan bütün işaret levhalarını dikkatlice takip eder. Edepli bir şekilde yol alır. Edepli bir şekilde yol alması için bir rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. Gözünü ve gönlünü o rehbere dikmeli. Onun adımlarını güzel takip etmeli. Onun gösterdiği usul ile edep ile yola çıkmalı, ona güvenmeli, onun hedefe götüreceğine inanmalıdır.

Hak yolcusu kendi marifetine değil, kendi becerisine değil, Allah’ın rahmetine güvenmeli, ilahi destek olmadan kendi başına bir yol alamayacağını bilmelidir. Sahabe efendilerimiz Cenabı Hakk’a gittikleri yolda Peygamber Efendimiz’e tabi oldular. O’nun yolunu takip ettiler.

Netice-i kelam olarak Hak yolcusu, bu hak yolundan gidenleri kendine örnek almalı, bunun için her hal-u kârda edebe sarılmalı, boynunu bükmeli, kibirden ve benlikten yüce Allah’a sığınmalıdır. Bu yolun her geçit ve durağında gönlünde tek levha asılıdır: Edep ya Hû… Selam ve dua ile…

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:11

SOSYAL MEDYANIN MENFİ TESİRLERİ

 Sosyal Medya Menfi

Sosyal Medyanın Menfi Tesirleri - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Sosyal Medyanın Menfi Tesirleri

 

Muhterem kardeşlerim…

Bu ayki musahabe bölümümüzde günümüzün en büyük altın buzağısı haline gelmiş olan sosyal medyanın; insanlığa ve özellikle müslümanlara menfi tesirlerini irde- lemeye çalışacağız.

Rabbimiz celle ve âla hazretleri Kitab-ı Kerim’inde: “Bilmediğin şeyin ardına düş- me; doğrusu kulak, göz ve kalp; bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (İsra 36) bu- yuruyorlar.

Bugün bu sosyal medya denilen olgu şuurlu bir şekilde kullanılmadığında dipsiz bir kuyu gibi insanı nereye götüreceği bilinme- yen bir araç haline dönüşüyor. Her zaman söylenilen klasik ifadelerden olan “Bir aleti iyi- ye kullanırsan iyi şeylere, kötüye kullanırsan kötü şeylere vesile olursun.” cümlesi aslında sosyal medya kavramı hakkında çok doğru olmamaktadır. Biz müslümanlar olarak bir şeyin faydalı veya zararlı olması konusunda baskın olan yöne bakmak zorundayız. Üzerinde durduğumuz şeyin az da olsa fay- dası var düşüncesiyle bu sosyal medya ko- nusunda duyarsız olamayız. Çünkü bu sos- yal medya meselesi müslüman toplumların tamamını tehdit etmektedir. Özellikle gelece- ğimizin  teminatı  olan  gençliğimizin ahlakını yozlaştırmaktadır. Bu açıdan baktığımızda zararlarımızın fazla olacağını kestirmemiz gerekmektedir. Biz bu makalemizde bahse- dilen zararları maddeler halinde yazıp izah etmeye çalışacağız.

1-Sosyal medyanın en zararlı yönü ahlakî yozlaşmayı körüklemesi ve bunun ne- ticesinde nesli bozmasıdır.

Bugün sosyal medya internet üzerin- den kullanılmaktadır. İnternet denilen ağ dünyamızı öyle sarmıştır ki, adeta dünya bir köy halini almıştır. Öyle ki binlerce kilomet- re uzaktan yüklenilen bir veri anında bizlere ulaşmaktadır. Bu veriye ulaşmak da bir bil- gisayarın veya akıllı telefonun tuşları kadar yakınlaşmaktadır. İşte bununla özellikle nes- lin muhafazasını en önemli ilke olarak be- nimsemiş olan İslam dinini ve müslümanları ahlaken bozmak isteyen şeytanın yandaşları tarafından çok kolayca bombardımana tabi tutulmaktadır. Özellikle cinsel içerikli siteler birinci planda İslam toplumunun ahlakını bozmak için kullanılmaktadır. Bu tip siteler toplumda çok fazla sakıncalı görüldüğünden kendini sağlama alan müslüman bölgelerde çok fazla etkili olamazsa tuzağın çeşidi de- ğiştirilmektedir. Arkadaşlık siteleri adı altında bayanların erkeklerle, erkeklerin de bayan- larla çok kolay irtibat kurmaları sağlanabi- liyor. Bu sayede bırakın bekar gençleri evli insanları dahi tuzağa çekebilmektedirler. Bu tuzağa da düşmeyen müslümanlara İslamî evlilik siteleri adı altında farklı biraz daha eh- ven gibi görülen tuzakları devreye koyuyor- lar.

Şurası unutulmamalıdır ki; İslam ahlakı denilince çok geniş bir mevzu anlaşılmalıdır. Fakat Rabbimiz Teala, Hazreti Âdem’den (as) Efendimiz’e (sav) kadar bildirdiği bütün ilahi emirlerinde kadın-erkek ilişkilerini ah- lakı en fazla bozucu özellik olarak ifade bu- yurmuşlardır. Çünkü temiz bir toplum ancak temiz bir nesille oluşturulabilir. İşte şeytan  ve avanesi bunu çok iyi bildikleri için insan nefsini genel olarak buradan vurmaya ça- lışmışlardır. Günümüzde şeytanın birinci aleti Siyonizm olduğu aşikardır. Diğer beşe- ri ideolojilerin tamamı bu şer odağı tarafın- dan pompalanmaktadır. Dolayısıyla müslü- man toplumları bozmanın en kestirme yolu olan cinsiyet olgusunu çok kullanmaktadır. Özellikle yaklaşık iki yüz yıldır çiğnenen mo dernleşme-batılılaşma sakızının birinci aleti kadınların özgürleştirilmesi ve Allah’ın Kita- bı’nda vurgulanan mahremiyet meselelerini ortadan kaldırmaya yönelik olmuştur. İşte iki asırdır çok uğraşıp kısmen başarıya(!) ulaştı- larsa da genel olarak bir başarı elde edeme- diler. Müslüman toplumlar bu mahremiyetler konusunda taviz vermeme gayretinde oldu.

Ancak bu sosyal medya illeti ortaya çı- kınca bütün kapalı ortamlar açılmaya başlan- dı. Çünkü bunu yapmak çok kolaydı. Tekno- lojinin nimetlerinden faydalanmak baskısıyla evlerimizin en mahrem yerlerine kadar girdi- ler. Çocuklarımız kendi odalarında “chat”leş- mekle başlayan ilişkilerini buluşmaya, yakın- laşmaya ve zinaya kadar götürdüler. Sadece çocuklarımız değil evli bayan veya erkekle- rimiz de bu illete tutuldu ve aileler birer birer dağılmaya başladı. Müslüman toplumların direği olan aile temelinden sarsılmaya baş- ladı. Boşanma oranları Avrupa’yı geçmeye başladı. Bu da sonuçta her türlü ahlaki yozlaşmanın önünü açtı.

 2-Temiz bilginin kirlenmesi. İnternet ağı veya diğer bir deyişle sosyal medya bilgi alışverişlerinin de sıklıkla yapıldığı bir alan haline gelmiştir. Sağlıktan spora, okul ders- lerinden akademik tezlere ve en önemlisi dini bilgilerin bazen bilinçli bazen de bilinçsiz her türlü bilginin kaynağı haline gelmiştir. Mese- lesinin bilincinde olan, iyi ile kötüyü ayırabi- len hocalarımız, âlimlerimiz ve bu hocalar ve alimlerden beslenen kardeşlerimiz için çok sorun olmayabilir. Fakat bir şeyler öğrenme- ye hevesli olan gençler, hiçbir altyapısı ol- mayan fakat dinini öğrenme gayretinde olan insanımız için çok tehlikeli bir kulvar olabilir.

Çünkü İslam dini her ne kadar kaynak eserlerle bize kadar tertemiz bir şekilde gelmişse de kötü niyetli insanlar veya sapık mezheplere inanan kişiler bu temiz bilgileri sanal alemde bozabilirler. Mesela bir müslü- man Hanefî mezhebinden olsa namazla ilgili meselelerini internetten araştırsa yanılabilir. Çünkü orda aktarılan görüşler Hanefî alim- lerinin görüşleri gibi gösterilip farklı görüşler yazılabilir. Meselesini alimlerle haledemeye- cek kadar bilinçsiz olan bir kimse o görüşün kaynaklarda doğru olup olmadığını anlaya- maz. Kötü niyetli kişi Şia’nın bir anlayışını yazıp altına kaynak olarak ehli sünnet kay- naklarından birinin adını yazsa bunu bahset- tiğimiz vasıftaki kişilerin ayıklaması mümkün olamaz. Sonuçta ehli sünnet olduğunu zan- nedip Şia, Selefilik, Mutezile gibi sapık mez- heplerin uygulamalarının doğru olduğunu sa- vunabilir. Bundan dolayıdır ki sosyal medya avam insanlar için İslamî bilgileri öğrenme aracı asla olmamalıdır.

3- Muannit ve nefsine uymuş insanların İslam’ın mahrem meselelerini kolayca ortaya dökmeleri. 

Malumunuzdur ki özel- likle tasavvuf dinimizin zühd ve takva boyutuyla alakalıdır. Dolayısıyla yapılan bu nevi- den ameller riyaya kapı açma- ması için gizli olmalıdır. Fakat bugün bu güzide yolun yolcu- su olduğunu söyleyen “müte- şeyhler” her türlü hallerini ka- meraya alıp sosyal medyada yayınlamaktadırlar.

Keramet diye insanları tasavvuftan soğutacak hallerini, aşırı coşup kendinden geçmelerini, kendilerini methedici sözleri insanların adeta gözlerine sokmaktadırlar. Oysa bu âli yolun gerçek mürşidleri bu hal- lerin gösterilmesinin hayızlı bir kadının hayız kanının bulaştığı elbisesini göstermekten utandığı gibi kerametleri açığa çıktığında utanmışlardır ve Rablerinden bağışlanma di- lemişlerdir.

Bu durumun bir başka boyutu da birbirleriyle çekişen veya bir meseleden dolayı farklı fikirlere sahip olan hocaların birbirleri hakkında rencide edici sözler sarf ettikleri konuşmalarını yine Youtub’a atarak insanla- ra göstermeleridir. Halbuki Rabbimiz celle ve âla Hazretlerleri Nisa Sûresi 59. ayeti kerime- de: “Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlı- ğa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Ra- sulü’ne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” buyuruyor.

Bu kendilerince İslami ilimleri yuttukla- rını söyleyen insanların hepsinin bağlı bulun- dukları bir cemaatleri ve bu cemaatin önderi veya önde gelen alimleri var. Meselelerini önce bu mercilere götürmeleri ayeti kerime- de buyurulan Allah’a ve Rasulü’ne götürmek- tir. Bunu yapmayarak işi hakaretlere vardıracak kadar yanlış konuşmalar yapmak abesle iştigaldir ve bu kişileri örnek almaya çalışan gençlere ihanettir.

4-Zamanın boşa harcanması ve iba- detlerin azalması.

Sosyal medya insanımızı öyle bir kıs- kaca almış ki, âdeta hayatın olmazsa olmazı durumuna gelmiştir. Çocuklarımız ve genç- lerimiz saatlerce oyun oynama, film seyret- me, müzik dinleme gibi, yetişkinlerimiz de en ehven şekliyle haber takip etme, arkadaşlık ilişkilerinde bulunma, siyaset adamlarını ve bunların parti faaliyetlerini takip etme gibi meşguliyetlere o kadar dalmışlardır ki, evler- de, işyerlerinde, hatta ibadet yerlerinde buna devam etmektedirler. İnsani ve imani ilişkiler tamamen ortadan kalkmış, bir araya gelen akraba-eş-dost meclislerinde sohbet kalma- mıştır. En kötü tarafı ise ibadetler kısaltılma- ya, ertelenmeye hatta terk edilmeye başlan- mıştır. Namazlar paldır küldür, yerine göre sünnetleri terk, nafile ibadetler ise tamamen unutulmaya başlanmıştır.

Eskiden gece ibadetleri yapan der- vişler şimdilerde sabahlara kadar istihbarat merkezleri gibi bilgi toplamaya, sonrada vak- ti girdi girmedi bakmadan sabah namazını kılıp yatmaktadırlar. Çünkü gündüz o bilgile- ri görüştüğü kimselere aktarması elzem bir meşguliyettir. Bunları yaparken asıl kendisi ile ilgili istihbaratı toplayan melekleri unut- maktadır. Üzücü olanı ise bunları yaparken yanlış bir şey yapmadığını zehebine kapılmasıdır.

Ebu Hureyre’den (ra) şöyle rivayet  edilmiştir: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

 Allah Teala buyurdu ki: “Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse ben ona savaş ilan ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden bana daha sevimli bir şeyle yaklaşmamıştır. Ve kulum durma- dan nafilelerle -ben onu sevinceye kadar- bana yaklaşır. Onu sevdiğimde; işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse mut- laka ona veririm ve bana sığınırsa mutla- ka onu korurum.” (Buhari)

Büyüklerimiz bizlere bu hadis-i kudsiyi sürekli hatırlatmaktadırlar. Bilmemiz gerekir ki, yaradılış gayemiz sadece Allah’a kul olmaktır. O’nun bize olan yakınlığını hissedip bir an dahi gaflete düşmemektir.

 Netice olarak bu maddeleri çoğaltmamız mümkündür. Sosyal medya denilen olgunun toplumumuza ver- diği zararlar sayılamayacak kadar çoktur. Şurası da aşikardır ki, bun- dan tamamen kurtulmak, uzak dur- mak mümkün görünmemektir. Bize yakışan bunu lazım olduğu kadar kullanmaya çalışmaktır. Seçimimi- zi güzel yapmamızdır. Ailemize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, ihvanımıza ve en önemlisi Allahı- mıza (cc) gerektiği kadar zaman harcadıktan sonra sosyal medya ile ilişkilerimizi devam ettirmeliyiz.

 Bunun da çözümü “Ettekra- ru ahsen velev kâne yüz  seksen.” tekerlemesinde belirtildiği gibi değil yüz sek- sen, yüz seksen bin kere de olsa diyoruz ki, mürşidi kamillerin sohbet meclislerine devam etmektir. Çünkü insan eğitilmesi gereken bir varlıktır. Ayrıca insanlar farklı fıtratlarda ya- ratılmıştır. Her meselede kabiliyetli olamaz. Her işin ehli olduğu gibi insan eğitiminin de ehil kişiler tarafından, fıtratına ve kabiliyetine göre yapılması gerekir. Çünkü insan içerisin- de kendine düşman bir varlık olan nefis taşı- maktadır. Nefsini tanımadan bir uğraşın içine girdiğinde onu nasıl, ne kadar, nereye kadar kullanacağını bilemeyebilir. Bunun içindir ki, nefsin mahiyetini bilen ve ona göre terbiye metodları geliştirmiş olan insanı kamillerin terbiyeleri altında hayatımızı Allah’ın rızası doğrultusunda devam ettirmeliyiz. Aksi tak- dirde konumuzun bahsi olan sosyal medya gibi asrımızın altın buzağılarının tasallutun- dan kurtulamayız. Dolayısıyla da Rabbimize layık kul olamayız.

Cenab-ı Hak ümmet-i Muhammedi her türlü manevi hastalıktan beri eylesin. Elimiz- deki bütün imkanları O’nun (cc) rızası doğrul- tusunda kullanabilmeyi nasip ve müyesser eylesin.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Hizmet Var Oluş Sebebimizi İdrak Edip O Sebebi Açığa Çıkarmak İçin Gayret Etmektir - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Hizmet Var Oluş Sebebimizi İdrak Edip O Sebebi Açığa Çıkarmak İçin Gayret Etmektir

 

Sual: Efendim, bu paralel örgütün mensupları kendilerini tanıtırken “cemaat” tabirini; yaptıkları işler için de “hizmet” tabirini kullanmışlardı. Halk arasında cemaat, hizmet denilince bunlar biliniyordu... Meselemiz bunların kendilerini nasıl adlandırdığı değil buradan yola çıkarak iki soru sormak istiyoruz: Birincisi, hizmet deyince akla ne gelmeli? İki, bir kişinin ve bir cemaatin hizmeti ne olmalı?

Cevap: Öncelikle mevzu açılmışken ifade ettiğiniz meseleye girmeden önce günümüzdeki bir yanlışlığı hatırlatmakta fayda var diye düşünüyorum. Biraz önce buyurduğunuz hizmet, cemaat, himmet, imam… gibi kavramlar İslamî kavramlardır. Bu F tipi topluluk bu kavramların içini boşaltmışlar. 

Şimdi günümüzde onlardan bahsedilirken hem bunların -genel olarak- müslüman olmadıklarını ifade etmeye çalışıyoruz hem de bunları anlatırken yine bu kavramları kullanıyoruz… Cemaat diyoruz, Fetö’nün imamları diyoruz… Bunlar tehlikeli ifadeler. 

İmam kavramı nübüvvetle ve nübüvvetten intikal eden verasetle iç içe bir kavramdır ve Kur’anî bir ifadedir. Böyle bir ifadeyi terör mensuplarına atfetmek, onlar için kullanmak İslam’a hakarettir. Peygamberler birer imamdır; insanlığın imamlarıdırlar. Onlardan sonra bu görevi onlara gerçek varis olan, onların ahlakı ile ahlaklanmış onların sünnetine temessuk etmiş onların izini takip eden sahabi, tabiin ve müçtehitler. Rabbimiz azze ve celle bize Hz. İbrahim’in dilinden aleyhisselam

( وَاِذِ ابْتَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّۜ قَالَ اِنّ۪ي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَاماًۜ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪ي )

“Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’ İbrahim de ‘Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)’ demişti.” (Bakara 124) buyuruyor ayeti kerimede.

Zürriyetine dua ederken Hz. İbrahim aleyhisselam onları muttaki takva olanlara imam kıl, önder kıl ya Rabbi diye dua buyuruyor. Bu İbrahim aleyhisselamın duası olmakla birlikte Rabbimizin de bize bir işareti, bir beşareti. Yani Rabbimiz bizim takvaya riayet etmemizi hatta bu konuda ilerleyip muttaki imamlar olmamızı; ittikanın, takvanın, ihlasın, biraz evvel sorunuzda geçen ifade ile hizmetin imamları olmamızı istiyor. 

Şimdi bu kavramları alıp bunlarla teröristleri ifade etmek İslam’a hakarettir. Fetullahın etrafındaki insanlar imam değiller. Keşiş diyebiliriz bunlara, çünkü dinde ruhbanlık yoktur bunlar böyle bir yaşamı tercih etmişler kendilerine, öyle yaşamışlar. Dolayısıyla bunlar ruhbandır, bunlar keşiştir. Rabbimizin bize üst bir seviye olarak gösterdiği ve olmamızı istediği bir olguyu biz bunlara atfedemeyiz. 

Ve bunlara cemaat diyemeyiz. Cemaat kavramı da nezih bir kavramdır. Evet, azınlıklara da bugün hukuk dilinde cemaat deniyor, bu bir yanlışlık ama en azından biz müslümanlar arasında bu yanlışa düşmemeliyiz. 

İslami literatürde bizim anladığımız cemaat kavramı hak ve hakikat üzere buluşan birleşen topluluklardır. Rızayı, likayı, visali kasteden ve bu amaç ile birleşen; niyetlerini, himmetlerini, gayretlerini, gerektiğinde servetlerini birleştiren topluluklara İslam’ın verdiği bir isimdir cemaat. 

Öyle ise bunlar (FETÖ mensupları) cemaat değiller. Bunlar cemaat olmadıkları gibi cemadat da değiller. Cemadat maden, taş, kıymetli taşlar, elmas, yakut, zümrüt… böyle değiller, çakıl taşı bile olamazlar. Bu yüzden bu kavramlar ile bunları ifade etmeyelim. Bunları bilelim ve bunlara dikkat edelim... 

Sualinize gelirsek, biz müslümanlar olarak hizmet deyince neyi anlamalıyız? Tek kelime ile aslında bizim hizmet diyebileceğimiz veya dememiz gereken şey bizim yaradılış gayemizle bütünleşmemizdir. Cenabı Hak azze ve celle bizi ne maksat ile var etmiş ise hilkat ve icabımızdaki sebep ne ise o sebeple bütünleşmemiz bizim hem dinimize hem dünyamıza; hem kendimize hem Rabbimize hizmet etmektir. Hizmet var oluş sebebimizi idrak edip o sebebi açığa çıkarmak ve onu sürekli gündemde tutmak için yapılan uğraşının, gayretin adıdır. Hizmet budur. 

Biz niye yaratıldık?

( وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ )

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56) buyuruyor Mevlamız.

Biz sizi ibadetten başka bir sebep, kulluktan başka bir gaye için yaratmadık. Bütün canlı olan varlıklar; insanlar ve cinler diye bunu ifade edebiliyoruz, ancak ve ancak Allah’a ubudiyette bulunsunlar, Allah’a kullukta bulunsunlar diye yaratılmıştır. İşte hizmet, bu kulluğun tahakkukudur. 

Bu kulluk -özetle- helali helal bilip helale seyirtmek, haramı haram bilip haramdan kaçınmak, sakınmaktır. Hakkı hak olarak inanıp hakka ikbal ve teveccühte bulunmak, hakka yönelmek teslim olmak; batılı batıl olarak idrak edip her çeşidinden her türlüsünden kaçınmak, sakınmak…

Hizmet, Allahu Teala’nın bizim Rabbimiz olmasından; Cenabı Peygamber aleyhissalatu vesselamın bizim Peygamberimiz, imamımız, önderimiz, rehberimiz olmasından; Hz. Kur’an’ın anayasamız, hayatımızı belirleyen, hayatın gerekliliklerini bize anlatan öğreten bir rehber olmasından; İslam’ın bize din olarak lütfedilmesinden gönlümüzde hiçbir şek ve şüphe olmaksızın razı olmaktır. 

Bunlar ile ubudiyetinin gereği bir terbiyeye, bir anlayışa, bir ahlaka, bir kemale bürünerek Rabbimize karşı olan rızalığımızı ortaya koymak durumundayız.

Nebimizden (aleyhissalatu vesselam) razı isek O’nun ahlakı ile ahlaklanıp, şeriatı ile müteşerri olup, sünnetine muhkem bir şekilde sarılıp, muhabbeti ile gönlümüzü tenvir edip kalaylayıp; O’nun olmamızı istediği noktaya gelmeye çalışarak, ümmet olma bilincini-şuurunu canlı tutarak Peygamberimizden rızalığımızı göstermiş olacağız.

İslam’dan razı olmamızı onun yegâne kurtuluş kaynağımız olarak bilip dünya ve ahiretin saadetinin yalnız ve yalnız samimi müslüman olmakta olduğuna inanarak bu kimliği hiçbir şey ile değişmeksizin, bu kimliğin üzerine hiçbir şey çıkarmaksızın müslümanca yaşayıp ve müslüman olarak ölebilmenin azmi, çabası, gayreti içinde olduğumu göstererek; hem kendimiz için hem ailemiz çoluk çocuğumuz için hem gücümüz yetiyor ise çevremiz için bu mücadeleyi vererek İslam’dan razı olduğumuzu göstereceğiz. İslam bizde bir etiket gibi olmayacak. İslam bizim kişiliğimiz olacak. İslam bizim karakterimiz olacak. Bir kişilik, bir karakter, bir anlayış, bir duruş ki İslam ile çelişiyor, biz onları reddetmeliyiz. Bu kendimizde bile olsa. Kendimiz ile bu anlamda mücadele etmeliyiz, bu kulluğun bir parçasıdır. Bu kötü, bu mezmum sıfatı giderene kadar kendimiz ile mücadele etmeliyiz.

İşte bu mücadelenin yollarını anlatan usule, erkana tasavvuf diyoruz. Bu da buradan devreye giriyor, tasavvufsuz olmuyor. 

Biz Kur’an’dan razıyız… Kur’an’ı hayat nizamı olarak Rabbimizin bize göndermesinden razıyız… Bu rızalığımızı da Kur’an ile ikiz hale gelerek, bütünleşerek; Kur’an’ı okuyup anlamaya çalışarak; anladığımızı anlatarak paylaşmaya çalışarak; anladığımızı yaşantımıza indirerek hayatımızın tamamını Kur’an’ın hükümleri ile ziynetlendirerek Kur’an’dan rızalığımızı, Kur’an’a bağlılığımızı da bu şekilde göstermiş olacağız… İşte bunların hepsine birden hizmet diyebiliriz... 

Bunlar temel meselelerimiz. Bunu bir bina olarak düşünürsek temeli, duvarları, çatısı şeklinde bunları algılayabiliriz. Bu binanın içinde belli bölmeler yapacağız misal mutfak yapacağız, sohbet salonu yapacağız, mescid yapacağız, yatakhane yapacağız… İşte bunlar da sair hizmetler. Yani yapıldığında Allahımızın razı olacağı, O’nu hoşnut edeceği; Peygamberimizin bizimle iftihar edeceği; yedisinden yetmişine müslümanların kalkınacağı, istifade edeceği; hatta sadece müslümanların değil bütün mahlûkatın menfaatine olacak işlerin hepsi -çünkü müslüman öyle bir hizmet ortaya koymalı ki gerektiğinde kâfir bile ondan ihtiyaç duyduğunda istifade edebilmeli. Ağaçtaki bir kuş yerdeki bir karınca o müslümanın hizmetinden istifade edebilmeli.- o hizmet sadedinin içinde olan mevzuattır. Biz bunların tamamına hizmet diyebiliyoruz. 

Hizmetten bunu anlamalıyız. Yoksa kişilerin kendi şahısları, kendi cemaatleri, kendi tarikatleri reklam olsun diye; sırf onlar istifade etsin, onlar kalkınsın diye yaptığı şeyler bazen hizmet olmaktan çıkıp hezimet olabiliyor. Hizmet bütün efradını cami ağyarını mani bir hareket olmalı. Sadece ve sadece rıza kast edilerek yapılmalı. 

Allah’ın rızası merkeze alınarak, Allah’ın rızası hedeflenerek ve İslam’ın ölçülerinden dışarı çıkılmayarak; takiyye gibi, faiz gibi, hümanistlik gibi hiçbir sapkın anlayışa kapı açmadan fırsat vermeden şeri şerif ölçüleri içinde yapılması gereken kulluk vazifelerinin tamamı ibadettir. Bunların dünyevi olması bir şey değiştirmez. Bakın biz zekâtı paradan veriyoruz, para ile veriyoruz. Mali bir ibadettir ama zekât bir ibadettir, bir farizadır. Zahiren bakıldığında zekâtta namaz gibi hiçbir manevi cephe yoktur. Malından, cebindeki parandan çıkarıp veriyorsun ve bu bize farz. Yani meselenin malla yapılması onun hükmünün basitleşmesini gerektirmiyor. Bu yüzden diyoruz ki yapılan hizmet velev ki dünyevi bir şey olsa bile eğer İslami ölçüler içinde, rıza merkezli yapılıyorsa bu ibadettir, kulluğun bir parçasıdır. Dolayısıyla hizmettir. 

Bu hizmeti münferit başaramadığımızda -ki hemen hemen bütün ibadetlerimizde tek başına başaramayacağımız hizmetler vardır- birden fazla kişinin gerekli olduğu o topluluğa da cemaat diyoruz. Cemaatten de bunu anlamalıyız. Hakk’ın emrini yerine getirebilmek için birleşen gönüllere, birleşen zihinlere ve ortaya konan bedensel güçlere cemaat diyoruz. 

Allah Rasulü “İki birden, üç ikiden hayırlıdır.” buyurarak hayrın cemaatte olduğunu bize göstermiştir. Ayeti kerimede Cenabı Hak buyuruyor ki -gerçi bunu kâfirler ve münafıklar hakkında buyuruyor, asıl kast edilen onlar ama ayetin hususiyeti umumiyetini engellemiyor, böyle de anlayabiliriz- “Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın.” (Mücadele 7)

Ayetin temel nüzul sebebi münafıkların ve bazı kâfirlerin kendi aralarında birleşip yaptıkları fiskoslar, gizli söylemler, gizli oturumlar için Mevlamız buyuruyor ki onlar ne kadar iki kişi bir araya gelip gizli oturumlar yapsalar da biz ordaydık, onların üçüncüsü biziz, onları biz işittik. Bizden bir şeylerini gizleyemezler. Ayetin kastı bu. Ama biz hüsnü zan ile baktığımızda, müminler cephesinden baktığımızda ayete: “Siz üç kişi olursanız dördüncüsü Allah’tır.” Biz bunu cemaatin hayrına yoruyoruz demek ki Cenabı Hak üç kişi olunca bir dördüncüsü de kendi zatını o üç kişiye katıyor, onlara arkadaş oluyor. Cemaat olmanın, birlik beraber olmanın faidesi. 

Hayırda da Cenabı Hak bize cemaati emrediyor: 

( وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعا )

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.” (Âl-i İmrân 103) buyuruyor. 

Siz Allah’ın ipine topluca sarılın. Yani Allah’ın ipine topluca sarılmadan kasıt Allah’ın emirlerini birlikte yüceltin. İla-i kelimetullahı yüceltin. Kur’an’ın hükmünü canlandırın. Bu tek fert ile olacak bir iş değil. Bunu topluca yapın. 

Öbür tarafta bakıyoruz günahtan tevbe edeceğiz yine toplu tevbeyi emrediyor Cenabı Hak:

( وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعاً )

“Ey müminler, hep birlikte tevbe ediniz!” buyuruyor. Hep birlikte Allah’a tevbe edin. Bunun bize şu kârı olur: Belki birimiz samimi değil, öbürümüz samimidir; onun hürmetine Allah hepimizi bağışlar. Veyahut göz yumduğumuz, müdahale etmediğimiz, engel olmadığımız için bir şekilde biz de o günaha bulaşmışızdır. Cenabı Hak hepiniz tevbe edin ki bağışlanasınız buyuruyor. 

Hizmette de, ibadette de, tevbede de fazilet cemaatte. Mesela bakın namazın fazileti cemaatledir. İbadetin fazileti cemaatle. Hac, cuma, bayram namazı… cemaatle yapılan ibadetlerdir. 

Kulluğu yerine getirme adına ve hak için, hak rızası için, hak emri için bir araya gelen topluluğa da biz cemaat diyoruz. Ve büyük hizmetler anca böyle cemaatler ile başarılabilinir. Bunun için de cemaat olmak lazım, hizmeti cemaatle yapmak lazım, cemaat içinde hizmeti paylaşmak lazım. 

Cemaatin şartı hak üzere olmak. Hizmetten anlaşılması gereken de varlık sebebimiz ile bütünleşebilmek. Hizmet diye bunu anlıyoruz ve cemaat kavramından da bunu anlıyoruz. 

O yüzden yine altını çiziyorum bu anlamın içine girmeyenler cemaat değil kuru kalabalıktırlar. Onlar kuru kalabalıktırlar. Bu anlayışa matuf olmayan uğraşıların hiçbiri hizmet değil hezimettir ve rezalettir. Çünkü bunda rıza yoktur. Bunda emre riayet yoktur.

Anlatıyorlar FETÖ’nün bir adamı bir kurbanı 100 kişiye satmış. Şimdi ona sorsan bunu ne adına yaptı, hizmet adına yaptı. Ne için yaptı, cemaat için yaptı. Bir kurbanı 100 kişiye satıyor, parayı dolandırıyor… Ennetice o kurbanı da kesmiyorlar. 

Meseleye bu cephelerden bakınca Cenabı Hak bizi nasıl bir badireden kurtarmış hala anlamış değiliz. Biz nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz… Adam orduyu ele geçirmiş… Hizmet adına cemaat adına himmetle “bizim kavramlarımızı kullanarak” orduyu ele geçirmiş. Adaleti ele geçirmiş, emniyeti ele geçirmiş, eğitimi ele geçirmiş, sağlığı ele geçirmiş, sosyal kurumları ele geçirmiş, birçok sivil toplum örgütlerini ele geçirmiş... Bir memleketin temel meseleleri bunlar.

Sair cemaatlere, kendileri gibi düşünmeyen inanmayan cemaatlere müthiş kumpaslar kurmuşlar… Şimdi gündem de merhum Esad Coşan’ın vefatı var. Esad Coşan Hocaefendi bir trafik kazasında şehit olmuştu. O kazayı bunlar mı yaptılar? Gayet rahat yapabilirler, çünkü bu insan Avustralya’da ciddi teşkilatlanmıştı. Avustralya’nın bir şehrinde bunlar la teşbih özerk bir devlet gibiydiler. Kendi eğitim kurumları vardı camileri vardı yerleşkeleri vardı oradaki Müslümanlara müthiş hizmet veriyorlardı… Muhsin Yazıcıoğlu’nu öldürenler niye Esad Coşan’ı öldürmesinler ki... Hrant Dink’i, Hablemitoğlu’nu öldürenler niye Hızır Hoca’yı Bayram Ali Hoca’yı öldürmesinler ki... Devlet bunları da araştırmalı. İsmailağa cemaatine bir ayar vermek için bunların da vefatında Fetö’nün parmağı var o zaman.

Hani bir söz varya “Kork, Allah’tan korkmayandan!” Adamlar bir tek parlamentoyu tam ele geçirememişler. Parlamentoyu da kuşatmışlar ele geçirememişler Cenabı Hak lütuf buyurmuş, yardım buyurmuş, bizi bir uçurumun kenarından kurtarmış. 

Şimdi biz buna bakarak, bu hezimete bakarak hizmetin ne olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Biz bu topluluğa bakarak “İslamî cemaatlerin” kıymetini bilmeliyiz. On beş-yirmi yıllık bir türedi anlayışın üzerinde bin beş yüz yıllık bir geleneği mahkum etmeye kimsenin hakkı yok. İslam’ın cemaat kavramı bin beş yüz seneden beri devamedegelen bir olgu. 

Tarih boyunca ahlaki cemaatler olmuş, fıkhi cemaatler olmuş, ilmi cemaatler olmuş… Bunların hepsi bu dini mübinin güzel anlaşılmasına yardımcı olmuşlar. Bizim mezhep dediğimiz hareketler de bir cemaat hareketidir. Bu bin beş yüz senelik bir gelenek. Şimdi yirmi yıllık, otuz yıllık bir fitne çarkına bakarak onların üzerinden bu bin beş yüz yıllık geleneğe “Efendim cemaat değil mi, bunlar da Fetö gibi olurlar!” bakışı ile bakamayız. 

Cemaat ölçülerine kim gerçekten riayet ediyorsa Cenabı Peygamber onları müjdelemiş, Allah’ın eli o cemaatlerin üzerindedir buyuruyor. Şimdi Allahu Teala’nın kudreti ile tuttuğu ve onlara bin beş yüz senedir hayat hakkı verdiği toplulukları biz bugün bitirmeye silmeye çalışmamız, türediler ile onları eşitlemeye çalışmamız bu bizim dini hiç anlamadığımızı gösterir bir; gayemizin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu ortaya koyar iki... Bu gaye üzüm yemek için değil bağcıyı dövmek için olur. 

Bu yüzden müslümanlar belki geçmişte olduğundan daha ziyade cemaatlere önem vermeli, cemaat kavramına sarılmalı, kitabın ve sünnetin ölçüleri içine cemaatlerin tamamını çekmek için gayret edilmeli. Kontrol edilmeli, tedbirler alınmalı. Bunlar da hizmet dediğimiz şeyin bir parçası ama bütün bütün karartılmamalı, yok sayılmamalı, ortadan kaldırmaya çalışılmamalı. Bu, ümmetin felaketi olur. Ümmetin felaketi olur. 

Yahudi azınlık cemaat kabul edilecek, ona devlet tarafından belli haklar verilecek, onlara belli bir hukuki statü tanınacak, verilmesin diye söylemiyorum bunları; Hristiyanlar mensup olduğu mezheplere göre Rum kilisesi Rum cemaati, Ermeni kilisesine mensup Ermeni cemaati; Katolik kilisesine mensup Katolik cemaati; Protestan kilisesine mensup Protestan cemaati… Bütün bunlar cemaat kabul edilecek ve bu insanların hukuki statüleri olacak; kendi ibadethaneleri, eğitim kurumları olacak, eğitim kurumlarındaki müfredatı kendileri belirleyecek…

Yerli farklılıklarımız olan Alevi topluluğunu cemaat olarak, alevi cemaati olarak kabul edeceğiz, onlara da son dönemler belli hukuki statüler verildi, dedeleri kadrolu din adamı sayıldı, maaş bağlandı, alevi enstitüleri açılmasına karar verildi, okulların din dersi kitaplarına Alevilik ile ilgili bilgiler eklendi ilave edildi… Bunlar da cemaat kabul edilecekler ama bu memleketin bel kemiği olan, bu memleketin temel unsuru olan, bu memleketin varlığını oluşturan, %99,5 müslüman olan bu halkın cemaat olmasına müsaade edilmeyecek… Bu halkın oluşturduğu cemaatler; cemaat kabul edilmeyecek, bu cemaatlere hiçbir hukuki statü tanınmayacak, ellerindeki imkânlar da belki alınmaya kalkınacak... Bu akılla, izanla, irfanla bağdaşacak bir şey değil. Düşünebilinecek bir şey değil. Neymiş efendim işte bunların içinde bir grup çıkmış böyle bir şey yapmış… 

Misal memleketimizin güneydoğusunda bir terör belası var, bölücü bir örgüt var. Bunların bir kısmı, belki ana liderleri bizim güneydoğumuzdan da değiller, doğulu vatandaşlardan değiller. Orada hakim olan ırktan değiller, dışarıdan içeri dahil edilmişler; içerden de onlara heves edip katılanlar olmuş. Bunların belki azımsanamayacak bir çoğunlukları da var. Ve o taraflarda sürekli işitiyoruz, okuyoruz on tane, beş tane, on beş tane şehit veriliyor, Allah muhafaza buyursun. Göçenlere iman ile göçmüşlerse zerreler adedince rahmet eylesin… 

Şimdi böyle iken bakın devlet terör ile halkı birbirine karıştırmamak için ne kadar hassasiyet gösteriyor. Halk ayrı diyor. Demiyor ki misal bütün Kürtler teröristtir… Denemez de. Güneydoğunun tamamı teröristtir demiyor dolayısıyla yakıp yıkmıyor orayı. Halkı ayırıyor. Kim bulaştı kim bulaşmadı çok güç olsa dahi bu, ayırmaya çalışıyor. Ve teröre bulaşmamış halka hizmet götürmeye çalışıyor, onların her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Şehirler kuruyor onlara. Bu yerden göğe takdir edilecek bir şey… 

Ama beri tarafta sen doğuda gösterdiğin bu hassasiyeti müslüman cemaatlere karşı göstermez de bütün cemaatlere potansiyel suçlu, fetöcü diye bakarsan işte o zaman batıdaki müslüman cemaatleri de Pkk’laştırmış olur, karşında bulursun… Kin, nefret, düşmanlık… Her insanın nefsi ve şeytanı var. İnsanoğlu dünyada imtihanda. Şeytan bir vesvese vermeye görsün, peygamberin oğluna kardeşini, Kabil’e Habil’i öldürttü. Bunlar peygamber oğlu idi… 

Ateş çabuk yanıyor, ateş çok çabuk yanıyor... Bunun örneklerine bakın. Bir de Batının bu işe benzin döktüğünü düşünün, Allah esirgesin, Türkiye’nin batısı da doğu gibi olur. Devlet bu konuda çok duyarlı olmalı, çok hassas olmalı. Bu konuda bütün cemaatler devlete yardımcıdırlar. Ehlisünnet çizgisinde olan, sorumluluğunun bilincinde olan bütün cemaatler bu konuda devlete yardımcıdırlar. Tek ki devlet küçümseyici bir gözle bu cemaatlere bakmasın. “Biraz palazlansalar bunların da neticeleri böyle olur!” diye bakmasın… Öyle bir şey yok çünkü. Dedik ya bu insanlar bin beş yüz senelik bir gelenekten geliyorlar. Manevi eğitim, ahlaki eğitim, nefs terbiyesi bu cemaatlerde esas…

Türkiye’deki İslami devlet modelinin, anlayışının temelini oluşturan yine bu cemaatler içinde yetişmiş müslümanlardır. 1970’de kurulan Milli Nizam Partisi bir mutasavvıf şahsiyet olan Mehmed Zahid Kotku hazretlerinin nasihatleri ile, direktifleri ile şekillendi. Adeta ondan önceki Abdulaziz Bekkine hazretleri o gün oluşacak o teşkilatın temel unsurlarını ta 1940’larda üniversiteden adeta seçtiği bazı öğrencileri ciddi bir ahlaki eğitimden, bir nefs terbiyesinden geçirerek oluşturdu ve onlara gerçek hizmetin ne olduğunu, ne olacağını, ne olması gerektiğini anlatarak bir gergef işler gibi o kadroyu işledi. 

1953’ten sonra Mehmed Zahid Kotku hazretleri bu vazifeyi devraldı. O da bunu işlemeye devam etti… Demek vakit saatin olgunlaştığını gördü ve hadi bakalım sen Konya’dan aday ol, sen şuradan aday ol diyerek milletvekili olacakların yerlerini bile o belirledi. Ve biz müslümanlar da İslam’ın devlet olabileceğini o cemaatin kadrolaşmasından gördük. Yaşadığı sürece mübarek bu anlayışın önünü açtı. Mehmed Zahid Efendi hem dine hizmet etti hem müminlerin temiz bir dünya oluşturmaları için öncü oldu, fikirler verdi. Savunma sanayi, sanayileşme fikri tamamen Mehmed Zahid Kotku’ya aitti. Türkiye’de Pancar Motoru, Gümüş Motoru kurarlarken o teşvik etti ki böyle bir müessese kurulsun müminlerin ortak olabileceği, müminleri bir araya getirebilecek ve kalkındırabilecek bir proje olsun. Bu projeye Batıdan korktukları için Türkiye’de hiçbir zengin firma destek olmadı, katkı sağlamadı. Mehmed Zahid Kotku hazretleri kendisi kalktı Almanya’ya gitti. Almanya’dan destek buldu projeye. Bunu o sağladı. Motora destek buldular, geldiler bunu Türkiye’de ürettiler. Dünyanın bir numaralı tarım aletlerini o firma ortaya çıkardı…

Bakın bir cemaat sadece tesbihle, kitapla vs. meşgul olmuyor. Dünyada insanları Rabbimizin darüsselam diye buyurduğu cennet yurduna hazırlarken bir yandan da dünyalarını mamur etmek için onlara temiz bir yaşam ortamı; helalin hâkim olduğu, tefekküre zemin oluşturabilecek, insanın müslüman kimliğini muhafaza edebileceği bir ortamın oluşması için de azami gayretler göstermişler. Tarih boyunca cemaatlerin hizmeti böyle olmuş. 

İşte o anlayışı Merhum Esad Efendi’yi ta Avustralyalara kadar getirmiş… Türkiye’de bu hizmeti yapamayınca, Türkiye’de önüne yasaklar çıkınca dünyanın öbür ucuna Avustralya’ya gitmiş vatan hasreti ile belki yanmış kavrulmuş, ailesinin bir kısmını burada bırakmak zorunda kalmış, orada o hizmeti devam ettirmeye çalışmış… Şimdi şeple şeker birbirine benzerliği var diye karıştıramayız. Zalim ile mazlumun birbirine karışmaması, bunu hassasiyetle ayırmak devletin ana görevlerinden birisidir. 

Bu ayrışmaya, ayrıştırmaya onlara cemaat demeyerek başlayacağız. Devlet de onlara cemaat demeyecek. Onlar bir örgüttür, onlar bir teşkilattır onlar teröristtir ama bir cemaat değillerdir. Onlar hiçbir dine mensup değiller… Yani bunlar Hristiyan mı, hayır değiller. Bunlar Yahudi mi, hayır, değiller. Haberde bugün gördüm adamın Altunizade’deki Fem dershanesinin merkezinde gizli odasını bulmuşlar; odasında Buda’nın heykeli var… Bunun neye tapındığı belli değil. Hristiyanların aziz kabul ettikleri sözde İsa’nın havarisi olduğunu söyledikleri iki kişinin kabartma portreleri var odasında. Şimdi Budist mi, Hristiyan mı… Ne idüğü belirsiz bu adamın, hiçbir dine mensup değil. Yahudi değil, Hristiyan değil, Budist değil, ateist değil… 

O yüzden buna cemaat demezsek ayrışma başlar. Adamlarına imam demesek ayrışma başlar. İmam deyince millet camideki imamlar ile karıştırıyor. Fetö’nün imamları(!) diyor. Nasıl FETÖ’nün imamı yahu, imam İslam’ın önderleridir. Bakın biz Hz. Ebu Bekir’e imam diyoruz. Hz. Ömer’e, Osman’a (radıyallahu anhum ecmain); özellikle ehli beyte İmam Ali diyoruz, İmam Hüseyin, İmam Hasan diyoruz… Biz müçtehitlerimize İmam Azam, İmam Şafii diyoruz; İmam Rabbani, İmam Gazzali diyoruz… Şimdi kalkıp bu taharet siz sünnetsiz adamlarına imam demek bütün imamları dolayısıyla o imamlara cemaat olmuş insanları töhmet altında bırakmak olur. 

Bu ayrıştırmaya buradan başlayacağız. Onlara imam demeyeceğiz, onlara cemaat demeyeceğiz, onların yaptıklarına hizmet hareketi demeyeceğiz. Hezimet hareketidir, cinayet hareketidir, felaket hareketidir… Başka kelimeler bulalım. İsmine Fetullah demeyelim, lanetullah diyelim… Bu ayrışımlar böyle başlamalı. O zaman diğerleri de netleşmiş olur; temiz, nezih, masum, mazlum cemaatler bu kirden arınmış olur…

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort