JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Bir Nesil Yetiştirmek

Bir Nesil Yetiştirmek ve İmam - Hatip Okulları - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Bir Nesil Yetiştirmek ve İmam - Hatip Okulları

 

Merhum Necmettin Erbakan Hoca “Bir milletin asıl gücü; topu, tüfeği yahut tankı değil imanlı ve inançlı gençliğidir.” derken ne kadar da haklıydı… Çünkü o, hiçbir teknolojiyle başarılması mümkün olmayan “geleceği şekillendirme” işinin ancak gençler vasıtasıyla mümkün olabileceğinin farkındaydı. 

Hem mecaz hem de gerçek anlamda sahip olduğu silahların kendisine çevrilmesinin ne demek olduğunu herhalde yeryüzünde bizden daha iyi bilen bir millet yoktur. Biz hem yakın geçmişinde yüzlerce yıllık kültürü kendi gençlerine boğdurtulmuş hem de birkaç ay öncesine kadar kendi tüfek, tank ve uçaklarıyla vurulmuş bir milletiz. Bu sebeple gençliğin kıymetini en çok bilmesi gereken de, gençliğe en çok sahip çıkması gerekende biziz.

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi milletlerin kaderini belirlemeye çalışanlar ister müspet isterse de menfi niyette sahip olsunlar hedeflerine gençliği koymak zorundadır. Gençliğin sahip olduğu kuvvet, onu yönlendirenin niyeti doğrultusunda, bazen hasmının bağrına saplanan bir hançer vazifesi görür bazen de kendi cemiyetinin temeline konulmuş bir saatli bombadır.

15 Temmuz hadisesinin bize gösterdiği en önemli gerçeklerden biri şudur ki, gençliğe on beş-yirmi senelik yatırım yapan herhangi bir güç devlete kafa tutacak kadar büyüyebilmektedir. Yine aynı hadise göstermiştir ki bu alan boşluk kabul etmeyecek ve birileri daima bu alanda boy göstermeye çalışacaktır.

Bugün gençlik her ne kadar kimsenin kucak açmaya cesaret edemediği alevden bir küre görünümünde olsa da ona sahip çıkmak devletin başlıca vazifesidir. Mademki devletin ve cemiyetin refahı, huzuru, geleceğinin teminatı gençlerdir o halde gençliğe sahip çıkma vazifesi de evvela devletindir.

Televizyonu, interneti, sokağı bir tarafa bırakın; bugün gençlik tek başına ailenin bile eline bırakılamayacak kadar kıymetlidir. Medyanın ve ailenin ortalama bir nesil yetiştirmesine göz yummak ve bundan müspet neticelerin doğmasını ummak cemiyetin intiharı demek değil midir? Dolayısıyla bu devletin asla ihmal edemeyeceği, boş bırakamayacağı bir sahadır.

Bu manada devletin gençlere temas edebileceği ve geleceği şekillendirebileceği yegâne mekân okullardır. Her milletin eğitim sisteminde bu iş için belirlenmiş hedefler mevcutsa da bizimki gibi kafaların ve milli olanla olmayanın karışmış olduğu sistemlerde bu hedeflerin ne kadarının ulaşılabilir olduğu da tartışmaya açıktır. “İmanlı bir nesil” ideali için tüm eğitim kurumlarının revize edilmesi gerekliliği ortadadır. 

Bugün memleketimizde “imanlı ve inançlı” bir nesil yetiştirmekten bahsedildiğinde akla ilk gelen kuruluşlar imam-hatip liseleridir. Bu okullar kim tarafından hangi amaçla kurulduğuyla, nasıl bir dönüşüm geçirdiğiyle, hangi amaca hizmet ettiğiyle, orta kısmının kapatılması ve mezunlarının üniversiteye yerleşmede yaşadığı zorluklarla daima eğitim tartışmalarının önemli bir başlığı olmuştur. 

İmam hatip okullarının geçmişinde yaşananları, musibetleri nasihatten evla gören bir anlayışla, hafızalarımızda hep diri tutmalı mamafih artık birazda bu işin içinde bulunduğu hal ve geleceğiyle de alakadar olunmalıdır. Zira günümüzde bu işin sadece “edebiyatını” yapanlar bir hayli fazladır. “Şöyle kapattılar, böyle zorladılar…” diyerek o günleri anlatanların geçmişten aldıkları ders nedir ve mevcut durumda ne yapmaktadırlar? 

Bu noktadan sonra söyleyeceklerimizin “istisnalar kaideyi bozmaz” kabilinden anlaşılmasını arzu etmekteyiz. Kendisini imanlı ve inançlı bir nesil yetiştirme yoluna adamış muallimleri, bütün azmiyle birlikte anlayışını da ortaya koymuş talebeleri ve gayesi vatana, millete, din-i mübin-i İslam’a hayırlı bir evlat yetiştirmek olan ana-babaların varlığını biliyor bazılarını yakinen tanıyor ve başarılarını Mevla hazretlerinden niyaz ediyoruz.

Bununla birlikte kendi bildiğini okuyan fedakârlık fukarası öğretmenleri, nasıl olurda başka okula giderim diye kırk takla atan mesuliyet kaçkını öğrencileri ve rüzgâr bu taraftan esiyor diyerek yelkenleri doldurmaya çalışan fırsatçıları da görüyor ve üzülüyoruz.

Artık kendimize şu soruları sormanın vakti gelmiştir: İmam-hatip okulları şu anki görünüşüyle cemiyetin kendisine yüklediği, geleceği kurma ve kurtarma vazifesini yerine getirebilecek “imanlı bir nesil” yetiştirme kabiliyetinde midir yoksa değil midir? Değilse ne yapmak gereklidir?

Kafası çalışan çocuğu ticarete çalışmayanı okumaya yönlendiren Kayserilinin fıkrasında olduğu gibi; ders başarısı yüksek olan talebeyi sair okullara, haylazını da “adam olsun” diyerek imam hatibe gönderen anlayış değişmediği sürece birinci soruya tatmin edici cevap vermek mümkün değildir.

“Çok yüksek puan aldı, ziyan olmasın!” diyerek kendi çocuğunu farklı isimlerdeki okullarda okutan fakat sıra vatandaşa akıl vermeye gelince mangalda kül bırakmayan idareci, dernek başkanı, imam ve camianın önde gelen isimlerinin zihniyeti değişmedikçe müspet netice beklemek mantıklı değildir.

Başarıyı sadece “daha çok ve kolay para” getirecek bir işe girmekte gören ve tüm enerjisini bu ideal uğrunda sarf eden idareci, öğrenci ve veli mantığı değişmedikçe gerçek başarı hayalden öte bir şey değildir.

İmam-hatip okulları işin amel boyutunu tamamen gündeminden çıkararak sadece Arapça konuşabilme kabiliyetini arttırmaya çalışan ve bunu da ne derece başarabildiği tartışmalı olan “tabela kuruluşlar” durumuna düşürülmemeli, ihtişamlı dönemlerinin mirasını daha fazla tüketmemelidir.

Dört yıllık eğitimin ardından “iyi-kötü” bir üniversiteyi yahut liseyi kazanan ama maalesef Cuma namazı bile kılmayan öğrencilerin iftihar tablosuna adının yazıldığı imam hatip okullarında işleyen mantığın noksanları vardır.

Diğer yandan öğrencisini sınavda üstün başarılı, öğretmenini belirli koşulları yerine getirenler arasından seçen okullar varken, arzulanan nesli yetiştirme mesuliyetinin sadece imam-hatip okullarının omuzunda olduğu algısı da hatalıdır. Bu ciddi iş sadece belirli okullarla sınırlı kalmamalı bütün eğitim kurumlarının öncelikli hedefi haline gelmelidir.

Başlangıç niteliği taşıyan ve müthiş bir hamle olan bütün okullara seçmeli siyer, Kur’an, Peygamberimiz’in (sav) hayatı gibi derslerinin konulmasında gelinen nokta nedir? Seçmeli olan bu dersler gerçekten öğrenci ve ailesi tarafından mı seçilmektedir yoksa okul idarelerinin kendi inisiyatifinde gördüğü bir mesele haline mi gelmiştir?

“İmanlı neslin” yetiştirilmesinde sivil kuruluşların etkisi de göz ardı edilmemelidir. Medrese usulü eğitim veren kuruluşlar denetlenerek desteklenmeli, hatta devletin kendisi bizzat bu tarz eğitim veren okullar açmalıdır. 

Tekrar asıl mevzumuza dönecek olursak imam hatipler özelinde acilen yapılması gerekenler şunlardır: 

İmam hatiplerin halen birlikte eğitim veren orta kısımları ile liselerin fiziki mekânları en kısa sürede birbirinden ayrılmalıdır.

Kız ve erkek imam hatipler imkân dâhilinde ayrı binalarda, imkân yoksa muhakkak ayrı sınıflarda eğitim vermelidir.

Taşımalı eğitim veren bölgelerde imam hatiplerin muhakkak pansiyon hizmeti vermesi sağlanmalıdır.

Okulda geçerli olan kural ve sınırlar okul servislerinde de geçerli olmalı, servis şoföründen dinlediği müziğe kadar özenle seçilmelidir.

Nasıl bazı okullarda öğretmenin görev yapabilmesi için gerekli şartlar aranıyorsa, imam hatip okulları içinde bu şartlar aranmalıdır.

Pansiyonlarda nöbet tutan öğretmenler rastgele belirlenmemelidir.

Değerler eğitimi sınıf panolara ve koridorlara asılan afişlerin ötesine geçmelidir.

Eğitim ileride devleti yönetecek kadroyu yetiştirme düşüncesiyle ciddiyet içerisinde gerçekleştirilmelidir.

Bunlara ilaveten akıllara gelen bütün detaylar en ince ayrıntısına kadar hesaplanmalı ve gereken tedbirler alınmalıdır. Nasıl ki sınava hazırlanan öğrencinin çalışma odasının ışığından sınav sabahı yiyeceği “kuru üzüme” kadar her şey düşünülüp ayarlanabiliyorsa bu işte kolayca başarılabilir.

Hepsinden önemlisi okul sadece zihinlere değil daha derinde bir yerlere hitabeden, ruhları âbâd eyleyen, cesedi insana inkılâb ettiren müessese olmalıdır. Zaten sonra herkes kendisine yakışanı eyleyecektir.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:07

SENİ ALLAH’A VE CENNETE ÇAĞIRIYORUM!

kul gözleri halde

Seni Allah'a ve Cennet'e Çağırıyorum - Sâlik-i İrfân

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Seni Allah'a ve Cennet'e Çağırıyorum

 

Hamd olsun alemlerin Rabbi olan, Melîk olan, Âdil olan, hesap gününün sahibi olan Allahımıza…

Salât ve selam ise âlemlere rahmet, önü ardı, sağı solu, altı üstü nur olan Sahibimiz, Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hazretlerine olsun.

İslam coğrafyasında Batılı-batıl güçlerin oyunları bitmek bilmiyor. Özellikle Suriye’de, Irak’ta, Musul’daki gelişmeler herkesin gündeminde. Dünya petrolünün % 14 oranında Musul’da bulunduğu gerçeği yaşananları izah etmekte. İslam topraklarının kanı mesabesindeki petrolü bir vampir iştihasıyla içmek isteyen Batılılar, DAEŞ bahanesiyle o bölgedeler.

Türkiye’nin atlattığı 15 Temmuz işgal girişimi tutmayınca büyük şeytan ABD önderliğinde güney sınırlarımızda yeni planlar kurgulanmakta. Batılıların A’dan Z’ye kadar planları var; çünkü omurgaları yok. İnanç, insanlık, merhamet… İnsanı yaşatacak hiçbir değerin paradan, petrolden, gazdan daha önemi yok. Ölenin acısı, yaralının sesi ya da denizde boğulanın görüntüsü… (atalarımızın dört dörtlük ifadesiyle) “gâvur” da karşılık bulmayan şeyler. Kâfir kelimesi bile bir tercihi ifade ederken gâvur; yerinde duramayan, azgın, saldırgan ve merhametsiz bir tipe işaret ediyor. Büyük Şeytan’ın ölümüne göz yumduğu ya da bizzat katlettiği insan sayısı Nemrut’un, Firavun’un öldürdükleriyle kıyas kabul etmez. Ölümsüzlüğe ulaşmak için bilimin sınırlarını zorlayan, teknolojileri ile dünyayı kontrol edebilen, şu kadar milyar insanın ölmesiyle dengelenecek bir nüfus politikası düşünebilen azgın bir güruh var karşımızda. 

Allahım bizi gâvur eline bırakma! Allah’ım imanımızı, vatanımızı muhafaza et! Allahım, Sen elimizden tutmazsan bu kurtlar sofrasında parçalanmak işten bile değil! Sen bizi tut, Sahibimiz Sensin! Peygamberimiz Efendimiz (sav) hürmetine, ümmete yardım eyle! Bir çıkış yolu lütfeyle!

Sahabe efendilerimizden Hz. Osman Zinnûreyn (ra) efendimizin hayatına genel bir giriş yapmıştık geçen sayımızda. Bu yazımızda da Osman efendimizle ilgili daha ayrıntılı kesitlere bakmaya ibretler almaya çalışacağız:

Hz. Osman (ra) efendimizin soyu Kureyş’ in 10 önemli kolundan biri olan Ümeyye oğullarına dayanır. Peygamber Efendimiz’le soyu 4. atada birleşir. Tarihçiler Emevi-Haşimi rekabetinin İslamiyet öncesindeki başlangıcı hakkında şu olayı naklederler : Mekke’de ordu komutanlığı yapan, mal ve evlat çokluğuyla öne çıkan Ümeyye (ki onun oğlu Harb, onun oğlu da Ebu Süfyan’dır) amcası Haşim’le bir nüfuz tartışmasına girer. Amcası Haşim’i kıskanan Ümeyye, onu münafereye yani nesep ve şeref konusunda çekişmeye davet eder. Yenilen Ümeyye önceden kararlaştırıldığı üzere 50 deve vermek ve 10 yıl süreyle Dımaşk’ta ikamet etmek zorunda kalır. Bu olayın İslamiyet sonrasındaki Emevi-Haşimi rekabetine zemin hazırladığı tarihçiler tarafından dile getirilmektedir. (Hz. Osman- Prof. Dr. İ.Sarıçam, s.11)

Hakikati görmelerine rağmen soy asabiyeti yüzünden iman edemediğini gördüğümüz Ümeyye oğullarının şu sözleri enteresandır: “Haşim oğulları şunu yaptı, biz de yaptık. Onlar bunu yaptı, biz de yaptık. Şimdi aralarından bir peygamber çıktığını söylüyorlar; vallahi biz bunu kabul edemeyiz.”

Yine İslam öncesinde Haşim oğullarının önderliğinde kurulan ve Hılfu’l-Fudul denilen “Faziletli İnsanlar İttifakına” belki de sırf bu gerekçeyle Ümeyye oğulları katılmamıştır. Hz. Osman (ra), Ebu Süfyan, Hz.Peygamber’in Mekke valisi Attab bin Esid, Hz. Osman’ın amcası Hakem bin Ebu’l As Ümeyye oğullarının önemli isimleridir.

Said bin el-Âsi, Ukbe bin Ebu Muayt, Ümmü Cemil, Hakem bin Ebu’l As ve Ebu Süfyan gibi meşhur Ümeyyeliler İslam’a düşmanlıkta öne çıkmışlardı. Ukbe bin Ebu Muayt, Peygamber Efendimiz’e (sav) tükürmeye çalışırken tükürüğü ateş olup dönerek yüzünü yakan bir nasipsiz idi. Ebu Süfyan’ın kız kardeşi Ümmü Cemil’in ise Ebu Leheb’in hanımı olarak yaptıkları ve akıbeti Tebbet Suresi’nde beyan edilmektedir. 

Buna karşılık Hz. Osman efendimizle birlikte Halid bin Said, kardeşi Amr bin Said ve Ümmü Habibe gibi az sayıda Ümeyyeli kişinin ilk dönemde müslüman olduğunu görmekteyiz.

Hz. Osman efendimizin babası Affan ticaretle uğraşırken genç yaşta vefat eder. Soyları Affan bin Ebul Asi bin Ümeyye bin Abdüşşems bin Abdülmenaf şeklindedir. Peygamber Efendimiz’in (sav) babaları ise Abdullah bin Abdulmuttalib bin Haşim bin Abdimenaf’tır. Abdilmenaf’ta iki soy birleşmektedir. Osman efendimizin annesi ise Erva binti Kureyz’dir. Erva annemiz, Peygamber Efendimiz’in halası ve aynı zamanda babası Abdullah’ın ikizi olan Ümmü Hâkim binti Abdülmuttalib’in kızıdır. Dolayısıyla Hz. Osman anne tarafından Hz. Peygamber’in halasının torunudur. 

Erva annemiz kocası Affan’ın ölümünden sonra Ukbe bin Ebu Muayt’la evlenmiş fakat onun yaptığı edepsizliklere katılmamış, Mekke döneminin ilk yıllarında iman etmiş, hicret ederek Medine’de yaşamış Osman efendimizin hilafeti yıllarında 90 yaşlarında vefat etmiştir. 

Hz. Osman efendimize eşi Rukiyye annemizden olan ve 6 yaşlarında vefat eden Abdullah adındaki oğlundan dolayı Ebu Abdullah da denmiştir. Daha çok da Efendimiz’in iki kızıyla evlenmesinden dolayı Zinnûreyn (iki nur sahibi) denilmiştir. Efendimiz (sav): “Ya Osman! Eğer üçüncü kızım olsaydı onu da sana verirdim.” buyurmuşlardır. 

Osman efendimizin müslüman oluşu ile ilgili şu rivayeti paylaşıp onun lütuf, kerem ve himmetini talep edelim.

Hz. Osman (ra) şöyle rivayet eder: İslam’a girmeden önce bir gün, Kureyş’in ileri gelenleri ile oturmuştum. Biri haber verdi ki Hz. Peygamber (sav) kerimesi Rukiyye’yi Utbe’ye vermiş. Bu haberden bana hayli üzüntü geldi. Ben niçin istemedim diye perişan halde, sıkıntı ve endişe ile eve geldim. Gördüm ki annem, teyzem ve akrabadan kimi kadınlar bir kimseyi medhederler. Dedim ki “Ey teyzeciğim, bu medhettiğiniz kimdir?” Dediler ki “O güzel yüzlü, konuşması tatlı bir kimsedir. Rahman O’nu bize hak dini bildirmek ve ona çağırmak için göndermiştir. Gökten inen furkan ile gelmiştir. Ey Osman sen de O’na tabi ol, putlara tapma!” Bu garip kelimeleri dinleyip, daha da merak edip “Bu kimdir, bana söyleyin!” dedim. Teyzem “Muhammed bin Abdullah’dır. Allahu Teala tarafından Rasul olarak gelmiştir. Allahu Teala’nın emirlerini bize bildirir. Bizi hak dine çağırır. Yüzü ışık verir. Dinine giren kurtulur. İstediği şeyler kolaydır. Ona yakın olan iyilik bulur.” dedi. Bu sözler kalbime çok tesir etti. 

Tenha bir yerde Ebu Bekir hazretlerini buldum. Halime bakıp “Nedir fikrin?” dedi. Zira o firaset ehli bir büyük zat idi. Vaki olan konuşmayı beyan ettiğimde, “Yazık sana ey Osman! Hak din güneş gibi açıkta iken, sen kavminin kuruyacak elleri ile yaptıkları taştan putlara mabud demekten utanmaz mısın? Gözü görmeyip, kulağı işitmeyip, zarar ve kâra kadir olmayan ilah olur mu?” “Olmaz!” dedim.

Sonra devamla “Teyzen sana doğru söz söylemiş. İşte Rasulullah Hz. Muhammed Mustafa! Gel, seninle O’nun huzuruna varalım. İman et!” dediği sırada Habibullah (sav) ve yanında Hz. Ali (kv) oraya çıkageldiler. Hz. Ebu Bekir (ra) hemen ayağa kalkıp, onlara karşı vardı. Mübarek kulaklarına bir şeyler söyledi. Peygamber Efendimiz (sav) yanıma gelip, buyurdular ki: “Ya Osman! Seni Allah’a ve cennete çağırıyorum. Ben, Allahu Teala’nın sana ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberinizim!” Bu mübarek sözlerini işitince kalbim iman nuru ile doldu. Gayrı ihtiyari (düşünmeden) şehadet getirdim. 

Teyzem İslam’a geldiğimi işitip çok sevinip, çok memnun olarak şu şiiri okuyarak yanıma geldi:

Sözlerim sebebiyle Allah Teala Osman’a,

Hidayet verip, doğru yolu gösterdi ona.
Kendi fikrini bırak, uy Muhammed’in sözüne,
Her sözü doğru olan, Allah’ın Rasulü’ne.
İki kızını sana verecektir O, ileride,
Dolunayın güneşe karışacaktır elbette.

Aradan çok zaman geçmedi Efendimiz (sav) Rukiyye’yi bana nikah edip verdi.”

Cenabı Mevla bizleri Osman efendimize bağışlasın. Onun lütuf kerem ve himmeti üzerimize olsun. Onun edebinden, hayasından bizleri nasiptar eylesin.

Amin velhamdu lillahi Rabbil alemîn.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:06

TESETTÜR VE KEYFİYETİ

Tesettür ve kıyafet

Tesettür ve Keyfiyeti - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Tesettür ve Keyfiyeti

 

Tesettür: “setere” den gelir. Sözlükte: örtmek, saklamak, gizlemek, korumak anlamlarında kullanılır. “Setere” “an” harfi cer ile kullanıldığı zaman, bir şeyi saklamak, gizlemek; bir şeyi bir şeyden korumak saklamak anlamlarına gelir

“Tesettere” örtünmek, gizlenmek, saklanmak, “ala” harfi cer ile kullanıldığı zaman gizli kalmak, gizlenmek, kamuflaj anlamına gelir. Tesettürü emreden ayeti kerimeleri tamamen tefsirlerin ışığında mütalaa edeceğiz inşallah.

“E’s-Settar” Allah’ın (cc) ismi şeriflerinden, en çok örten, gizleyen, kapatan.

“Mümin erkeklere, gözlerini harama kapamalarını, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.” (Nur 30)

İbn Kesir ayeti kerime ile ilgili olarak şunu ifade etmiştir: Bu, Yüce Allah tarafından mümin kullarına bakmaları haram olan şeylerden gözlerini sakınmaları için verdiği bir emirdir.

Hz. Şibli (ks): “Baş gözlerini haramlardan; gönül gözlerini de Masivâllah (Allah’ın dışında da kalan her şey)den çevirmektir.” diye açıklamıştır.

Ebu Ubeyd’den gelen bir rivayet de, şöyledir: “Kendisi işlenerek Allah’a karşı asi olunan her bir iş, büyük günahtır.” Bakış, kalbin fesadını çağrıştırır. Çünkü bakış kalbe atılan zehirli bir oktur. Mahrem yerlerin korunması aynı zamanda bakmadan korumak suretiyle olur. Ayeti kerimede Örtüyle ilgili olarak, ilk önce erkeklerin dikkat etmesi gereken hususlar nazara verilmesi aslında tesettürde erkeğin üzerine düşen göreve dikkat çekilmiştir. 

“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini kapasınlar; namus ve iffetlerini korusunlar. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınları, ellerinin altında bululan köleleri, erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış hizmetçi yahut henüz kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur 31)

Ayeti kerimede emredilen hususları şöyle sıralayabiliriz:

1- Gözleri harama kapamak; iffeti korumak.

2- (Kendiliğinden) görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmemek. Başörtülerini, yakaların üzerine örtmek. (Kendiliğinde görünen kısımdan kasıt, rüzgârı gibi dış etkenlerden dolayı görülen kısımdır.)

3- Zinetlerini eşleri, babaları, eşlerinin babaları, kendi oğulları, eşlerinin oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınları, ellerinin altında bululan köleleri, erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış hizmetçi kimseler yahut henüz kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini (ziynetlerin takıldığı yerleri) göstermemek.

4- Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar.

5- Yapılan yanlışlardan dolayı, hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.

Ayette geçen bazı kelimelerin anlamları ve yakadan kastedilen mana:

Ayette “örtme” manasında “vel yedribne” kelimesindeki “darb” (vurma) kelimesinin kullanılması, başörtüsünün uçlarını yakanın üzerine salıverip buraları iyice örtme manası kastedilmesi içindir.

“Bihumurihinne”: “Humur” kelimesinin müfredi, “himâr” olup, “başörtüsü” demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Ayetteki “bi humrihinne” kelimesinde geçen baştaki “bâ” harf-i ceri ise, “ilsâk” (birleştirme, bitiştirme, kavuşturma)içindir.” 

“Cüyubihinne”: Cüyub, yaka; gerdan, göğüs, sineler manasındadır. Göğüs kısmındaki oluşan açıklık manasında ceyb kelimesinin çoğuludur denilmiştir. “Başörtülerini omuzları üzerinden sarkıtılarak, göğüslerini örtecek şekilde örtsünler.” Hz. Aişe’den (r.anha): “Allah ilk muhacir hanımlarını esirgesin! “Başörtülerini yakalarının üzerinden doğru örtsünler!” ayet nazil olduğu zaman, izarlarından kesip başörtüsü yaptılar ve onu iyice başlarına (göğüslerini, sırtlarını tamamıyla) örttüler.” demiştir.

Tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları başörtülerini arkadan bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkardı, ziynetleri görünür. Yakaları (elbiselerinin açılan kısımları) önde idi. Böylelikle boyun ve göğüs kısımları, kulakları da örtülmeksizin açıkta kalırdı. İslam böyle açıklığı yasaklayıp başörtülerinin omuzlar üzerine alınıp yakaların örtülmesini emir ile tesettürü farz kılmıştır. Görülüyor ki, bu emirde tesettürün farz oluşuyla birlikte, özel bir şekli de gösterilmiştir. Edep ve iffetinin en güzel ifadesi budur. Ayette ziynet yerinin ismen zikredilmemesindeki hikmet, ziynet yerlerinin korunması, örtülmesi icap ettiğinin ifade edilmesi içindir. Çünkü Allah Teala “ziynetlerini açmasınlar” buyururken aslında ziynet yerlerinin açılmamasını kastetmiştir. Ümmü seleme (r.anha) buyuruyorlar ki: Bizler Rasulullah’ın (sav) yanında oturuyorduk. İbn Ümmü Mektum geldi ve Rasulullah’In huzuruna girdi. Bu durum ise bizim erkeklere görünmememiz örtü emri verildikten sonra olmuştu. Bunun üzerine Rasullullah (sav) şöyle buyurdu: “Ondan sakınınız.” Ben şöyle dedim. Ey Allah’ın Rasulü! O bizi görmeyen ve bizi de tanımayan, gözleri de görmeyen bir adam değil mi? Bunun üzerine Rasulullah buyurdu: “Ya sizlerde mi görmüyorsunuz?”

Ayeti kerimenin devamında: “Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar.” buyrularak İslam’ın mahremiyetteki gösterdiği hassasiyet nazara verilmiştir. Artık insafı olan bir kimse diğer hususları nasıl anlamalı? Düşünmek lazımdır. 

Hz. Aişe’nin (r.anha) huzuruna kardeşi Hz. Abdurrahman’ın (ra) kızı Hafsa boynunu ve orada bulunanları gösterecek şekilde şeffaf bir örtü giyinmiş olduğu halde girdi. Âişe o örtüyü başından alıp yırttı ve: “Başörtüsü örten (alttakini göstermeyen) kalın bir şeyden olup yakanın üzerinden geçirilirse ancak başörtüsü olabilir.” dedi.

Buraya kadar içerdeki kıyafetin keyfiyeti ifade edildi. Dışarı kıyafetini ise Kur’an-ı Kerim şöyle açıklıyor:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir iş için dışarı çıktıları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemeleri için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır esirgeyendir.” (Ahzab 59)

Ayette geçen bazı kelimelerin anlamları:

“Yudnine”: İdna’dan gelir: örtmek, sarmak, salmak yüzü kapatmak anlamında kullanılır. 

“Celabibihinne”: Celabib, cilbab’ın çoğuludur. Çilbab, bütün vücudu örten geniş elbise, çar ve çarşaf demektir.

İbnü’l-Cevzî, Taberî, İbni Kesîr, Ebu Hayyan, Ebu’s-Suud ve Cessas, Razî gibi âlim ve müfessirler “cilbabın örtülmesi” ifadesini, yabancı erkeklere karşı, ya da kadınların ihtiyaç için evden çıkmaları anında yüzlerini, saçlarını ve bütün bedenlerini örtmeleri şeklinde tefsir etmişlerdir. 

Rida ise: İbn Abbas ve İbn Mes’ud’dan gelen rivayete göre şöyle tarif edilmiştir: Rida, elbisenin üstüne giyilen üst elbise olduğu söylenmiştir. 

Ümmü Atiyye’den şöyle rivayet olunmuştur: “Ey Allah’ın Rasulü! Bizden herhangi birimizin cilbabı yoksa ne yapsın?” dedim Hz Peygamber (sav): “Kız kardeşi ona kendi cilbabını giyinmek üzere versin.” buyurdu.

İbni Cevzî, “...Dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle.” ayetinin tefsirinde İbni Kuteybe’den naklen şöyle der: Ayetteki Celabib kelimesinden maksat da, normal elbiselerin üzerini kapatacak ve vücut hatlarını göstermeyecek bir örtüdür.

İbni Abbas diyor ki: Allah müminlerin hanımlarına ihtiyaç için evlerinden dışarı çıktıklarında yüzlerini başlarından itibaren “cilbab” ile kapatmalarını ve sadece bir gözlerini göstermelerini emretti.

“Bu, onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur.” İslami kimliklerini korumak için, müslüman hanımefendi oldukları bilinsin, anlaşılsın böyle tanınsınlar için, her türlü eziyetten, psikolojik baskıdan korunmaları için bu şekilde örtünmeleri daha uygundur. 

Örtünmenin şekli ile ilgili olarak tefsirlerde şu bilgileri görmekteyiz:

1-Örtünmek müslüman bir kadına namaz, oruç gibi farzdır

2-Gelen rivayetlerde geçmektedir ki: Muhammed b. Sirin diyor ki: Abîde es-Selmanî’ye: “Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler.” ayetini sordum. Büyük bir çarşaf alarak onunla bütün vücudunu örttü. Başını ta kaşlarına kadar kapattı. Yüzünü de tamamen kapattı. Yalnız sol gözünü açıkta bıraktı. Böylece ayeti fiili olarak tefsir etti.

3- Taberi ve Ebu Hayyan İbn Abbas’dan şöyle rivayet etmişlerdir: “Kadın cilbabını alnının üzerine indirir ve oradan sıkar. Alttan da burnunun üzerine kadar kapatır.”

4-Yüzü örtmenin keyfiyeti hakkında Süddi’den şöyle rivayet edilmiştir: “Örtü kadının sol gözü hariç bütün yüzünü kapatmalıdır.” Süddî de ayetin tefsirinde, “Kadın alnını ve yüzünü örter. Yalnız bir tek gözü açıkta kalır.” demiştir. Cahiliyye döneminde hür kadınlar genelde yüzleri (boyunları) hariç bütün bedenlerini örterlerdi.

Yukarıda “idna” kelimesi açıklanırken yüzü kapatmak anlamına geldiği ifade edilmişti. “Yüz ziynetin aslı olduğu için onun da yabancılara karşı örtülmesi zaruridir.”

Ebussuud Efendi: Cilbabtan maksat, çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Buna göre ayetin manası “Kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları zaman bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücutlarını örtsünler.” olur. Bunlardan da anlaşılan odur ki kadının yüzünü de örtmesi gerekmektedir. 

5-Ümmühat-ı mümininden Ümmü Seleme şöyle demiştir: “Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler.” Bu ayetin nüzulünden sonra Ensar kadınları üzerlerine siyah çarşaflara bürünerek öyle bir sekinetle çıkmışlardı ki başları üzerinde siyah kuşlar varmış gibi.’ 

6-Ebu Hayyan: “…Dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…’’ ayeti tepeden tırnağa kadar bütün vücudun örtülmesini emreder.” diye açıklamıştır.

Celaleyn: “Celabib, cilbab’ın çoğuludur. Cilbab ise, kadının bütün vücudunu kapatan örtüdür.”

Örtü nasıl olmalı konusu ile ilgili olarak ise tefsirlerde şu bilgiler yer alır:

Örtü bütün vücudu örtmeli. Ayette geçen “Yüdnine” kelimesi “idna” kökünden gelen bir fiildir. “Ala” harfi cer’iyle birlikte kullanıldığı zaman, sarkıtmak, elbiseyi, örtüyü yukarıdan aşağı salıvermek anlamlarına gelir. Buna göre şer’i örtü vücudun tamamını örtmektir. 

Örtü, alttaki elbiseyi gösterecek kadar ince olmamalıdır. Temimoğullarının hanımları Hz. Aişe’nin yanına üzerlerinde ince elbiseler olduğu halde girdiklerinde Hz. Aişe onlara şöyle demiştir: “Eğer sizler mümin hanımlar iseniz şunu biliniz ki, şu elbiseler mümin hanımların giyecekleri elbiseler değildir. Şayet mümin değil iseniz bu elbiselerle faydalanıyorsunuz.”

Hz. Esma, Hz. Aişe annemizin yanına ince bir elbiseyle gelirken Rasulullah (sav) Efendimiz ondan yüzünü çevirdi.

Dışarı kıyafetinin kendisi ziynet olmamalı. Cazibe renkli kumaşlar kullanılmamalı. Zira Allah Teala “ziynetlerini açmasınlar…” buyurmuştur. Eğer üstten örtülecek örtünün kendisi ziynet sayılabilecek renk ve görünüşte olursa ona örtü (hicap) denilmez. Çünkü örtünmekten maksat, ziynetlerin yabancılar tarafından görülmesini önlemek dikkat çekici olmamalıdır. 

Örtü vücut hatlarını belli edecek ve fitneye sebep olacak şekilde dar olmamalıdır. Bir hadisi şerifte: “Giyinmişlerdir fakat çıplak hükmünde olan (dar, ince veya kısa kıyafetler giyen) kadınlar…” ifadesinden kıyafetin nasıl olması gerektiğine dikkat çekilmiştir.

Kadın ne erkek elbisesi giymeli ve ne de giydiği elbise erkek elbisesine benzemelidir. Ebu Hureyre (ra): “Rasulullah kadın elbisesi giyen erkekleri, erkek elbisesi giyen kadını lanetlemiştir.” demiştir.

Hz. Aişe yaşadığı zamandaki durumlara bakarak şöyle demiştir: “Şayet Rasulullah şu çağımıza kadar yaşamış olsaydı, hiç şüphesiz bu kadınların mescide gitmelerini yasaklardı.”

Bir savaş meydanında sahabe annemizden biri yüzü örtülü olduğu halde cenazeler arasında şehit olan oğlunu arıyor. Ona, “Yüzündeki bu örtü ile oğlunu nasıl bulacaksın?” diyorlar. Bu söze karşı sahabe annemiz: “Çocuğumu kaybetmem, hayâmı kaybetmem kadar ağır değildir!” cevabını veriyor.

Mahremiyet ve tesettürle ilgili bir başka ayette ise şöyle buyruluyor:

“Evlerinizde oturun, ilk cahiliyle devri (kadınlarının) yürüyüşü gibi açılıp saçılarak, ziynetlerinizi göstererek yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin…” (Ahzab 33)

Ayeti kerimede geçen “teberrüc” kelimesi başkalarının önünde açılıp saçılmak anlamına gelir. Mücahid, Katâde ve İbn Ebi Nuceyh: “Teberrüc, dikkat çekici, endamlı bir şekilde yürümektir.” demişlerdir. Ve “Kadının gizlemesi gereken ziynetlerini açığa vurmasıdır.” denilmiştir.

“Berac” kelimesi bariz ve yüksek olan her nesne için kullanırlar. Kuleye, yüksek meydanda ve aşikâr olduğu için Arapçada burç denir. Yelkenli gemiye Bârice denir. Çünkü yelkenleri uzaktan görülebilir.

Mukatil b. Hayyan ise “Açılıp saçılmaktan maksat şudur: Onlar başlarına örtülerini atarlardı ama uçlarını bağlamazlardı. Böylece gerdanlıkları, küpeleri ve boyunları bütünüyle görünecek şekilde açıkta kalırdı.” 

“Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” (Ahzab 34)

“Bir de onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit perde ardından isteyin…” (Ahzab 53)

“Ey Ademoğulları! Size ayıp yerlerinizi Örtecek kıyafet, süslenecek elbise indirdik. Fakat unutmayın ki en güzel elbise, takva elbisesidir. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar.” (Araf 26)

 

Kaynakça:

-Tefsirül Münir, Vehbi Zuhayli

-El-Camiu li-Ahkami’l Kuran, İmam Kurtubi

-Mefatihu’l-Gayb, Fahruddin Er-Razi

-Hak Dini Kuran Dili Tefsiri, Elmalı Hamdi Yazır

-Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali sabuni

-El-Esas Fi’t-Tefsir, Said Havva

-Furkan Tefsiri, Hicazi

-Cem’ul-Fevaid, Muhammed b. Süleyman er-Rudani

-Bkz. ‘’Gülzar-ı Hacegan” Dergisi Mayıs, 2013

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:05

HER İNSAN ÖZELDİR

isra84

Her İnsan Özeldir - Yusuf-i Kenân

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Her İnsan Özeldir

 

De ki: “Herkes kendi yaratılışına (fıtrat tarzına) göre davranır. Şu halde kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir.” (İsra 84)

Her insan, birbirinden farklı olabildiği gibi aynı insan, yaşamı içerisinde de her an farklı olabilmektedir. İnsanın “muamma” olması da bu özelliklerinden kaynaklanır. Bu sebepten dolayıdır ki insanın önce kedisini, sonra yakın çevresindeki insanları ve diğer tüm insanlığı hakikat boyutunda anlayabilmesi gerçekten çok zordur. Bunun için yapılabilecek tek yol kendi durduğumuz yerden çıkarak, karşımızdakinin penceresinden bakabilmektir.

Her insanın farklı bir dünya olması ve bizim bunun farkında olmamız, sosyal hayatın tekamülünde bir an bile unutulmaması gereken çok önemli bir anlayıştır. İçinde yaşadığımız dünya tektir. Her insan ayrı bir dünya olunca pek çok dünya ile hem iç içe hem karşı karşıya olduğumuzu bilmek gerekir. İnsan, hem kozmik hem biyolojik hem fizyolojik hem psikolojik hem ideolojik bir dünyadır. Ondaki nüansların bile bin bir derinliği vardır. Bugüne kadar keşfedilmeyen ve keşfedilmesi en güç gerçek, insan gerçeğidir.

Astronotların Ay’a çıktığını müritleri Ğavs Hazretleri’ne (Abdülhakim Bilvanis’i ) söylediklerinde: “Mümin kulun gönlüne inemedikten sonra, Ay’a çıksalar ne olur çıkmasalar ne olur.” buyurmuşlardır.

İşin hakikatini ne kadar da güzel özetlemişler anlayabilene. Keşfi bekleyen en büyük sır Hazreti İnsan gerçeğidir. İnsan kendisinden kaçarak her geçen gün asliyeti ile yabancılaşmaktadır. Bu kaçışı ile keşfin yönünü coğrafya, fizik, teknoloji gibi alanlara yönelterek gün ve gün kendisinden uzaklaşmaktadır. Elbette yapılanlara boş ve anlamsız demiyoruz. Söylemeye çalıştığımız ana eksen insanın kendisini keşfetme azmini ve kararlılığını yitirmeden bu yönde çaba sarf etmesidir. Böyle bir gayret insanı kendisi dışındaki keşif ve buluşların yolunu da açacaktır. 

Osmanlı Padişahı Sultan Dördüncü Murat’a atfedilen bir darbımesel şöyledir: Bir gün padişaha veziri bir adamdan bahseder. Sultanım tebanızdan bir kişi cami kubbelerinin üzerinde bulunan hilale konmuş güvercinleri mızrağı ile vurabilecek kadar iyi bir nişancı huzurunuza çıkıp maharetini sergilemek ister. Padişah kabul eder. Adam dedikleri gibi bir mızrak atışıyla kubbeye tünemiş güvercini vurur. Padişah önce yüz altın verilmesini sonra da yüz kırbaç ile cezalandırılmasını emreder. Çevredeki herkes gibi adam da şaşırır. Cesaret edip Sultana sorar: Efendim yüz altını anladık da, bu yüz kırbaç neyin nesi? Padişah cevap verir: Yüz altın kimsenin yapamadığı bir meziyetinin ödülü; yüz kırbaç ise boş ve lüzumsuz işlerle uğraşmanın cezası.

Gerçekten de icat ve buluş adı altında öyle lüzumsuz ve zararlı teknolojik gelişmelere şahit oluyoruz ki geleceğe dönük ciddi endişeler taşıyoruz. İşte bu endişelere sebep olan şey: Özellikle de günümüzdeki icat ve buluşların insan fıtratından uzaklaşmasıdır. İnsanın kendini tanıma ve anlama hakikatinden kaçışı fıtrata aykırı eylemlerin doğmasına sebep olmuştur. İnsanın kendisini gerçekleştirme çabası farklı alanlara yöneldikçe eksen kayması da doğal bir sonuç olarak belirmektedir. Amaç halka hizmet, Hakka hizmet olması gerekirken; insanın kendi duygularını tatmin etmeye, dolayısıyla da egolarına hizmet etmeye dönüşmüştür.

Dünyada yaşayan yedi buçuk milyon insan nasıl ki kar tanecikleri gibi farklı sima ve fiziksel görünüşe sahip ise psikolojik ve duygusal özellik açısından da farklıdır. Bu sebepledir ki zevkler, ilgi alanları, beklentiler de hep farklı farklıdır. Kainatın merkezinde Hazreti insan vardır. İnsan da eğitimle anlam kazanır. En doğru eğitim, insanın farklarını fark edip ona göre farklı yöntemler oluşturmakla mümkündür. Bunun için, ihtisas sahibi eğitimcilerin elinden geçmek çok önemlidir. Hayatta bir insanın en büyük nasibi kamil bir insan ile tanışıp onun tedrisinden geçebilme imkanına sahip olmasıdır. 

Her insan kadar hakikat yolu vardır. İnsanın hakikati kendisini tanımasıyla çıkar. Bu sebepledir ki insanın kendisi ile olan hakikat yolculuğunda önüne çıkan ne varsa kendisinin özetidir. Kişiye özeldir. Genel ve ideal değildir. 

Her insan farklı bir dünyadır fark edebilene.  Biz yeter ki  görmek isteyelim, yeter ki yörüngesine girmek, misafir olmak isteyelim. Meşru kural ve kaidelerini tanıyıp saygı duydukça yürüyebilir, ilerleyebiliriz. Yürüdükçe onun dünyasını görebiliriz. Yaşadıklarına, duygularına hissettiklerine belki birazcık da olsa hak veririz. Biz onu anladığımızı hissettirip, varlığını kabul edip tanıdıkça ona saygı duydukça, toprak misali sevgisini esirgemeyecektir bizden Üzerine bassak da zaman zaman. Sevgisiyle besleyip büyütecektir bizi dünyasında.

Saygısızlık etmemek gerek karşımızdaki dünya kadar büyük ama bir o kadar da özel insana. Ayaklarımız, ellerimiz kirli olmamalıdır. Çünkü kendi dünyamızın kirini pasını başkasının dünyasına taşımaya ne hakkımız var ki bizim. O dünyada bıraktığımız ve bırakacağımız izlerin temiz kalması gerekir. Çünkü insan zaten yaratıcısının hatırına daima en temizine layıktır. Rabbimizden gelen bizim saf izlerimiz olsun, bizim saf kokumuz… Masumane dokunuşlarımız olsun mesela insana kendisini hatırlatan. Bu şartlar altında girebildiysek eğer, biz de o dünyanın bir bireyiyiz demektir. Bunun adı vahdet değildir de nedir. Amaç tek olanı, bir tek gönülde haykırırcasına tüm dünyalara duyurmaksa eğer “La ilahe illallah Muhammedur Rasulullah” bundan daha güzel yol var mıdır anlayabilene? Bu yola büyüklerimiz aşk yolu demiş, sevgi yolu. Ama hep tek giden ulaşmış bu menzile. Belki binler ama bir yürekte tek ses, tek nefes.

Karşındaki bizi sevdiği oranda görebiliriz el değmemiş, muhabbet dolu doğal güzellikleri, çayları, gölleri, dereleri, akarsuları, denizleri, okyanusları, vadileri, bakir kalan özel mekanları. Gün görmemiş arka sokaklarında yürümemize izin veriyorsa ne mutlu bize. Bunun ismi güvendir. Diğer adıyla O’nun güvenini kazandık demektir. Artık yürüdükçe aydınlanır oralar. Sanki gece karanlık bir ormanda ayın ön dördü misali her yer pırıl, pırıl, ışıl ışıldır.

Mesela yağmur görebilirsek eğer bize yakışan ona sımsıkı sarılmaktır. Bizim yanımızda ağlayabiliyorsa, gözyaşı dökebiliyorsa eğer. Pırıl pırıl semiz, doğal dünyasını bütün güzelliğiyle gözlerimizin önüne serebilme cesaretine sahip  demektir.  Güçsüz değil cesurdur. Doğaldır. Yapmacıklıktan uzak dosdoğrudur. Çünkü en doğru sözü pişmanlık dolu Allah için akan samimi gözyaşı damlaları söyler. O yaşların şırıltısını dinlemek bile insanın ruhunu arındırmaya yeter de artar bile dinleyebilene.

İnsan sabrıyla beraber ulaşır selamete. İnişli çıkışlı zorlu çok yol vardır illaki. Zirveyi görmek ve orada yaşamak istiyorsak eğer bu hiç kolay değildir. Sabredip yorulmadan, yoldaki engellere takılmadan menzile varana dek yürümekten geçer bunun yolu. Pes edip geri dönmek güçsüz insan işidir. İnsan yaradılış icabı her zor şartın üstesinden gelebilecek metanettedir. Yeter ki aşk olsun…

Gökkuşaklarındaki renk cümbüşü insanın gözlerini kamaştırır mesela. Tüm renkleri oluşturan ana renkler mevcuttur orada adeta dünyanın özeti gibidir. Tefarruat yoktur. Her şey net, açık ve barizdir. Yağmur sonrası duru, net ve parlak bu görüntüyü görebilmek için de duruluk gerekir. gözyaşı damlaları söyler hakikatin şerefine en derin ve en tesirli kalbe nükseden türküleri, ilahileri. Bunları duymaya nail olabildiysek eğer ne mutlu bize. Derin bir nefes almak gerek şükrederek.  İşte aldığımız o nefesteki toprak kokusu, bu dünyaya kök salmamız demektir. Bunun adı dostluktur. Kardeşlikte ifna olmak demektir ki hakikatin ilk adımıdır. İşte o zaman bize yakışan taptaze meyveler vermektir bu dünyaya. İnsan verdikçe mutluluğuna mutluluk katar. Çünkü vermek ile çoğalır haktan gelen hakikat meyveleri.

Her insan farklı bir dünyadır. Her dünyanın geçmişi, seceresi vardır, hepsinin birbirinden ayrı bir seyir hikayesi olduğu gibi, akıbeti de mutlaka farklıdır. Ama ortak olan şey hepsinin yaratıcısı birdir. Yaradılış gayesi aynıdır. Döndükleri yer farklı olsa da eksenleri ortaktır. Rıza-i İlahi ana eksendir. İnsan kendisini buldukça mutlu olur. Kendisinden kopan insanın hali yörüngesinden çıkmış gezegen misalidir. Ya bir yere çarpar parçalanır, aynı zamanda da bir yerleri parçalar zarar verir. Ya da bir yerlerde kaybolup söner, unutulur, sonuçta ikisinin de akıbeti felaketten ibarettir.

Her dünyanın farklı kuralları vardır. Bu yüzden karşılık beklemek tamamen bizim kurallarımızın disipline edilmesine bağlıdır. Biz de bir dünyaysak, bizim de yaşantımızı sağlayan bazı kural ve kaideler vardır elbet. Fakat bu kuralların başkasının yaşam alanını tehdit etmemesi gerekir. Sevgi en güzel beraberlik yoludur. Seven insan sevdiğinin isteklerine kural ve kaidelerine kıymet verir. Onun meşru istekleri karşısında nefsine tercih eder. Bu tercih O’nu onurlandırır. Ayrıca bir dostluk ve kardeşlik vesilesi haline gelir. 

Ayak izleri vardır her dünyada. Dünyalarımıza girip çıkanlar, Girip kalanlar. Girip ölenler hep ayak izi bırakarak gitmişlerdir. İşte bu ayak izleri var ya bazen gönlümüzün derinliklerinde unutulmaz izler bırakır. Ne yaparsa yapsın insan derinlerde hep bunların bıraktığı lekelerle yaşar. Her şeyde insanın karşısına çıkar diğer insanların bıraktığı bu zor silinen çıkmaz izler. Bazen derinleri harekete geçiren mahzun bir şarkı ve peşinden gelen hıçkırık. Bazen bir özlem. Bülbülün güle özlemini şakıdığı gibi ne yaparsa yapsın gönül susmaz ha bire söyler de durur.

Eh tabi bülbülün halinden gül anlar da insanın halinden anlayan olmaz mı? O’nu da bulur kendisi gibi bir bağrı yanık. Bir olurlar bazen Anadolu gibi verimli ve mahzun, bazen Karadeniz gibi hırçın ve mert. Olsun gönül akarını buldu mu ne gam.

Yazımıza burada son verirken Hak yolundaki her adımımız nurlu ve aydınlık olsun. Ruhumuza bahar sevinci dolsun. Her daim dost ile gönüller Allah için hep bir atsın.. Yağmurlar arındırsın gözlerimizin önünü, gönüller bu yağmur suları ile yıkansın ki hep temiz kalsın.

Allah’a emanet olunuz.

 

Yazar: Yusuf-i Kenân

 

Çarşamba, 01 Şubat 2017 00:04

HAYATIN GÖLGESİ

ölüm güzel şey

Hayatın Gölgesi - Salih ŞAKAR

Sayı : 107 - Kasım 2016

 

Hayatın Gölgesi

 

Sözüm ona o kadar yoğun bir tempo ve yaşantı içersinde bulunuyoruz ki her sabah bin bir ümit ve hüzün ile bizi hayata çağıran o kadar iş ve o kadar ses var ki gözlerimizi açar açmaz bir koşuşturmadır başlıyor. Acaba bugün ne yapacağım, çekim var nasıl ödeyeceğim, bugünü de bir atlatsam gibi kuşkularımızla beraber kendimizi birdenbire yaşamın tam ortasında buluyoruz.

Şu eksik bu lazım haydi onu da yapayım derken ertelediğimiz nice güzellikler, nice rızaya uygun işler, hizmetler hep bir başka güne taşınıyor. Birbiri ardınca nice mevsimler, nice zamanlar geçiyor. Halbuki yaşadığımız bir başkasının hayatı değil kendi hayatımız.

Hace Hazretleri:

“İnsan hayatı doğduğu gün, doyduğu gün ve öldüğü gün olmak üzere üç gündür.” diye buyurmuşlar.

Doğduğumuz gün geçti, öleceğimiz günü bilmiyoruz dolayısıyla doyduğumuz yani bu günümüz var.

Hace Hazretleri:

“İnsanın en hayırlı günü insanı kamilin yanında geçirdiği gündür.” diye buyurmuşlar.

Şu bir günlük ömrümüzde acaba günlerimizi nerde ve kimlerle geçiriyoruz?

Bir iş yeri açacağımız zaman günlerce belki haftalarca fizibilite çalışması yapıyor bu da yetmedi emin olamıyoruz, danışmanlık firmalarına yaptırıyoruz, ilgili kim ya da kimlerse etrafında pervane oluyoruz. 

Niye, kâr yapabilir miyiz acaba?

Bizim kâr ya da zarardan anladığımız tamamen maddesel. Oysa ki, kâr etmenin asıl amacı insan kazanmaktır.

Esnafsın, ticaretini Allah’ın rızasına uygun yap karşındaki etkilensin o insanı kazan.

Öğretmensin, Allah’ın rızasına uygun öğret o öğrencileri kazan.

Babasın, ailene Allah’ın rızasına göre muamelede bulun aileni kazan…

Her nerde her ne işle iştigal isen, Allah’ın rızasına uygun iştigal et, bağlantıda olduğun insanları kazan.

Nasıl ki, dünyevi bir iş için böyle pervane oluyorsak, uhrevi manada kar etmek için de insanı kamilin etrafında pervane olmak gerekmez mi? 

Geçen her günlerimiz kendi ömür sermayemizden geçiyor.Bilmem ki ne kadar farkındayız? 

Bazen düşünüyorum, niye ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışıyorum. Etrafımdan ölenlere bakıyorum onlar da bir zamanlar benim gibi dünya için çalışıyorlardı ama şimdi yoklar. Geriye ne bırakmışlardı ya da bıraktıkları onlar için ne yapıyorlardı.

Nasıl ölmüşlerdi, son nefeslerini nasıl vermişlerdi ve acaba neler hissetmişlerdi diye düşünürdüm. Şimdi ise nasıl ve ne halde öleceğimi merak ediyorum.

Hz. Peygamber (sav) Efendimiz:

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” buyurmuş. 

Ölümünü merak ediyorsan yaşadığın hayata bakmalısın. Yani nasıl ölürseniz öyle de dirilirsiniz.

Şimdi bakalım nasıl bir yaşantı içersindeyiz. Daha yapacak işlerimiz var, genciz ölüm bize uğramaz zannediyoruz.

Ölüm hayatın gölgesi; onu bundan bunu ondan ayırmak zor. Ecel gelince baş ağrısı bahane. Gide gide ölüme varılsaydı, gidemeden ölenler olmazdı. Doğduğu günde ölenler var. Ha bir adım ha yüz adım fark etmiyor. Uzunluk veya kısalık bize göre bir kavram. Çok kısa sürede Rabbini razı eden işler yapıp da vefat eden ile yüz sene yaşamış olup da Yaratıcısından haberdar olmamış biri aynı kefede değerlendirilmez. 

Ölüm hayatın içinde olmasaydı, hayat bu kadar güzel ve çekici olur muydu? Hayatı güzelleştiren belki de bu geçici ve fani yönü. 

Üstad Necip Fazıl Kısakürek aşağıdaki dizlerinde ne de güzel tarif etmiş ölümü.

Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber.

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? 

Hayat bitmese, ölüm başımıza gelmese ahirete nasıl geçilecekti. Burada kalan dostların sayısının azaldığı, ahirete gidenlerin ise her gün çoğaldığı bu diyarda gurbetimiz oraya anavatana geçmekle ve dostlarımıza kavuşmakla sona erecek. 

Hz. Peygamber (sav) Efendimiz:

“İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.” diye buyurmuşlar.

Demek ki ölüm bir uyanış, bir diriliş, bir başlangıç aslında. Yani ölmek ölmek değil.Gurbetle vuslat arasında bir geçiş sadece.Önemli olan o geçiş anına hazırlıklı olmak.Bize bahşedilen hayat da o geçişe hazırlanma yeri, imkanı. Biz bu imkanı nasıl değerlendiriyoruz. İşte sorun buralarda.

Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. 

“Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum!” diye vasiyet etmiş. 

Öldüğünde “Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?” diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, 

“Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum.” diye düşünerek kabul etmiş. 

Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. 

“Nasıl olsa bu ölü elimizde… Biz şu canlı olandan başlayalım!” demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. 

“O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?..”

Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.

Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

Aman, demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?

Hace Hazretleri;

“Önemli olan ölmeden önce ölmektir.” diye buyurmuşlar.

İnsan sanki bu dünya için yaratılmış gibi sürekli bu dünyaya çaba sarf eder. Bilmez ki biriktirdiği her şey zaman gelecek en ince ayrıntısına kadar sorguya tabi tutulacaktır. O halde biz de bize verilen müddet dolmadan, hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeliyiz. 

Bu dünyada mal mülk biriktirmek yerine, Allah’ı razı etmeye çaba sarf etmeli ve hayatımızı ona göre ikame etmeye çalışmalıyız.

Dünya denilen şu geçiş imkanında, fırsatında ölmeden önce dirilmek, Hak’ka göre Allah’ın çizdiği hudutlara göre yaşamaya gayret etmek. O geçişin başlangıcı bu olsa gerek.

Hace Hazretleri;

“Bugün ölmek isteyenler çok ama ölmek kolaydır Hakk’a göre yaşamak zordur ve biz sizlere ölmeyi değil yaşmayı tavsiye ediyoruz.” diye buyurmuşlar.

Bakın reçete ne kadar açık değil mi? Eğer dirilmek , o geçişe hazır olmak istiyorsan o zaman reçeteyi uygulaman gerekmez mi?

Ölüm bize bu kadar yakınken, hayatımızın gölgesi olup bizi takip ederken nedir bu rahatlığımız? Acaba bizi es geçer mi? Kime güveniyoruz? 

Allah yar ve yardımcımız olsun.

 

Yazar: Salih ŞAKAR

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort