JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Bir gayemiz olmalı

Bir Gayemiz, Bir İdealimiz Olmalı - Gönül Pınarından

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Bir Gayemiz, Bir İdealimiz Olmalı

 

Elhamdulillahi Rabbilalemin, vessalatu vesselamu ala Rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.

Bizleri dualarda ve gönüllerde buluşturan Cenabı Hakk’a sonsuz hamdu senalar olsun.

Kainatın Sultanı, Alemlerin Efendisi, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa’ya salat ve selam olsun. O’nun ehli beytine, o güzide ashabına, bütün salihlere ve varisi ekmeli Hâce Hazretleri’ne selam olsun.

İnsanları, umutları-gayeleri-idealleri ayakta tutar. Bu hedefleri onları büyütür, yürütür. Vücudumuzu ayakta tutan şey, kemiklerden oluşan iskeletimizdir. Manevi vücudumuzu ayakta tutan ve hedefine ulaşmaya yönelten umudu, gayesi vardır. Onlar ufkumuzda olduğu müddetçe maddi ve manevi olarak dimdik ayakta durur ve hedefe doğru yol alırız. Bu yüzden ayakta durmamızın en önemli unsuru sağlam bir düşünce ve sağlam bir bünyeye sahip olmaktır, diyebiliriz.

Aslında sadece insanoğlunun değil yaratılmış bütün varlıkların gayesi, umudu vardır. Hayvanlar alemine baktığımızda onlar da ayakta dimdik durabilmek için her şeyi göze almıyorlar mı? İnsanoğlunun diğer varlıklardan farkı olmalı. İnsan eşrefi mahlukattır, yaratılmışların en şereflisi, değerlisidir. Seyrine baktığımız zaman insanın özel olarak donatılıp dünyaya gönderildiğini, dünya kapanına hazırlıksız yakalandığını ama zamanla yaradılış gayesini hatırlayarak ilimle Rabbine yöneldiğini, O’nu bilme sürecinde kendini geliştirdiğini, yaratılışındaki ilahi maksadı görerek hayvanlar gibi belirli bir çizgide yaşamak, bir noktaya gelip durmaktan başka bir hedefi fark ettiğini görürüz. Hedef ne? Allah’ın zatı… O’nun rızası, O’nun cemali bâkemâli…

Fâni olan insanın bâki olan hedefe doğru bir yönelişi olmalı. Evvelde olmadığı gibi, şimdi de bu alemi mecaz kabul ederek yürüyen bir bulut gibi güneşe doğru yürümeli... Kendi gölgemizi takip ederek kendine doğru, yani zamirinde, aslında olana yürümeli… Hak ile huzura ermeli. 

Mahbubunun peşinde koşmaktan duyulan lezzetin tarifi olmasa gerek. Cenabı Hak insanı durma kabiliyeti olmayan bir varlık olarak yaratmış. Dikkat edildiğinde Hakk’ın yarattığı hiçbir şeyin durma kabiliyetine sahip olmadığı görülür.

Hırs, gayret, azim, cehd, hayal, niyet… bütün bunlar insanı “Kemâlâta doğru yürü ya kulum!” emri rabbanisini gerçekleştirmek için ona verilen lütuflardır. 

Böyle bir insanın önünde gideceği iki yol, seçebileceği iki yön vardır. Kur’an’da bahsedildiği gibi: “yükseklerin en yükseği” veyahut “aşağıların en aşağısı”. İnsan bu yolların birinde yürümek zorundadır; çünkü insanın fıtratı durmaya müsait değildir.

Demek ki hayatımızda doğru hedeflere yürürsek gerçekten hayatımız o zaman hayat olur, anlamını bulur. Hayat her şeyi canlandıran, heyecanlandıran ve her şeyi manalı kılan anlamına gelmez mi? Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasulüne uyun... (Enfal Sûresi 24)

Kurumuş bir çiçek bile bir yudum suyla hayat bulmuyor mu? İnsan bu dünyada adeta susayan bir çiçek gibidir. Kimi gayeler o bir yudum su gibi insana can veriyor, hayat veriyor, hayatı manalı kılıyor. İşte o zaman insan bir gayesi, bir umudu olmanın zevkini yaşıyor. Elbette insanı bir kurumuş çiçek gibi canlandıran umududur. Nasıl ki solmuş bir çiçek birkaç damla suyla canlanıyorsa insanın kurumuş olan kalbi de zikirle adeta canlanıyor. Zira zikirle, kalpler ancak Allah’ın zikri ile canlanır. Tatmin olur, huzura erer. 

O susuzluktan çatlamış çiçeğe dökülen her bir damla su ona hayat verdiği gibi etrafında başka filizler de çıkarabiliyor. Fakat dikkat edilsin, o çiçek kendi kendine açmıyor. Ona bir can suyu döken mutlaka bir sahibi olmalı. Sahibi olmazsa o çiçek solar, kurur, yok olur.

İşte bizler de bu dünya çorağında adeta o kuruyan çiçek gibiyiz. Bir sahibimiz yoksa, bizlere bir can suyu dökmezse bizler de kurur, yok oluruz. Allah’ın peygamberleri, dostları; her asırda o çorak iklimlerde solan, kuruyan çiçekleri sulamış, bir bahçıvan gibi korumuş, kollamış ve halen daha korumaya devam etmekteler. 

O can suyunu yudumlayan çiçekler açarak etraflarına filizler vermekteler. Bu nedenle insan gayesini unutmamalı ve karamsar olmamalı. Karamsarlığa kapıldığı zaman dua çiçeği gibi gönlünü, yapraklarını açmalı. O’na yönelmeli: “(Rasulüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan 77) buyuran Cenabı Hak, bu yönüyle insanları kendine kulluk etmeye, duaya, zikre davet ediyor. 

Dua, hepimizin bildiği gibi kul için en büyük zikirdir. Bununla insan huzuru ve mutluluğu elde eder. Allah’tan ihtiyacını istemek, O’nun sonsuz kudretine sığınarak O’ndan yardım ümit etmek...

Kul en büyük ihtiyacı olan Allah’a, O’nun rızasına ulaşmak hususunda da Allah’tan yardım istemeli. Öyleyse “…iyyake nesta’in” ifadesini çok iyi tefekkür etmemiz lazım. “ancak senden isterim” derken O’ndan neler istiyoruz?

Ya Rabbi! Senden seni isterim. Neyi isterim? Rızanı, likânı, hoşnutluğunu, bana yakın olmanı isterim. Bana yakınsın yakınlığını anlamayı isterim. Elimden tutmanı, bana lütfetmeni, merhamet buyurmanı, beni bir an bana bırakmamanı…

Cenabı Mevla’nın bizim üzerimizdeki muradı neyse onu yapmaya gayret etmeliyiz. Büyüklerimiz bunun için hep dua etmişler: “Ya Rabbi, tercihini tevfik buyur. Neyi tercih ediyorsan bize o yolda tevfik buyur, yardım et.” Onun için “…iyyake nesta’in” ifadesini iyi anlamalıyız. 

Bizlere şu da buyrulmuş: “Ancak senden isterim”den bir cevap gelmiyorsa “İyyakena’budu” ya “Ancak sana ibadet ederim…”e geri dön. Yani kulluğuma, Hakk’ı sevmemize, O’na yönelişimize, O’ndan isteyişimize…

“İyyakena’budu ve iyyakenesta’in” diyen kişi şunu söylemiş oluyor: Ya Rabbi Sana kulluk ederim, ben ancak ve ancak Seni bilirim. Seni verici olarak, yaratıcı-yaşatıcı olarak bilirim. Bu perdenin arkasında nasıl bir cevher, nasıl bir devran var; onu bize bildir. Seninle bir sır ver, bir bağ ver. Aramızda bu sırra ulaşmak için, bu sınırı çizmek için gayret ver.

Efendi hazretlerinin ifadesi üzere hadisi kudside: “İnsan bizim bağımız, sırrımız, biz insanın sırrıyız, bağıyız.” buyruluyor. O sırra ihanet etmem, o sırrı bir başkası ile paylaşmam… Sana secdeye koyduğum yüzümün suyunu, başka kimseye dökmem. Ancak ve ancak seni isterim.

Hak ile huzura ermiş insanların, Hakk’ı gönülde bulanların, aradıklarını kendinde bulmuş insanların (çöldeki insanın bir yudum suya ihtiyacı gibi) sohbetine, muhabbetine, yakınlığına çok ihtiyacımız var. Mevla bizleri onlarla birlikte kılsın, onlara yakın kılsın inşaallah. Bunun için tek çaremiz doğru gayeyi bulup onun peşinde bir ömür yaşayabilmek. O’nun rıza dairesinden çıkmamak. O’nun bize sunduğu, vesile olarak gönderdiği; peygamberleri, kitabını, dostlarını bir doktor gibi görebilmek, kapısında el açıp O’ndan onu istemek…

Allah’a emanet olunuz. Allah yar ve yardımcımız olsun.

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Cuma, 21 Nisan 2017 11:46

PEYGAMBERLERİN HAYATLARI

peygamberlerin hayatları

Peygamberlerin Hayatları - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Peygamberlerin Hayatları

 

Kur’an‘da adı geçen peygamberlerin kısa hayatlarını anlatmaya devam ediyoruz:

Davud (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti Davud, Yakub’un (aleyhisselam) neslinden gelmektedir. Kur’an’da adı on altı defa geçmektedir. Hazreti Davud’a verilen kitap Zebur’dur. Bu peygamber pek güzel yanık sesiyle, dağları eriten yürekleri titreten bir sedaya sahip olup, Zebur’u okudukça işitenler pek ruhani zevkler içinde kaldığı ve dağların kuşların ona eşlik ettiği söylenilir. Davud (as) mübarek elleriyle demirleri mum gibi yumuşatıp bunlardan zırh, yapar kendi elinin emeği ile yiyeceğini temine çalıştığı Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. Yetmiş yaşlarında vefat ettiği rivayet edilir.

Ayeti Kerime’de: “And olsun ki biz Davud’a tarafımızdan bir fazilet verdik. Ey dağlar Davud’un yaptığı tesbihi onunla beraber yankılanıp tekrar edin dedik. Kuşlara da (o tesbihe katılmayı emrettik.) Ona demiri yumuşattık.” (Sebe 10) buyrulmuştur.

Süleyman (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti Süleyman, Davud’un (aleyhisselam) oğludur. Kur’an’da on yedi defa geçmektedir. Davud (as) Süleyman peygamberi çok severdi on iki yaşında olduğu halde ülkesinin başına geçmiş yönetmeye başlamıştı. Hazreti Davud vefat ettiği zaman on dokuz oğlu olup Süleyman da bunlardan biri olduğu rivayet edilir. Tahta çıkarken yüce Allah ona: “Arzu ettiğin her şeyi sana vereceğim.” buyurmuştu. Hazreti Süleyman ise: “Ya Rabbi şüphesiz sen bağışta bulunanların en hayırlısısın, öyleyse bana hiç kimsenin ulaşamayacağı bir saltanat bağışla.” Bunun üzerine yüce Allah rüzgarları, cinleri, hayvanları onun emrine verip kuşların dilini öğretmiş bunlarla kendine büyük bir ordu kurup isyancılara öğüt ve nasihatlerde bulunmuştur. Hazreti Süleyman ordusuyla uzun mesafeleri kısa zamanda alıyordu. Yine karıncalar vadisinden geçerken karıncaların endişelendiğini fark edince onları ezmemeye özen gösteren ne kadar merhametli bir peygamber olduğu Kur’an’da bizlere bildirilmiştir. (Neml 18-19)

Orduya su bulma gibi önemli görevi olan Hudhud kuşu bir müddet ortalarda görünmeyince Hz. Süleyman’ı bir endişe sarar. Bu kuş bir ara telaşla Hz. Süleyman’nın huzuruna varır ve şöyle der: “Sizin bilmediğiniz bir şeyi öğrendim. Sebe ülkesine ulaştım orada bulunan hükümdar Belkıs’ı gördüm. Allah’a inancı azalmış putlara tapıyordu.” haberini verince Hz. Süleyman duyduklarına inanamamıştı. Kuşa: “Şimdi bir mektup yazacağım bu bahsettiğin kadına götüreceksin.” diye buyurur. Sözüne devamla: “Orada gizlen, Belkıs mektubu okuduktan sonraki tavrını gel bana haber ver.” der. (Neml 20-44)

Belkıs mektubu alınca çok heyecanlanır, vezirlerini toplayıp onlara Hz. Süleyman’ın gönderdiği mektupta: Güneşe tapmayı terk etmemizi bir olan Allah’a ibadet etmemizi istiyor, diyerek durumu haber verir. Vezirler hükümdar Belkıs’a savaşmayı teklif ederler ancak Belkıs Sultan, işi barış yoluyla halledilmesini sunarak, Hz. Süleyman’ın yanına gitmeye karar verdiğini açıklar. Kuş ise gördüklerini gelip peygambere anlatır. Hazreti Süleyman, kuşu dinler ve hayvanlarına emrederek: “Bana Belkıs gelmeden hemen onun tahtını kim getirebilir.” der. Göz açıp kapayıncaya kadar taht gelir yerine konulur. Hz. Süleyman Belkıs’a billurdan bir saray yaptırır ve havuzun ortasına tahtı yerleştirir. Belkıs geldiğinde sarayı ve kendi tahtını görünce dili tutulur. Belkıs tahta oturmak için eteklerini sudan ıslanmasın diye toplar Hz. Süleyman Belkıs’a, havuzun üstünün camla kapalı olduğunu elbisesinin ıslanmayacağını buyurur. Belkıs gördüklerinin karşısında güneşe tapmanın ne kadar yanlış olduğunu anlamış, imana gelmiştir. (Neml 44)

Hz. Süleyman bir rivayet kırk yıl kadar hükümdar olmuştur. Bir gün bir mabed inşa ettirirken çalışanları seyretmeye gelir ve asasına dayanmış vaziyette ruhunu Allah’a teslim eder. (Sebe 12-14)

İlyas (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti İlyas, Beni İsrail’e gönderilmiş mübarek bir peygamberdir. Kur’an’da adı üç defa geçmektedir. İsrail oğulları Süleyman peygamberden sonra ihtilafa düşmüş içlerinde bazıları Be’al denen puta tapmaya başlamışlardı. Kendilerine ilahi bir lütuf olarak gönderilen Hazreti İlyas’ın nasihatlerini dinlemeyip pek fena bir kıtlığa tutulurlar. Bu kavim yaptıklarına pişman olarak Hazreti İlyas’ı arayıp bulurlar bir müddet onun öğütlerini tuttularsa da yine isyana başlamışlardır. Hazreti İlyas bir yere çekilerek, üzlete çekildiği rivayet edilmiştir. (Enam 85)

Elyesa (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti Elyesa Beni İsrail peygamberlerindendir. Kur’an’da adı iki defa geçmektedir. İsrailoğulları İlyas aleyhisselam dan sonra bu mübarek zatında nasihatlerini kabul etmeyip birbirleriyle uğraşmışlardır. Üzerlerine Asuriye devleti musallat olur. Hazreti Elyesa hilafeti, Zülkifl aleyhisselama verdikten sonra ahirete irtihal etmiştir. (Sad 48)

Zülkifl (as) ve Kısaca Hayatı:

Zülkifl hazretleri muhterem bir peygamber olup Elyesa hazretlerine halife olduktan sonra peygamberliğe de nail olmuştur. Kur’an’da adı iki defa geçmektedir. Kavmini dine tevhide davet etmiş kendilerine birçok nasihatler de bulunmuş Bitlis şehri yakınında medfun olduğu, Şam diyarında ve sayir yerlerde de makamları olduğu rivayet edilir. (Enbiya 85-86)

Yunus (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti Yunus Beni İsrail’den mübarek bir peygamberdir. Kur’an’da “Zünnun” (balık sahibi) olarak adı, dört defa geçmektedir. Musul şehrinin karşısında Ninova ahalisine peygamber olarak gönderilmiştir. Putlara tapmakta olan Ninova ahalisi, Hazreti Yunus’un otuz üç sene devam eden nasihatlerini dinlememeleri sonunda Hazreti Yunus Hakk’ın cilvesidir ki, daha kendisine tarafı ilahiden manen işaret almadan Ninova’yı bırakarak Dicle’ye gidip bir gemiye biner. Gemi yürümeyince içinde bulunanlar: “İçimizde bir suçlu var kura çekelim.” derler. Hazreti Yunus ise: “O suçlu benim Rabbimden daha müsaade almadan kavmimi terk ettim.” der ve kendini suya atar derhal büyük bir balık tarafından yutulur. (Enbiya 87-90, Saffat, 139-148)

Hemen tevbeye, istiğfara koyulan, Yunus’un (as) tesbihi şudur: “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin.” (Saffat 145) Tevbesi kabul olunur ve Hakk’ın emri ile (yunus balığı) bu güzel peygamberi sahile atar. Kavmini ise korkunç bir kara duman kaplar. Bu kavim tekrar Allahu Teala’ya yalvarır, tevbe istiğfarda bulunarak her yerde peygamberlerini ararlar. Kara duman üzerlerinden gider. Hazreti Yunus tekrar Ninova’ya gelir ve bir müddet daha mukaddes vazifesine devam ettiği rivayet edilir.

Zekeriyya (as) ve Kısa Hayatı:

Zekeriyya (as) Kur’an’da adı yedi defa zikredilir. Hazreti Zekeriyya, Süleyman’ın (as) neslinden gelen pek muhterem büyük bir zat olduğu rivayet edilir. Beytü’l-Makdis’te kendisine peygamberlik ihsan olunmuştur. Hazreti Zekeriyya’nın eşinin kız kardeşi, Meryem adında bir kız doğurmuştu bu kızını evvelce yaptığı duada Beytü’-Makdis’in hizmetine adadığı için Zekeriyya’ya (as) getirir. Meryem annemiz teyzesinin yanında bir müddet büyüdükten sonra, Beytül-Makdis’te kendisine tahsis edilen bir hücrede ibadet ile meşkul olurlar. Rivayete nazaran Hz. Zekeriyya gibi, kadri pek ali bu masum peygamberi yüz yaşlarında iken şehit etmişlerdir. (Meryem 7-11)

Yahya (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti Yahya Zekeriyya’nın (as) oğludur, onu ihtiyarlığı zamanında zevcesi İsa’dan dünyaya gelmiştir. Kur’an’da adı beş defa geçmektedir. Allahu Tealan’ın azabından son derece korkar günleri ahu enin ile geçmiştir. Daha genç yaşta kendisine peygamberlik ihsan olunan Hazreti Yahya rivayete nazaran Hz. İsa’nın semaya kaldırılmasından bir sene evvel vuku bulmuştur. (Meryem 7)

İsa (as) ve Kısaca Hayatı:

Hazreti İsa (as) Hazreti Meryem’in oğludur. Kur’an’da adı yirmi beş defa geçmektedir. Ölüleri diriltmiş, kırk yaşlarında kendisine peygamberlik ve İncil kitabı verilmiştir. Onun doğuşu: Annesi, melekler kadar pek temiz olan bu mübarek kız, koca yüzü görmediği halde gebe kalır. (Zuhruf 57-59)Hazreti İsa (as) dünyayı şereflendirir. Hazreti İsa’nın babasız olarak doğmasından dolayı Yahudiler şüpheye düşerler. Mahza kudreti ilahiye Hazreti İsa’nın daha doğduğu ilk gün annesinin kucağında Allahu Teala’nın kudretiyle söze başlar.

Ayeti Kerime de: “İsa apaçık deliller geldiği zaman demişti ki: Ben size hikmetli İncil’i getirdim ve din hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerin bazısını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Hepiniz ona ibadet ve itaatle kulluk edin doğru yol da budur.” (Zuhruf 63-64) buyrulmuştur.

Bu harika konuşmayı duyan Yahudiler Hz. Meryem’den korkarak uzaklaşırlar. Rivayete nazaran Hz. İsa yüz yirmi yaşında iken semeya kaldırılmıştır. 

Kur’an-ı Kerimde Cenabı Hak (cc): “O vakit Allah buyurmuştu ki: Ey İsa korkma şüphesiz ki seni ancak ben vefat ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim inkar edenlerin içinden de seni (kurtarıp) arındıracağım ve sana ancak Allah’ın bir peygamberi olarak uyanları kıyamet gününe kadar inkar edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz ancak banadır. İhtilaf ettiğiniz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Ali İmran 55) buyurmuştur.

Cenabı Hak (cc), başta sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimize, Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamberlere ve bir rivayet yüz yirmi dört bin peygambere zerreler adedince rahmet etsin.

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

Zerrelerden Ümitlenmek, Zerrelerden Sakınmak... - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Zerrelerden Ümitlenmek, Zerrelerden Sakınmak...

 

Sual:

Efendim, Zilzal Suresi’nde geçen “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir.  Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” ayeti kerimelerini nasıl anlamalıyız?

 

Cevap:

“فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُۜ ، وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَراًّ يَرَهُ - Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzal 7-8)

Aslında mana açık ama insanın nefsi bunu kabullenmek istemiyor… Adeta başka bir ayette de Cenabı Hak bunu açık olarak buyuruyor:

“وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ - İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm 39) Kişiye ancak yaptığı vardır. Hayır yapıyorsa onun karşılığında ona hayır vardır. Şer yapıyorsa şerrin karşılığı vardır. 

Sûre-i Zilzal’de de bu buyruluyor. Kim zerre kadar yani çok ufak dahi olsa samimiyetle Allah için bir güzel iş, bir hayır yapsa bu zayi olur diye endişe etmesin. Veya “Bu ne işe yarar ki, bundan ne olur ki, bu çok küçük bir şey.” demesin, Allah için yapması gerekli olanı yapsın. O küçük olsa da Allah’ın yanında zayi olmaz, Allah onu değerlendirir. Onu rahmetiyle büyütür ve onun karşılığını ona ikram eder. Ne kadar samimi ise, yaptığı iş ne ise onun şartlarına uygun yaptıysa; endişe etmesin, Allah onu mükâfatlandıracaktır. 

Ama her kim de zerre kadar, çok ufak dahi olsa bir haksızlık, bir zülüm yapmışsa bir şer, bir günah yapmışsa bir fıskta bulunmuşsa yine “Ufacık bir şey yaptım, bundan da ne olur!” demesin. Argoda böyle bir ifade vardır, “Bu kadarı kadı kızında da olur.” derler... Veya “Şunlara bakmıyor musunuz, bak hacılar, hocalar neler yapıyor ben de insanım. İnsan için öyle şeyler normaldir, benden de böyle bir şey sadır oldu.” diye düşünmesin. Dikkat etsin kendine, günahı kime karşı yaptığını düşünsün. Günahın büyüklüğünden, küçüklüğünden ziyade onu kime karşı yaptığını düşünsün. Ve ona da Cenabı Hak karşılık verecektir. Cenabı Hak onu da unutmaz, es geçmez, zayi etmez o zerre yanlışın da hesabı sorulacaktır. 

Diler, affeder, bu O’nun sonsuz rahmetinin gereğidir, ona biz karışamayız. Diler, azab eder, bundan dolayı kimse Cenabı Hakk’ı bir sorgu suale çekemez. 

Ama onun bize bildirdiği şu ki; zerre yanlış yapmaya da dikkat edin, bile bile yanlış yapmayın. Şu küçüktür, bundan bir şey olmaz, bu kadar şunda bunda da var deyip, peygamberlerden bile zelle sadır olmuştur bizden böyle olsa ne olur… diye peygamberleri de suçlamaya kalkmayın. 

O zerreden Cenabı Hak geçmeyebilir, sizi ondan dolayı hesaba çekebilir, eğer yaptığınız iş cezayı gerektiriyorsa bundan dolayı da sizi cezalandırabilir. 

Burada temel olarak bize anlatılmak istenilen şu; korku ve ümit… Zerre iyiliğinizden dolayı ümitlenin; Allah o iyiliğinizi vesile kılarak sizi affedebilir sizin bütün günahlarınızdan geçebilir. Ama zerre kadar günahınızdan dolayı da bütün amellerinizi iptal edebilir. Bu korkuyu da taşıyın. Anlatılmak istenilen bu… 

Korku bizim kamçımızdır. Korku bizi tedbire sevk eder. Korkan insan tedbir alır, değil mi? Diyelim bir şeyden korkuyoruz -misal o korkumuz dünyevî bir şey olsun- o korktuğumuz şey neyse ona karşı tedbir alırız ki bize o şey bir zarar vermesin. 

Misal hırsızdan korkarız eve alarm taktırırız, kapılara kilit taktırırız, evimizde yüklü miktarda kıymet eden bir şey bulundurmayız… 

Misal çocukların evi yakmasından korkarız; kibriti, çakmağı yüksek yerlere koyarız, çocukların ulaşamayacağı yerlere, kaldırırız. Korku bu…

Kışın şiddetinden korkarız ona göre tedbir alırız; odun, kömür alırız, evleri mantolama yaparız vesaire…

Bir tedbir var, bir çaba var, bir gayret var… Bunun temelinde bir endişe var. Bir şeyden korkuyoruz. Bu korku bizi kamçılıyor. 

İşte kulda Allah korkusu olması lazım… Allah korkusu kula tedbiri getiriyor. Kul cehennemden korunmak için, Allah’ın azabından, ikabından sakınmak için tedbire başvuruyor, tedbir alıyor. Hayrına, şerrine dikkat ediyor. Sakınıyor. Korku haramlardan, şüphelilerden sakınmayı getiriyor. 

Korku hukuka riayeti getiriyor. Gerek Allah’ın hukukuna, gerek insanların hukukuna riayet ediyoruz. Çünkü Allah’ın hukukundan taviz verirse Allahu Teala azab edecek. İnsanların hukukuna tecavüz ederse o insanlar onu helal etmezse amelleri gidecek, onun amellerini alıp davacı olan insana verecekler, müflis bir duruma düşecek. Bundan dolayı hukuka riayet ediyor. Kimsenin hakkına tecavüz etmiyor, kul hakkı yemiyor, incitmemeye çalışıyor.

Allah’ın hukukuna riayet ediyor. İbadetlerini vaktinde yapmaya gayret ediyor, yasak olan şeylerden uzak durmaya çalışıyor; bunlar hep korkunun getirdiği şeyler. 

Ümit de insanı gayrete getiriyor. Bu sefer o zerreleri çoğaltıyor, büyütüyor. Kendi büyütüyor. Mademki zerreye Cenabı Hak mükâfat veriyor demek ki ben daha büyük bir şey yapsam, daha güzel bir şey yapsam daha büyüğüne nail olacağım, daha büyük bir nimetle karşılaşacağım… Bu da insanı motive ediyor, teşvik ediyor. 

Mümin bu ümitle korku arasında seyrini devam ettirmeli, hayrını ve şerrini bu manada değerlendirmelidir. Şerlerin hepsinden korkmalıdır. Yani bu büyük bu küçük dememeli. Çünkü bilmeli ki çok ufak bir kıvılcım bir köyü yakabilir. Öyleyse çok ufak bir günah, ufak bir haram insanın bütün amellerini iptal edebilir, insanı müflis bir duruma getirebilir. Ayniyle de çok ufak bir hayır çok büyük bir mükâfat olabilir. Allah’ın dilemesiyle büyürse insanı azaptan kurtarabilir. 

Misal gerçekte suçsuz bir adam idama mahkûm edilmiş… Zahir deliller neticesinde suçu öyle sabit görülmüş, adamı asacaklar. O esnada hatırlanan bir gerçek, çok küçük bile olsa, devreye girse o adamı ipten kurtarabilir. Belki basit bir şeydir ama birisi gelse o gerçeği söylese adam ipten kurtulur. 

Allah’ın rahmeti de böyledir. Cenabı Hak çok basit bir şeyi gündeme getirir, onu rahmetiyle büyütür, der ki bu kulumun böyle bir iyiliği var, ben bunu bu iyiliğe bağışladım, bunun hatırına veriyorum, o kulun günahından vazgeçer. Bu da umudun gereğidir. 

Cenabı Hakk’a bizim yakınlığımız, yaklaşımımız bir cepheden ümitle bir cepheden korkuyla olmalıdır. O yüzden biz de zerrelerimize dikkat etmeliyiz. Hani bir söz var ya; damlaya damlaya göl olur. Bu hayırda da göl olur, rahmet gölü olur. Şerde de göl olur, seni boğar, helak eder. Şerler de damlaya damlaya göl olabilir, hayırlar da damlaya damlaya göl olabilir… 

 

Sual: Tanıdığımız birisi vardı, namaz kılıyor, Allah’ın emirlerini yerine getiriyordu fakat bir taraftan da yalan söylüyordu. “Niye yalan konuşuyorsun?” diye sorduğumuzda onun yeri ayrı onun yeri ayrı, diyordu. Onun bu cevabı üzerine bu ayeti kerime aklımıza gelmişti… 

 

Cevap: Belki görünüşte ayrı da birbirleriyle ciddi ilişkisi var bunların. 

Ashabtan Ebu’d-Derda (radıyallahu anh) Efendimiz’e (aleyhissalatu vesselam) “Mümin hırsızlık yapar mı, zina edebilir mi?” diye sorar. Efendimiz bu fiillerin işlenebilmesinden hoşlanmasa da “Evet!” buyurur. “Peki, mümin yalan söyler mi?” sorusuna “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” buyurmuşlar.

Yani Allah Rasulü buyuruyor ki benim ümmetim beşeriyetlerinin gereği nefislerine uyup bu tür günahları yapabilirler -Allah muhafaza buyursun-. Ama benim ümmetim yalan söylemez... 

Yalanın söyleneceği yerler belli, yalan nerede söylenir bunu biliyorsunuz. Bunun dışında mümin yalan söylemez, ölse yalan söylemez. Ucunda ölüm olsa yalanı kendine yakıştırmaz. 

Cenabı Peygamber bazı günahları sayarken parmağından yüzüğünü çıkararak ifade buyuruyor ki: “İman halkası onun boynundan böyle çıkar.” Bir insan zina yapsın iman onun boynundan böyle çıkar. Afedersiniz içki içse, iman onun boynundan böyle çıkar… Demek ki günahlar imana zarar veriyor. Evet, ehlisünnet kebair günahın imanı bütün bütün yok ettiğine kail olmamış; böyle bir anlayışa girmemiş. Günahlar imanı belki yok etmez ama imanı köreltir. Misal keskin bir bıçağı sert şeylere vursanız belki onun kesme özelliğini yok etmez ama onu köreltir. O keskinliğini giderir. Sert cisimlere vursanız ilk günkü gibi kesemezsiniz. Sürtmeniz gerekir, zorlamanız gerekir. 

İman da bunun gibidir. Günahlar belki bir anda imanı yok etmez ama imanın o keskinliğini, o manevi kuvvetini götürür. 

Şükür Allah’a biz o çirkin işleri işlemiyoruz; içkidir, kumardır afedersiniz fuhuştur bunlardan uzağız elhamdulillah, Rabbim uzak da kılsın bizi ve neslimizi. 

Ama bizim yapabildiğimiz, yaptığımız, yapageldiğimiz günahlar da var. Yalan bunlardan birisi... Vaziyeti idare için sıkıştığımızda söyleyebiliyoruz. Biz buna vaziyeti kurtarma adına diyoruz, hangi vaziyet kurtuluyorsa! Erkek hanımına, hanım beyine, evlat babaya, baba evlada, arkadaş arkadaşa yalan söyleyebiliyor. Bir de bunu renklendirmişiz; pembe yalan, beyaz yalan… Sanki böyle olunca cezası düşüyor... Pembe yalan çok masum yalan, beyaz yalan belki caiz yalan! Bir de günaha kılıf buluyoruz. Hani minareyi çalan kılıfını hazırlarmış derler. Bunlar bizim kuruntularımız, biz yalan söyleyebiliyoruz. Allah ikrah versin bize… 

Biz gıybet edebiliyoruz; günlük hayatımızın içinde gıybet var, gayet normal… 

İftira edebiliyoruz. Belki büyük iftiralar -yani namussuzluk iftirası gibi- iftiralar olmasa da iftira hayatımızda olabiliyor. 

Aslını bilmediğimiz kesin kaynağa, delile dayandırmadığımız şeyleri söyleyebiliyoruz. İslam’ın nemime dediği laf taşıma; Ali’den alıp Veli’ye söyleme, Veli’den alıp Hasan’a söyleme… bunu yapabiliyoruz. 

Haddi aşan, inciten espriler yapabiliyoruz. Halbuki espri karşıdakini eğlendirmek için yapılır ama biz karşımızdakinin canını sıkacak espriler yapabiliyoruz. Moralini bozacak, kalbini kıracak espriler yapabiliyoruz. 

Bunlar günlük hayatımızda yaptığımız şeyler ve bunların hepsi günah zümresindendir. İşte bunların hepsi o bıçağı körelten, imanın keskinliğini, imanın cilasını, parlaklığını götüren şeylerdir. Bunların bir de birikimini düşünün. Bunların üst üste biriktiğinde imanı kapladığını düşünün… 

Cenabı Peygamber imanı beyaz bir çarşafa benzetiyor. Buyuruyor ki: “Müminin imanı ve o imanın zemini olan müminin gönlü beyaz bir çarşaf gibidir. Siz o çarşafın üzerine bir kalemle dahi olsa bir gün, üç gün, beş gün sürekli siyah noktalar koysanız bir gün gelir ki o çarşafın beyazlığından eser kalmaz. Onu noktalaya noktalaya simsiyah yaparsınız. Noktalar o beyazlığa hakim gelir çarşafın beyazlığından eser kalmaz.”

İnsan kalbi karardı mı -Allah esirgesin- o kalpte manevi açıdan sevgi olmaz, his olmaz, duygu olmaz… İslam buna “kasiyetulkulub” der; kalp katılığı, kalbin kararması, katılaşması… O kalpte şehvet olur, şiddet olur, buğz olur, kin olur. Halbuki İslam büyükleri öyle buyurmuş ki kalp hane-i hass-ı ilahidir; Rabbimizin has odası, gönül; tecellinin merkezi… 

Burası böyle bir katılık hastalığına tutulursa duygusallığını, hissiyatını, firaset ve basiretini kaybederse; gönülde sevgi olmazsa, irfan olmazsa o siyah noktalar bunlara galip gelirse bu insanın -Allah esirgesin- küfre kayması kolaylaşır. Çok kaygan, korunaksız bir zemindedir. İpin üzerinde yürüyen bir cambaz misali, her an düşebilir. 

Biraz önce kardaşın sorduğu ayeti kerimedeki “zerre miskal şerri” düşünürken bunları düşünmeliyiz. Küçük günahlar, zerre küçük manasında… Biz bu anlamda -kusura bakmayın, önce nefsime söylüyorum- çok masum değiliz. Baliğ olma günümüzden bugünümüzü baz alırsak, bu birikimi bir düşünün. Eğer bu küçük günahlarımız bir bozuk para gibi olsa biz bunları biriktirseydik şimdiye bir servetti bunlar, değil mi? Bunun çokluğunu ve bunun bizim üstümüzde meydana getireceği etkiyi düşünün. Bu maneviyatımızı, ihlasımızı, samimiyetimizi nasıl etkiler? 

İşte bu etkiletişim belki bizi yapmak istediğimiz birçok güzelliklerden de mahrum ediyor. Misal adam diyor ki ben gece kalkıp namaz kılmak istiyorum, çok arzuluyum ama kalkamıyorum. Birden ağırlık çöküyor, sanki yeniden bir uyku basıyor, uyku tazeleniyor kalkamıyorum, diyor. Bunun sebebini biriken o küçük günahlarda aramalıyız. Hatta bazen bu o kadar ileri gidiyor ki sabah namazına bile bazen kalkamıyoruz. Sabah da gidiyor, bırakın geceyi sabaha da kalkamıyoruz. 

İşte bunun sebebi o yalanlar, gıybetler, dedikodular, manasız espriler, yapıp ettiğimiz şeyler. Yaptığımızın karşılığı bunlar. Allah kimseye zulmetmez. 

Adam diyor ki; ben dersimi çok yapmak istiyorum niyet ediyorum ama bir türlü de olmuyor, kendimi toparlayıp örtünün altına giremiyorum. Bir iş çıkıyor, bir şey oluyor dersimi çekemiyorum, diyor. Tıkanıklık var, işte kalpte bir katılaşma var; kalbin yumuşaması lazım. “E tamam, zikri bunun için yapıyoruz…” diyorsunuz ama zikirden önce de hazırlık lazım, namazdan önceki taharet, abdest hazırlıkları gibi… Zikirden önce de hazırlık lazım. Şeytan, nefs, o senin basit gördüğün hatalar birleşiyor önüne set çekiyor. Öyleyse bunları asgariye indirmelisin. 

Bugün yine başka bir yerde mevzu olmuştu yine böyle bir soru gelmişti: “Nereden başlamalıyız?” Bunu çok soruyoruz. Bu bizi nefsimizin aldattığı nokta… Aslında nerden başlanması gerektiğini biliyoruz. Ama zaman kazanma adına nefsimiz bunu sürekli soruyor, nereden başlamalıyız? Bununla zaman kazanmak istiyoruz. Süreci sanki ötelemek istiyoruz. 

Peki, nereden başlayacağız, elbette ki kendimizden başlayacağız. Bize en yakın biziz… Kendimizden başlayacağız. Oturup kendimizi bir tahlil edeceğiz. Gönül tasını ters çevireceğiz, içindekileri dökeceğiz ve hemen kendimizden başlayacağız. İlk görünen ne mesela? Kendimize baktığımızda ilk ne görülüyor, bismillah deyip hemen oradan başlayacağız. Biz sürekli bunu erteliyoruz… Ahmed’e soruyoruz, Hasan’a soruyoruz, Hüseyin’e soruyoruz bulduğumuz hocaya hacıya soruyoruz; nerden başlayacağız? Fesubhanallah… “وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعاً - Ey müminler, hep birlikte tevbe ediniz.” (Nur 31) buyuruyor Cenabı Hak. Hepiniz Allah’a tevbe edin. Birinizin tevbesi yetmiyor. 

Misal şurada yüz kişi olduğumuzu düşünsek; bir bulaşıcı rahatsızlık olsa -Allah alemi İslam’ı muhafaza buyursun- hepimiz bu bulaşıcı rahatsızlığa karşı aşılansak bir kişiye aşı yapmasak o bir kişi bize bu hastalığı bulaştırır mı? Bulaştırır, hepimiz hastalanırız. 

Bunun için Cenabı Hak buyuruyor ki; öyleyse hepiniz tevbe edin. Yani hepiniz günahtan sakının ki günah işleyecek bir ortam olmasın. Hepiniz yalanı terk edin, hepiniz gıybeti bırakın, hepiniz koğuculuktan vazgeçin. 

Çünkü belki sen vazgeçtin ama o seni teşvik edecek, öbürü gelip sana bir sürü yalanlar söyleyecek, kafanı, kalbini karıştıracak... 

İşte başlangıç: “وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعا - Ey müminler, hep birlikte tevbe ediniz.” 

Bu tevbe ile birlikte: “وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً - Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.” (Âl-i İmran 103) 

Ama hepiniz sarılın. “يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةً - Ey iman edenler! Hepiniz topluca İslam’a girin.” (Bakara 208)

Hepiniz birden İslam’a dahil olun, gelin hepiniz müslüman olun. Bakın bunlar adım adım… Biz günahtan sakındığımızda yani yanlış işler yapmadığımızda güzel işler yapacağız. Yanlış yoksa güzel var. Allah’ın ipine sarılacağız, tevbe bize bir kapı açacak, ufuk açacak, Allah’ın ipine sarılacağız ve İslam’a dahil olacağız. Hepimiz samimi müslüman olmuş olacağız. O güzellikler çoğalacak. 

Biz bu sefer başlayacağız; Allah’ı yüceltmeye: “اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ - Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmran 191)

Biz sürekli Allah’ın zikriyle meşgul olacağız yani Allah’ın razı olacağı işlerle meşgul olacağız. Zaman neyi gerektiriyorsa onu yapacağız. İçinde bulunduğumuz an neyi icap ettiriyorsa onu yapacağız. Güzellikler bunlar… Kötülükleri terk ettik, Allah bize güzellikleri ihsan etti. “Şerler, kötülükler sizin nefsinizdendir; iyilikler, lütuflar Rabbinizdendir.” buyuruyor Cenabı Hak.

Biz böyle gayret ettikçe, çabaladıkça bizde bir ufuk açılacak, tefekküre başlayacağız… Düşünmeye, araştırmaya, incelemeye başlayacağız. Özetle anlamaya başlayacağız. Bizde anlayış oluşacak. “اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ - Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmran 191)

Allah yerlerin ve göklerin kapılarını bize açacak. Yerdekiler de göktekiler de adeta lisanı haliyle bize konuşacaklar. 

İşte bizim bu tefekkürümüz, çabamız, gayretimiz, bizim bu gönül yumuşaklığımız: “وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ - Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir.” (Ankebût 45) buyuruyor Cenabı Hak; Hakk’ın zikrini, hükmünü, muradını, iradesini yüceltecek. Allah’ın zikri çok yücedir, bunu anlayacağız. 

Allah’ı zikretmek çok büyüktür derken bunu bizim anlamamızı istiyor Cenabı Hak. Elbette ki zikretmek çok büyük bir iştir, bunu biz anlamalıyız. 

Ve bizim elimizle Hakk’ın yücelmesi, yüceltilmesi… İ’tisam, Allah’ın ipine sarılmak bu… O ipe sarılınca, o hakikati göğüsleyince O’nu yücelteceğiz. Ve bu anlayış bizi zikri kesire ulaştıracak. 

“يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْراً كَث۪يراًۜ - Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzâb Sûresi 41)

O zaman biz Allah’ı öyle zikredeceğiz ki; arı gibi, karınca gibi… Hayatımızda hiç boşluk olmayacak. 

“فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْۙ، وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ - Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. Ancak Rabbine yönel ve yalvar.” 

Bir işi bitirdik hemen öbürüne yöneleceğiz, boş duramayacağız. O hale geleceğiz ki: “رِجَالٌۙ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ - Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır.” (Nur 37) buyuruyor ya Cenabı Hak. Yani hiçbir şey onların kalplerini katılaştırmaz. O gönül kıvamını bozmaz. Onlar Allah’ın zikrinden, Allah’ın aşkından, Allah’ın zatından başka hiçbir şeyle mutlu olmazlar. Ve bu mutluluklarını da hiçbir şey bozmaz. Dışarıda savaş var, ateş var, fırtına var… Ne varsa var… Onlar halvet der encümen halindedir, gönülde Allah ile beraberdirler. 

Belki mahzun olurlar, hüzünlenirler, üzülürler ama bunların hepsi Allah içindir. Onlar asla Allah’tan yüz çevirmezler. 

İşte bakın bütün bu güzel yolu anlatınca hepimiz hevesleniyoruz değil mi? Ah bu bir tahakkuk etse, tecelli etse, böyle şeyler olsa, olur mu ki ya? Bunlar hayal değil, hikaye anlatmıyoruz. Bunlar Kur’an’ın beyanları. Bunlar yaşanmış şeyler, peygamberlerin sunduğu hayat bu. Allah’ın vaadettiği ve bizi davet ettiği hayat bu… 

“يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَج۪يبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْي۪يكُمْۚ - Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasulü’ne uyun.” (Enfâl 24)

Ey müminler Allah ve Rasulü’nün sizi davet ettiği sizi ebediyete ulaştıracak, tabiri caizse ölümsüzleştirecek, gerçek kurtuluşa, fevze, necata ulaştıracak hayat bu… Bu davete icabet edin buyuruyor Cenabı Hak. 

Size böyle bir davet var ki bu sizi diriltecek, ebedileştirecek, sermedileştirecek. İşte o hayat böyle bir hayat… Ama bu hayatın geçiş kapısı “وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعاً - Ey müminler, hep birlikte tevbe ediniz.” 

Hepimiz birlikte… İşte biraz önce yalana, dedikoduya, gıybete, “kasiyetulkulub - kalbin katılaşması”na sebep olan o siyah noktaların tamamına tevbe edeceğiz.

Nerden başlayalım diyorduk ya işte buradan başlayalım. Hemen kendimizden başlayalım. Bu günahları asgariye indirmeye çalışalım… İşte o zaman ufkumuz genişleyecek. Merhum Hulusi diyor ya; 

Ufkumuzdan güneş doğdu,
Cehlin karanlığın oldu,
Hidayet Hâdi’den oldu… 

Saadet güneşi, hidayet güneşi üzerimize doğduğunda, hakikat güneşiyle karşı karşıya kaldığımızda cehalet, gaflet, dalalet zail olacak. Hak bizi istila edecek, Hak bizi kuşatacak ve bizdeki bütün batıliyet yok olup gidecek, izale olacak. 

Büyükler buyurmuş ya, Allah varsa gam keder yok. 

İşte bu: “وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً - De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” (İsra 81) ayeti kerimesinin tefsiridir. 

Allah varsa gam yoktur. Bunu anlayabilmek, bunun için çaba sarf etmek. Zerrelerden ümitlenmek, zerrelerden sakınmak… Zerreden ümitvar olup onu zayi etmemek ama bir zerreden de gerekirse korkup ondan sakınmak...

Dil hanesi pür nur olur,
Envâr-ı zikrullah ile.
İklim-i dîl mamur olur,
Mimâr-ı zikrullah ile.

 

Nisan 2017 2

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin NİSAN 2017 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “ESİRİ OLDUĞUMUZ TUTKULARIMIZ BİZİ PERİŞAN EDİYOR” Başlıklı sohbetlerinde:

İslami hükümleri menfi ve müsbet şeklinde ikiye ayırabiliriz. Menfi hükümler haramlar, tahrimi ve tenzihi mekruhlar, müfsitler ve en sonuncusu mübahlar var. Mübahın bir hükmü yok. Ortada, sevabı da günahı da olmayan şeyler… Müspet olan hükümler farzlar, vacipler, sünnetler, müstehablar diye zikredilmiştir. 

Her iki taraftan da birinci derecede olanlar kati-kesin nas ile yapılması veya yapılmaması emredilen şeyler. Yani farz ve haram noktasında bunları bir denklemde düşünün, her ikisi de kati nasla sabit. Veya edillei şeriyye dediğimiz dört delille de tespit edilmiş şeyler. Namazın farziyyeti, içkinin haramiyyeti gibi… Bunlar hakkında naslar var, hükümler var. Farz olan hükümler ve terk edilmesi farz olan hükümler; onlar da tersine farzlar… 

Vacip olanlar yine nasla haklarında emir var ama farzlar kadar kesin değil, mutlakiyet bildirmeyen ama emredilen emirler… Kurban gibi, bayram namazları gibi, teşrik tekbirleri gibi, vitir namazı gibi… Bunlar hakkında ayet var, icma var ama farz kadar kesinlik arz etmiyor. Ulema bunun üstünde ihtilaf etmiş. Bizde vacip saydığımız şeyleri bazı ekollerde sünnet olarak gören ulema olmuş. 

Bunların karşısında olanlar da mekruhlar… Tahrimi-harama yakın olan mekruhlar; tenzihi-helale yakın olan mekruhlar. Ama neticede her ikisinin de terki emredilmiştir. Harama yakın olanı haram kabul edilmiştir. Helale yakın olsa da bunun da terki emredilmiştir. O da kerihtir, kusurdur. 

Bunun dışında kalanlar; müstehab olan şeyler yapılmadığında bir sıkıntıya yol açmayan, külfet gerektirmeyen ama yapıldığında ecir kazandıran şeylerdir. Müstehab yaparsan güzeldir sana uhrevi bir menfaat sağlar, terk ettiğinde bir vebali yoktur. Bazı nafileler bu kabildendir. 

Müfsitler; onu yaptığında amelini bozar, ameli ifsat eder. Bir müfsit fiille uğraşsan ameli iptal eder bu da sakıncalıdır; mekruh gibi mahsurlu görülmüştür. 

Mübah olan şeyler vardır; yeme içme, uyku gibi. Uyuyabilirsin, yiyebilirsin, içebilirsin bu helaldir ama temiz de olsa her şeyi yiyip içmedin bunda bir sıkıntı yok. Mübah olan şeylerin aşırısına kaçarsan, ifrad noktasına vardırırsan bu da müfsid olur, ifsad etmiş olursun. Aşırı su içiyorsun israftır sıhhate zararlıdır, kararınca içmen gerekir. Aşırı yiyorsun zararlıdır, kararınca olursa bir sıkıntısı yoktur. Çok uyuyorsun, sakıncalı uyku saatin belli bu da en fazla sekiz saat… Olması gereken uykun eğer sekiz saatin üstüne çıkıyorsa bu bir mümin için sıkıntıdır. Vaktin israfıdır, vakti uyku ile geçiremezsin. Beş saat ile sekiz saat arası bir uyku sıhhatli bir insana, normal bir insana kafi derecededir. Beş saat de uyusa yeter. Özellikle de yaş ilerledikçe, ellinin üzerine doğru gittikçe sekiz saatten aşağıya düşmek lazım. Yedi saat, altı saat gibi. Biraz daha yukarı çıktıkça beş saat uyku da yeterli olmakta. Bunun da fazlası zararlı olan şeyler. 

Şimdi tabi kul bunlarla mükellef. Biz bunlara efali mükellefin diyoruz. Kulun mükellef olduğu vazifeler. Bunlardan ahirette sorgulanacağız. Bunları hayatımızda nasıl tatbik ettik ne derece bunlara özen, itina gösterdik, ne derece önemsemedik bunlardan dolayı muhasebe edileceğiz. Haramlardan da helallerden de farzlardan da muhasebe ve muhakeme edileceğiz. Ben farzı yaptım bitti, yok. Cenabı Hak bunların değerlendirmesini yapacak. Nasıl yaptın bu farzı, bunlar tek tek incelenecek.'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “Ashabın Fazileti” ve Vahdettin Şimşek; “Ashab-ı Kiram'ın İslam'ın Ana Kaynağıdır” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Abdülkadir Visâlî - Ashabın Fazileti

Vahdettin Şimşek - Ashab-ı Kiram İslam'ın Ana Kaynağıdır

Salik-i İrfân - Herkes Dostunun Yanına Varsın

Veysel Özsalman - Bunalım

Yusuf Fuad -Sağlam İman ve Allah'a Güven

Tamer Doymuş - Ey Peygamber, Sana ve Sana Tabi Olan Müminlere Allah Yeter

A. Mesud ÇINAR - Şeriati Muhammediye Hz. Nuh'un Gemisi Gibidir

Yusuf-i Kenân - Sevgi Emek İster

İrfan Aydın - Kılıçsız Fethedilen Ülkeler

Şeb-i Vuslat - Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 2

Nurten Özen - Allah'a Hamd Edene Dua Etmeli

Mine ŞİMŞEK - Hatemü'l-Enbiya Efendimiz

Gönül Pınarından - Kalbin Hayatı - Canlılığı

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Huzurun Muhafazası Ne Demektir, Nasıl Sağlanır? - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 109 - Ocak 2017

 

Huzurun Muhafazası Ne Demektir, Nasıl Sağlanır?

 

Soru: Efendim, sohbetlerinizde huzurun muhafazasından sıklıkla bahsediyorsunuz. Huzurun muhafazasından kastedilen nedir ve bu nasıl temin edilir?

Cevap: Tabi öncelikle huzur ne, onu bilmemiz önemli… Huzur başta kulun Rabbinden razı olmasıdır… Huzur bununla başlar. Kişi Rabbini razı etmeye çalıştığı gibi kendisi de Rabbinden razı olması lazım. Belki Allah’tan razı olmak, Allah’ı razı etmekten daha zordur. Çünkü Cenabı Hak, Erhamu’r-Rahimin’dir, sonsuz merhamet sahibidir, kerem sahibidir. Kulun en ufak bir hayrından, güzelliğinden razı olur ve kulu o güzelliğin hatrına verebilir. Ama insandaki nefis kafirdir, zalimdir, muannittir-müthiş inatçıdır. Cenabı Hakk’ın hiçbir şeyinden razı olmaz. Onun tûli emeli bitmez, istekleri bitmez. Rasulullah buyuruyorlar ya: “İnsanoğlunun bir ova-vadi dolusu malı olsa, bir  o kadarını daha ister…” Uhud dağı altın olup verilse ikinciyi istersiniz. Allahu Teala onu verse üçüncüyü istersiniz, bu istekler bitmez… Dolayısıyla nefsin Allah’tan razı olması, çok zordur. 

İşte huzuru elde edebilmek için kul Allah’tan razı olmaya çabalamalı, gayret etmeli ve Allah’tan razı olmalı. Allah’ın ona lütfettikleri ile yetinmeyi bilmeli, şükürcü olmalı, kendisini Cenabı Hakk’ın ikramına, ihsanına teslim etmeli. Sürekli Allahu Teala’ya karşı şikâyette bulunmamalı… “Şuyum yok, buyum yok, şu olmadı, bu olmadı…” Bu tip şikayetler kulu Allah’tan uzaklaştırır. Şükürcü olmalı, elinde olanlara bakmalı. Evet, belki olmayan şeyleri de vardır ama olanlara bakıp şükretmeli; bunlar bende var, belki birçok kimsede yok, birçok kimsenin sahip olmadığı şeylere ben sahibim diye düşünmeli ve şükür hali üzere olmalı. 

Kul Allah’tan razı olmalı, bu rızalığı sürekli muhafaza etmeye çalışmalı, bunun trendini güzel tutturmalı. Sonra da Allah ile beraberlik duygusunu elde etmeye çalışmalı, kendisini hiçbir şekilde Allah’tan uzak, Allah’tan ayrı düşünmemeli, yalnız hissetmemeli kendini. Ben hangi hal üzere olursam olayım, her nerede olursam olayım Allahu Teala ile birlikteyim, diye bu hali düşünmeli, teemmül etmeli ve bu Allah ile birliktelik hali üstünde temekkün etmeli, kendini sabitlemeli.. 

Allah ile birlikteliği tam içine yerleştirebilen hiçbir şeyden endişe etmez. Kendine değil Rabbine güvenir. Bilir ki ne türlü daralırsam daralayım Rabbim bir çıkış yolu ihsan eder. Hani halk arasında da derler ya: “Allah her kapıyı birden kapatmaz.” Bir kapıyı kapatsa bin kapı açar. Bunu insan müşahede eder o zaman. 

Böyle bir özgüvenle Allah ile birlikteliği elde etmesi huzur halidir. Bu hali muhafaza etmeli... Dünya yansa yıkılsa; deprem olsa, sel olsa, yangın olsa, savaş olsa, ne olursa olsa her şey Allah’ın takdiri ile demeli. Allah dilemedikçe hiçbir şey bana zarar veremez, Allah dilemedikçe de hiçbir şey bana faide veremez. 

Bakın Cenabı Peygamber (aleyhissalatu vesselam) çok sığ bir mağaranın içinde, eğilseler görülebilecek bir mesafede iken kuş geldi yumurtladı, örümcek geldi ağ ördü, Allahu Teala muhafaza etti. 

وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ

“Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.” (Yâ-Sîn 9)

Üzerlerine bir toprak serpti. Kendisini kapıda bekleyen müşriklerin gözlerinin önünde kalktı, gitti, hicret etti. Allah O’na zarar vermemeyi diledi… Yakıcı olan bir şey İbrahim’i yakmadı… Kesici olan bir şey İsmail’i kesmedi. Boğucu olan bir şey; su, Musa’yı boğmadı… Allahu Teala bize kudretini gösterdi. 

Şimdi bizim Allahu Teala’dan hala endişe etmemiz iman zafiyetidir. Çünkü bunlar bir hikâye değil. Bunlar birilerinin anlattığı masallar, varsayımlar değil; bunlar yaşanmış vakıalar. Biz Allah’ın varlığına birliğine nasıl iman ediyorsak bu hadiselerin de böyle yaşandığına aynıyla iman ediyoruz. Çünkü bunları O (celle celaluh) Kur’an’ında buyuruyor ki bunlar geçmişte olmuş. 

Şimdi insanların bu anlayışını, bu imanını bozmak için bu hadiseleri çarpıtıyorlar. Sözde Allah’a imanları tam, O dilerse böyle yapar ama “Aslında bu hadiseler böyle olmamıştı da, İbrahim ateşe düşmemişti de, bu şu anlama geliyordu da…” diyorlar. Hayır… 

İnsan bu teslimiyeti sağladığında, bu teslimiyet huzurdur. Ve bunu kendinde sürekli kılması lazım. 

İnsan kendisini sürekli Allah ile birlikte hissettiğinde, buna iman ettiğinde ve buna gönül verdiğinde gaflete düşemez kolay kolay. Kulluğu terk edemez, ibadetten uzak kalamaz. Bir insan acıktığında yemek yiyorsa ve yemeği elde etmek için mücadele ediyorsa; susadığında su içmek istiyorsa yakında yoksa suyu arıyorsa; uykusu geldiğinde bir yere kıvrılıp yatıyorsa döşek, yastık vs. aramıyorsa insan o huzur halini elde etti mi ibadet ihtiyacı hissettiğinde, ibadetin vakti geldiğinde o acıkan, susayan misali hemen bakıyorsun ibadetine yöneliyor veya ibadet yapabilmek için ortam arıyor, sebep arıyor. Yoksa rahatsız oluyor. Yapamazsa rahatsız oluyor. İşte bu insan huzura dikkat ediyor. 

Bu insan uyanık insan. Bu insanda gaflet olmaz. Bu insanda şek şüphe olmaz. Bu insanda dalalet olmaz. Çünkü o nasıl Cenabı Hak ile beraberliğe değer veriyorsa Hak da onun beraberliğine, dostluğuna değer veriyor. Allah onu o zaman tutuyor. Onun dostluğuna değer verdi mi onu muhafaza ediyor, ona yardım ediyor… 

Çünkü Allahu Teala: “Muttaki ile beraberiz, muhsin ile beraberiz…” buyuruyor. Takvaya riayet edersen seninle beraberiz, ihsana riayet edersen seninle beraberiz. Şakir, zakir, sabir olursan seninle beraberiz. Haşa ki vadine hulf etsin… 

Sen her ne türlü bir güzellik yapsan o güzelliğin neticesinde Cenabı Hak buyuruyor ki biz seninleyiz. İnsan bundan haz duymalı. Bundan bir manevi keyif almalı. Dolayısıyla hayatının gayesi bunlar olmalı. 

Öbürleri zaten tabi şeyler. Yani insan dünyada varsa ona takdir edilen ömür ne kadarsa o ömür nispetinde iaşesi de takdir edilmiş. Yiyeceği, içeceği ona göre ayarlanmış. Kimse senin rızkını yiyemez. Senin içeceğin suyu kimse içemez, eksiltemez. Misal Allahu Teala sana ömrün boyunca on ton su takdir etmişse sen on ton su içeceksin. O on ton suyun bir milimini kimse içemez. Ve sen de o on ton suyu içmeden ölmeyeceksin. Allah’ın işi böyle. Dokuz ton içtin de hadi bu kadar yeter, yok. O on tonu içeceksin. 

Sana on senelik bir ömür takdir edilmiş bir saat erken ölmeyeceksin, böyle bir şey yok. 

وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.” (A’râf 34) buyuruyor Allah. 

Ecelin ne bir saat öne ne bir saat geriye oynamayacak. O on sene kaç saat ayarlanmışsa, saati de onun ayarlanmış, o saatin geldi mi bir dakika vallahi fazla yaşamayacaksın, öleceksin. Ama bir dakika önce de öldürmez Allah… Bütün bu dünya misal sana ateş etse, birleşse senin üstüne bombalar yağdırsa, atom bombası atsalar sana, ömründen bir dakika kalmışsa onu yaşatacak Allahu Teala. Ölmeyeceksin. 

Bunlar gayet tabi, ayarlanmış. Bu sistem bozulmaz. Biz şimdi sürekli bunların endişesini çekip asli olan meseleleri hiç düşünmeksizin yaşarsak işte gaflet bu… Yoksa suyun, ekmeğin, havan bunlar hep ayarlanmış, belirlenmiş. Bunlar sana peşin peşin verilmiş. Bunlar verilmiş ve bana denilmiş ki sen ibadetle meşgul ol… 

Bu anlamda helalden çalışmam da ibadetimin bir parçası bu ayrı bir mesele, ama benim çalışmam Allah’ın bana takdir ettiği şeyi değiştirmez. Mesela bugün ben on saat çalıştım bir ekmek kazanacağım, bu takdir edilmiş bana. Yirmi saat çalışsam da bir ekmek kazanacağım on saat çalışsam da bir ekmek kazanacağım. Çok çalışırsam fazla kazanırım, yok. Kendini kandırma. İstihkakın o kadar. Bütün kainata taksim edilmiş o istihkak, kimseninkini sana vermez Allahu Teala. Hiç kimsenin ekmeğini sana vermez. On saat neticesinde bir ekmek, tamam… Yirmi saat çalışsan, yirmi dört saat çalışsan bir ekmek. Kırıntı fazla olmaz. İnsanın nefsi insanı aldatıyor. 

Ama ibadet öyle değil. İbadetin ucunu açık bırakmış Cenabı Hak. İbadette sa’yin kadar karşılık var. Misal bir rekat namaz kıldın onun bir karşılığı var. İki rekat kıldın arttı, ikinin de karşılığı var. Üç kıldın üçlük karşılık var. İbadetinki takdir edilmemiş, onun ucu açık bırakılmış. İbadet anlamında mesai yaptıkça mesai var, ama dünya işinde mesai yok. Fani çünkü. Dünyadan dolayı Allah mesai vermiyor. İnsan bunu bilerek bakmalı dünyaya, hırslanmamalı. Çok çalışırsam çok kazanırım, yok... Kendini helak edersin. Kendini kazanıyor gibi görebilirsin; Karun gibi yığarsın yığarsın, yer yarılır hepsi yere girer. Yangın çıkar hepsi yanar. Sel gelir hepsini götürür. Niye, onlar takdir edilmemiş, onaylanmamış da ondan. Kaçak yani, el koyuyor Cenabı Hak. Diyor ki senin istihkakın, resmi hakkın bu kadar. 

Şimdi bakın FETÖ’cülerin mallarına nasıl el koyuyorlar. Adamlar kazandıklarını zannettiler değil mi?… “Ama birçoğunu da kaçırdılar!…” Eğer Allahu Teala takdir etmemişse hiçbir şey kaçıramayacaklar, hepsini geri alacak Cenabı Hak. Mülk Allah’ın… Bir insan Allah’ın mülkünü götürebilir mi, Allah’tan bir şey çalabilir mi? Böyle düşünmek iman mı?… 

Yerde ve gökte ne varsa bu anlamda hepsi Allahu Teala’nın. Bu yüzden ibadetin önü açık. İbadette ne kadar mesai yapıyoruz o kadar mesai/karşılık var. Bir yaptık bir, üç yaptık üç, beş yaptık beş. 

İşte huzurun muhafazası bu. O huzuru muhafaza eden insan otursa, kalksa, gezse, uyusa hep zikir hali üzerindedir. Nasıl ki kolundaki saati kurmuşsun, sen ne yaparsan yap o düzenli çalışıyor; insan kalbi de öyle saat gibi kuruluyor, bir düzene giriyor: ihlas düzenine, takva düzenine, zikir düzenine giriyor ve uyurken de, yerken de, iş yaparken de çalışıyor. 

Huzur onun pili gibi. Ne zaman o pil bitiyor, o zaman duruyor. Pilini değişeceksin veya bazı eski saatler öyleydi yirmi dört saatte bir kurulması gerekiyordu. Kurulduğu müddetçe gaflet yok, sapkınlık yok, azgınlık yok… O zaman adeta her şeyde Cenabı Hakk’ın bir kudretini göreceksin. Sanki seni ikaz ettiğini göreceksin. 

Yusuf (aleyhisselam) Züleyha’ya bir anlık meyledince Cenabı Hak Yakub’un (aleyhisselam) suretini gösterdi, karşısında babasını gördü… Anadolu’da da vardır bu usul: yanlış-ayıp bir iş yaptığında parmağı ısırıp “Aboo!!” derler. Hz. Yusuf bakıyor ki Yakub’un (aleyhisselam) parmağı ağzında, onu ayıplıyor… Hemen kapıya doğru kaçmaya başlıyor, Züleyha’nın kilitlediği bütün kapılar açılıyor. Kaçarken de Züleyha arkadan elbisesini yırtıyor. O arkadan yırtılması Yusuf’un hayatını kurtarıyor. Ama onu ikaz eden Allah’ın kudreti, ona gösterdiği şey babası. 

O zaman Cenabı Hak seni bilvesile ikaz ediyor, vazgeçiyorsun. Sana tevbeyi hatırlatıyor… Büyükler yaşantılarında bunun gibi Allah’ın sonsuz kudretinden ikazlarını, irşadlarını; çok değişik vakıaları yaşamışlar. 

Bunu sebebi ne? Cenabı Hak seni tutmuş bir sefer. Sen O’nu her şeyinle tutmuşsun, O da seni tutmuş, dostluk olmuş; seni bırakmıyor ki o günaha düşesin. Sen ısrar edersen ayrı. Ama bir anlık bir tehlike olduğunda Cenabı Hak ikaz ediyor, haber veriyor.

Bütün yapıp ettiğimiz şeyler; zikirdir, fikirdir, sohbettir, hatmedir, ibadettir vs. hep bu huzuru muhafaza için...

Soru: Efendim, kaliteli bir ibadet yapabilmek için ihsan sırrını nasıl anlamalıyız? Kul olarak amellerimizin ihsan boyutundaki sağlamasını, karşılığını nasıl anlayabiliriz?

Cevap: Birincisi onu emredildiği gibi yapmak… Bu çok önemli. İbadeti sen istediğin gibi değil, onların istediği gibi yapmak durumundasın. Onlar nasıl istemiş ve nasıl Rasulullah (aleyhissalatu vesselam) nasıl tarif buyurmuşsa öyle yapmak durumundasın. Allah ibadeti emretmiştir, Peygamber onu tarif etmiştir. Bu yüzden bizim Peygamber’e bakmamız çok önemlidir. Peygamber’i takip etmemiz, izlememiz, O’nun ahlakına, niyetine, hayatına bakmamız önemlidir. 

Allahu Teala bize namaz kılın, diye buyurmuş. Ama namazı nasıl kılacağımızı tarif etmemiş; şöyle eğilin, böyle kalkın buyurmamış. Onu biz Peygamber’den öğreniyoruz. Ona Cebrail gelmiş tarif etmiş, misal, böyle eğileceksin bu rükûdur, bu kıyamdır, bu secdedir… tarif etmiş. Biz de bunları ve namazın bütün inceliklerini Peygamber’den öğreneceğiz 

Allahu Teala abdesti emretmiş. Kur’an’da bunu açık bildiriyor; yüzümüzü, kollarımızı, ayaklarımızı yıkamamızı, başımızı da mesh etmemizi emrediyor. Ama diğer ayrıntıları bize bildirmiyor Yani ağzımıza, burnumuza su vermeyi, yüzümüzü yıkarken göz boşluklarımızı (çapak oluşabilecek yerleri) iyice yıkamayı, kulakları yıkayıp enseyi meshetmeyi; kolları yıkarken dirseklerden ne kadar fazla yukarı çıkabilirsek o kadar fazilet olduğunu aynı şekilde ayakları yıkarken de ayak bileklerinden ne kadar yukarı çıkabilirsek faziletli olduğunu… ayet tarif etmiyor. Ayet sadece dört azanın yıkanmasını/mesh edilmesini buyuruyor. Diğerlerini biz Peygam-ber’de görüyoruz. 

Misal, Allahu Teala, hangi su ile abdest alınır, bunu tarif etmiyor Kur’an’da. Her su ile abdest olmaz. O suyun özelliklerini biz Peygamber’de görüyoruz. 

Kur’an-ı Kerim genel manada temizlikten bahsediyor ama biz abdestten önce taharet alıyoruz. Bizim bugün uyguladığımız şekli ile bir taharetten Kur’an-ı Kerim bahsetmiyor, biz bunu Cenabı Peygamber’de görüyoruz. 

Bu yüzden biz bir ibadet yapacağımız zaman, bir amel işleyeceğimiz zaman mutlak Peygamber’e bakacağız ve alakaderilimkan O nasıl yapmış ise öyle yapacağız. Biz istediğimiz gibi yapmayacağız. 

Mesela biz abdestte yüzümüzü yıkadık, sonra döndük ayaklarımızı yıkadık, sonra döndük kollarımızı yıkadık… Bu abdest oldu mu? Hanefilere göre oldu, ama diğer mezheplere göre olmadı. Tertip farz diyen mezhepler var. Niye? Rasulullah öyle almadı. Öyle ise biz de ona dikkat edeceğiz. Bunlar birbirlerini tamamlayıcı unsurlar. “Ya benim canım öyle istedi ki ben yüzümü yıkadım, sonra ayaklarımı yıkadım, sonra döndüm kollarımı yıkadım…” Yok... Ayette sıraya göre yazmış. Yüzü yıka, elleri yıka, başı mesh et, ayağı yıka, buyruluyor. Yani bunu rastgele buyurmuyor Cenabı Hak. Demek ki bunun böyle peş peşe gelmesinde de bir hikmet, bir hakikat var. O yüzden diğer mezhepler sırayı takibe farz diyor. Biz de o sıraya göre yapacağız, kafamıza göre yapmayacağız. 

İbadette öncelikle ihsana ulaşabilmek için emredildiği gibi o ibadeti yapmaya çalışmak gereklidir. Bu emir ile birlikte ibadete gönlünü katmak lazımdır. Gönüllü olmak, sevgi ile yapmak, yaptığından bir muhabbet almak, haz almak, coşku ile yapmak… “Ben bunu Rabbim için yapıyorum! Bunu ben Allah’a ikram edeceğim, Allah’a sunacağım!” Bu sana öyle bir coşku vermeli, öyle bir manevi heyecan vermeli ki seni coşturmalı adeta. Senin aklını başından almalı. Gönlünle o işin içine girmelisin…

Düşün ki yazın aşırı sıcağında her şeyin kavrulduğu bir dönemde sen temiz bir denize girsen… Aman ya Rabbi nasıl coşarsın, o sulara kendini bırakırsın, nasıl coşku ile yüzersin… Serinlik canına geçti mi, serinliği hissettin mi hiç o denizden çıkmak istemezsin. Öyle bir haz duyarsın, o denizin serinliğini adeta bütün iliklerine kadar hissedersin… 

Abdesti böyle almalısın. Sen sanki bir ateşteydin, gaflet ateşinde idin, bir teşkale ateşinde idin Allahu Teala senden bir abdest istedi. Sen o sıcakta denize giren adam gibi suyun altına girdin. Sanki Allahu Teala bir dalga getirdi, o seni yakan ateşi bir anda söndürdü… Yanıp kül olacaktın, hayatın kurtuldu. Ateş söndü, senin üstünde hiç is pus, kara bir şey kalmadı. Tertemiz oldun sen. Sende hiçbir hararet kalmadı. Öyle serinledin ki sanki vücudunun bütün gözenekleri açıldı. Kalbur gibi oldun… 

Abdesti böyle bir şevkle alacaksın. Böyle bir iştah ile, böyle bir muhabbetle aldığın o abdestle iki rekat namaz kıl, arşı görürsün Allahın izniyle... Abdesti öyle aldın namazı da bu minval üzere kıl... İşte o zaman ihsana ermiş olursun. 

Şimdi biz meselenin hep “Allah’ı görürmüşçesine” bölümü var ya oraya kilitleniyoruz, Allah’ı göreceğiz, Allah’ı görürmüşçesine halini elde edeceğiz diye yapabileceğimiz şeyleri bu sefer ihmal ediyoruz. Yani boyumuzu aşan bir şeye kendimizi kilitliyoruz, bizim yapabileceğimiz şeyleri ihmal ediyoruz. Burada önemli olan şey senin duygularındır. Kendine göre düşün. Sen sana göre en huzurlu olabileceğin duyguların ile yönel. Yeter ki temiz olsun o duygu. Duygun, düşüncen, arzun tertemiz olsun, onu Cenabı Hak senden kabul buyurur. 

Bu bir talim işidir. Bunu adım adım ileri taşırsın. Bu biraz da Hakk’ın yardımıyla kendiliğinden oluşacak bir şeydir. Sen kendini çok büyük bir noktaya kilitliyorsun, yapabileceğin küçükleri de yapmıyorsun; o büyüğe de ulaşamıyorsun, bir şey kalmıyor... Bu yüzden kendi ihlasını ortaya koy, kendi samimiyetini ortaya koy. Hak senden bunu istiyor. 

Bunun için de insan duygu pratiği, jimnastiği yapmalı. İbadet tamamen zahir değildir. İbadet sırf bedenle yapılan bir şey değildir; kalbin, ruhun, sırrın, zihnin o ibadete iştirak etmeli. Çünkü belki Hakk’ı razı edecek olan şey o niyetin, o temiz duygun. Çünkü fiil sabit. Fiiller Hakk’a ulaşmıyor ve fiillere Cenabı Hak ihtiyaç da duymuyor. Allah gönlüne nazar ediyor. Yani sen namaz kılarken, abdest alırken, Kur’an okurken, tesbih çekerken Cenabı Hak senin gönlüne bakıyor ki gönlünde oluşan ne… Evet, elinde tesbih var çekiyorsun ama kalbin ne çekiyor, Allahu Teala buna bakıyor. Kalbin Allah diyorsa ve bu deyişinden huzur buluyor, mutmain oluyorsa Allah seni zakir sayıyor. Elinin çektiğine bakmıyor.

Eğer sen namaz kılarken Allah’ın azameti karşısında gönlünde mahviyet, mahcubiyet oluşuyorsa, Allah’tan utanıyorsan o yüzden de adeta böyle boynunu büküyorsan, o mazlumiyeti, garipliği özünde hissediyorsan sen Allah’ın yanında namaz kılıyorsun demektir. Yoksa sen ellerini bağlamışsın kıbleye dönmüşsün ama içinde gezen tilkilerin kuyrukları birbirine değmiyorsa, o yaptığına bakmıyor Cenabı Hak. Bedeninin eğilip kalkmasına bakmıyor.

İşte tefekkür dediğimiz şey bu. Bu duygu jimnastiği, duygu pratiği. İnsan ihsana böyle ulaşır. İbadet yaparken ihsana böyle riayet edebilir. 

Her insanın, ister sufi olsun ister ne olursa olsun, sevdiği bir müzik tarzı vardır. “Ya ben hiç müzikten hoşlanmıyorum!” demek bu ham sofuluk, bu yalan. Buna inanmam. Her insanın hoşuna giden kainattaki seslerden bir ses vardır. Çünkü bu insan fıtratında var… 

Hoşlandığı, sevdiği o melodiyi, o ilahiyi, gazeli dinlediğinde nasıl ki ona bir huzur, rahatlık veriyor; bazen yüreğine, gönlüne dokunuyor canını yakıyor, ağlatıyor yani dinlerken onda bir çağrışım yapıyor; coşuyor, cezbeleniyor, derken kendisi de katılıyor, mırıldanmaya başlıyor…

Veya çok sevdiği bir insanla muhabbet etmek, sohbet etmek nasıl ona haz veriyor, onun söylediği şeyleri can kulağı ile dinliyor, ilaç gibi geliyor ona… 

İnsan Allah’ın kitabını dinlerken öyle dinlemeli, Kur’an ile öyle muhatap olmalı. İnsan öyle farz etmeli, öyle hayal etmeli ki sanki bunu Hazreti Muhammed (aleyhisselam) okuyor O’nun ağzından dinliyorum. Hayali olmayanın gerçeği de olmaz… 

Bir insan onu Peygamber’den dinlese bunun tarifi yok, bunu bir şeyle izah edemeyiz. Öyle hissetmeli kendini, öyle rahatlamalı. Allah’ın Kitabı’ndan veyahut dini bir nasihati, bir sohbeti dinlerken öyle bir muhabbet, haz duymalı… Gönlü ile katılmalı ona, gönlünün bütün zerrelerini açmalı ona. Çünkü bilmeli ki o okuduğu Kur’an’ın, dinlediği o sohbetin manasında, mefhumunda, onun zımnında, onun içinde gizli Allahu Teala var. Allahu Teala bana onunla geliyor diye düşünmeli… Aman ya Rabbi!... 

Mevlam bana tenezzül buyurmuş, bana geliyor… Böyle bir duygu insanın bütün zerrelerini parçalar. 

Evet, aşk insanın zihnini açıyor. Beynini çalıştırıyor. Hiç bilmediği şeyleri insanı önüne getiriyor…

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort