JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:19

SABIR

Sabır

Sabır - Yusuf Fuad

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Sabır

 

Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabır kelimesi ahlak terimi olarak “başa gelen sıkıntı ve belalar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi manalara gelmektedir. Kelimenin karşıt manasını ise “telaş, kaygı, yakınma” gibi kavramlar ifade eder.

 

Konuyla İlgili Hadisi Şerifler

عَنْ أبي سَعِيدٍ سَعْدِ بْنِ سنان الخدري  أن نَاسًا مِنَ الأنصار سَأَ لُوا رَسُولَ اللَّهِ  فَأَعْطَاهُمْ ثُمَّ سَأَلُوهُ فَأَعْطَاهُمْ حَتَّى نَفِدَ مَا عِنْدَهُ فَقال لَهُمْ حِينَ أنفق كُلَّ شَيْءٍ بِيَدِهِ: مَا يَكُنُ عندي مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ أَدَّخِرَهُ عَنْكُمْ وَمَنْ يَسْتَعْفِفْ يُعِفَّهُ اللَّهُ وَمَنْ يَسْتَغْنِ يُغْنِهِ اللَّهُ وَمَنْ يَتَصَبَّرْ يُصَبِّرْهُ اللَّهُ وَمَا أُعْطِيَ أَحَدٌ عَطَاءً خَيْرًا وَأَوْسَعَ مِنَ الصَّبْرِ 

Ebu Saîd Sa’d bin Sinan el-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre ensardan bir kısmı Rasulullah’tan (sav) bir şeyler istediler O da verdi, tekrar istediler yine verdi, sonunda yanındaki mal bitti. Elinde olan her şeyi verdikten sonra onlara şöyle dedi: “Yanımda mal olsaydı sizden esirgemezdim. Kim istemekten çekinir, iffetli davranırsa Allah onun iffetini artırır, kim tokgözlü olmak isterse Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır, kim sabretmeye gayret ederse Allah ona sabır verir. Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve hayırlı bir şey verilmemiştir.” (Buhârî, Zekat, 50; Müslim, Zekat, 126)

عَنْ أنس  قال : مَرَّ النَّبِيُّ  عَلَي امرأَةٍ تَبْكِي عِنْدَ قَبْرٍ فَقال : اِتَّقِي اللَّهَ وَاصْبِرِي فَقالتْ : إِلَيْكَ عَنِّي فَإنكَ لَمْ تُصَبْ بِمُصِيبَتِي وَلَمْ تَعْرِفْهُ فَقِيلَ لَهَا : إنهُ النَّبِيُّ  فَأَتَتْ بَابَ النَّبِيِّ  فَلَمْ تَجِدْ عِنْدَهُ بَوَّابينَ فَقالتْ : لَمْ أَعْرِفْكَ فَقال : إنما الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَة الأولَى 

Enes bin Mâlik’den (ra) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sav) bir mezarın başında bağırarak ağlamakta olan bir kadının yanından geçmişti ve ona: “Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu. Kadın: “Geç git, çünkü benim başıma gelen senin başına gelmemiştir!” dedi. Peygamber’i (sav) tanıyamamıştı. Kendisine O’nun Peygamber olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber’in kapısına geldi, kapıda kapıcılar bulunmadığını gördü ve: “Ben sizi tanıyamamıştım!” dedi. Allah Rasulü de: “Asıl sabır felaketin ilk anında olanıdır.” buyurdular. (Buhârî, Cenâiz, 32)

عَنْ أبي سَعِيدٍ وَأبي هُرَيْرَةَ رضي الله عنهما عَنِ النَّبِيِّ  قال : مَا يُصِيبُ الْمُسْلِمَ مِنْ نَصَبٍ وَلاَ وَصَبٍ وَلاَ هَمٍّ وَلاَ حَزَنٍ وَلاَ أَذًى وَلاَ غَمٍّ حَتَّى الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا إلا كَفَّرَ اللَّهُ بِهَا مِنْ خَطَايَاهُ

Ebu Saîd ve Ebu Hureyre’den (r.anhuma) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Herhangi bir müslümanın başına gelen yorgunluk, hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan ayağına batan dikene kadar her şeyi Allah müslümanın hata ve günahlarının bağışlanmasına sebep kılar.” (Buhârî, Merda, 1; Müslim, Birr, 49)

 

Açıklama

Sabır kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayette geçer. Bu ayetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükafatlar anlatılmaktadır. 

Kur’an’da bildirildiğine göre Allah insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü, ürün kaybı gibi musibetlerle imtihan eder. Bu musibetleri sabırla karşılayanların ve Allah’a teslimiyet gösterenlerin Rablerinin lütfuna, rahmetine ve ebedi kurtuluşa erecekleri müjdelenir.

Belaya sabrın mı yoksa nimete şükrün mü daha faziletli olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Genellikle ulemâ şükrün sabırdan daha faziletli olduğunu kabul eder.

Kaynaklarda sabırla diğer faziletler arasındaki ilişki üzerinde de durulmuştur. Allah’ın isimlerinden birinin “Sabûr” olduğu ve sabırla hilm (temkinli ve ağır başlı olma) arasında anlam yakınlığı bulunduğu belirtilir. 

İmam Gazalî sabrın faziletleri ile alakalı olarak şöyle buyurur: “Sabrın fazilet bakımından en alt derecesi, içinde bulunduğu güç durumdan memnun olmasa da şikâyet etmemek; bundan daha faziletlisi içinde bulunduğu duruma razı olmak; bundan da faziletlisi belâya şükretmektir.”

 

Kaynakça:

Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn 

İhya’u-Ulumi’d-Din, Gazalî

İslam Ansiklopedisi, Sabır Maddesi

 

Yazar: Yusuf Fuad

 

Ey İman Edenler

Ey İman Edenler, Allah'a ve Rasulü'ne İtaat Edin, Siz de İşitiyorken O'ndan Yüz Çevirmeyin - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 111 - Mart 2017

Ey İman Edenler, Allah'a ve Rasulü'ne İtaat Edin, Siz de İşitiyorken O'ndan Yüz Çevirmeyin

 

Efendimiz’e (sav) ittiba hususunda sünneti seniyyelerinden birkaçını birlikte anlamaya çalışalım inşaallah. Mevlam gereği gibi anlamayı ve yaşamayı nasip buyursun.

Hz. Aişe’den rivayetle: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: ‘‘Yüce Allah bana farz olan yükümlülükleri emrettiği gibi, insanlara karşı öfkemi kontrol etmemi de emretti.’’

Hz. İbn Mesud’dan (ra) rivayetle, ‘’Rasulullah bir hasır üzerinde yatıp uyudu ve hasır yüzünde izler bıraktı. Uyandığında üzerinden hasır izlerini gidermeye çalışıyorken; “Ey Allah’ın Rasulü! Bize müsaade etseydin de, seni bundan koruyacak daha uygun bir şey düzenleyip, üzerinde uyusaydın!” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben, dünya (nimetleri) ile beraber değilim. Benim dünya ile birlikteliğim, Berrak bir günde yolculuk yapan bir yolcu gibidir. Yolculuk esnasında bir ağacın altında biraz gölgelenip (dinlenip), sonra giden ve ağacı bırakan bir binicinin benzeri gibidir.’’ buyurdu.

Hz. Said el-Hudri (ra) rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (sav), önüne ve iki yanına olmak üzere yere üç değnek dikti. Sonra da bunlardan üçüncüsünü uzaklaştırdı ve ‘’Bunların ne olduğu konusunda bir fikriniz var mı?’’ diye sordu. Orada bulunan sahabeler, ‘’Allah ve Rasulü en doğrusunu bilir.’’ dediler. Rasulullah (sav), ’’Bu insan, bu onun eceli, bu da onun emelidir, ancak insan emeline ulaşamadan ecele yenik düşer.’’ buyurdu.

Hz. Sevban’dan rivayet ediliyor: Rasulullah (sav): ‘’Ahitlere ve yeminlere sadakat ve emanetlere riayetin bozulduğu, sözünde durmayan ve (parmaklarını birbirine kenetleyerek) bu şekilde olan insanlar arasında haliniz nice olacak.’’ buyurdu.

Bir toplantıdan kalkarken:

Hz. Ebu Berze’dan rivayetle: Rasulullah (sav) bir toplantıdan kalktığında son söz olarak: ‘’Subhaneke Allahümme ve bi hamdik.Eşhedü enla ilahe illa ente. Estağfiruke, ve etubu ileyke. (Ey! Allahım Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana hamd ederim. Senden başka ilah olmadığına şahadet ederim. Senden bağışlanma diler, sana tevbe derim.’’ buyurdu. Bir şahıs Ya Rasulullah siz daha önce söylemediğiniz bir sözü söylüyorsunuz. Bu mecliste işlenenlere kefaret midir, dedi. Adam Rasulullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu belirtti. “Cebrail (as)bana öğrettiği bu kelimeler, mecliste yapılan hatalara kefarettir.’’

Hz. Aişe’den (r.anha) rivayetle: Rasu-lullah (sav) bir mecliste oturduğu ya da namaz kıldığı zaman, bir takım kelimeler telaffuz ederdi. Kendisine bu kelimelerin ne olduğunu sordum. Bunun üzerine Rasulullah (sav), ’’Eğer mecliste hayır konuşursan bunlar da kıyamete kadar o söze tabidirler. Eğer kötü söz etmişsen, bu kelimeler o çirkin sözlere kefaret olur: Ey Allahım, seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana hamd ederim. Senden başka ilah olmadığına şahadet ederim. Senden bağışlanma diler, sana tevbe derim.’’ buyurdu. Ravi şunu da ekledi: Kişi meclisten kalktığında bu duayı söylerse, oturduğu süre içinde günahları bağışlanır.

Ebu Hureyre’dan (ra) rivayet olunuyor. “Rasulullah’dan (sav) daha hızlı yürüyen birisini görmedim; yürürken adeta yeryüzü ayaklarının altında dürülüyordu. Bizler, arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık. O ise hiç aldırış etmezdi.”

Cabir’den (ra) rivayetle: “Rasulullah (sav)yürüdüğünde sağa sola bakmazdı.”

Hz. Aişe’den (r.anha) rivayetle: ‘’Rasulullah (sav) baktığında bütün vücuduyla dönüp bakar, döndüğünde de aynı şekilde hareket ederdi.’’

Hz. Enes’dan (ra) rivayetle: Rasulullah (sav), “Yemeği çok sıcak yemeyiniz (soğutarak yiyiniz) sıcak yemekte bereket yoktur.” buyurdu.

Hz. İbn Abbas’dan (ra) rivayetle: “Rasulullah (sav) yiyecek ve içeceğe üflemez ve yemek kabının içinde nefes alıp vermezdi.’’

Sofra nezaketini gösteren bir başka husus da şöyle ifade edilmiştir: Hz. İbn Ömer’den (ra) rivayetle: Rasulullah (sav): “Sofra ortaya geldiğinde kişi, önünden yesin. Karşısındakinin (yanındakinin) önünden ve yemeğin ortasından yemesin. Bereket sadece yemeğin üst (orta) kısmından gelir. Sofra kaldırılmadıkça, sofradan kalkmasın. Kişi doysa bile sofradakiler yeme işini bitirinceye kadar elini yemekten kaldırmasın. Doyan kişi arkadaşları doyuncaya kadar yemeğe devam etsin. Çünkü adam elini yemekten çekmekle yanında oturan arkadaşlarını utandırır ve arkadaşı yemek ihtiyacı olduğu halde yemekten çekinir.’’ buyurdu.

Hz. Ebu Bekr b. Ebi Hayseme‘nin Kebşe’den (ra) naklettiğine göre Rasulullah (sav) bir kırbadan su içti. Ardından Kebşe kalkıp Rasulullah’ın (sav) ağzının değdiği yeri kesip sakladı.

Bir toplumda dikkat edilmesi gere- ken bir diğer nezaket kuralı: Hz. Amr bin Şu’ayb’den Rasulullah (sav): ‘’İzinleri olmadıkça iki kişinin arasına oturulmasın.’’ buyurmuştur.

Hz. Sa’id b. Zeyd’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: ‘’Muhakkak ki ribanın en şiddetlisi haksız yere bir müslümanın şerefine dil uzatmaktır.’’

Ribada kişinin haksız yere başkasının malına tecavüz vardır. Gıybette ise kişinin şeref ve haysiyetine tecavüz vardır denilmiştir.

Hz. Ebu Berze el-Eslemi‘den (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: ‘’Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmeyen kimseler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız ve onların ayıplarını araştırıp durmayınız. Çünkü kim onların ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıplarını araştırır. O şunu iyi bilsin ki) Allah kimin ayıbını araştırırsa (o ayıbı) evinde(en gizli köşede işlemiş olsa dahi ortaya çıkarmak suretiyle) o kimseyi (âlemin gözleri önünde) kepaze eder.’’

Hz. Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Peygamber’e (sav) elini ve ayaklarını kınalamış, kadınlaşmış bir erkek getirmişlerdi de Peygamber (sav): ‘’Bu adamın hali nedir böyle?” Sahabiler; “Ey Allahın rasulü bu adam kadınlara benzemeye çalışan bir adamdır.” diye cevap vermişler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) onun hakkında (sürgün edilmesi için) emir vermiş de (adam) “en-Naki’’ denilen yere sürgün edilmiş.

“Erkeklere benzemeye çalışan kadın-lara ve kadınlara benzemeye çalışan erkeklere Allah lanet etsin!’’ buyrulmuştur.

Kadınlara özgü süs eşyalarının da erkekler tarafından takılmasını yasaklamış giyim kuşam olarak da benzemeyi yasaklamıştır. “Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına Allah lanet etsin.’’ buyrulmuştur.

Hz. Ebu Musa el-Eş’ari’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Tavla oynayan kimse Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelmiş demektir.’’

Hz. Ebu’d-Derda’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: ‘’Siz kıyamet gününde kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel koyunuz.’’

Hz. Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur. “Kim, inanların gönüllerini cezbetmek için lüzumundan fazla söz öğrenirse Allah kıyamet gününde onun nafilesini de farzını da kabul etmez.’’

Hz. Abdullah ibn Amr’dan (ra) rivayet olunmuştur: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur; “Allah, erkekler arasından dilini ineğin (otlara) doladığı gibi (kelimelere) dolayarak konuşan konuşmacıya buğzeder.’’

Selam:

Hz. Ebu Hureyre’den rivayet olunmuştur. Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: ‘’Biriniz din kardeşiyle karşılaştığı zaman ona selam versin. Eğer ararlına bir ağaç, duvar veya büyükçe bir taş girer de onun kardeşinden ayırır sonra da onunla karşılaşırsa ona yine selam versin.’’

Yeri gelmişken burada selam ile ilgili hususları da kısaca müzakere edelim.

Kur’ân-ı Kerîm’de selam birçok yerde geçmektedir. Bu ayeti kerimelerden bazılarında şu şekildedir:

“Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını sorar.” (Nisa 86)

“Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere izin isteyip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde düşünüp anlarsınız.” (Nur 27)

Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse şüphesiz, O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Enam 54)

Oradaki duaları: “Allahım, Sen ne yücesindir ve oradaki dirlik temennileri: “Selam”dır; dualarının sonu da: Gerçekten, hamd âlemlerin Rabbi olan Allahı’ndır.” (Yunus 10)

“Ey Nuh, sana ve seninle birlikte olan ümmetler üzerine bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in. (Sizden türeyecek diğer kâfir) Ümmetleri de yararlandıracağız, sonra onlara bizden acı bir azab dokunacaktır.” (Hud 48)

Selam vermede dikkat edilmesi gereken hususlar:

“Selam”, Allah’ın isimlerinden birisidir. Binaenaleyh, söze Allah’ın zikriyle, kullarının esenliğinin devamını istediğine delâlet eden O’nun sıfatlarından birisiyle başlamak, daha mükemmel olur.

-Herhangi bir topluluğun yanına girerken selam verildiği gibi ayrılırken de selam vermek sünnettir.

Hz. Ebu Hureyre (ra) şöyle rivayet ediyor: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: ‘’Sizden biri bir meclise girdiği zaman Selam versin. Oturmak isterse otursun. Sonra kalkarken yine selam versin. Çünkü birinci, selam ikincisinden daha öncelikli değildir.’’ (yani her iki selam da aynı değerdedir.)

-Karşılaşan iki kişiden; küçüğün büyüğe, az olanın çok olana, yürüyenin oturana, binitli olanın yaya olana selam vermesi adaptandır.

Selamda sünnet olan, onu sesli olarak vermektir. Çünkü bu, sevinci ve sevgiyi daha fazla kalbe yerleştirir. Selam esnasında musafaha etmek, Hz. Peygamber’in (sav) âdetidir. Hz. Peygamber (sav): “İki Müslüman musafaha yaptığında, ağacın yapraklarının döküldüğü gibi, günahtan dökülür” buyurmuştur.

-İki kişi karşılaştığında önce selam vermeye gayret etmelidir. Zira Efendimiz (sav) şöyle buyuruyorlar: Ebu Ümame’den: ‘’Allah katında en kıymetli ve ileri olan (karşılaştıklarında diğerine) selamı ilk verendir.’’

-Bir kimsenin yanına giren birisi, ona “Allah’ın selamı üzerine olsun...” dediğinde, onu esenlik ve emniyetle müjdelemiş, böylece onu emin kılmış ve kim olduğunu ona bir anlamda bildirmiş olur.

Selamın müslümanların bir şiarı olduğu ifade edilmişti. İslam’ın şiarlarını izhar etmek bir müslüman için gerekli olan şeylerdendir.

-Kendi evine girerken de selam vermek gerekmektedir. Enes’den (ra) rivayet olunmuştur: Peygamber (sav) bana şöyle dedi: ‘’Oğulcuğum! Evine girdiğin zaman selam ver ki, selamın hem sana hem de aile halkına bir bereket olsun.’’

Âlimlerden bazıları selam almanın bir vecibe olduğunu şu delillerle dile getirmişlerdir:

-Cenabı Hakk’ın, “Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın...” (Nisa, 86) ayeti selamı almanın vücubiyetine işarettir. Ayrıca yine

-Selamı almamak, karşıdakini hor ve hakir görmektir. Bu ise manen bir zarardır; bir müslümana zarar vermek ise haramdır. Selam verilen topluluktan bir kısım insanlar selamı aldıklarında, bu vücubiyet diğerlerinden düşer. Selam verene karşı bir değer verme ve ikramı göstermek için, hepsinin bu selamı alması daha evlâdır.

-Selamı hemen almak gerekmektedir. Binaenaleyh bir kimse selam almayı geciktirir ve zamanı geçerse, zaman geçtikten sonra selamı alsa bile bu, selam alma değil, sanki yeni selam verme gibi olur.

Selam vermenin ve almanın şekli:

Âlimler, selamın hangi sözlerle olması gerektiği hususunda ise şunları söylemişlerdir: Müslüman bir kimse, “Allah’ın selamı üzerinize olsun!” dediğinde, bu selam alınırken, “rahmet” sözü de ilave edilerek, “Allah’ın selamı ve rahmeti, sizin de üzerinize olsun...” denilmek suretiyle alınır. Eğer, selam veren kimse, ta başta Allah’ın hem selamını hem de rahmetini ifade etmişse, bu selamı alan kimse buna “bereket” lafzını ekler. Eğer selam veren kimse, başta bu üç şeyi de zikrederse, bu selamı alan kimse de, o üç şeyi aynen tekrar eder. Yani, Selam veren kimse, “Allah’ın selamı üzerinize olsun” (Selamün aleyküm) dediğinde, Söze Allah’ın ismiyle başlanmış olur. Selamı alan da “Ve aleykümü’s-selam” (selam sizin üzerinize de olsun) dediğinde, Allah’ın ismi ile sözünü bitirmiş olur.

Selamda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise şöyledir:

-İmam cuma hutbesini okurken imama selam verilmez. 

-Kur’an okuyan kimseye, selam vermemek daha evlâdır. O selamı alırsa, kıraatini kesmiş olur. Namaz kılana selâm verilmez. Hadis rivayeti ve ilim müzakeresi ile meşgul olanlar hakkındaki hüküm de aynıdır. Çünkü onlar bu esnada zaten Allahın rahmeti içindedirler.

- Aynı sebepten dolayı ezan okuyan ve kamet getiren kimseye de selam verilmez.

 

Kaynak:

-Tefsir-i Kebir, Fahruddin Razi

-El Camiu li Ahkami’l Kuran, İmam Kurtubi

-Peygamber Külliyatı, Muhammed b. Salih Ed-Dimaşki

-Kitabu’l Edeb, Sünen-i Ebu Davud

-Tergib ve Terhib

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:13

ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİ VEYA AŞIRI GÜVEN

özgüven eksikliği veya aşırı güven

Özgüven Eksikliği veya Aşırı Güven - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Özgüven Eksikliği veya Aşırı Güven

 

“Özgüven” psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarında sıkça karşılaştığımız bir terimdir: Birçoğunda da adeta sihirli bir değnek gibi gösterilir: “Kendinize güvenirseniz başarırsınız,” “Özgüveni yüksek olan kişiler hayatta başarılı olur.” Ya da başarılı bir hayat yaşamak için “özgüveniniz yüksek olmalı” gibi. 

Elbette bu cümleler ilk duyulduğunda İslam kültürü içinde yetişen insanımıza biraz ters gelebilmektedir. Bu kavramın biraz irdelenerek yerli yerine oturtulması gerekir. Çünkü bizim yetiştiğimiz İslam kültürü tevazuu ve nefsinin kusurlarını görmeyi yüksek bir fazilet olarak kabul etmektedir. İnsan haddini bilmelidir ki Rabbini de bilebilsin. Halbuki özgüven kavramı “kişinin kendini iyi ve yeterli görmesi, kendisi hakkında olumlu duygu ve düşüncelere sahip olması gibi cümlelerle tarif edilmektedir.

Aslında özgüven konusundaki tek çelişki, İslam ahlakı ile batı psikoloji arasında da değildir. Aksine batılı eğitimciler ilk zamanlar başarının ilk şartı gibi gördükleri için öğrencilere bol bol özgüven aşılarken zaman içinde hak edilmeden elde edilmiş üstünlük duygusunun, kof, kırılgan hatta bazen saldırgan insanlar ortaya çıkarabildiğini görmüşlerdir. Günümüz global kültüründe benliği ayyuka çıkmış, ben merkezli hareket etmekten başka bir şey düşünemeyen bencil bir nesil yetişmiştir. Artık “yüksek özgüven” yerine “sağlıklı, dengeli ve dayanıklı özgüven” kavramları dünya literatüründe daha sık kullanılmaktadır. 

Öte yandan İslam ahlakı, “aşırı hiçlik ve kendini kınama” anlayışından da ibaret değildir. Çünkü Rabbimiz Kur’an’da: “…Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide suresi 54) buyurur. Rabbimiz İslam ile şereflenmiş her kulundan tüm müslümanlara karşı tevazu içinde olmasını isterken, kafirlere karşı da izzet ve şerefi emretmiştir. Çünkü İslam ahlakı, haya, izzet, vakar, şeref ve haysiyet gibi birçok kavramı da tevazu gibi güzel bir özellik olarak tarif eder. Bir farkla, İslam ahlakına göre kişinin izzet ve haysiyet duygusu, nefse güvenden değil, Rabbine güvenden kaynağını alır. Aksi takdirde nefis nedir ki, ona güvenelim? Nefsin asliyeti izzet değil zillettir.

Biz müminler, imandan daha yüce bir şeref olmadığına inanır ve biliriz. Allah’ın bizlere nasip ettiği iman nimetine bir şükür olarak, mümin olmanın izzetini taşırız. İzzet ve vakar, kişinin kendisini haksız yere ezdirmemesi, hiçbir menfaat için dalkavukluk etmemesi ve haksızlığa boyun eğmemesidir. Kısaca zilleti yani aşağılanmayı reddetmesi, mertçe bir duruş sergilemesi demektir. Şimdi kendimizi sınayalım, biz mümince bir izzetle izzetli miyiz, yoksa mümine yakışmayan bir zillet veya kibir duygusuyla mı hareket ediyoruz?

Özgüven, insanın iradesini güçlü tutarak hadiselere karşı sağlam ve kararlı durmak, yani ümitsizliğe düşmemektir. Başarılı olmanın neticesinde de bu başarıyı kendinden değil Allah’tan bilmektir. Zaten hakiki özgüven de budur. Yoksa başardığı işleri kendi nefsinden bilip gurura kapılırsa tehlikeli olur. 

Özgüven ile ilgili çok önemli bir denge akıldan çıkartılmamalıdır. Çünkü ne kendimizi yok sayabiliriz, ne de kendimizi olduğumuzdan fazla büyütebiliriz. Ne Allah’ın verdiği gücü inkar edebiliriz (çünkü bu nankörlük sayılır) ne de Allah’ın verdiği gücü kendimizden bilebiliriz. Ne mütevazı oluyorum diye, bir miskin rolünü takınmaya ve Allah’ın bize hiçbir şey vermediğini iddia etmeye hakkımız vardır; ne de tahdis-i nimet ediyorum diye, varlıklı olmakla büyüklük taslamaya, güçlü olmakla kibirlenmeye, Allah’ın verdiği hediyeleri sahiplenmeye yetkimiz vardır. Aslolan Allah’ın verdiklerini ve O’ndan geldiğini hiç bir zaman unutmamaktır.

Kur’an da buyurur ki: “Bir işe karar verip azmettiğin zaman Allah’a dayanıp güven, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah Kendisi’ne tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran 159) Kendimize güveniriz. Çünkü Allah’a güveniriz. Çünkü bizi yaratanın Allah olduğunu biliriz. Allah’ın bizi tek ve müstesna yarattığını bilir, kabul eder ve bu farklı yanımızla insanlığa hizmet ederiz, Allah’a kulluk yaparız. Bu fahr ve gurur olmaz, kibirlenmek ve şımarmak olmaz; şükür olur. Fakat Allah’ın verdiği imkanları, ikramları ve meziyetleri kendimize değil; Allah’a mal ederiz. İşte o zaman özgüven biz müslümanlar için olmazsa olmaz bir nimettir. Aksi takdirde insan için başa bela bir varlık sebebidir.

Bizler müminler olarak; el-Mümin (Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nuru veren) ve el-Müheymin (Bütün varlıkları koruyan, onları gözeten, muhafaza eden) Rabbimize sınırsız güvenmeye, teslimiyete ve kulluk bilincine ermeye çalışırsak, şahsımızda “itidalli” bir özgüven oluşturabiliriz. Özgüvenimiz, kendimize biçtiğimiz özdeğerle orantılıdır. Allah’a hakkıyla kul olmanın, Müslümanın şahsına, özüne değer katacağını bilirsek, O’nun karşısındaki acziyetimizi, dualarımızın kabulüne muhtaçlığımızı, O’na sonsuz güvenimiz olması gerektiğini ve bunlarla birlikte O’nun dinine davet etmek, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek, zalime karşı mazlumdan yana olmak gibi gücümüz ve bilgimiz oranında sorumlu olduğumuz vazifelerimizi de bilirsek işte o zaman özgüvenimiz ideal bir ölçüde olacaktır.

“Sınırsız özgüven” gelişmenin, yeniliğin, ilerlemenin önünde bir engeldir. Sınırsız özgüven sınırsız özgürlüğü de beraberinde getireceği için ve şuurlu insana has olan utanma, düşünme, kıyaslama, ölçme, hatadan dönme gibi güzellikleri yok edeceği için sahibine ve başkalarına zarar verir. Dünyada ve ahirette insanı helake götürebilir. Sınırsız özgüven medeni müslümanlara değil bedevî insanlara mahsus bir olumsuzluktur. Yani aslında büyük bir eksikliktir. Sınırsız özgüven sahibi kişiler eleştirilere olumlu yaklaşıp istifade edemezler. İnsan insana muhtaç iken, özgüvenine sınır getirmeyi bilmeyenler, Allah korusun farkında olmadan Allah’a karşı bile kendilerini müstağni hissederler. Bu yüzden kendilerini dünyada ve ahirette sahipsiz, koruyucusuz, yalnız kalmaya mahkum ederler.

Özgüvende dengeyi tutturamayanlar, özgürlüğün İslami tanımını kavrayamayanlar, “kardeşini koruma niyetini” de anlamayanlar: “kimse beni yönlendiremez, bana karışamaz, istediğimi yaparım, herkes beni olduğum gibi kabul etmek zorunda” gibi (sezdirmeden bilinçaltımıza yerleştirilmiş) bayağı ve nefsani cümlelerle gaflete düşerek; tecrübeli belki de alim, fadıl, kamil insanlardan istifade edebilme fırsatını kaçırırlar ve her yaptıklarını doğru zannederek, kişilik gelişiminde çok önemli olan tecrübe denilen “farklı deneyimlerle en doğruyu yakalamak” haklarından istifade edemezler.

Dozajında bir özgüven, insanı tevazu ile güzelleştirir, asilleştirir, yüceltir. Haddini aşmış bir özgüven ise, sahibini kibir ile çirkinleştirir, sıradanlaştırır, alçaltır. Özgüvenleri ile zirveye çıktığını sananlar, itidalde dibe vururlar. Özgüven patlaması yaşayanlar, patlama sonrası oluşan boşluğu dolduramazlar. Genellikle de soluğu psikologta alırlar yahut içki, sigara gibi zihni uyutan zehirli maddelerde şifa ararlar. Müslümanlar ise ‘kimse bana akıl veremez, kendime olan özgüvenim sonsuzdur’ deme ahmaklığına kadar giden zararlı bir özgüvene değil; “Bilsen de bir bilene danış, akıllı adam başkalarının aklını da kullanır, en doğrusunu Allah bilir.” deme erdemliğini kazandıracak liyakatte faydalı bir özgüvene sahip olmalıdır.

Makul ve makbul bir özgüvene sahip olanlar canının her istediğini değil; hayatın asıl sahibi ve hükmedicisi olan Allah (cc) neleri emretmişse onları yaparlar ve neleri nehy etmişse onlardan sakınırlar. Olması gereken değerde bir özgüvene sahip olanlar sürekli kendi arzularını değil, sık sık mümin kardeşlerinin helal arzularını ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Eğer özgüven canının her istediğini yapmaksa, aşırı özgüven sahipleri en önemli insani haslet olan fedakarlıktan ve onun vereceği huzuru tatmaktan mahrum kalırlar.

Özgüven canının her istediğini her ortamda yapmak ya da söylemek, kimseden utanmamak, kendisine hiçbir şekilde müdahale edilmesini istememekse; ‘nefis terbiyesi, sabır, adalet, haya, dengeli hareket etmek gibi hiçbir ahlaki güzelliği içinde barındırmayan boş bir bedenden ibarettir. 

Yetişkin tüm bireylerde ve çocuklarda faydalı bir özgüven geliştirmek, müslüman insana yakışır kaliteli bir şahsiyet oluşturmak için sık sık alıştırma, hatırlatma yapmamız gereken faydalı yöntemlerden bazıları şunlardır: 

1.Karşımızdaki kişi kim olursa olsun gerektiğinde güzel bir dille tenkid etmek.

2.Haksızlık karşısında susmamak.

3.Yapılan tenkide açık olmak, tenkide güzel bir dille itiraz edip fikri ve ilmi bir savunma yapmak.

4.Savunma yapamadığında bilmiyorum diyebilmek ve araştırmaya yönelmek.

5.Tenkidi haklı bulduğunda ise samimiyetle teşekkür etmektir. 

Rabbimiz hepimize, Kur’an’a vakıf bir hayat yaşayabilmeyi, İslam ahlakı ile ahlaklanabilmeyi, her konuda vasat olmayı, aklımızı güzel kullanmayı, nefs-i mutmainneye ermeyi, kompleksten uzak faydalı bir özgüven sahibi olmayı nasip etsin. 

Amin.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:11

GÖNÜLLERİ SULTANSIZ BIRAKMA YA RABBİ

Gönülleri Sultansız Bırakma Ya Rabbi

Gönülleri Sultansız Bırakma Ya Rabbi - Fatih YILDIZLI

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Gönülleri Sultansız Bırakma Ya Rabbi

 

Torun, mutlaka dedeye benzer, onun yolunda ilerler.

Anadolu’ya geldiğimiz ilk andan itibaren yükümüz ağırdı hep, Ahmet Yesevi Hazretleri’nin kutlu nefesini Rum diyarına taşıyan atalarımız, günah kokan bu toprakları, şehit kanıyla sulayarak cennet parçası bir yurda çevirdi biiznillah! 

Gönül Sultanları, Anadolu’yu karış karış düzenledi. Kah Hacı Bektaş-ı Veli, kah Mevlana, kah Yunus Emre Hazretleri, bize bu yurdu çok gören çapulcu sürülerine karşı merhem oldular, onların çıkardığı yangını söndürdüler. Allah’a, Habibi’ne olan bağı hep diri tuttular, yoksa diner miydi o acı ve ızdırap dolu fırtına? Gönül Sultanları’na gönlünü bağlayanlara ise müjdeli yıllar ve yollar bahşedildi, müslümanlara kutlu ve uzun bir saltanat verildi. Allah, dostunun elinden tutanları yakmaz, yakmadı da elhamdülillah! Cenabı Hak, o tertemiz yürekleri, idare edecek kavi iman dolu sine sahibi sultanları da vazifelendirdi. O sultanlar, Gönül Sultanları’nın izinden gitti her daim, ne dedilerse baş tacı bilip ikiletmediler. Çünkü onlar Rasulullah’ın varisiydiler ve onlara itaat Rasulullah’a itaatti, bu istikametten sapılmadan yüzyıllarca ilerlendi. İman, arttıkça imtihan da arttı; geçilen imtihan açılan yeni bir imtihan kapısıydı. Olsun, o da artan iman derecesinin müjdesiydi. Gidenler şehit, kalanlar gaziydi artık! Hedef iman nuru olmayan daha çok toprağa, cennet kokusu yaymaktı, üç kıta cennet kokmaya başladı. Çünkü dedelerimiz şehit düşmüştü o diyarlarda ve nerede bir şehitimiz varsa bu, orada söz hakkımız var demekti. 

Ve devran değişti!...

Konuşamaz olduk, sözümüzü kestiler önce, sonra hepten susturmak istediler, kısmen de başardılar. Osmanlı yıkılınca, adına çağdaşlaşma denilen virüsle köklerimizden koparmaya çalıştılar. Yiğit düşmüştü ya artık bir lokmada yiyeceklerdi bizi. Her taraftan üzerimize üşüştüler, her uzvumuzu kestiler lakin elimize dokunamadılar çünkü o eller Allah dostlarının ellerine değmişti ve Allah, dostunun elini tutan elleri, dostlarının hatrına yine yakmadı! Gönül sultanları yine sahnedeydi, bu sefer yiğidi düştüğü yerden kaldırmaktı görevleri, bu seferki düşman Moğol’dan, Bizans’tan daha tehlikeliydi, adı nefis olan bu düşman ta ruhumuzu ele geçirmişti. Çağdaşlaşma virüsünü yayanlar, Sünnet ve Kur’an ile olan bağımızı koparmak istediler ve maalesef ciddi anlamda istedikleri olmuştu lakin panzehir mevcuttu. Çünkü Rasulullah’ın varisleri görevlerinin başındaydı, hiç yorulmadan irşada devam ettiler, imtihanları ise çok ağırdı çünkü imanları kaviydi!

İlmek ilmek dokudular, gönüllere yeniden nakşettiler bütün güzellikleri, sabrettiler, eksilenlerin, dökülenlerin yerine yenisini eklediler. Hiç bitmeyecek bir kaynağın varisiydi onlar, o yüzden hep cömertçe ikram ettiler. Aç bırakmadılar ruhları, tıka basa yemekten çatlamak üzere olan nefisler karşısında! Yiğit düşmüştü evet, ama yattığı yerde nihayet gözlerini açmıştı artık ve sıra doğrulmaktaydı. Hamle yaptı, Ya Allah diyerek. Lakin etrafı leş kargalarınca çevrildi derhal, dedeleri kadar acımasız ve nasipsizdi insanlıktan bu caniler de. Dedesine benzeyen onlar değildi ya sadece. Bu bir bayrak yarışıydı ve yiğitlerin torunları da artık meydandaydı. Gönül sultanları, son ilmekleri atmış, bozulan nesli toparlamışlardı, o karanlık geceyi aydınlatan nur olmuştu her biri. Selahaddin Eyyubi’nin askerleriydi adeta hepsi, zira 15 Temmuz, Kudüs’ün haçlılarca işgalinin yıldönümüydü ve Selahaddin’in torunları bu işgale dur demeliydi. Dedesine benzeyen sadece onlar değildi. Cennetten kendi torunlarını izleyen dedeler de torunlarıyla birlikteydi. Allah, dostlarının elinden tutanları yakmadı o gece. Nasipli 241 kardeşimize şehadet şerbeti içirip milyonlarca toruna da gazilik ünvanı bahşeyledi. Bayraklar, kefen oldu; abdestler zırhtı üzerimizde. Gönüller, Allah’ın kudret parmakları arasında hep aynı istikametteydi: Ya şehadet ya istiklal! O gece binlerce yıllık hesabın tarafları yine karşılaştı ve Habil’in evlatları, Kabil’in hoyratlarını alt etti Allah’ın izniyle! Tarih, Hira’dan inen tokatla sendeleyen Olimpus’un çığlıklarını not etti! Şunu da ekledi tarih: Aşağı yukarı yüz yıldır boş olan meydana artık yiğit dönmüştü, ilk icraati de 24 Ağustos’ta bundan tam beş yüz sene evvel dedesi Yavuz Sultan Selim Han’ın yaptığı gibi Suriye’de zulme müdahale etmek oldu. Dedik ya torun, dedesine benzer!

Ey müslüman! Şu koca dünyada Hak olan bir yolun, hedefe ulaştıracak da iki seçeneğin var: Ya dinin, devletin, vatanın, milletin, ezanın ve bayrağın için şehit düşeceksin ya da bu şerefli vazife sana verilmişse bu kutsal değerler için yaşayacaksın! Her nefsin ölümü tadacağı bu fani dünya hayatını sonlandırırken bunlardan başka güzel son yok!

Allah; yüce devletimizi ve aziz milleti-mizi kıyamete kadar din-i mübin, Kur’an-ı Hakim ve sünenat-i seniyye istikametinden ayırmasın, ümmet-i Muhammed’e baş ve muhafız eylesin. Mazluma, zırh; zalimin tepesine inen kılıç eylesin!

 

Yazar: Fatih YILDIZLI

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:08

ŞANGAY MI YOKSA İSLAM BİRLİĞİ Mİ - 3

D 8

Şangay mı Yoksa İslâm Birliği mi - 3 - İrfan AYDIN

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Şangay mı Yoksa İslâm Birliği mi - 3

 

Salat ve selam âlemlere rahmet olarak gelen Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’in, daha sonra diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashab-ı kiramın, sâdât-ı kiram efendilerimizin mübarek ruhlarına olsun. 

Önceki yazılarımızda Türkiye’nin önünde bulunan seçenekleri görmeye çalıştık. Önümüzde beliren Şangay İşbirliği Örgütü seçeneği ve Türkiye’nin önemi hakkında yorumlar yapmaya çalıştık. Bizi yaklaşık yüz yıldır vesayeti altında tutan Batının, Avrupa ve Amerika’nın boyunduruğundan nasıl kurtuluruz, direk olarak kestirmeden İslam âleminin liderliğine mi yürümeli yoksa başka güçlere yaslanarak mı yürümeli. Evet, bu sorunun cevabı geleceğimizi belirleyecek. 

Yirminci yüzyılının bitip yirmi birinci yüzyıldan mesafe almaya başladığımız şu zamanlarda tarih yeniden tekerrür etmeye başladı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı öncesi yaşananlar adeta tekrar yaşanmaya başladı. Haritalar yeniden çizilmeye oyun yeniden kurulmaya başladı. Bütün güçler yeni yüzyılın haritaları çizilirken en iyi yeri ve pozisyonu kazanmaya çalışıyor. Amerika, İngiltere, Rusya, Çin, Almanya ve Türkiye arsında geçen mücadelenin aslı budur. Burada bizim konumumuz yüz yıl önce kaybettiğimiz pozisyona tekrar kavuşmak ve İslam âlemini sahipsiz durumdan kurtarmak istiyoruz. Diğerleri sömürge düzenini devam ettirmek ve konumlarını güçlendirmek istiyorlar.

Aslında İslam birliği bugünden yarına hemencecik kolayca olacak bir şey değildir. Geçmişte bunun lokal denemeleri yapılmaya çalışılmıştı. Henüz zeminin ve müslümanların müsait olmaması yeterli olgunluğa gelmemiş olması netice almayı engelledi. Bunun diğer bir sebebi de, İslam ülkeleri denilen ülkelerin aslında bağımsız olmamalarıdır. Her bir İslam ülkesinin başında batılılar tarafından işbaşına getirilmiş kukla rejimler bulunmakta. Bu nedenle hiçbir İslam ülkesi bir araya gelememekte. Böyle bir şeye yeltenen olursa hemen devrilmekte ve yerine başka bir kukla gelmekte. Geçmişte denenen D8 hareketi de böyle bir girdaba sürüklendi. Bu işi başlatan Türkiye de darbe yapıldı, başbakan ve hükümet değişti neticesinde de bütün İslami kurumlar kapatıldı. Sonuçta onlarca yıl tamir edilemeyecek bir tahribat yaşandı. Nijerya da Boko Haram adıyla bir örgüt otaya çıkartıldı müslüman halkın başına terör belası sardırıldı. Pakistan’da hükümetler değişti ve her gün bombalar patlamakta. Suudi Arabistan ise hiçbir zaman Amerika ve İngiltere dışında zaten hareket etmemektedir. Endonezya 250 milyon nüfusu ve yirmi bin küsur adadan oluşan zengin varlığı ile kendini yeterli görmekte. En büyük problem ise İslam dünyasını katliam derecesinde saldırıları ile bölen İran’ın D8 içerisinde olmasıdır. İran başından beri İslam dünyasına batılılar tarafından saplanan bir hançerdir. İran’ın içinde olduğu bir birlik zaten ölü doğmuştur. Batılılar büyük İslam birliğini engellemek için baştan beri İran’a destek vermektedirler. Amerika’nın Irak işgali sonrası iyice güçlenen İran Suriye’de ve Irak’ta katliamlar yapmaktadır. Bu nedenle D8 başlamadan bitmiş sayılabilirdi. Şimdi D8 hareketinin yapısını inceleyelim.

 

D-8

D-8, ya da İngilizce uzun adıyla Developing Eight (gelişmekte olan sekiz ülke), 8 üye ülkeden oluşan bir uluslararası kuruluş. Bu sekiz ülkeBanladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya. D-8 içinde yer alan ülkeler aynı zamanda İslam İşbirliği Örgütü’nün de üyeleridir. D-8 üyeleri, tabii kaynakları, kalabalık nüfusları ve potansiyel pazarlarından ötürü kendi bölgelerinde önemli konum arz etmektedirler.

Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da düzenlenen 6. D-8 zirvesinde, D-8 daimi sekretaryasının  İstanbul’da olmasına karar verildi. Bu karar 20 Şubat 2009 tarihinde imzalanan anlaşma ile resmiyet kazandı.

22 Ekim 1996 tarihindeki “Kalkınmada İşbirliği Konferansı”nı izleyen bir dizi hazırlık toplantılarından sonra 15 Haziran 1997 yılında İstanbul’da yapılan Devlet ve Hükümet başkanları zirvesinde D-8’in kuruluşu resmen ilan edilmiştir (İstanbul Deklarasyonu).

D-8’lerin bayrağında yer alan 6 tane yıldız D-8’lerin temel ilkelerini sembolize etmektedir. D-8’lerin bayrağında 6 temel ilkeyi sembolize eden altı yıldızın anlamları şunlardır.

Savaş değil, barış

Çatışma değil, diyalog

Çifte standart değil, adalet

Üstünlük değil, eşitlik

Sömürü değil, adil düzen

Baskı ve tahakküm değil, insan hakları hürriyet ve demokrasi

İşbirliği Alanları, Faaliyet ve Projeler

D–8 kapsamındaki işbirliği, esas itibariyle sektörel bazda yürütülmektedir. Bu kapsamda;

Türkiye: Sanayi, sağlık ve çevre

Bangladeş: Kırsal kalkınma

Endonezya: Yoksullukla mücadele ve insan kaynakları

İran: Bilim ve teknoloji

Malezya: Finans, bankacılık ve özelleştirme

Mısır: Ticaret

Nijerya: Enerji

Pakistan: Tarım ve balıkçılık

alanındaki işbirliği çalışmalarını koordine etmektedir.

 

Organları: 

Zirve: Devlet/hükümet başkanlarının iki yılda bir gerçekleştirdikleri toplantılardır. D-8’in en üst düzey karar alma organıdır.

Konsey: Üye ülkelerin dışişleri bakanlarının katılımı ile gerçekleştirilen toplantılarıdır.

Komisyon: Üye ülkelerin kıdemli uzmanlarından oluşan ve eşgüdüm çalışmalarını yürüten kurul toplantılarıdır.

Genel Sekreterlik: D-8 grubunun çalışmalarına sekretarya hizmetleri sunan ve üye ülkeler arasındaki iletişimi sağlayan İcra Direktörlüğü

 

D8’in Amacı:

D-8 girişiminin başlatılmasındaki amaç, büyük bir ekonomik potansiyeli, çeşitli kaynakları, geniş bir nüfus ve coğrafi alanı temsil eden 8 ülke arasında ticaret ilişkilerinde yeni fırsatlar yaratmak ve çeşitlendirmek, uluslararası düzeyde karar alma sürecine katılımı artırmak, daha iyi hayat şartları sağlamak, somut ortak projeler etrafında ekonomik işbirliğini geliştirmek ve gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisindeki durumlarını güçlendirmektir.

D-8, kurucu üyelerinin kompozisyonunun da yansıttığı gibi, bölgesel olmaktan çok küresel bir kuruluştur. Üyelik, grubun hedeflerini, ilkelerini benimseyen ve ortak bağları paylaşan diğer gelişmekte olan ülkelere de açıktır.

D-8, üye ülkelerin bölgesel ve uluslararası örgütlere üyeliklerinden kaynaklanan ikili ve çok taraflı taahhütleri üzerinde olumsuz etkisi olmayan bir forumdur.

 

 

Ekonomik Sıralama

D8 ülkelerinde en sanayileşmiş ekonomii Türkiye ekonomisidir. Türkiye’yi Endonezya izler. Ondan sonra da İran, Mısır, Pakistan, Malezya, Nijerya ve Bangladeş gelir.

 

Ramlarla D-8

-Bugüne kadar 8 tane D8 zirve toplantısı yapıldı.

-D8’ler bugüne dek 15 tane dışişleri bakanları toplantısı 20 tane komisyon toplantısı, 70 tane de teknik nitelikli komisyon gerçekleştirildi.

-Kuruluşunda 8 ülkenin Gayrisafi milli hâsılası 690 milyar dolardı, şimdi bu 1,5 trilyonun üzerinde.

-D8 kurulurken ülkelerin tek başına milli geliri, 872 dolardı, şimdi 1500 dolar civarında.

-İhracat 239 milyar dolardı, 600 milyar dolara yaklaştı.

-İthalat 235 milyar dolardı, yaklaşık 500 milyar dolara çıktı.

 

Sonuç

Osmanlının zayıflamaya ve güç kaybetmeye başladığı son iki yüz yıldır izlenen dış politika tam bağımsız bir politika olmaktan ziyade düşmanları birbirine düşürme siyasetidir. Kendi gücünün yetersiz olduğunu görüp karşı tarafı bir menfaat çekişmesine sürüklemektir. Önce İngiltere ve Fransa’ya karşı Rusya daha sonra da Almanya kartı oynanmış. Fakat yapılan bu hamleler beklenen sonu ötelemekten başka bir işe yaramamıştır. Adeta iniş hızını yavaşlatmıştır. Cumhuriyet dönemi ise önce İngiltere sonra da Amerika’nın şiddetli vesayeti ile geçmiştir.

Şimdilerde ise biraz nefes almaya ve üzerimizdeki vesayetin zayıflamaya başladığı bir dönemdir. Tekrardan Osmanlının son zamanlarındaki gibi düşmanları birbirine düşürme ve menfaat çatışmasından faydalanma dönemidir. Bunu daha ileri taşıyıp Osmanlı’nın yükselme devirlerinde olduğu gibi tam bağımsız oyun kurma dönemini başlatmalıyız. Bizim başkalarının durumuna göre pozisyon almamız değil, başkalarının bizim durumumuza göre pozisyon alması dönemini başlatmalıyız. Bunun için tek başına bizim gücümüzün yetmeyeceği aşikârdır.

Önce Katar gibi, Pakistan gibi, Azerbaycan gibi, Kazakistan gibi ülkelerle çekirdek bir başlangıç yapabiliriz. Suriye’de ve Irak’ta kazanımlar elde edip gerçek misak-ı milli sınırlarına kavuşabiliriz. Önce Türk İslam birliği sonra tüm İslam birliğini sağlayabiliriz. Bunun olmazsa olması güçlü bir ekonomi ve savunma sanayisidir. Bundan da önemlisi her türlü zorluğa göğüs gerecek idealist kadroların İslam ülkelerinde iş başına gelmesidir. 

Bu zorlu ve meşakkatli yolda Mevlamız (cc) İnananların yollarını açsın önlerindeki engelleri kaldırsın. İslam âlemine acilen hayırlı bir sahip nasip edip birlik olmayı nasip etsin. Bir çocuğun anasından kopartıldığı gibi alimlerinden evliyalarından kopartılan Müslüman halkların tekrardan manevi önderleriyle buluşmasını nasip etsin…

Amin.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort