JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:26

ASHAB-I KİRAM İSLAM'IN ANA KAYNAĞIDIR

Ashab ı Kiram

Ashab-ı Kiram'ın İslam'ın Ana Kaynağıdır - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Ashab-ı Kiram'ın İslam'ın Ana Kaynağıdır

 

Muhterem kardeşlerim, bu ayki konumuz ashab-ı Kiram’ın hususiyetleri ve ümmeti Muhammede delil oluşları hakkında olacaktır.

Malumunuz olduğu üzere günümüzde kendilerini modernist, yenilikçi, Kur’an’cı gibi akımların öncüsü kabul eden, aslında batılı müsteşriklerin beslediği kişilerin Ehl-i sünnet akidesine yapmış oldukları saldırılarının bir bölümünü de sahabe efendilerimizi küçümseyerek, onları haksız yere eleştirerek gerçekleştirmektedirler. Efendimiz’i (sav) görmüş, O’nun elinde bey’at ederek iman etmiş ve Efendimizin Kur’anın hakikatlerini bizzat talim ve tatbik ettirdiği mübarek şahıslar bilinçli bir şekilde eleştirilmektedirler. Oysa biz İslam’ı onların yaşantısıyla öğrenmiştik. Kur’an onların ezberleriyle mushafa aktarılmıştı. Onun hakikatleri onların gönüllerinde neşvü nema bulmuştu.Dolayısıyla da biz onların yaşadığı İslam’ı kendimize örnek alıp hayatımızı buna göre tanzim etmiştik. Onlar öyle bir topluluk idiler ki, daha hayatta iken Rabbimiz (cc) hazretleri onlardan razı olduğunu, onlarında kendisinden razı olduğunu buyurmuştu. (Beyyine Sûre-i Celilesi: 8. Ayeti kerime) Böyle bir yüceliğe ulaşmış topluluğun hakkında biz mü’minler olarak hayırdan başka bir şey konuşmamalıyız.

Biz konunun hassasiyeti ve sahabe efen- dilerimizin hususiyetleri açısından bu yazımızı Hâce hazretlerinin (ks) bir sohbetinden bölümlerle devam ettirmeyi uygun gördük. buyuruyorlar ki,

“Bizler onları sorgulama gibi bir yanlışa düştüğümüzde Allaha sığınırız kendi imanımızı isbat edemeyiz. Mü’min olduğumuzu isbat edemeyiz çünkü o zaman baştan sona bizim imanımız sorgulanmak durumundadır ve neye göre sorgulayacağız, o dengeyi kaybetmiş oluruz. Ölçü ne ozaman yani biz imanımızı etüd ederken biz imanımızı sorgularken neyi baz alarak imanımızı sorgulayacağız, burada karıştırırız işi. Bu yüzden diyorum ki imanınımızı isbat edemeyiz o zaman.“

Burada dikkat edilmesi gereken cephe şu olmalıdır ki, Kainatın Efendisini (sav) onlar gördüler. O’nu dinlediler, takip ettiler, peyderpey inen Kur’an ayetlerini ilk onlar duydular. Hangi ayet ne zaman ve ne için inzal buyurulmuştur, bunları takip ettiler. İbadetlerin ifa edilişini ilk defa efendimizden görerek müşahade ettiler. Dolayısıyla bizim din diye yaşadığımız her şeyi biz onlardan öğrendik. Bu noktada onlar hakkında oluşturacağımız en küçük bir şüphe bizim islam dini hakkındaki bildiğimiz her şeyi şüpheli hale getirmemize sebep olabilir. (Allah (cc) muhafaza buyursun). 

Hâce Hazretleri devamla buyuruyorlar ki,

“Fetih suresinde o buyurulan “vellezine maahu” ifadesinden benim anlayabildiğim O’nunla birlikte olanlar için. Kur’an mahfuzdur. Buna iman etmişiz. Fakire göre sahabeyi kiram Kur’anın zarfıdır. Allahu Teala bu muhafazayı o zarfın içinde lutfetmiştir. Onlar ile muhafaza etmiştir. Dolayısıylada onların bir şekilde Kur’an ile bir nisbetleri vardır. Kur’an’ın ve sünnetin kıyamete kadar yani çağlar ötesine zamanlar ötesine aktarılmasında onların çok büyük bir misyonu vardır. Cenab-ı Hakk’ın takdiri bakıyoruz ki, nasara şeriati, hazreti İsa’dan elli sene sonra tevhidden teslise dönüşmüştür. Yahudilik keza öyle. Daha sonra talmut şeraitini getirerek Tevrat şeraitini akim kılmaya çalışmışlardır. Sanki Cenabı Hak insanlığa üçüncü kez bu fırsatı vermiyor. İslam şeriatini bozma fırsatını vermiyor. Ve onu yine insan üzerinden koruma altına alıyor. İslam sahabinin hayatında korunarak bize kadar intikal ediyor.”

Burdan da anlıyoruz ki, İslam alimlerinin kaynaklarımızı bildirirken buyurdukları ana kaynaklar Kur’an ve sünnettir. Bu şüphe götürmez bir gerçektir. Fakat bu iki kaynağın da kaynağı zahirde sahabe-i Güzin hazeratıdır. Çünkü onların iman ettikten sonra hiç yalan söylemedikleri bir gerçektir. Efendimiz’in (sav) işaretleriyle onlar adildirler, onlar hidayet kaynağıdırlar. Bakınız Efendimiz’in hepimizin malumu olduğu üzere buyurdukları “ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz” hadisi şerifi bütün bunları zaten teyid etmektedir. Kainatın efendisi (sav) ashabımın bir kısmı buyurmuyor. Tamamı hidayet rehberidir buyuruyor. Dolayısıyla islami deliller açısından bizim için sahabe efendilerimiz birinci sırada olmalıdır. Çünkü onlar adeta yürüyen Kur’an ve yürüyen sünneti peygamberi idiler. 

İşte günümüzde her mesele de olduğu gibi kavram karmaşası oluşturarak ümmeti Muhammedi yozlaştırmak isteyenler bu meselede de sahabe efendilerimiz hakkında ayrımlar yaparak ana kaynaklarımız hakkında şüphe oluşturmaya çalışmaktadırlar. 

Hâce hazretleri sohbetlerinin devamında

“Şimdi biz onlara onların gerisinden bakan bir ümmet olarak biz onların hepsinin Takva da zirveye ulaştıklarına inanıyoruz. Allah’ın rızasına ulaştırıcı hiçbir şeyi es geçmediklerine inanıyoruz. Bununla birlikte biz şunu da biliyoruz bu insanlar beşerdirler. Geçmişlerini biliyoruz yani geliş noktalarını biliyoruz. Dolayısıyla Beşeriyetlerinin gereği geçmişlerinden üzerlerinde kalıntılar olabilir.Bu insanlar masum değil ama biz Mahfuz olduklarına inanıyoruz. Kurtulduklarına inanıyoruz. Çünkü birinci nesil bunlar yani adeta din bunların hayatlarıyla yaşanılır olacak. Bunlardaki şüphe kıyamete kadar gelecek ihlası sarsabilir. Madem ki Cenabı Hak bunlardan razı olduğunu bildirmiş. Bizim daha bu konuda bir söz söyleme yetkimiz yoktur. Yani nasıl olsalar da Allahu Teala onlardan hoşnut olmuştur. Allah’ı bir şekilde hoşnut etmişler. Bu meselenin farklı bir cephesi bu bizim genel bakışımız...” buyuruyorlar. 

İslamı her yönüyle özümsemiş ve hayat kaynağı olarak görmüş bir neslin evlatları olan kardeşlerim. Şöyle bir an kendimizi sahabe efendilerimizin yerine koyalım. Kendi akrabalarının bir kısmı tarafından bile kabul görmemiş olan efendimiz’e (sav) hiç bir beklentileri olmadan iman ettiler. Hatta bazıları dünyevi imkanlarını feda ederek iman etti. Bir çok çile ve ezau cefa ile karşı karşıya geldiler. Yetmedi bir daha dönmemek üzere vatanlarını terk ettiler. Muhacir oldular. Medineli Ensarı düşünelim. Tanımadıkları, belki örfleri, ananeleri farklı insanlar kendi topraklarını bıraktı, kendilerine sığındı. Hiç bir tanesi bile öf demedi. Tarihte görülmemiş bir şekilde kardeşliklerini gösterdiler. Onlar da çok zengin değildiler. Fakat her şeylerini bölüştüler. Şimdi biz kendimize bakalım. Ülkemize savaş sebebiyle hicret etmiş kardeşlerimize davranışlarımız onlar gibi mi acaba? Hepimiz dört gözle savaş bitse de bunlarda vatanlarına dönseler, diye düşünmüyor muyuz. Ama Medineli müslümanlar bunu hiç akıllarından bile geçirmediler. 

Bunun bir tek sebebi onlar onlar Allah’ı ve Resulünü canlarından, mallarından, ailelerinden çok sevdiler. Yaptıkları her şeyi bunun için yaptılar. Allah teala tarafından Efendimiz’e her ne emredildi ise onlar sadece “işittik ve itaat ettik dediler. O yolda canlarını gözlerini kırpmadan feda ettiler. İnsanlık yaratıldığından beri Kainatın Efendisi (sav) kadar kimse sevilmedi ve insanlık yaratıldığından beri ashabı kiramın efendimizi sevdiği gibi kimse kimseyi sevmedi.

Şimdi netice olarak konumuza bu zaviyeden bakacak olursak; İslam dininin neşvü nema bulması için bu kadar fedakarlık yapmış, sevgisi dillere destan olmuş, “Siz onları görseydiniz deli derdiniz” dedirtecek kadar itaatkar olmuş bir topluluğun fertlerinden birinin dahi yanlışa düşeceğini düşünmek vahim bir yanlış olur kanaatindeyiz. Rabbimizin geçmiş ve gelecek her şeyi bildiğine iman etmişiz. O’nun onlar daha hayatteyken onlara rıza kapılarını açması bunun bir delili değilmidir?

Bunun içindir ki, sahabe efendilerimizi hep hayırla yad edelim. Onlar hakkında ileri geri konuşanlarla değil tartışmak onların yanında bir an bile durmayalım. Bilelim ki, ashabı kiram hazeratından sonra gelen mü’minlerden makamı, derececesi ne kadar yüksek insanlar olursa olsun, fazilet bakımından asla onları geçemeyeceklerdir.

Bu şekilde onlar hakkında her zaman güzel duygular besleyerek yaşamaya devamedersek bilelim ki, Hem Rabbimiz celle ve âla hazretleri hoşnut olacak, hem de Efendimiz (sav) bizi sevecektir. Kıyamet günü mahşer meydanında da bizleri ashabını sevenlerden dayarak onlara lutfedilen nimetlerden bizleri de faydalanacaktır.

Cenab-ı Hak o hayırlı topluluk hakkında elimizi, dilimiz ve halimizi hep hayırlı kılsın. inşaallah...

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:25

HERKES DOSTUNUN YANINA VARSIN

Herkes Dostunun Yanına

Herkes Dostunun Yanına Varsın - Sâlik-i İrfân

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Herkes Dostunun Yanına Varsın

 

Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allah’ımıza… O’na hamd ve senalar olsun ki bizleri insan olarak var etti, ümmeti Muhammed’den kıldı ve Hâcegân yoluna eriştirdi. Elhamdulillah bütün bunlar sevildiğimizin göstergesidir. Şikâyetimiz yeterince şükredemeyişimizdendir. 

 

Ve hamdü senadan sonra boynumuzun borcu; Şefaatçimiz, Sahibimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimize selat ve selamdır. O’na binler selât ve selam olsun. Büyüklerimiz salâvatı şeriften daha hızlı günahları gideren, insanı temizleyen zikir yoktur, demişler. Suyun ateşi söndürmesi gibi.

 

Hz. Ebu Bekir Sıddık (ra) çocuklarını sabah namazına kaldırırken: “Kalkın evlatlarım namaza kalkın! Namaza kalkın da yaktığınız ateşi söndürün!” buyururlarmış. Cenabı Mevlamız namazın içinde-dışında bolca selatu selam ile günah ateşini, gaflet ateşini söndürmeyi nasip etsin.

 

Hayat devam ettikçe imtihan devam edecek. Gâvur gâvurluğunu yapıyor da sorun müslümanda. Bâtılı temsil eden Batı dünyası bütün İslam topraklarında ve özellikle Anadolu coğrafyasında kirli emellerine devam etmek için bin bir yüzle geliyor. İşin en kötü yanı “bizden” birilerini kullanıyor. FETÖ gibi dışı “bizden” içi “onlardan” münafık tipler tarih boyunca en büyük sıkıntı olarak karşımıza çıkmış.

 

Asrı Saadet’te, Efendimiz(sav) zamanında bile içlerinde nifak olanların Dırar Mescidi kurduklarını fakat içleri dışarı çıkartılarak bu nifak oluşumunun ortadan kaldırıldığını görüyoruz… 

Medine’de Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden Ebû Âmir er-Râhib adlı Hristiyan, (Hz. Peygamber, onun er-Râhib lakabını el-Fâsık şeklinde değiştirmiştir.) değişik vesilelerle Hz. Peygambere (sav) ve müslümanlara zarar vermek istemiş, ancak başarılı olamamıştı. En son Taif’e yerleşmiş, Huneyn Savaşı’nda Hevâzin kabilesi yenilgiye uğrayınca da Şam’a kaçmıştı. Şam’a kaçarken münafıklara, “Olabildiğince hazırlık yapın, ben Bizans imparatoruna gidip kuvvet getireceğim, O’nu ve arkadaşlarını Medine’den çıkaracağım.” diye haber göndermişti. 

Ebû Âmir’in Medine’deki münafıklarla yaptığı işbirliği çerçevesinde hazırlanan oyunlardan biri de  mescid süsü verilen bir toplanma yeri inşa edilmesiydi. Münafıklar gerçekte kötü niyetle, fakat Mescidi Kubâ ve Mescidi Nebî’ye uzakta oturan yaşlıların cemaate yetişemediklerini, diğer insanların da soğuk ve yağmurlu gecelerde anılan mescidlere ulaşmalarındaki zorlukları bahane ederek Sâlim b. Avf kabilesinin bulunduğu yerde bir mescid inşa ettiler. Resûlullah’ın (sav) onayını alıp bu yapıya meşruiyet kazandırmak için kendisinden mescidi ibadete açmasını ve dua etmesini istediler. Hz. Peygamber (sav) o sırada Tebük Seferi’nin hazırlıklarıyla meşgul olduğunu belirtti ve “İnşallah döndüğümüzde orada namaz kılarız.” buyurdu. 

Tebük seferi dönüşünde münafıklar tekrar aynı taleple müracaatta bulundular. İşte Resûlullah (sav) gerçekte fesat ve nifak yuvası olarak inşa edilen bu mescidde namaz kılmak üzere oraya gitmeye hazırlanırken şu âyetler nazil oldu: 

“Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve Resûlune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak üzere bir mescid yapanlar, biz sadece iyilik yapmak istiyorduk, diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.” (et-Tevbe, 9/107).

“Ey Peygamber! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba Mescidi) namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever.” (et-Tevbe, 9/108; bk. 109, 110)

Âyetteki bu uyarı üzerine Hz. Peygamber ashabı kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma’n b. Adiyy’i (ra) Mescidi Dırar’ı yıkmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldırılmış oldu. ( İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71; İbn Sa’d, Tabakât, III, 540) 

Âyetteki “zararlı eylemler gerçekleştirmek üzere yapılmış mescid” anlamına gelen ifadeden hareketle siyer ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerde, yıkılan bu yapı Mescidi Dırâr adıyla anılagelmîştir. (Taberî, ilgili ayetin tefsiri; TDV İslam Ansiklopedisi, Mescidi Dırâr md.)

Efendimiz’den (sav) sonra Hz. Ebu Bekir(ra) zamanında neredeyse Mekke ve Medine dışındaki bütün bölgelerde ortaya çıkan irtidat hareketleri ile mücadele edildiğini, Hz. Ömer (ra) döneminde Hz. Ömer’in adaletli fakat sert tutumu nedeniyle nifak hareketlerinin başkaldıramadığını görüyoruz. Efendimiz (sav) Hz.Ömer için “Sen fitnenin kilidisin.” buyurmuştur. Ne zaman Hz.Ömer, Muğire b. Şu’be’nin İranlı Mecusi kölesi Ebu Lü’lü tarafından şehit edildi, o zaman müslümanlar “Eyvah! Fitnenin kilidi kırıldı.” dediler ve sonuçta sonraki halifeler döneminde fitneler çoğaldı, yayıldı. 

Sonraki dönem İslam toplumlarında da temel problemin nifak hareketleri olduğunu söyleyebiliriz. İhlâs ve samimiyetle bir araya gelen müslümanlar Hakk’ın yardımıyla nice galibiyetler elde etmişlerdir. 

Büyüğümüz Hâce Hazretleri “Bir topluma Mevla’nın nusretinin temel şartı, hak ve batılın ayrışmasıdır.” buyurmuşlardı. Bugün bu süreçteyiz. İçimizdeki bâtıl-batıcı kafaların ayıklanması gerekiyor. Bu millet yüzlerce yıl İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır, fakat bunun şartı Allah’a (cc) iman, Kur’an’a saygı, Peygambere (sav) ve Ehli Beyt’e sevgi ve Peygamber varisi ulema-evliyaya itikad etmektir. Cenabı Mevlamız bunları elimizden almasın. Bu anlamda gaflette olanları uyandırsın. Birlik beraberlik lütfeylesin inşallah.

Evet, Hz.Osman (ra) efendimizin hicret sonrası Medine günlerinden paylaşımlarda bulunarak dersler, ibretler almaya devam ediyoruz:

Hz. Osman (ra), çok cömert idi. İyilik yapmayı, muhtaç kimselerin ihtiyaçlarını görmeyi çok severdi. Güzel hâllerinden dolayı, Resûlullah Efendimiz de kendisini çok severdi.

Peygamber Efendimiz(sav), ashâbının ileri gelenlerinden çoğunun bulunduğu bir toplantıda, sohbet ederken, “Herkes dostunun yanına varsın.” buyurdu. Herkes sevdiği arkadaşının yanına gitti. Peygamber efendimiz de Hz.Osman’ı yanına alıp, “Sen, dünyada ve âhirette benim sevdiğimsin.” buyurdu. 

İbni Mesud hazretleri anlatır: 

Bir gün gazâda, Resûlullah ile beraberdim. Yiyecek bitti, asker sıkıntı içerisindeydi. Resûlullah Efendimiz bu hâle vâkıf olunca, “Allah Teâlâ size, güneş batmadan rızık gönderecektir.” buyurdu. Hz. Osman bu sözü işitince, “Resûli Ekremin her sözü muhakkak doğru çıkar.” diye düşünüp, yiyecek bulmaya çalıştı. Bu rızkın gelmesine sebep olmak ve Resûlullahı memnûn etmek istiyordu. Bir yerde dört deve yükü yiyecek buldu. Bunu yüksek fiyatla satın alıp Resûlullah’ın huzûruna getirdi. “Osman’dan Allah Teâlâ’nın Resûlüne hediyedir.” dedi. 

Serveri Âlem Hazretleri mübârek ellerini açıp, şöyle duâ ettiler: “Yâ Rabbî! Osman’a çok ecir ver.”

Başka bir zaman da: “Ben Allah Teâlâ’nın huzûrunda, Osman’ın düşmanlarının hasmıyım, onlara karşıyım.” buyurdu.

Hz. Osman muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı. 

İslâmiyet yayılmaya başlayınca, her taraftan müslümanlar çoğalıp Medîne’ye geliyordu. Peygamberimizin mescidi dar gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Bizim mescidimizi bir zirâ genişleten cennete gider.” 

Hz. Osman dedi ki: 

- Yâ Resûlullah, malım mülküm sana fedâ olsun! Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum.

Mescidi 40 zirâ yanî 20 metre genişletti ve bütün masraflarını karşıladı. Bunun üzerine, “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a, âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve yalnız Allah’tan korkan kimseler tamîr eder. İşte hidâyet üzere bulunanlardan oldukları umulanlar bunlardır.” meâlindeki Tevbe Sûresi 18. âyeti nâzil oldu.

Hazreti Osman, Peygamber Efendimizin vahiy kâtiplerinden idi. Güzel yazar, güzel konuşurdu. Hitâbeti kuvvetli idi. Kur’ânı kerîmi çok okurdu. Ezberi çok ileri derecede idi. Namazda, bir rek’atte bütün Kur’ânı kerîmi okuyan dört kişiden biri de Hz. Osman’dır. Çok okuduğu için elinde iki mushaf eskimiştir. 

Hz. Osman, bir defasında Resûlullah’ın evinde yiyecek kalmadığını haber almıştı. Derhâl semiz bir koyun, bir miktar un ve yağ alarak Hz. Âişe’nin kaldığı eve götürdü ve şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi! Resûlullah’ın bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını sanıyorum. Asla yapmasın. Çünkü ben onlara da bunların aynısını göndereceğim.” 

Peygamberimiz (sav) eve gelip durumu öğrenince: “Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş ve gelecek, açık ve gizli bütün günahlarını bağışla!” diye dua etti.

Hz. Ali, Hz. Fatıma’yla evleneceği zaman, düğün masrafı yapmak için zırhını satılığa çıkartmıştı. Pazarda Hz. Osman’la karşılaştı. Mehir parası için zırhını satmak istediğini söyledi. Osman(ra) 480 dirheme zırhı satın aldı, parasını ödedi. Sonra Hz. Ali’ye döndü ve şöyle dedi: “Yâ Ali, Allah yolunda hizmet etmen için bu zırhı sana düğün hediyesi olarak veriyorum. Bu zırh ancak senin gibi bir İslam kahramanına layıktır.”

Hz. Osman daha sonra yapılan Hayber Gazası’na, Mekke’nin Fethi’ne ve Hevazin Harbi’ne iştirak etti. Huneyn Gazası’nda, etten bir kale gibi Resûlullah’ı koruyan ve müdafaa edenler arasında Hz. Osman da (ra) vardı. 

Hz. Osman, Tebük Gazvesi’nde 1000 dinar para, 50 at ve 100 adet deve yardımında bulundu. Peygamberimiz onun bu cömertliği karşısında: “Bundan sonra yapacağı hataların hiçbirisi Osman’a zarar vermez.” buyurarak onu müjdeledi.(Tirmizî, Menâkıb: 19; Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 97)

Hz. Osman, zenginliğin şükrünü eda etmek için muhtaçlara bol bol ikramda bulunur, fakat kendisi gayet mütevazi yaşardı.

Cenabı Hak bizleri ona bağışlasın. Ahirette şefaatçimiz olsun. Onun güzel ahlakından hasseten cömertliğinden bizlere de lütfeylesin, amin velhamdulillahi Rabbil ‘alemîn.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:15

BUNALIM

Bunalım

Bunalım - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Bunalım

 

Kendisini bunalımlarıyla tarif etmeye hevesli insanların çoğunlukta olduğu bir çağda yaşıyoruz. Kelimenin tam manasıyla “beşikten mezara kadar” hayatın her safhası için ayrı bir bunalım bulup çıkarmış vaziyetteyiz. Hatta beşikten de evvel, insanın belki fani dünyada bir daha asla olmayacağı kadar konforlu ve huzurlu yaşadığı anne karnını bile ilk buhranların karargâhı haline getirmeyi başarmışız.

Karnında büyüdüğü annesinin ruhi durumuna nispetle ilk bunalımıyla tanışır insan. Sonra çocukluğunda ana baba tavırlarına bağlı olarak yeni bunalımlara girer. Ergenlik çağı “biraz şundan biraz bundan” kıvamında her türlü bunalımın bir karışımı olarak karşısına çıkar. Erken yetişkinlikte meslek ve eş seçiminden kaynaklanan bir bunalıma daha giren çağımız insanı, ilerleyen yaşlarda kendisini sebebini anlayamadığı bir şekilde orta yaş bunalımının içinde bulur. Artık ömrünü tamamlarken geriye dönüp baktığında ise gördüğü kocaman boşluğun yahut yüzünü ileriye çevirdiğinde her nefsin tadacağı ölümün korkusuyla son bunalımını yaşar ve bu dünyaya veda eder.

Bunlara ilaveten zamanımız insanının günlük hayatında trafikte, işyerinde, sonu gelmek bilmeyen sınav maratonunda, evde aile içerisinde adeta üzerine akın eden her türlü menfi hadisenin tesiriyle yaşadığı buhranın şiddeti katbekat artmaktadır. Bu görünüşüyle kendisini gelmiş geçmiş bütün çağlar ve kavimler içerisinde en bedbahtı, yaşadığı devre ve onun kendisine sunduğu şartlar itibariyle en talihsizi olarak algılaması kaçınılmazdır. Hemen hemen herkesin de aklına gelmiştir “eski zamanlarda yaşayanların daha huzurlu ve mutlu” olduğu ya da o zamanlarda yaşamanın daha kolay olduğu. 

İnsanlığın önceki devrelerinde şimdiki gibi saatlerce trafikte beklemek, kendisini karşısındakine beğendirmek gayretiyle sürekli değişen modayı takip etmek, bir işe girmek ümidiyle sayısı belirsiz sınavlara çalışmak, internet paylaşımları üzerinden takdir toplamaya çalışmak, neredeyse her gün gelişen teknolojiye sadece satın alarak ayak uydurmaya gayret etmek ve bunlara eklenebilecek daha nice ağır yükler(!) olmadığından elbette ki bu günler insanlığın en bunalımlı ve karanlık günleri şeklinde algılanmaktadır.

Bütün bu halüsinasyon ve akabinde kopan vâveylâ insanın kâinatı kendi etrafında dönüyormuş gibi idrak etmesinin neticesidir. Kendisini dev aynasında gören insan bu sebeple çektiği ıstırabı da gerçekte olandan çok daha şiddetli ve katlanılması imkânsız zannedecektir. Bu sadece günümüz insanına has bir durum olmasa gerektir. Hangi devrin insanına soracak olursak olalım alacağımız cevap şartların “çok zor” hatta “en zor” olduğudur.

Hangi devrin imkân ve şartlarının insanı diğerinden daha fazla bunalıma sürüklediğini mukayese etmek bir tarafa dursun dünyanın değişmeyen gerçeği kesintisiz bir konfor ve dinginlik halinin mümkün olmadığıdır. “Biz, insanı, muhakkak bir sıkıntı içinde yarattık.” (el- Beled/4) ayeti dünya hayatında doğumla ölüm arasında sıkıntıya uğramadan, bunalmadan vakit geçirmenin mümkün olmadığını, bunalımların insan tabiatının, fıtratının parçası olduğunu belirtmektedir.

Diğer bir ayeti kerimede de: “(Ey müminler!)Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihâyet peygamber ve beraberindeki müminler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demişlerdi…” (Bakara/214) buyurularak eski zamanlarda yaşayan kavimlerin imtihanının ne kadar zor olduğuna dikkat çekilmiştir. 

Biz bugün geçim sıkıntısından, ilgisizlikten, istediklerimizi kısa sürede elde edememekten şikâyetçiyiz. Kendimiz için sahte bunalımlar icat edip ve yine bunları bertaraf etmek adına bir o kadar uydurma tedavi yollarına başvuruyoruz. Tatiller, eğlence mekânları, alışverişler, meditasyonlar, akıl dışı sosyal faaliyetler bunalım ve sıkıntıyı biraz olsun azaltmak için tercih edilen yollar mı yoksa bunları elde etme arzusu bunalımların asıl kaynağı mı?

Günümüzde olduğu gibi daha fazla lüks ve konfor adına değil de Kureyşli müşriklerin işkencelerinden bunaldıkları bir anda Allah Resulüne (sav) müracaat eden sahabeler: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler bulunmuştur ki, (zalimler tarafından) yakalanır, onun için yerde bir çukur kazılır, o kişi o çukurun içine gömülürdü. Sonra büyük bir testere getirilir, onun başı üzerine konulurdu da cesedi ikiye bölünürdü, fakat bu onu dinden döndürmezdi. (Bir başkasına da benzer işkenceler uygulanır); demir taraklar ile etinin altındaki kemiği ve sinirleri taranırdı da, bu işkenceler o mümini dininden çevirmezdi. (Sahâbîlerim!) Size yemin ederek söylüyorum ki, Allah bu işi (İslâm dînini), mutlaka tamamlayacaktır. Öyle ki, bir süvari San’â’dan Hadramevt’e kadar (tek başına) yolculuk edecek de Allah’tan ve bir de (yolcu koyun sahibi ise) koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz!” hitabıyla sabra davet ediliyorlardı.

Bugün ise cemiyetin içerisinde bulunduğu bunalımın en büyük sebebi ya fıtratına uygun hedefler belirleyememiş olması yahut herhangi bir hedef belirlememiş olmasıdır. Geleceğe ilişkin herhangi bir hedefinin, fikrinin olmamasının doğuracağı boşluk ve bilinmezlik hissi kaçınılmaz olarak kişiyi bunalıma sürükleyeceği gibi sadece ve sadece lüks ve konfor isteğine dayanan fıtrata aykırı maddi hedeflerin de bizi götüreceği yer bunalımdır.

Kaçınılmaz olarak her ümmetin muhatap olduğu bunalımları aşmanın yegâne yolu onları itici bir güç olarak kullanıp fıtrata uygun işler yapabilmektir. Karşılaşılan zorluğun çözümü yine kendi içerisindedir. “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.” (İnşirah/6) Bunalımları aşmanın kolaylığı da boş kalmamak, yaradılış gayesine ulaşmak için sürekli mücadele etmektir. “Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah/7-8) 

İster dünyevi ister uhrevi olsun bütün bunalımları birer basamak olarak kullanarak yaradılışın üstün gayesine tırmanmak ve bu uğurda hiç durmadan mücadele etmek gerekmektedir. Cenab-ı Hak bizleri boş kalmaktan ve razı olmadığı işlerle meşgul olmaktan muhafaza buyursun. (Âmin).

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

 bakara 107

Ey Peygamber, Sana ve Sana Tabi Olan Müminlere Allah Yeter - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Ey Peygamber, Sana ve Sana Tabi Olan Müminlere Allah Yeter

 

Bizleri bir kez daha rahmet mevsimine kavuşturan, bu günleri bizlere ikram eden Mevla’ya sonsuz hamdu senalar olsun. Resulüne fahri kâinat Efendimiz, sultanımız(sav)’e zerreleri adedince Salatu selam olsun. İdraki ile şerefyab olduğumuz bu rahmet iklimini bereketli ve daim bir şekilde değerlendirebilmeyi Rabbim nasip buyursun. Bu Rahmet iklimini idrak anlamında müminin vasıflarını açıklayan ayeti kerimelerden bazılarını müzakereye çalışacağız inşallah. Müminlerin vasıflarından bahseden ayet sayısı şüphesiz ki çok fazladır. Ancak biz burada birkaçını ifadeye çalışacağız.

''(Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.'' (Bakara,107)

Ubeydullah Ahrar Hazretleri(ks)Şöyle buyurmuşlar: ‘’Hakikate öyle bir yakınlıkla ermek gerektir ki, hiçbir su süpürüp götürmesin ve hiçbir ateş kül etmesin…’’

''Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz.'' (Ali İmran,149)

''Mümin dostunu düşmanını iyi tanır. Onun mevlası Allah’tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.'' (Al-i İmran,150)

''İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer müminlerseniz, Ben›den korkun.'' (Al-i İmran,175) şeytan tabiatlı kimselerin sözlerine müminler kıymet vermezler. Küfür ve sapıklık içinde yaşayanların zararları kendilerine yönelik olup Cenabı Hakk’ın onlardan haberi olduğunu bilir.

''Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve Salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!'' (Nisa,69)

Mümin Allaha itaat yolunda ashabı, ehlibeyti ve Salihleri takip ederek hakka vuslatın sağlanacağını bilir. Bunun içinde O Salihlerden ayrı kalınmayacağının farkında olur. 

Ubeydullah Ahrar Hazretleri(ks)şöyle buyuruyorlar: ‘’Benim gaye uğrunda katlandığım gurbetlerde, taharet için zahmetsizce elime iki ibrik sıcak su bile geçmemiştir. Şeyh sohbetlerinde taharet ve abdest için ta şehre kadar giderdim.’’

‘’Keremlinin evinde olan kereme mazhar olur. Allah dostlarına hizmetin ve hizmet yoluyla gönle girmenin faydası budur.’’ buyrulmuştur.

‘’Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.’’ (Enam,68) Mümin haramların her türlüsünden uzaklaştığı gibi haram işlenilen yerlerden de uzak durur. Ve İslâm’ın mukaddes değerleri ile alay eden kimselerle de aynı yerde bulunmazlar

''Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman mümin bir erkek ve mümin bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne isyan ederse artık gerçekten o apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.'' (Ahzab,36)

Hace Hazretleri (ksa) şöyle buyuruyorlar: ‘’Bütün mesele ilahi ölçülere riayet edebilmek… Misal bir insan dese ki ben Allah için namaz kılacağım ama bir farz namazı altı rekât kılsa, Allah için olur mu o namaz, olmaz. Allah dörtten fazla bir namaz emretmemiş; farzlarda en ziyade namaz dört rekât… Ama sen, ben Allah için yapacağım diye bunu altı rekât yaparsan Allah bundan razı değil, dört rekâtı emretmiş bunu dört yapacaksın. 

Ha sen nafile namaz kılacaksın farzdan sonra yüz rekât kıl, tamam. Bu Allah için. Ama “Allah için” ifadesini Allah’ın emriyle doldurmak zorundasın; hevan ile onu dolduramazsın. Hak seni önce burada görmek istiyor, seni hevandan ayrı görmek istiyor. La teşbih, sen o ağlayan çocuk gibi ol günahına ağla Mevla başını okşasın. Ama Hakk’ın kapısında ağla, Hakk’ın eşiğinde ağla… 

Evet, niyet olacak, kastın Allah olacak ama fiilin de Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine uygun olacak…

Ağır bir yükün altına Rabbim bizi sokmuyor. Ama kabul noktasında, iman noktasında, ihlâs noktasında emir ve nehiyler cümlesinde ittifak edeceğiz. Allah neyi nasıl emretmiş, Hak olan odur, doğru olan odur, mutlak olan odur. Neyi nehyetmiş küllü zarardır o şey. Bunda müttefik olacağız. “Ya şu faydası da olabilir…” Hayır, Allah’ın yasak kıldığı bir şeyin hiçbir faidesi yok… 

Bunda bütün müminler ittifak etmeli. Önce Hak bizi burada görmek istiyor; bu akidede, bu ihlâsta… Sonra uygulamada, bunu amele dökmede… Müslüman alakaderilimkan/Allah’ın kendisine verdiği imkânlar nispetinde bu inancını pratiğe dönüştürüp tatbikata koyulmalı… O zaman yaptığı şey Allah için olur, hevasından kurtulmuş olur. 

Bu vücudu ayine haline getirmek, onu fıtratı üzere yeniden cilalamak ise ancak ve ancak şöyle mümkündür: Şer’i şerif emri ile amel… Birincisi Şeriat-ı Mustafa’ya (sallallahu aleyhi ve sellem) her şeyimizle; aklımızla, fikrimizle, zikrimizle, bütün yaşantımızla ittiba edeceğiz, onunla amel edeceğiz. Bunun başka çıkış yolu yok arkadaşlar. Kuranı Kerim’in iki kapağı arasında mevcut olan şeyler ve Sultanu’l-Enbiya’nın (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) iki fem-i saadetinden, mübarek dudaklarından dökülen şeyler bizim mürşidimiz, hayat rehberimiz, hayat düsturumuz olacak. Şeriatla amel bu… Rabbimiz neden razı, Habib-i Kibriya (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) neyi tasvip ve tensip buyurmuş hayatımızı onlara hasredeceğiz. Hayatımızı onlar süsleyecek. Hayatımızın gayesi onlar olacak. Ne bize emredilmiş, bizden istenilmiş ve güzel olarak bildirilmiş, hepsine “amenna ve seddakna”… Ne bize kerih gösterilmiş, sakındırılmışız, neden men edilmişiz onlardan da ictinab edeceğiz/kaçınacağız. Bunu biz kafamıza göre, zamanın şartlarına göre, birilerinin gönlüne, arzusuna göre, ne bileyim felsefeye göre, hendeseye göre sosyolojik, psikolojik, coğrafik şartlara göre… Hayır, hiç bir şart yok. Çünkü bizi yaradan bütün şartları düşünerek, şartlar üstü bizi yaratmış. Ve bütün şartlarda emrettiği şeyleri yaşamaya müsait olarak bizi yaratmış.’’

''Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.'' (Nur,37)

''Namazı bitirdiğinizde Allah’ı ayaktayken otururken ve yan yatarken zikredin. Artık ‘güvenliğe kavuşursanız’ namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz müminler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır.'' (Nisa,103)

Ataullah iskenderi hazretleri(ks) şöyle açıklar: Zikir, beraberindeki her şeyi yakıp, yok eden bir ateştir. Zikir, yeme içmedeki aşırılıktan, haram gıdalarla beslenmekten ileri gelen bedendeki zararlı fazlalıkları bedenden atar. Helal gıdaların yol açtığı fazlalıklara ise dokunmaz. Kötü, zararlı olanlar atılınca geriye sadece temiz, faydalı şeyler kalır.

Zikir, hakkın dışında kalan her şeyin zıttı ve tersidir. Bu sebeple o bir yere yerleştiği zaman orada kendisine zıt ve ters olan ne varsa hepsini oradan çıkarmayı hedefler. O bu Haliyle ateşle suya benzer ki, bu ikisi asla bir arada bulunmazlar.

Hace Ubeydullah Ahrar hazretleri(ks): zikir bir kazmadır ki, onunla gönüllerdeki yabancı duygu dikenleri temizlenir.

''Kulları içinde Allahtan hakkıyla korkanlar (Haşyet sahibi olanlar) ancak âlimlerdir. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, çok affedendir.'' (Fatır,28) 

‘’İstenen ilmin özelliği Haşyeti beraberinde getiren ilimdir. Haşyetin özelliği Allahın emirlerine uygun hareket etmektir.’’ Diye buyrulmuştur.

Ataullah iskenderi (ks): Davud (as)şöyle demiştir: ‘’Ey Rabbim sana karşı haşyet duymayanların ilmi yoktur. Senin emirlerine itaat etmeyenler de haşyet sahibi değillerdir.’’

Alaaddin attar hazretleri(ks): Külli ilme kendi cüzi ilminden geçerek varılır. Şeriat; hakkın muradını nefsin muradına üstün tutmaktır. Allah ehli ile sohbet emek, üstün aklın ziyadeliğine sebeptir.

''Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.'' (Al-i İmran,135)

Hace Hazretleri(ksa) ‘’Musahebatu’l-Fuad Vesailu’s-Suad’’ isimli eserinde tevbeyle ilgili olarak yaptıkları izahatların bir bölümünde şöyle buyuruyorlar: ‘’Tevbe kulun Allaha rücusudur, dönüşüdür. Kulun Allahın emirlerine muhalefetten Allahın emirlerine itaate dönüşüdür tevbe… Tevbe imani, İslami bir eylem olduğu gibi, tasavvufi hayatın da başlangıcıdır… Tevbenin merhaleleri özetle; tevbe, evbe, inabedir. Bunlar birbirini çeken, birbirini getiren sebepledir. İnsan tevbe eder, tevbe ile evbeye ulaşır, evbe ile inabeye yönelir. Eğer bir tevbenin için de bu makamat yoksa o tövbe Hz. Ali’nin (ksa) ifadesi ile’’yalancıların tövbesidir’’ yani, içi boş bir sözdür… Tevbe yüzeysel olarak kiri giderir. Evbe içine sinen kokuyu ve rengini tebdil eder, bunarlım temizler. İnabe bütün bütün onu asliyetine, fıtratına döndürür… Tevbe, evbe ve inabe ile birlikte insanları adeta günaha, isyana karşı karantina altına almış olur. Böyle bir tevbe de adeta ayetin müjdelediği gibi günahları, hataları, bütün seyyieleri haseneye çevirebilecek bir kimya üretir.’’

''Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya da iyi davranmayı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “Üf” bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.'' (İsra,23)

Anne baba haklarıyla ilgi olarak Mehmed Zahid Kotku (ks) hazretlerinin ana baba hakları isimli eserinde şu bilgiler geçmektedir:

Valideyn muhtaç oldukları vakit onlara bakmak, giyimde muhtaç oldukları vakit onları giydirmek, hizmete muhtaç oldukları vakit hizmetlerinde bulunmak, herna zaman çağırırlarsa koşup gitmek, Emrine her zaman itaat etmek(günah olmadıkça),yanında gayet yumuşak konuşmak, Babasının ismiyle çağırmamak, arkasında yürümek,

Kendi için istediği ve razı olduğu şeyleri onlar içinde istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri de onlar içinde istememek, Onların mağfireti için dua etmek, valideyn için duayı terk etmek evladın geçimini daraltır. 

Vefatlarından sonra akrabalarını ziyarete devam etmek, Onlara istiğfarla dua etmek, babanın sıla yaptığı kimselerle alaka kesmemek gerekir.

‘’Bir adam Resulullah(sav)’e gelip: Ya Resulullah, ana babanın evlat üzerindeki hakları neden ibarettir?’’ diye sordu da cevaben; ‘’onlar senin hem cennetin hem de cehennemindir.‘’ buyurdular 

Onlara hüsnü muamele eder ve rızalarını kazanırsan işte cenneti buldun demektir. Ve bilakis eğer onlara hüsnü muamele etmez, sert ve haşin davranıp, gönüllerini kırar ve incitirsen, o zaman da Cehennemi hak etmiş olursun.

''Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör kimse gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri anlar. O akıl sahipleri ki onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar. Onlar Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir; Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte bunlar varya, ahret yurdu sadece onlarındır.'' ( Rad,19-22)

Ubeydullah Ahrar Hazretleri (ks) şöyle buyuruyorlar: ‘’Miraç, manevi ve suri olarak iki türlüdür. Manevi miraç da ikidir: Biri kötü sıfatlardan iyilerine intikal, ikincisi masivadan(dış âlemden) Allah dönüş ve yükseliş.’’

Hoca Ali Ramitani (ks) Hazretleri: Amele bağlanmak onu yerine getirmek lazımdır. Yerine getirilince de yapılmadı farzetmek lazım. Kendini kusurlu bilmek ve amele tekrar başlamak lazım.

Bayezid Bistami (ks) Hazretleri: Gözlerini koru; harama bakmaktan ve başkalarının kötülüklerini görmekten. Dilini koru; Allah’ın zikrinde başka işle uğraşmaktan. Nefsini murakabe ve muhasebe et! İlme yapış ve eşyanın hakikatini ara! Edebi muhafaza et ve hadleri gözet! Dünyadan uzak dur ve ona kapılma. Halktan kaç, ibadetten ayrılma! Sünneti bırakma! Hilm ve merhamet sahibi ol! Ahlakı tamamla.

Ubeydulah ahrar (ks) Hazretleri Kulluk; İbadet, emirlerine uyup yasaklardan el çekmekten ibrettir. Kulluk, bu şekilde Allaha yönelmektir. Kulluk ile ibadet arasındaki fark, birinin gönül, öbürünün amelde tecellisidir.

''Müminler, sadece Allah’a ve Resulüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o Peygamber ile birlikte önemli bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.'' (Nur,62)

 

Kaynak:
-Başbuğ Velilerden, N.F.Kısakürek
-Reşahat, Şeyh Safiyüddin (ks) ( N.F.Kısakürek)
-Ana Baba Hakları, M. Zahid Kotku(ks)
-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

 Şeriati Muhammediye

Şeriati Muhammediye Hz. Nuh'un Gemisi Gibidir - A. Mesud ÇINAR

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Şeriati Muhammediye Hz. Nuh'un Gemisi Gibidir

 

لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
قَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بِي ضَلاَلَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَأَنصَحُ لَكُمْ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
أَوَعَجِبْتُمْ أَن جَاءكُمْ ذِكْرٌ مِّن رَّبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِّنكُمْ لِيُنذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُواْ وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
فَكَذَّبُوهُ فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُواْ قَوْماً عَمِينَ

 

-“Andolsun ki Nûh’u Resul olarak kavmine gönderdik de dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”

-Kavminden ileri gelenler dediler ki: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz”.

-(Nûh) dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Rasulüm.”

-”Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”

-“(Allah’ın azabından) sakınıp da rahmete nail olmanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir(kitap) gelmesine şaştınız mı?”

- “O’nu yalanladılar, biz de O’nu ve O’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları boğduk! Çünkü onlar, kalb gözleri körleşmiş bir kavim idiler.” (A’raf 59-64)

A’raf suresi bizlere bazı peygamberlerin ve kavimlerinin kıssalarından bahseder. Bu kıssalardan bir tanesi de Ulu’l Azm peygamberlerin ilki Allah (cc)’ın onu Neciyullah sıfatıyla nitelendirdiği Hz. Nuh (as) ve onun kavmidir. Cenabı Hak Kur’anı Kerimde bu kavimleri ve bu kavimlere gönderilen peygamberleri bazen tafsilatlı bir şekilde bazen ise mücmel (özet) bir şekil de bizlere beyan eder.

Hz. Nuh ve kavmi de Kur’an’ın beyan ettiği kıssalardan dır. Hz. Nuh (as)’ın tevhid mesajını ve İnsanlığın ikinci başlangıcı olan Tufan olayı diye bilinen bu beyan bizlere mücmel bir şekilde sunulmuştur. Kur’an’ın üslub ve anlatım metodu öze yönelik olduğu için uzun yaşantıların ve zamanların neticesi olan bu olayların anlaşılması için açıklamaya ihtiyaç dulumaktadır.

Peygamber için de dünya hayatını en uzun yaşayanlardan (rivayetlere göre dokuz yüz ve ya bin üç yüz sene) olan Hz. Nuh hakkındaki ayeti kerimeler, tevhid mesajı ve beyan edilen olaylarda H. Nuh’un yaşadığı kavmin toplumsal yapısı, inançları bilinmeden sıhhatli bir şekilde anlaşılamaz.

Bu kavim Hak yoldan sapmış, azgın toplumların ilkidir. Hz. Adem’in oğlu Şit (as)’dan sonra insanlık şeytanın “onları sıratı müstakimden saptıracağım” ahdi üzerine peygamberlerinin şeraitlerini, tevhidi nizamı unutup zulme, sapkınlık ve azgınlığa daldılar.

Cenabı Hak rahmaniyetinin neticesi şirke düşmüş insanlığa merhamet buyurarak onları uyarması ve hidayete erdirmesi için Hz. Nuh’u gönderdi. Nuh (as) kullukta şaşıp başka ilahlar edinen kavmine; “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur” buyurarak onların özlerini, geldikleri yeri ve en sonunda yine dönecekleri yeri hatırlatıcı öğütler verdi. Uymadıkları takdirde devam ettikleri bu halin neticesini onlara bildirerek; “Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.” dedi.

Denilir ki cahiliye devrinde Kabe-i Şerifteki putların bir kısmı bu kadim kavimlerin Salih insanlarının vefatlarından sonra onları anmak hatırlamak ve onların yaşadığı dini unutmamak için temsilen yapılmıştır. Zamanla nesillerin değişmiş ile onların yapılış nedenleri unutulmuş ve ilahlaştırılmışlardır.

Bu kavim Hak olan şeriatı unutan kendi beşeri nizamlarını kurup yaratanına karşı çıkan, birliği beraberliği unutup kendi kast sistemlerini oluşturan, üsttekilerin alttakileri ezdiği, ahlaksızlığın toplumun temellerini sardığı bir toplumdur.

Seçkin ve zalim bir kitlenin batılı savunup ayakta tuttuğu bir toplum. Bu seçkin kitleyi Allah (cc) “Mele (zenginlik ve siyasi otorite ile toplumu kendi heva ve heveslerince yönetenler) ’” diye tanımlar. Kendi beşeri nizamlarının ve otoritelerinin bozulmasından korkan mele’ taifesi’nin Nuh(as)’a cevabı; “Kavminden ileri gelenler dediler ki: “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” oldu. Hakikatin tebliğine karşı, nasihate ve hidayete karşı Nuh (as)’ı dalaletle suçlayan küfürde şuurlu olduklarını gösteren bir toplum.

Hz. Nuh(as)’ın cevabı; “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir rasulüm”. Ben sizin gibi Allah(cc)’a ortak koşmuyorum, kendimi ve etrafımdakileri O (cc)’nun ahkamıyla yönetiyorum, teslimiyetim de onadır çünkü ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Sizlere asıl dalaletin ne olduğunu anlatmaya geldim sizleri acı günün azabından kurtarmaya geldim.“Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”

Nuh (as)’ın bu tebliğinin değer ve kıymetini devam eden ayette Cenabı Hak şöyle beyan buyurdu. “(Allah’ın azabından) sakınıp da rahmete nail olmanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir(kitap) gelmesine şaştınız mı?”

Artık zikrettiğiniz diğer her şeyi bırakıp da Allah (cc) tarafından sizi uyarması için gönderilen rasule uyun onun size öğrettiği zikre, yola, hidayete ve hakikate sarılın ki rahmete nail olasınız.

Rahmanın rahmetini istemediler ve “O’nu yalanladılar, biz de O’nu ve O’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları boğduk! Çünkü onlar, kalb gözleri körleşmiş bir kavim idiler.”

Beyan edilen bütün bu ayetleri birinci muhataplar olan sahabe efendilerimiz yaşadıkları zamanın, yaşantının ve toplumun Nuh (as)’ın kavmine benzemesi hasebiyle hiç şüphesiz sonraki nesillerden daha iyi anlayıp hakikati daha zahir gördüler.
Günümüz küfür toplumları ellerindeki bütün imkanlarla Müslümanlığın ve müslümanların içerisine nifak toplumlarını nifak tohumlarını ekmektedirler. Müslümanlığı hakikatle küfrün ilk görüşte seçilemediği bir toplum haline getirdiler. toplumu ıslah edip nifaktan, küfürden, haset den, şek ve şüphe den arındırabilmenin tek yolu Cenabı Hakkın beyanını ve üslubunu anlayıp metodunun tatbiki ile mümkün olur.

Böyle bir toplumda küfür tufanının altında kalıp boğulmamanın tek yolu Şeriatı Muhammediyeyi yaşayıp anlayıp ve ömürlerini bu yolu anlatmaya adamışlara ,gemileri şeriat, dümenleri sünnet, kuvveti ise Kur’an olan Salihlere teslim olup gemilerine doğru var gücümüzle koşmaktır.

Mevla bizi Şeriatı Muhammediye gemisin’den ayırmasın. Rotamızı ve istikametimizi daime kendisi eylesin. Amin…

 

Yazar: A. Mesud ÇINAR

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort