JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:06

SEVGİ EMEK İSTER

Sevgi Emek İster

Sevgi Emek İster - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Sevgi Emek İster

 

Sevgi, insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Herhangi bir varlığa duyulan sevgi kişinin sevdiğine karşı içinden geçirdiği duygu ve düşüncelerinden etkilenir. Onun tesirini hisseder. Hayatta hiç kimse yoktur ki sevildiğini hissedemesin. Ya da sevilmediğini anlayamasın. Bunu söz ile ifadeye hacet yoktur. Yoksulluk, fakirlik, deyince hemen akla, para, yiyecek ve giyecek yoksulluğu gelir. Bunlara sahip olmayan kişilere fakir, yoksul deriz. Oysaki en önemli yoksulluk, sevgi yoksulluğudur. Sevgi yoksunluğuna maruz olmak garibanlıktan başka bir şey değildir. Nasıl ki insanın bedenini yiyecek ve içecek yaşatıyorsa, insan ruhunu da sevgi yaşatır. Ruh sağlıklı ve mutluysa, bu bedenimize de yansır ve bedenen kendimizi daha sağlıklı ve güçlü hissederiz.

Kainatın varlık sebebi olan sevgi yaratılmışların medarı iftiharı olan biz insanoğlu için de en geçerli ve kıymetli motivasyon sebebidir. Sevginin gücü ile en ölü umutsuz kalpler bile dirilebilir. Sevgi hayatın her türlü olumsuzluğu karşısında insana güç kuvvet verir. Sevgi sözden öte özde bir yaşanmışlıktır. Aksi takdirde seviyorum sözü sadece tasdik ifade eder. Sevgi somut davranışlarla belirir. Eğer sevgi hakikaten de var ise kendisini hayatın her alanında muhakkak gösterir ve maşuğuna hissettirir. Çünkü seviyorum sözü yalanı kaldırmaz. Sevgi insanı hep diri tutar. Kalbin gıdası sevgidir. Hakikatinde sevemeyen ne kadar isterse istesin sevgiyi taklit edemez. Belki de taklit edilemeyecek tek şey sevgidir. Eğer ki gerçekten seviyorsa insan, uzaklık sadece bahanedir. Yerine göre gönül kuş olur, bazense bir şiir, belki gönülden dudaklara dökülen name, ya da ilmek ilmek dokunmuş gönlün sevgi şifrelerini ifşa etmeye namzet bir kilim. Şiir olur, fedakarlık olur ya da ne olursa o olur. Ama mutlaka günün birinde gerçekten de sevgiyse şayet muhakkak sevdiğine ulaşır. 

Sevginin emeği ile ilgili okuduğum şu kısacık hikayeyi buraya taşımadan geçemeyeceğim: Uçan kuş yerde yiyecek ararken, kaplumbağayı görür. Yanına gider ve sorar: “ Bu telaş ne? Yolculuk nereye? ” Kaplumbağa; “Hiç sorma dostum. Şu karşı tepenin ardında sevdiğim bekliyor. Ömrüm yeterse kavuşacağız, iki yıldır yürüyorum ama hala varamadım. Sen ne şanslısın, bak kanatların var, tepeleri on dakikada aşarsın.” Kuş yanıt verir; Kolay kazanılan sevgi sağlam olmaz. Sevgi emek ister. Benim gibi istediğin yere çabuk ulaşırsan daldan dala konarsın…

Hemen hemen hepimizin hayatında bizi derinden etkileyen sevgiler olmuştur. Varlığıyla bize can veren, yokluğunda ise canımızdan eden sevgiler. Nedir bu sevgi? Nasıl bir şeydir ki insana hem bu kadar can veriyor, hem de bir o kadar canlar alıyor. Herkesin yaşadığı tecrübeler neticesinde kendine göre bir sevgi tanımı vardır. Fakat aslıyette sevgi; emek ister, yürek ister, zaman ister, fedakarlık ister, ilgi, alaka ister, hepsinden önemlisi, yeri ve zamanı geldiğinde bir can ister. Kendinden vazgeçmek ister. Kolay değildir, sevmek, seviyorum diyebilmek. Ağır sorumluluk ister, sevgine ve sevdiğine sahip çıkabilmek. İyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta, varlıkta ve yoklukta, yanında olabilmek, “ her şeye rağmen seni seviyorum, her güçlüğü seninle aşarım” diyebilmektir gerçek sevgi… Karşılaştığı ilk zorlukta U dönüşü yapıp, arkasına bile bakmadan gitmek, sevdiklerini, en önemlisi de sevgisini terk etmek, pek de baba yiğitçe olmasa gerek. Gerçek sevgi, her şeye rağmen sevebilmektir. Sevgi nedensiz, çıkarsız, beklentisiz, koşulsuz olmalıdır.

Sevgi anlamak ve paylaşmak üzerine kuruludur. Dolayısıyla sevgi merhameti, paylaşmayı, sorumluluğu, diğer bir ifadeyle ahlak ve var olmayı temsil eder. Ahlak ve var olma bir araya geldiğinde özgürlük tezahür eder.  Bunun için sevgi, bir duygu olmanın ötesinde bir  özgürleşme ve özgürleştirme halidir. Ahlak ve özgürlük birbirinin varlık sebebidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Olsa da varlığını devam ettiremez. Aşkta esas olan olmakken sevgide asas vermek üstüne bina edilir. Aşk, görünüşü ve gücü; sevgi, emek ve sorumluluğu önemser. Şöyle de denebilir; aşk, aşıktan sorgusuz sualsiz bir bağlanmayı, sevgi ise sevenden, sevdiğine kol kanat germesini ister veya bekler. Sevgi biz merkezcidir. Sevgi doğal olana yöneldiği için hayatı kolaylaştırır. sevgi karşılık beklemeksizin hak edene vermeyi amaçlar. Her zaman selam ve barış hudutları içerisinde kalır. Bu hudutların dışına çıkıldığında sevgi, sevgi olmaktan çıkar, başka bir şeye dönüşür. Sevgi, sürekli barıştır; onun lügatında “öteki” olmadığı gibi “galip” ve “mağlup” da yoktur. Bu nedenle Kur`an, sevgi her sözün başıdır; “Rahman rahim Allah adıyla” diye başlar. Sadece bu değil, bir konu olarak da sevgi onda önemli bir yer tutar. Sevgi Kur`an`ın nazarında soyut olmaktan çok somut bir olgudur. Başka bir deyişle Kur`an, sevgiyi  kalpten hayata indirmiş, böylece onu anlaşılır ve yaşanılır kılmıştır. Veya sevginin genellikle çift taraflı olduğunu, kalpten kalbe yol/yollar döşediğini hatırlatmaya çalışır. Unutmuş olanlara, sevginin böyle bir işlevi, böyle olduğunu, görecek gözleri olanlara örnekler vererek gösterir. İşitecek kulakları olanlara da, “Sevmek önemli bir erdemdir” ama “sevilmeyi de hak etmek gerekir” der. Bazı şeyler yaşandıkça/paylaşıldıkça büyür. Sevgi de böyledir.

Aynı şekilde Kur`an, “Allah, şunu, şunları sever” diyerek neyin ve kimlerin sevilebileceğini, bu sevmenin boyutları ve prensipleri konusunda her şeyi somut olarak netlikle ortaya koyar. Allah’ın (c.c.) bizden neleri sevip, neleri sevmemizi emrettikleri çok nettir. Sevginin platonik bir olgu değil, hayatı anlamlandıran ve onu yaşanılır kılan pratik ve sosyal bir olgu olduğunun altını çizer. Sevginin adalet ve makulat çizgisinin dışına çıkmasını sevginin istismarı olarak ifade eder. Bu nedenle aşırı mal veya dünyalık sevgisini hoş karşılamaz. Dolayısıyla sevginin, seveni tutsak almasından razı olmaz. Sevginin öldürücü değil yaşaltıcı bir olgu olduğunu buyurur. sevginin öldüren, yok eden, kirleten bir nesne haline gelmemesinin yollarını emir ve tavsiye buyurur.

Yazımı şu menkıbeyle noktalamak istiyorum:

Koskoca bir bahçede harikulada çiçekler içinde bir papatya..Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş Ak sakallı bahçıvana. Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş. Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları. Kıskanıyormuş bahçıvanı, Kırmızı güllerden, Sari lalelerden, Mor menekşelerden. Zambaklardan. Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını. Bir gün, Aşkı öyle büyümüş ki. Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş. Eğilivermiş boynu. Toprağa bakıyormuş artık. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş Ayaklarını görüyormuş. Buna da şükür diyormuş. Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek. Zaman akıp gidiyormuş. Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş. Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş. Ve iste bir gün, bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış. İncecik bedenini ellerinin arasına almış. Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı. Hala göremiyormuş onu, Ama bedeni kurtulmuş. Uzun bir müddet sonra, Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye. Gelen giden yokmuş. Kahrından ölecekmiş papatya. Ama işte bir sabah. Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış. Derin bir oh çekmiş. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş. Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş. Başka birisiymiş. Adamın elinde bir de makas varmış. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru. Ne güzel açmışsın sen öyle demiş. Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış. Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış. Ama gövden seni taşımıyor demiş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış. Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini. O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini. O her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş. Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş, Ama onu aslında hep sevmiş. Papatya anlamış artik. Sevgi, emek istermiş Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini. Teşekkür etmiş ona içinden.. Son yaprağı da kuruduğunda, Biliyormuş artik. Gerçek sevginin, söylemeden, yaşamadan, ve asla kavuşmadan var olabileceğini.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:04

KILIÇSIZ FETHEDİLEN ÜLKELER

kılıçsız fethedilen ülkeler

Kılıçsız Fethedilen Ülkeler - İrfan AYDIN

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Kılıçsız Fethedilen Ülkeler

 

Salat ve Selam alemlere rahmet olarak gelen Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimizin, daha sonra diğer peygamberlerin , ehli beytin , ashab-ı kiramın , saadat-ı kiram efendilerimizin mübarek ruhlarına olsun. 

İslamın asrı saadetinde önce arap yarımadası daha sonra Suriye, Irak ve Mısır İslam topraklarına katılmıştı. İran ise zorlu savaşlar neticesinde Hz. Ömer devrinde İslam topraklarına katılıp Orta Asya ve Kafkaslara dayanılmıştı. Daha sonraki dönemlerde her gelen halife İslam topraklarını sürekli genişleterek devam etmiştir. Emeviler, Abbasiler, Selçuklu ve Osmanlı döneminde topraklar sürekli genişlemiş ve neticede Fas’tan Endonezya’ya kadar büyük bir coğrafyaya yayılmışlardı. Bu mirası devralan günümüz Müslümanları irili ufaklı çeşitli devlet ve topluluklar halinde dünyanın dört bir yanında yaşamaktadır. Nüfus olarak bir buçuk milyarı geçmiş bulunmaktadır. 

Bu gün İslam ülkesi olarak bilinen birçok ülke kılıç zoruyla değil, Müslüman tacirlerin ve mutasavvıfların örnek yaşantılarının başka dinlere bağlı hükümdar ve halkları etkilemesi sonucu İslamla şereflenmişlerdir. Kılıç zoruyla istemeye istemeye Müslüman olan bölgelerde derin tarihsel ve mezhepsel sorunların ortaya çıktığını görmekteyiz. İnsanlar kılıç yani zoru görünce islamı kabul ettiklerini söylemekle birlikte içlerine tam sindiremedikleri, gönül rızası ile benimsemedikleri bir dini bir türlü özümseyememektedirler. Bunun da tarihi süreç içerisinde dini ve siyasi sonuçları olmaktadır.

Hepimizin bildiği Müslüman tacirlerin örnek ticaret ve yaşamları uzakdoğuda bir çok hükümdarın ve onlara bağlı halkların Müslüman olmasına vesile olmuştur. Ticaretlerindeki dürüstlük ve yüksek ahlaki şahsiyetleri o bölge insanlarının dikkatini çekmiş ve bunun sebebini sorduklarında yüce İslam dininin buna vesile olduğunu anlamışlardı. Neticede kabile kabile islama girerek şereflenmişlerdi. 

İslamın peygemberimizin sohbetlerinde yetişmiş birinci nesli yani Ashab-ı Kiram hazeratı bu dini en iyi şekilde anlayıp engüzel şekilde hayatlarına tatbik etmeyi başarmışlardı. O örnek nesil, birinci nesil öyle bir noktaya gelmişti ki hayatlarından süfli olan her şeyi çıkartıp tamamen kuran-ı kerimle özdeşleşmişlerdi. Öyle ki adeta Kuran-ı Kerime zarf olmuşlardı. Sahabeyi kiramın o eşsiz fedası ve yaşanmışlığı olmasaydı dini mübin-i İslam bu günlere kadar gelemezdi. Dinin yaşanmışlığıdır bize miras kalan. Eğer o dönemde bu kadar fedakar bir toluluk ortaya çıkmış olmasaydı bu gün sahip olduğumuz İslam mirası bamabaşka bir mecrada olabilirdi. Nitekim bunu geçmiş peygamberlerin ümmetlerinde görmekteyiz. Rabbinle git beraber savaş diyen Musa(as) ümmeti, Daha 12 havari döneminde bozulmaya başlayan isa (as) ümmeti, 950 sene çalışıp bir avuç bağlıdan öteye geçmyen ve neticede tufana maruz kalan Nuh(as) ümmeti, ömrü byunca çalışıp sadece bir kşinin iman ettiği peygamber ümmetleri ve daha niceleri. Evet güzide nesil ashabın yaşanmışlığı bize en büyük mirastır. Allah(cc) hepsinden razı olsun.

Daha sonra gelen tabiin ve tebei tabiin dönemlerinde de islamı hayatlarına tam manasıyla tabik eden örnek şahsiyetler bu yolun bize kadar gelmesine vesile olmuşlardır. Sahabe-i kiramdan aldıkları İslam sancağını daha yükseklere koymak için üstün bir çaba sarf etmişlerdir. Eğer tabiin ve onlardan sonra gelen tebei tabiin döneminde bu örnek yaşanmışlık olmasaydı bizim elimizde ciddi bir miras olmazdı. Bu dönemde Akaidde, fıkıhta, hadiste, tasavvufta çok yüksek şahsiyetler ortaya çıkmış kıtalar aşmış, dünyanın dört bir yanına ulaşmış İslam ümmetine inin yaşanabilirliğini kolaylaştırmışlardır. Eğer bu dönemlerde ortaya çıkan büyük mezhep imamları, hadis alimleri, tasavvuf önderleri olmasaydıislam sadece arap yarımadsı ve civarında yaşanan bir din olarak kalırdı. Bu milyarlara ulaşan hacme ulaşması mümkün olmazdı. Dünyanındiğer taraflarında yaşayan insanlar islamdan mahrum kalmış olurlardı.

Hernesi üzerine düşen yapmaya çalışmış bayrağı bir sonraki nesile daha iyi bir şekilde ulaştırmaya çalışmıştır. Tabi bu bayrak yarışı tama anlamıyla hiç arıza yaşanmadan dört dörtlük geçmiş diyemeyiz. Sahabe döneminden başlayaraközellikle Emevi döneminde daha sonrada Abbasiler döneminde çeşitli problemler yaşanmıştır. Fakat bu yaşananlar asla gailpgelememiştir. En zor dönemlerde bile bu dini mübin-i islamı yaşayan ve yaşatan örnek şahsiyetler bulunmuştur. 

Bu gün bize düşen tarikimiz içerisinde az biryer tutan aykırı olay ve davranışları değil ana gövde olan Ehli Sünnet yaşanmışlığını örnek almaktır. Zaten tamamen sıkıntısız dört dörtlük olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Vücudumuzda bile binlerce bakteri ve mikrop elan yaşamaktadır. Bunların vücudumuza bilmediğiz faydaları vardır. Mühim olan bu mikropların vücudumuza galebe çalmamasıdır. İslam tarihide böyledir. Yarısı dolu bir bardağa baktıklarında yarısı boş görenler tarihi değil gözlüklerini değiştirmelidirler. İnsan baktığında olumsuzluk görüyorsa kendini gözden geçirmelidir. Bu bütün meselelerde böyledir.

Daha islamın asrı saadetinden başlayarak Müslüman davetçiler islamı dünyanın dört bir yanına ulaştırmaya başlamışlardır. Burada en önemli husus yaşanmayan bir dinin yaşatılamamasıdır. Ashab-ı kiramdan itibaren islamın bu kadar hızlı yayılmasındaki en önemli etken davetçilerin hayatlarındaki üstün tatbik gücüdür. Adeta yürüyen Kur’an olan bu örnek insanlar, kendilerinden geçerek Peygamberimizden talim ettikleri yüksek ahlakı taşımışlardı. Buda karşı tarafta yüksek bir tahrip gücü oluşturmuş ve severek islama tabi olmuşlardı.

Şimdi islamın kılıçsız yayıldığı bölgelere örnekler vermeye çalışalım.

 

Hindistan

İslam’ın Hindistan’a girişi hemen hemen İslam’ın Arap yarımadasında yayılmaya başlamasına denk düşmektedir. Tarihçi Elliot ve Dowson’un “The History of India as told by its own Historians” adlı kitaplarında belirtildiği üzere ilk Müslüman Arap tüccarların 612 ya da 629 yıllarında güney Hindistan’daki Malabar bölgesine geldikleri söylenir.  O zamanın Chera krallığı Kralı Cheraman Perumal Bhaskara Ravi Varma’yı ziyaret eden Müslüman Araplar ona İslam’ı tebliğ etmişler ve hidayetine vesile olmuşlardır. Anlatılan ve efsane şekline getirilen hikayeye göre Kral Cheraman Ay’ın ikiye ayrılması mucizesine şahit olmuştur. Hemen iman ettikten sonra Hint Müslümanlarının ilk mescidi kurdukları söylenir. Şimdilerde bu mescit Cheraman Juma Masjid ismi ile Kerala’da Kodungallor bölgesinde bulunmaktadır. 629 yılında yapıldığı söylenen bu küçük mescidin buraya gelen ilk sahabelerden olan Malik bin Dinar tarafından yapıldığı söylenir. Yapılış tarihi kimi tarihçilere göre 612 kimilerine göre de 629’dur. Ayrıca Malik bin Dinar’ın adına şimdiki Kerala’nın Kannur Bölgesinin Maladiya bölgesinde başka bir mescit yaptırdığı da bilinmektedir. Bu mescitler bölgesinde Malik bin Dinar’ın neslinden gelen Malik bin Muhammed’in kabri bulunmaktadır. Malik bin Dinar’ın kabri ise Mangalore yakınlarındaki Kasaragod bölgesinde olduğu söylenir.

Tekrar Cheraman’a dönecek olursak, İslam’a giren Cheraman efendi Tacettin ismini alır ve Mekke’ye gider. Orada efendimiz (sav) ile görüşür. Son veda haccına katılır. Geri dönüşünde Umman’ın Salala bölgesinde bir fırtınada boğularak vefat eder. Şimdi “Hint Kral’ının Kabri” adında kabrinin burada bulunduğu biliniyor.

Bir diğer rivayet:

İslam’ın Hindistan’a ilk girmesi ile ilgili olarak anlatılan bir diğer hikâye, ilkine kıyasla zayıf olmakla beraber şöyledir:

Efendimiz (sav) zamanında Hindular astronomi ile çok ciddi ilgileniyorlardı. Ay’ın ikiye ayrılması olayı zuhur edince çok şaşırdılar. Muradabad kralı Ouwesingh bu mesele üzerinde 3 yıl çalışmış ve bir peygamberin Mekke’de zuhur ettiğin kanaat getirmiştir. Hemen veziri Rattansi’ye o zamanda Mekke’de bulunmayan 3 şey Supari, Suri ve Camarband vererek Mekke’ye göndermiştir. Kral, Rattansi’ye efendimizin elindeki şeyleri göstermeden bilmesi halinde O’na biat etmesi ve anlattıklarını öğrenip buraya gelmesini ister. Mekkeye gelen Rattansi’yi efendimizin (sav) emri ile Hazreti Ali karşılar ve 3 gün misafir etmesini söyler. Efendimizle görüşmek istediğini söyleyen Rattansi’ye efendimiz o 3 şeyi getirmesini söyler. Bunun üzerine Rattansi biat eder. 5 yıl Medine’de kalır. 5 yıl sonra Hindistan’a geri gitmek ister. Efendimizden bir sahabesini de kendisi ile birlikte Hindistan’a gönderip burada İslam’ı yaymalarını ister. Efendimiz onun yanına Ebu Zer El Gaffari’yi verir. Böylelikle İslam Hindistan’a girmiş olur.

Her ne kadar tarih kitapları referans alınsa da bu kadar büyük bir coğrafyada bütün tarihe yazılı olarak ulaşmak mümkün değildir. Sind’e 900’lü yıllar başında gelen Muhammed Bin Kasım’dan önce Arap tüccarların Güney Hindistan’a gelmeleri çok normaldir. Çünkü deniz ticaretinde zaten çok iyi olan, Endonezya, Seylan (Sri Lanka) ve Malezya’ya ticaret yapan Arapların 600-900 arasında Hindistan’a uğramamaları düşünülemez.

 

Afrika

Afrikaya İslam bilindiği üzere Medine’den önce Habeşista’na yapılan hicret ile ulaşmıştır. Peygamber efendimiz(sav) ashab-ı kiramdan bir kısım Müslümanları Habeşistan’a göndermiş ve İslam kara Afrika’ya böylece girmiştir. Oradan da zamanla bütün Afrika’ya yayılmıştır. Hz. Ömer (ra) devrinde ise Mısır’a girmiş ve daha sonra kuzey Afrika’ya oradan da İspanya’ya kadar yayıldı.

 

Anadolu

Anadolu’ya İslam Hz. Ömer(ra) devrinde Antakya civarına gelmiş ve daha sonraki Emevi ve Abbasi dönemlerinde Urfa, Malatya, Erzurum civarına gelmiştir. İstanbul’a kadar fetih hareketleri olduysa da Anadolunun İslamlaşması Selçuklu ve daha sonra da Osmanlı döneminde tam olarak gerçekleşmiştir. Alparslan’dan önce ve devamında anadoluya yerleşen Anadolu erenleri denilen hak adamları bölge halkının islama karşı gönüllerinin ısınmasına vesile olmuştur. Ardından gelen Selçuklu İslam orduları endilerini kolayca kabul eden biryöre halkı bulmuşlardır. Böylece sadece kılıç zoruyla çok uzun zaman sürecek fetih daha kısa zamanda oturmuştur.

Bu gün dünyanın dört bir tarafına yayılmış İslam mirası zannedildiği üzere kudretli hükümdar ve komutanlar sayesinde değil, gönüllü çalışmış gönülleri fethetmiş gönül insanları sayesinde olmuştur. Elbette ordular bir çok memleketi fethetmiş fakat İslamın kalplere yerleşmesi Anadolu erenleri örneğinde olduğu gibi Allah(cc) adamlarının sayesinde olmuştur. O Allah adamlarının yetiştirdiği hak erenleri halkın islamı gönülden benimsemesine ve İslami umdelerin hayatlarına tatbikinde büyük rol oynamışlardır. Böyle insanların yetişmediği veya ulaşamadığı memleketlerin halkları bu gün dahi İslami yaşantılarında yüzeysel olarak folklorik olarak almışlardır. Bu gün dahi islamın yaşanmasında en önemli unsur islamı tam olarak yaşayan gönül adamlarıdır. Günümüzde yaşadığımız yozlaşmanın en önemli sebebi de böyle insanların azlığıdır.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:03

DİL ve AFETLERİ GIYBET ETMEK - 2

 Gıybet Etmek 2

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 2 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 2

 

Gıybet konusuna öncelikle onun kötülüğünü anlatan ayet ve hadisleri zikrederek başlamıştık. Dergimizin bu sayısında da gıybetin manası ve tarifini istifadenize sunacağız inşaAllah. Konuyu daha iyiyi anlayabilme adına bir önceki sayımızı okumamız faydalı olacaktır.

Gıybet, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı bir şeyi kardeşinin arkasından söylemendir. Bu kusur, onun bedeni, soyu, ahlâkı, fiili, sözü, dini, dünyası, elbisesi, evi ya da bineğiyle alâkalı olabilir. Bunların hepsi aynıdır. Şimdi gıybet olacak kusurlara birkaç örnek verelim.

 

Bedeniyle Alâkalı Gıybet; Kardeşini, gözü zayıftır, şaşıdır, keldir, kısadır, uzundur, esmerdir, sarıdır gibi, onun hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.

 

Soyu ile Alâkalı Gıybet; Kardeşini, babası çiftçidir, Hintlidir, fâsıktır, cimridir, ayakkabıcıdır, çöpçüdür gibi, onun hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.

 

Ahlâkıyla Alakalı Gıybet; Kardeşini, ahlâkı kötüdür, cimridir, kibirlidir, kavgacıdır, sinirlidir, korkaktır, âcizdir, zayıf kalplidir, her şeye atılır gibi, onun hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.

 

Diniyle Alâkalı Gıybet; Kardeşini, hırsızdır, yalancıdır, içki içer, haindir, zalimdir; namaza, zekâta karşı tembeldir, rükû ve secdesini güzel yapmaz; necasetlerden kaçınmaz; anne babasına iyi davranmaz, zekâtı yerine vermez, güzel taksimat yapmaz, kötü konuşarak, gıybet ederek, insanlara diliyle sataşarak orucunu korumaz gibi, onun hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.

 

Dünyasıyla Alâkalı Gıybet; Kardeşini, edebi azdır, insanları düşük görür; hiç kimsenin kendi üzerinde hakkı olduğunu düşünmez, kendisini insanlardan alacaklı görür; çok konuşur, çok yer, uyku vaktinin dışında çok uyur, oturacağı yeri bilmez gibi, onun hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.

 

Elbisesiyle Alâkalı Gıybet; Kardeşini, yenleri pek geniştir, eteği uzundur, elbisesi kirlidir gibi, onun hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.

 

Yanlış Bir İddia:

Bazıları şöyle bir iddia ile hataya düşer: Dini yönden hali bozuk olan kimsenin kusurlarını söylemek gıybet olmaz; çünkü böyle yapmak, Allah’ın kötü saydığı şeyi yermektir. Bir kimseyi işlediği günahlarını söyleyerek kötülemek caizdir. Delili şu olaydır:

Rivayete göre, çok namaz kılıp oruç tutan, ancak diliyle komşularını üzen bir kadın, Allah Resûlü’ne haber verildiğinde Resûlullah (sav) onun için,

“O ateştedir” buyurmuştur. Yine başka bir kadın için “cimridir” dendiğinde, Resûl-i Ekrem (sav), “Öyleyse onun hayrı yoktur” buyurdu.

 

İddianın Cevabı: Böyle bir anlayış ve iddia yanlıştır. Çünkü sahabeler, bu konuları hükmü öğrenmek için dile getiriyorlardı. Onların maksadı kişiyi küçük düşürmek değildi. Bir de bu olay, sadece Resûlullah Efendimiz’in (sav) meclisine hastır. Bu ümmetin âlimlerinin icma ile verdikleri şu hüküm söylediklerimizin delilidir: “Bir kişi, başkasının arkasından hoşlanmayacağı bir şeyle onu anarsa gıybet olur.”

Bu durum Allah Resûlü’nün gıybet tarifine girmektedir. Arkasından konuşulan söz her ne kadar doğru bile olsa gıybettir. Onu yapan Rabbine isyan etmiş, kardeşinin etini yemiş sayılır. Delili Resûl-i Ekrem’in (sav) şu hadisidir: Peygamber Efendimiz (sav) ashaba, “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu; ashap, “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) “Kardeşini, arkasından hoşlanmayacağı bir haliyle anmandır” buyurdu. O zaman ashab, “Şayet o dediğimiz şey kardeşimizde varsa durum nedir?” diye sordular. Resûlullah (sav), “Söylediklerin onda varsa gıybetini yapmış olursun; yoksa iftira etmiş olursun” buyurdu.

Muâz b. Cebel (ra) anlatır:

“Bir gün Allah Resûlü’nün (sav) huzurunda bir adamın arkasından, “Ne kadar aciz” dediler. Resûlullah (sav), “Kardeşinizin gıybetini yaptınız” buyurdu. Sahabeler, “Ey Allah’ın Resulü! Onda olan şeyi söyledik” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sav), “Eğer onda olmayan şeyi söyleseydiniz kendisine iftira etmiş olurdunuz” buyurdu.

Huzeyfe (ra) der ki: Hz. Âişe, bir kadından söz ederken, “Boyu kısadır” deyince, Resûlullah (sav), “Onun gıybetini yaptın” buyurdu.

Hasan-ı Basri (ra) şöyle der: “Başkasını arkadan çekiştirmek üçe ayrılır: Gıybet, bühtan (iftira), ifk (yalan). Üçü de Allah’ın kitabında yasaklanmıştır. Gıybet, onda olan şeyleri söylemendir. Bühtan, onda olmayan şeyi söylemendir. İfk, (doğrusunu eğrisini araştırmadan) onun hakkında her duyduğunu söylemendir.”

İbn Şirin bir adamdan bahsederken, “Şu siyah adam” dedi. Ardından hemen Allah’tan (cc) affını isteyerek, “Adamın gıybetini yapmış oldum” diyerek üzüldü. Yine İbn Şirin, İbrahim en-Nehai’den bahsederken elini gözlerine koyardı; “Gözü kör” demezdi.

Hz. Âişe (ra) şöyle demiştir: “Hiçbiriniz kimsenin gıybetini yapmasın. Ben bir keresinde Allah Resûlü’nün (sav) yanındayken bir kadın için, ‘Şu kadının etekleri ne kadar uzunmuş’ deyince Peygamber Efendimiz (sav): ‘Tükür, tükür’ buyurdu. Tükürdüm, ağzımdan et parçası çıktı.”

 

Gıybet Yalnız Dil ile Yapılmaz

Bil ki, dille gıybet etmek, kardeşinin ayıbını başkasına anlatmak ve hoşlanmadığı şeyle onu anmak olduğu için haram kılınmıştır. Üstü kapalı söylemek, fiil ile belirtmek de açıkça söylemek gibidir. Bu hususta, kardeşinin arkasından işaret, ima, göz işareti, yazı, hareket gibi şeyler de gıybet sınıfına girer. Böyle yapmak haramdır. Hz. Âişe annemizin (ra) şu sözü buna örnektir: “Bir gün kadının biri bize geldi. Kadın gittikten sonra başparmağımı göstererek kısa boylu oluşuna işaret ettim. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) “Onun gıybetini yaptın” buyurdu.

Bir kişinin yürüyüşünü ya da aksaklığını taklit etmek de gıybete girer. Hatta bu şekil anlatımlar, dille gıybetten daha tehlikelidir. Çünkü taklit, kusuru anlatmada ve gözler önüne sermede daha etkilidir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav), Hz. Âişe›nin (ra), birini taklit ettiğini görünce onu şöyle ikaz etmiştir: “Bana dünya dolusu mal verilse başkasını taklit etmekten hoşlanmam.” Birinin kusurlarını yazıyla anlatmak da haramdır. Zira anlatım dilinden biri de kalemdir. Bir yazarın belli bir şahsı zikrederek ayıplaması ve bunu kitapta belirtmesi gıybettir. Ancak bunu gerektiren bir sebep varsa mazur görülür. Bunun açıklaması yakında gelecek. “Bir topluluk şöyle demiştir...” derse gıybet olmaz.

Gıybet, ölü ya da diri olsun belirli ve bilinen bir şahsı kötülemektir. “Bugün bizim yanımızdan geçenlerden bazıları” ya da, “Gördüklerimizden bazısı” dediğinde, seni dinleyen bundan belirli bir şahsı anlarsa bu da gıybettir. Çünkü sakıncalı olan, gıybeti yapılan şahsın tanıtılmasıdır. Yoksa anlatmakta kullanılan usul ve yöntem değildir. Şayet muhatap, bu konuşulanlardan kimin kastedildiğini bilmiyorsa gıybet sayılmaz.

Allah Resulü (sav) birinden hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman,

“Bazılarına ne oluyor ki, şöyle şöyle yapıyorlar” buyurarak kişiyi belli etmezdi.

“Seferden gelenlerden bazıları” ya da, “İlim iddiasında bulunanların bazısı” dediğinde, bu sözünle kimi kastettiğin anlaşılırsa gıybet olur.

 

Bilgili İnsanların Yaptığı Gıybet

Gıybetin en çirkini gösterişe düşkün bilginlerin yaptığı gıybettir. Onlar (birini çekiştirmeye yönelik) maksatlarını anlattıkları zaman, kendilerini gıybetten kaçınanlardan göstermek için, Salih insanların konuştukları gibi konuşurlar. Bu halleriyle onlar, hem gıybet ederek hem de gösteriş yaparak iki günahı bir arada işlerler ve ne derece cahil olduklarını bilmezler. Meselâ, bu kimseler, sultanın kapısına sıkça gidip gelen birinin bir mecliste konusu geçince şöyle derler: 

“Bize, sultanın huzuruna varıp maddî şeyler temin etmek için kul köle olma belâsını vermeyen Allah’a (cc) hamdolsun...”

Yine birinden bahsedilirken, “Hayânın azlığından Allah’a (cc) sığınırız, Allah (cc) bizi ondan korusun...” gibi kurnazca dua cümlelerini kullanarak, başkasının ayıbını ortaya dökerler. Bazen da gıybetini yapmak istediği kişiyi överek ayıbını ortaya çıkarırlar. Meselâ, “Falancanın durumu ne güzeldi, ne güzel ibadet ederdi, fakat hepimizin başına geldiği gibi, ona da bir gevşeklik geldi, az sabır gösterdi...” der. Bununla güya kendisini de olayın içine katar, ancak asıl maksadı karşıdakini kötülemektir. Bu kimse kendisini, nefsini alçaltan salihlere benzeterek övmeye çalışmıştır. Böylelikle gıybet, gösteriş ve nefsini temize çıkarmak gibi üç günahı bir arada işlemiş olur. O zavallı, bu cahilliğine rağmen kendisini gıybetten kaçan salihlerden zanneder.

Cahil olanlar ilimsiz ibadete dalınca, şeytan onlarla da böyle oynar, tuzağa düşürür, amellerini boşa çıkarır, kendilerine güler ve alay eder.

Gıybet edenlerden bazısı da, birinin ayıbını zikreder, ancak orada bulunanların bazısı bunu fark etmez. Ne dediğini anlasınlar ve farkına varsınlar diye, “Sübhânallah! Şunun durumu ne acayiptir” diyerek Allah’ın (cc) ismini zikreder. Böylece yüce Allah’ın (cc) ismini kötü maksadına alet eder. Allah’ı (cc) zikrederek aldanmışlığını ve cahilliğini ortaya çıkarır.

Gıybet edenlerden bazısı da, “Arkadaşımızın başına gelen basit ve kötü hal beni üzdü. Allah’tan (cc) onu kurtarmasını dileriz” diyerek açıktan ve üzüntülüymüş gibi (arkasından) dua etmesi de yalandır. Eğer gerçekten dua etmek isteseydi namazın sonunda gizlice dua ederdi. Onun başına gelen şeye gerçekten üzülmüş olsaydı onu açığa vurmaktan da üzüntü duymalıydı.

Gıybet edenlerden bazısı da, “Şu zavallı büyük bir belâya uğradı. Allah (cc) onu da bizi de bağışlasın” der. O kişi açıktan böyle dua ederek arkadaşının ayıbını ortaya çıkarır. Allah (cc) ise onun kalbindeki kötü niyetinden ve gizli maksadından haberdardır. O, cahilliğinden dolayı bilmez ki, kınadığı kişilerin maruz kaldıkları gazaptan, belâdan daha büyüğüne kendisi düşmektedir.

Gelecek sayımızda; gıybete kulak vermek gıybeti işiten ne yapmalı ve gıybete götüren sebepleri paylaşmaya çalışacağız inşaAllah. Rabbim bildiklerimizle amel edebilmeyi nasip eylesin.

 

Kaynakça:

Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazali, Semerkand Yayınları, 2011.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:02

ALLAHA HAMD EDENE DUA ETMELİ

 Allaha Hamd Edene

Allah'a Hamd Edene Dua Etmeli - Nurten ÖZEN

Sayı : 112 - Nisan 2017

Allah'a Hamd Edene Dua Etmeli

 

Bizi yoktan var eden Rabbimize sonsuz hamdü senalar, dostumuz

Efendimiz’e (sav) selatü selamlar, Allahın (c.c) Resulünün kıymetli Dostlarına sevgi, dua ve hürmetler olsun. 

 

Allah Teala Hz. Adem i yaratıpta kendisine ruh üfleyince, Hz. Adem

Aksırdı ve Allah tealanın telkiniyle’’ elhamdülillah’’ dedi. Allah Teala da ona Allah sana rahmet etsin,Ey Adem! Diye karşılık verdi. İşte bu Sebeple bir Müslüman aksırıp da Allaha hamd edince, onu duyanların kendisine cevap vermesi gerekir. 

Rasulullah S.A.V. şöyle buyurmuştur: 

 

‘’Şüphesiz ki Allah hapşırmayı sever esnemeyi ise çirkin görür. Sizden biriniz hapşırıp Allah’a hamdettiği zaman, bunu işiten her Müslüman üzerine o kişiye ‘yerhamukellah (Allah sana merhamet etsin)’ demesi bir hak olmuştur.

Esnemeye gelince bu, ancak şeytandandır. Birinize esneme hali geldiği zaman, gücü yettiği kadar onu geri çevirmeye çalışsın! Çünkü sizden birisi esnediği zaman, şeytan bundan dolayı sevinir!

Allah Teala’nın hapşırmayı sevmesi ve esnemeyi sevmemesi namaz haliyle kayıtlıdır. Çünkü esnemede şeytanın namazda engel çıkarması vardır. Şüphesiz namaza mani olan bir şeyi Allah c.c. sevmez. 

Ebu Hureyre (R.a) den rivayete göre: Hz. Peygamber (s.a.v) hapşırdığı zaman eliyle veya elbisesiyle yüzünü örter ve diğer eliyle de sesini kısardı 

Hapşırmanın Faydaları:

Hapşırma beynin hafiflemesine ve insan duyularının saflaşmasına sebeptir bu durum da kişiyi tâata sevkeder. Tâat ise Allahın sevdiği bir şeydir. Esneme ise, kişinin taata olan zindeliğine mani olur. Esneme nefsin gerilmesinden, ağırlığından ve duyuların bulanıklığından doğar. Bu ise gafleti, tembelliği ve anlayış bulanıklığını doğurur. İşte bundan dolayı Allah onu kerih görmekte, şeytan da buna sevinmekte ve gülmektedir. 

Hapşırma beynin hafiflemesine, fazlalığın boşalmasına, ruhun saflaşmasına ve beş duyunun takviyesine sebep olmaktadır. Vücuttaki mikropların, ciğerlerdeki kötü havanın dışarı atılmasına sebep olur. 

Beynin selameti, organların selameti demektir. Bu öyle güzel bir nimettir ki bu nimetin karşısında mü’mine, elbette Allah’a c.c hamd etmesi en uygun olandır. Hapşıran kişi sesli olarak ‘’elhamdülillah’’ demelidir.

 

Hapşırmanın Adabı:

Hapşırdığı zaman sesini yükseltmeyip kısması, elhamdülillah cümlesini yükseltmesi, 

Yanındakine eziyet verecek şeyin görülmemesi için yüzünü, ağzını veya burnunu kapatması, boynunu, yanındakilerin ondan zarar görmemesi için sağa sola çevirmemesi. (Mübarekfuri, tuhfetü’l-ahvezi bi şerhi camiit- tirmizi Vlll/19) 

Rasulullah S.a.v şöyle buyurmuştur: Hapşıran kimseyi üç kere teşmit et (: yerhamukellah de!) eğer üçü geçerse dilersen onu teşmit et, dilersen etme. Bir adam Rasulullah S.a.v in yanında hapşırdı Peygamberimiz onu teşmit etti adam iki kere hapşırdı Rasulullah S.a.v ''Yerhamukellah!'' Dedi. Sonra aynı adam üçüncü defa hapşırdı, Rasulullah S.a.v. ‘’Sen nezleye yakalanmışsın!’’ buyurdu (Tirmizi, Edep, 5.)

İnsana gerçek değerini veren İslamdır. İnsan kamil bir yaratıktır, kendisine hizmet edilen bir varlıktır; bitkinin, hayvanın güneşin, ayın, suyun, havanın hizmet ettiği bir varlık. Böyle bir varlığın her hareketi edepli olmalı ve insan tabiatına aykırı olmamalıdır. 

İnsanın kamil olup olmadığı, kendisinden daha mükemmel olan ile kıyas edilince ortaya çıkar. Mükemmel insan ise, Allah’ın C.c. kamil ve mükemmel kıldığı insandır ki oda Peygamber Aleyhisselamdır. Ne mutlu Hazreti peygambere benzemeye çalışanlara! 

Rabbimiz bizi Habib-i Edibinden onun nurlu yolundan, dostlarının civarından ayırmasın.

Âmin! 

 

Yazar: Nurten ÖZEN

 

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:01

HATEMÜ’L-ENBİYA EFENDİMİZ (sav)

Hatemül Enbiya

Hatemü'l-Enbiya Efendimiz - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Hatemü'l-Enbiya Efendimiz

 

Cenabı Allah’ın (cc) rahmeti bereketi selameti hepimizin üzerine olsun. Kulu, Resulü Habib’i başlarımızın tacı gönüllerimizin ilacı Hz Muhammed efendimiz’e (sav) sonsuz salat selam olsun. Geçen ayki yazımızdan hatırlayacak ve devam edecek olursak peygamber efendimizin mübarek hayatlarından yazmaya çalışmıştık. Kur’anı Kerim’de dört yerde “Muhammed” Bir yerde de “Ahmed” olarak geçmektedir. Kur’an’ın tümü o’na hitap eder. “Ülül azm” peygamberlerindendir. Muhammed suresi onun mübarek ismini almıştır. “Kur’an-ı Kerim” Muhammed (sav) efendimize inmiştir.

 

“Şanın semalarda Mahmud , arzda Ahmed’dir,

Çünkü varlığın alemlere sonsuz rahmettir. 

Sana ümmet olmak ne büyük bir devlettir,

Sen şefiel müznibinsin dahilek ya Rasulallah.”

                                                    Hâce Hazretleri (ks)

 

Hace hazretleri bir sohbetlerinde: Dünyada yoğun bir atmosfer var biz bu yoğunluğun içinde karşı karşıyayız, bu yoğunluğumuzun içinde varlık gayemiz var, niçin dünyadayız? Bunu ciddi olarak düşünme durumundayız. Cenneti düşünemiyoruz yapacağımız amelleri yapamıyoruz. Cehennemi tefekkür edemiyoruz. Oturuyoruz gündem kalkıyoruz gündem halbuki Cenabı Hak bizi kendisini gündemde tutmamızı istiyor. ”Ey müminler gündünüzünüz de gecenizde bizi konuşun.” buyuruyor. Cenabı Hakkı öyle zikredin ki sabah akşam. Allahın gündemini müzakere edin sizden istediklerini hatırlayın hatırlatın, Allah olsun gündemimiz. “Külli nefsin zaikatül mevt.” Siz bir gün öleceksiniz” buyuruyor, Cenabı Hak. Öyleyse ölüme nasıl hazırlanılır gündemde bunu tutun. Ahirette size kim yardım edebilecekse onu konuşun ahirette size kim şefaat verecek? ( hz) Muhammed (sav), öyleyse fayda onda onu konuşmalıyız.”

Peygamberimizi (sav) gündemde tutmak onu konuşmak demek, onun buyruklarını yerine getirmek ve ona çokça salavat getirmek diyebiliriz. Salatu selam peygamberimize duyulan muhabbetin bağlılığın samimiyetin ve sadakatın ifadesidir. Ayeti kerimede Cenabı Hak (cc); “Gerçekten Allah’ü Teala ve melekleri peygambere salat ederler şeref ve şanını yükseltirler ey müminler sizde salat selam edin ve canı gönülden teslim olun” (Ahzap 56) buyurmuştur.

Peygamberimiz bir kaç hadisi şeriflerinde selatu selam getirmenin faydaları ile ilgili şunları buyurmuştur: “Kim bana salatu selam getirdikçe bir melekte devamlı ona istiğfar getirir rahmet eder” (İmam Ahmet)

“Ubey bin Kab (ra) rivayet eder: Bir gün peygamber aleyhisselatu vessellem efendimize: “ Ya Resül Allah size çok selatu selam getirmek istiyorum duamın ne kadarını buna ayırsam” diye sordum “Dilediğin kadar artırırsan senin için hayırlı olur.” Buyurdular. “Öyleyse duamın yarısını salavatu şerife ye ayırsam.” diye sordum; “Dilediğin kadar artırırsan senin için daha hayırlı olur.” Buyurdular. “Öyleyse duaya ayırdığım zamanın hepsini size salavat getirsem nasıl olur.” “O takdirde isteklerin için salatu selam sana kafi gelir ve günahların bağışlar.” buyurdular.” (Tirmizi kıyamet, 23-2457)

 

“Yanında ismim zikredildiği halde selavat getirmeyen cimrilerin en cimrisidir” (Tirmizi)

Peygamberimizin bir çok ismi şerifleri vardır. Allah (cc) kendi güzel isim ve vasıflarıyla ihsan ederek sevgili peygamberimizin (sav) şerefini kadri kıymetini artırmıştır. Yine Cenabı Hak (cc) kendi isminin yanında efendimizin ismini zikrederek lütfun dan donatmıştır. ”Lailahe illallah Muhammedun Resulullah.” gibi. Mübarek isimlerinden bazıları ise şunlardır.

Hz. Ahmed (sav). Çok hamt ve şükredici.

Hz. Muhammed (sav). Övülmeye layık.

Hz. Abid (sav). Kulluk eden.

Hz. Adil (sav).Adaletli doğruluktan haktan ayrılmayan.

Hz. Seyfullah (sav). Allahın kılıcı.

Hz Yasin ve (hz) Taha (sav).Kuranda geçer.

Hz. Metin (sav).Sağlam ve sözü doğru güvenilir.

Hz. Neciyullah (sav). Allahın sırdaşı.

Hz. Şakir (sav). Allahı çok anan.

Hz. Nur (sav) İşık veren aydınlatan nurlatan.

Hz. Mirac (sav) Göğe çıkan. (Buhari Sahih 1828) (Tirmizi 135) (Delalailü’l Hayrat)

 

Peygamberimiz Hz Muhammed (sav) ve Kısaca Hayatı:

Sevgili peygamberimiz (sav) sekiz yaşındalar dedesi tarafından kendisinse koruyucu olarak tayin edilen amcası Ebu Talibin himayesindedir. Ebu Talip son derece merhametli bir insan fakat oldukça fakirdir sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka herhangi bir mal mülke sahip değildi. Ebu Talibin oldukça kalabalık olan bir ailesi bulunuyordu, kureyşliler tarafından sevilir sayılır ve hürmet görür idi. Ebu Talip evinde onsuz sofraya oturmazdı sofra hazırlandığında peygamber efendimizi görmeyince “Muhammed’im nerede? Çağırın gelsin” derdi. Çünkü onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yinede artardı bulunmadığı sofralar da ise çok kere sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi Ebu Talibin hanımı Fatım’a hatununda peygamber efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor bakımını son derece titizlikle dikkat ediyordu hatta onu yedirip doyurmadan kendi çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Sevgili peygamberimiz Fatıma hatuna sevgi ve saygısında ömrünün sonuna kadar kendisine yapılan iyiliği unutmuyordu yengesi vefat ettiğinde “Bugün annem öldü.”diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Ebu Talib bu nur yüzlü yeğeni için “Bu yeğenim ileride büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır” diye iltifat etmiştir. Bu sebeple peygamberimiz üzerinde himayesini son derece dikkatli ve şuurlu bir şekilde sürdürüyor adeta bir dediğini iki etmiyordu. Artık peygamberimiz de ruh ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuş kalp ve ruhundaki fazileti güzelliği emin ve güvenilirliği güzel ahlakı ile de tanınmış ve sevilmişti.

 

Mübarek Şemalleri ;

Mübarek vücudunun her azası birbirine uygun, ortadan uzun boylu ipeksi siyah dalgalı saçlı, alnı ve göğsü ayrıca iki avuçlarının arası açık. Hilal kaşlı, gözleri kudretten sürmeli. Uzun ve siyah kirpikleri olup iki kaşının arası açıktı. Mübarek yüzlerinden adeta nur parladığı söylenilir. O yüce peygamber parlak gül renginde ne çok beyaz ne çok kırmızı gül kırmızısına benzer nurani ve berrak olup, mübarek dişleri inci gibi parlar konuşurken ve gülümserken ön dişlerinden ışıl ışıl nur çıkar huzur verir, duyu organları fevkalade sağlam ve kuvvetli pek uzaktan işitir kimsenin göremeyeceği mesafeden görür, (hülasa) en mükemmel ve müstesna suretle yaratılmıştı.

İki küreği arasında nübüvvet mührü bulunmakta idi. Birisiyle konuşurken mübarek bedenleri ile döner o şekilde konuşurdu. Onu ansızın bir kimse görse bir sevgi kaplar onunla sohbet edeni can’u gönülden aşık olur tutulurdu. Ayrıca cömert, eli açık herkese iyilik eder ikramda bulunur şefkat ve merhametli affetmeyi bağışlamayı seven sözünde duran her zaman doğruyu söyleyen ahlakının güzelliği zekasının keskinliğiyle her türlü övgüye layıktı. (Ahmed b. Hanbel, 350-401) 

 

“Hılful- Fudul” Hadisesi:

Efendimiz (sav) yirmi yaşlarındalar, son ficar harbinde çok kimse hayatını kaybetmiş oluk oluk kan akmıştı her gün basit sebepler yüzünden büyük hadiseler çıkarıyor adam öldüre biliyorlardı. Şefkat ve merhamet timsali bu şerefli peygamberimiz (sav) elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumlara koşacak bu hususta gayret gösterecekti. Çünkü o güzel ahlakı tamamlamak için, gönderilmişti. Bardağı taşıran son damla yemenin “Zebid” Kabilesinden birinin bir deve yükü malını gabs edilmesi hadisesi olur. Zebidli’nin yardım isteme maksadıyla çaldığı her kapı yüzüne kapatılır. Sonunda Ebu Kubeys dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti Kureşlilere yüksek sesle bildirmeyi dener içi yana bu kişi şehir halkını yardıma çağırır. Bu konuda başı çeken Mekke’nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye gayret eden ilk şahız peygamberimizin amcası Zübeyr olur. Mekkenin zengin itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdullah b. Cüda’nın evinde toplanırlar. Burada katılanlar (Peygamberimiz (sav), Zübeyr,Haşim, Muttalib, Zühre, Haris vs..gibi) Haksızlığa uğrayanların yanlarında olacaklarına dair yemin ederek “Hılfu’l- Fudul” Cemiyeti kurulur.

 

Hatice annemiz ile evliliği:

Peygamber efendimiz (sav) yirmi beş yaşlarında idiler, Mekke halkının meşguliyetleri başında ticaret geliyordu. Ebu Talib bir müddet ticaret ile uğraşır ancak kıtlık ve kuraklık sebebiyle malı ve kuvveti kalmamıştı. Kureyş yine Şam’a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervanda çok zengin olan (hz) Hatice’nin malları da vardı. Mallarının başında emin güvenilir birisini arıyordu. Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran amcası yeğenine, ticarete katılma imkanının olmadığını Hatice’nin malı serveti olup, onun güvenilir birine ihtiyacı olduğunu, Hatice’nin mallarının başında bulunarak bu servetten istifade etmesini söyler.

Hatice annemizi ise peygamberimizi (sav) Şam’a göndermesi onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu. Dul olan (hz) Hatice o sırada Kureyş kadınları arasında soy sop şeref ve zenginlik bakımından en üstün mevki ye sahip bulunuyordu, aynı zamanda Cenabı Hak (cc) pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti. O ana kadar kabilesinden pek çok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de o bunların hiç birini kabul etmemişti. Ne var ki kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı. Evlenme fikri bizzat (hz) Hatice’den gelir, iffeti ve namusunu koruması sebebiyle cahiliye devrinde bile tertemiz kadın manasına gelen “Tahire” lakabıyla anılan (hz) Hatice den teklifi getiren Hatice’nin yakın arkadaşı peygamberimiz ile aralarında konuşma sonucu evlenme teklifine evet cevabı getirir. Bu duruma Hatice annemiz sonsuz memnun olurlar.

Düğün hazırlıkları başlamış tesbit edilen tarihe peygamberimizin amcaları halaları Haşim oğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte Hatice’nin evine gelirler. Güzel bir düğün için Hatice tarafından koyunlar kesilip yemekler hazırlanır. Herkes toplandığında Ebu talib ayağı kalkarak yeğenine iltifatlar eder ve mihir olarak yirmi erkek deve vermeyi açıklar… Ebu talib konuşmasını bitirince Hatice’nin amcasının oğlu Varaka bin Nefel ayağı kalkarak oda konuşma yapar: “ Ey Kureyş topluluğu şahit olunki ben Huveylid’in kızı Hatice’yi şu kadar mihir ile Muhammed bin Abdullah ile evlendirdim..”

Bundan sonra peygamber efendimiz (sav), muhterem zevcesini alarak Ebu Talibin evine gelir burada iki deve kesilerek halka yemek ziyafeti verilir. Ebu talibin evinde ancak birkaç gün kalırlar sonra tekrar Hatice’nin evine dönerler.

Kainatın efendisi peygamberimiz (sav), Hatice annemiz için kendisine “Haticetül Kübra” dediği bu asil kadın hayatta olduğu müddetçe başka bir kadınla evlenmez. Daha sonra (hz) Hatice-i Kübra’dan peygamberimizin sırayla “ Zeynep, Rukiye, Ümmü gülsüm, Fatıma, Kasım, Abdullah, Tahir.” İsimlerinde çocukları olur. 

(Devam edeceğiz inşaallah)

 

Kaynakça:

Peygamber Külliyatı

Salih Suruç, Kainatın efendisi

Büyük İslam ilmihalı,Ömer Nasuhi Bilmen

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort