JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Her Ne Yaparsak Yapalım

Her Ne Yaparsak Yapalım Neticede Rızaya Matuf Adımlar Atmalıyız - Abdülkadir VİSÂLÎ

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Her Ne Yaparsak Yapalım Neticde Rızaya Matuf Adımlar Atmalıyız

 

Son zamanlarda memleketimizde milli birlik ve mutabakat zemininin ama öyle ama böyle oluştuğuna şahit oluyoruz. Memleketimiz üzerinde oynanmaya çalışılan büyük oyunlara milletimizin her kademesinden insanımız, kendi çapında belli zorluklara göğüs gererek, en güzel cevabı verdi ve hamdolsun, içeriden ve dışarıdan her türlü muarız, gereken karşılığı gördü. Gelen şehit haberlerine, ekonomik dalgalanmalara, anayasa değişikliği görüşmeleri sırasında yaşanan gerginliklere, doğusuyla batısıyla batıla hizmet eden bütün devletlerin, kendilerinden kirli oyunlarına rağmen halkımız teenni ile hareket etmiş, kışkırtma/tahrik girişimlerini elinin tersiyle iterek sağduyusundan ödün vermemiştir. 

Tabi istisnai durumlar da var. Dini duyguları zayıf, Rabbine karşı duruşu bozuk olunca insan; vatan, millet, devlet, namus, insan hakları gibi kavramların hepsini umursamaz olduğundan kendi menfaatleri için her şeyi satabilecek, ihanet ve dalalet içerisinde bulunabilecek bir potansiyele de sahip oluveriyor. Kısacası bunlar ne Halık tanıyor ne mahluk tanıyor. 

Hâlbuki müminler olarak biz öyle değiliz. Yaratılanla olan bütün münasebetimiz, Yaratan’ı tanıyışımızdaki, O’nunla olan ülfet ve ünsiyetimizdeki tekâmül yahut tenakus nispetindedir. Dolayısıyla hayatımızda bizim anlayışımıza göre müspet ya da menfi olan her şeyi biz bir şekilde Rabbimizle irtibatlandırmak durumundayız. “Rabbimizin her şeyi hakkıyla bildiğine” (Hucurat 16) bizim kavi imanımız vardır. Zaten diğer bir ayeti kerimede de “(Ey insanoğlu!) Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir.” (Nisa 79) buyrulmuş. Dolayısıyla Halıkımızı -hâşâ- göz ardı ederek baktığımız her meseleyi kendi dar görüşümüzle ele almış oluruz ki bunun sonucunun hüsran olduğu apaçık ortadadır.

Cenabı Hak bizi bu dünyaya gönderirken burada istediğimiz gibi at koşturma imkanını bize vermemiştir. Tam tersine “De ki ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır yalnız Senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye gücü yetensin.” (Âl-i İmran 26) buyruğuyla güç ve kuvvetin yed-i kudretinde olduğunu bize haber vermiştir. 

Nasıl ki Cenabı Hakk’ın Zâtı ebedîdir, nihayeti yoktur, sıfatlarının da bir sonu yoktur. El-Hâdî, el-Rahmân, el-Ğaffâr, el-Muhyî, el-Zâhir, el-Nâfi ismi şeriflerinin tecellisi devam ettiği gibi, el-Mudil, el-Muntakim, el-Kahhâr, el-Mumît, el-Bâtın, el-Dârr ismi şeriflerinin tecellisi de devam etmektedir. Dolayısıyla bunların muhatap olduğumuz, tabiri caizse elle tutulur, gözle görülür bir tarafı da var hiç şüphesiz. Ve mükevvenat bu tecelliler arasındaki denge ile ayakta durur. 

Hâce Hazretleri (ksa); “Dünyada batıl ne kadar kuvvetlenirse kuvvetlensin hiçbir zaman hakkı boğamaz, tam manasıyla onu silemez. Aynı şekilde hak ne kadar güçlenirse güçlensin, neşvünema bulursa bulsun batıla her yönüyle galip olamaz. Onu yeryüzünden söküp atamaz. Çünkü hak da batıl da Rahman’ın tecellilerinin görünen yüzleridir.” buyurmuştu.

Meseleyi tarihsel seyriyle birlikte ele aldığımızda da şunu görürüz ki Cenabı Hak adaleti gereği bazen hakkın, bazen batılın galib olmasına imkan vermiş, böylelikle müminleri terbiye etmeyi murad etmiştir. Niçin müminleri diyoruz? Çünkü Rabbimizin işleri biz müminlerle elhamdülillah. Bu dünyanın var oluş amacının da müminleri Cemal-i bâ-kemâle layık hale getirmek olduğuna inanıyoruz. 

Kimi zaman hak, kimi zaman batıl galip olur, dedik. Bizler biliyoruz ki ilk hased, ilk kıskançlık ilk insanlarla başlamıştır. Bir an düşünelim. Evet, şimdi dünya kalabalık, ihtiyaçlar fazla, kaynaklar tükenmek üzere ama o zaman kimse yok. Dolayısıyla zahirde paylaşılamayacak hiçbir şey yok. Ama nefis zalim. Kendisine takdir edilene razı olmaması, kardeşinin hissesine hased etmesi, Kabil’e, o günahı işleyenlerin her birinden üzerine bir payın yazılacağı, katli irtikap ettirdi. Görüyoruz ki saadet asrı sayılabilecek bir ortamdan, hem peygamberimiz hem atamız olan Hazreti Adem ile birlikte bir avuç insanın yaşadığı bir hayatın içinden çıkan kimselerle adeta o huzura darbe vurulmuş, saadet ortamı bozulmuştu.

Bundan sonra da bazen iyiden kötüye, bazen kötüden iyiye hak-batıl mücadelesi hep süregeldi. Efendimiz’in (sav) döneminde her türlü fuhşiyat, münkerat yaygın idi. Belki dünyadaki kötülüklerin o zamana kadar hiç görülmemiş şekli o devirde bulunmakta idi. O insanlar, büyür de utanacağımız birşey işler suizannıyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekte, soyca üstün saydıklarından gayrisini insan yerine koymamakta, zenginlerinin ve soylularının yaptığı her türlü ahlaksızlığa, hileye göz yumarlarken; fakir olan ve alt tabakadan saydıklarının yaptığı ufacık yanlışlara bile akıl almaz işkenceleri layık görüyorlardı. 

İşte batılın hak/hakikat karşısında ezici üstünlüğünün olduğu bu devrede insanlık ufkunu öyle bir karanlık/zulmet kaplamıştı ki sanki hiç güneş doğmaz zannediliyordu. Fakat Cenabı Hak, Kainatın Efendisi’ni risaletini izhar ile görevlendirerek cahiliye devrinden başlayıp kıyamet sabahına kadar ziyasından istifade edilecek bir güneşin doğmasını takdir buyurmuştu. Onun için büyüklerimiz; “Güneşin doğmasına en yakın an gecenin zifiri karanlık olduğu andır.” buyurmuşlar.

Efendimiz’den sonra saadet dolu bugünler bir müddet daha devam etmiş, Hazreti Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan huzursuzluklar, Hazreti Ali’nin şehadetiyle daha da şiddetlenmiş; Hazreti Hasan’ın fedakâr siyasetine rağmen durulmamış, ne yazık ki Hazreti Hüseyin efendimizin şehadetiyle adeta zulüm göklere çıkmıştır. Emevilerin, Hüseyin efendimizin nesliyle; Abbasilerin, Hasan efendimizin nesliyle uğraşmaları, Peygamber evlatlarının maruz kaldıkları eziyetleri ise anlatmaya şu küçük sahifeler yetmez... 

Selçuklu Devleti ve beylikler döneminde kendini biraz daha toparlama imkanı bulan hak/hakikat, yavaş yavaş batıla karşı üstün konuma gelmeye başlamış idi. Şeyh Edebali’nin himmeti, Osman Bey’in gayreti ile hakkın üstünlüğü iyice belirginleşmiş, bundan inanan inanmayan hatta canlı cansız bütün dünyanın istifade edeceği bir zemin oluşmuş idi. Tabi bu da ila nihaye sürmedi, süremezdi de zaten. Dedik ya “Bazen öyle, bazen böyle” Çünkü bu Rabbimizin terbiye usullerinden. Nimetin elimizden alınması bazen bizim kârımızadır. Gayretimiz artar. Aksi halde rehavet her yerimizi kuşatıyor da nimetin/hayrın içinde şerri yaşıyoruz çoğu zaman. Öyle ya “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır.” (Bakara 216) buyrulmuş. 

1800’lü yıllardan sonra işler tersine döndü. Zaman zaman sekteye uğrasa da bu iyi gidiş Meşrutiyet ilanları, İttihat Terakki, Jön-Türk, batılılaşma falan derken 23’de rejim değişikliğine kadar meseleyi getirdi. Ondan sonrası malum; saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgası, şapka inkılabı, tekke ve zaviyelerin kapatılması, harf inkılabı vs… 

Gelelim günümüze… Bu sünnetullah/adetullah elhak günümüz için de böyledir. Hiçbir karanlık yüz sene sürmez, buyurmuş büyükler. 60’lara kadar iyice tırmanan karanlık devir, 60’tan sonra yerini biiznillah aydınlık geleceğe bırakmaya başladı. Şimdi bizler yaklaşık olarak elli yılını geride bıraktığımız ve her geçen gün hak ve hakikatin batıla galip geleceği bir zamana yaklaşıyoruz. Bu işin birçok cephesi de var şüphesiz. İşin siyaset ayağını cumhurbaşkanımız, bu davayı kavramış, gönülden katkı sağlamaya çalışan bir avuç insan ve onlara oy verip işlerini kolaylaştıran halk yüklenmiş götürüyorlar. Bu işin zâhir kısmı. Perde arkasında da duaları ile onları destekleyen, manen elini taşın altına koyup hadislerin Hakk’ın rızasına göre olmasına çabalayan büyüklerimiz, evliyaullah hazeratı var. Bu da işin bâtın/gizli, görünmeyen kısmıdır. Ufak tefek aksaklıklar olsa da şimdilik işler yolunda çok şükür. Fakat müslümanlar için bütün mesele, bu güzel gidişe, Rabbimizin rızasını celp edecek bir hüviyet kazandırma çabasından ibaret olmalıdır. Aksi takdirde, ne kadar iyi işler yaparsak yapalım, sadece dünya için çalışmış oluruz ki bu bizim için fani olanı baki olana tercih etmek demek olur. Böyle bir durumdan da Allahımıza sığınırız.

Ama maalesef çoğunlukla işin madde planında olanlar da mana cephesinde olduğunu iddia edenler de boş lakırtıdan öteye gidememektedirler. 

Bugün iktidar partisinin gençlik teşkilatları, kadın kolları, siyasal yapılanması ile muhalefet partilerinin gençlik teşkilatları, kadın kolları ve siyasal faaliyetleri arasında ne gibi bir fark görebilmekteyiz? Aksine, tabelaları değiştirsek bocalayacağımızı söylemek hakikaten işten bile değil. 

Hakeza, cemaat adamı, mana insanı olmak arzusunda bulunanlar da varı yoğu dünya olanlardan hangi noktada ayrılmaktalar? Yoksa tam tersi, neredeyse onlardan daha fazla dünyaya meyletmiş, ahiretin ebedi nimetlerini göz ardı etmiş bir vaziyetteler mi? Öyle ya, sanki artık kendilerine hiçbir zararın erişemeyeceğinden o kadar eminler ki bütün yapıp ettikleri ortada. Hiç tedbir alma, sakınma gereği duymuyorlar sanki. Bunun da tefrit olduğu kanaatini taşıyoruz. Maalesef orta yolu bir türlü bulamadık. Ya her şeyden kendimizi tamamen geri çekip ifrada düşüyoruz, tamamen dışa kapanıp Allah’tan ümidimiz kalmamışçasına kabuğumuza çekiliyoruz; ya da elimize berat almış gibi her şeyimizle ortada duruyoruz. Üstelik vazifeleri ağırlıkla mana cephesinde olan bu oluşumlar, işi sosyal derneklere, ekonomik kulüplere, kültürel faaliyetlere bozmuş bir de bununla övünür olmuşuz. Ne diyelim, Allah sonumuzu hayretsin. 

Öyle inanıyoruz ki bize düşen, gelinen noktada yakaladığımız bu ivmenin hem millet olarak hem de ümmet olarak daha iyi noktalara taşınması için çabalamaktır. Rabbimizin ezelde yaptığı taksimle kısmetimize düşen bu dirilişi, toparlanışı bozmama gayreti ile adımlar atmaktır. Kısacası biz hadiselerin seyrine baktığımızda İslam’ın, hakkın, hakikatin, izzetimizin yükseldiği/yükseleceği bir zaman diliminde bulunuyoruz. Biz bunu anlayıp bu hizmetin içinde bulunsak da bu dava payidar olacaktır, -Allah muhafaza- aleyhte olsak da. 

Rabbimize yalvaralım ki hem bu dirilişte bizi kullansın, hem de her yönüyle felaha erdiğimiz, İslam sancağı altında toparlandığımız o güzel günleri bize göstersin.

 

Yazar: Abdülkadir VİSÂLÎ

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:28

ÖZÜMÜZ CEVHERDİR BİZİM

Özümüz Cevherdir Bizim

Özümüz Cevherdir Bizim - Andelib

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Özümüz Cevherdir Bizim

 

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen 

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

(Hoşça bak kendine ki kainatın özüsün sen. 

Bütün yaratılmışların gözbebeği olan insansın sen.)

                                                  Şeyh Galib

 

“Göl yatağında, su bulunur.” demiş atalarımız. Yıllarca İslam medeniyetinin beldesi olan Anadolu, elbette İslam’ın izlerini taşıyacaktır. Bizi geçmişimize/köklerimize bağlayan işte kaybolmayan bu izlerdir. 

Milletimizin gönlünden Allah (cc) sevgisini, Peygamber sevgisini, evliyaullah sevgisini çıkaramadılar. Sevgimiz çocuklarımıza isim oldu. Erkeklerimiz Ahmed, Mehmed, Hasan, Hüseyin...; kızlarımız Hatice, Aişe, Fatıma, Zeyneb… oldu.

İslam’ı yaşamasa da kadınıyla erkeğiyle bu milletin gönlüne bakın. Allah sevgisi, Peygamber sevgisi görürsünüz. Eyüp Sultan’da başına örttüğü yarım şalıyla Allah’a gönülden yalvaran bayanlar, ellerini Yüce Mevla’ya sevgiyle açmaktadır. Yıllarca dinini öğretmeden yetiştirdiğimiz bu nesiller, yaptıkları yanlışlara rağmen Rabbinden ve Peygamberinden kopmamıştır. 

Birileri FETÖ’nün toplumda oluşturduğu tahribatı kullanarak milletimizi cemaat kisvesi altında dininden soğutmaya çalışmaktadır. Oysa yapılması gereken bu toplumu samimi inancıyla sahih bilgilere ulaştırmaktır. Onları özüne (dinine, kültürüne, örfüne…) yöneltmektir. Bunun için özellikle çocuk yaşta başlayan eğitim gözden geçirilmelidir. Bazı dini derslerin okul müfredatına konması gözümüzü boyamamalıdır. Sadece dışta gerçekleşen değişimler, gereken hassasiyatler gösterilmezse bizi istenilen hedefe götürmez. Biz sözde değil, özde bir değişiklik istiyoruz.

Televizyon ve internet tutsağı olan nesiller her geçen gün ahlakî olarak yozlaşmaktadır. Karşı cinse ilgiyi arttırmayı hedefleyen bu araçlar, nesillerimizin bozulmasına yol açmaktadır. Özellikle ergen dönemlerinde kız ve erkekleri aynı sıralarda okutma yanlışından vazgeçilmelidir. Yıllarca bir şey öğretemeden mezun ettiğimiz binlerce gencimiz var. İnsan boşluk kabul etmez. Hayırla, faydalı ve güzel şeylerle meşgul olmayınca, batıl ve boş şeyler bizi istila eder. Sadece akademik (bilgi) ağırlıklı eğitim, bu alana ilgi duymayan gençlerin kaybedilmesine neden olur. Batıdan ihraç ettiğimiz fıtrata aykırı bu eğitim modelleri, milletimizin dininden, örfünden ve kültüründen uzaklaşmasına neden oluyor. Kendimize ait eğitim sistemimiz olmalı ve kendi insanımızı yetiştirmeliyiz.

Birçok şeyi ihraç ettiğimiz Batı kültürüne bakalım. Her geçen gün biraz daha sapkınlığa doğru ilerlemektedir. ”Müslüman aynı delikten iki kere ısırılmaz.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Önümüzde yılana dönüşmüş Batının peşinden koşmak niye? Yıllarca uygarlık masallarıyla kandırılıp peşlerinden gittik. 

Artık özümüze dönme vakti gelmiştir. Leyla’yı seveceksek Mecnun gibi, Şirin’i Ferhat gibi sevelim. 

Yüce Mevla’yı Aşık Yunus gibi… Peygamber Efendimiz’i Nabi gibi… Şems misali olan Allah dostlarını da Mevlana gibi sevelim… 

Milletimizin özünde sevgi var, fedakârlık var, yiğitlik var… Bu milletin gönlünde iman var…

 

Sendedir mahzen-i esrâr-ı mehabbet sende 

Sendedir ma’den-i envâr-ı fütuvvet sende 

Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende 

Ma’rifet sende hüner sende hakikat sende 

                                    Şeyh Galib

 

(Sendedir sevgi sırlarının mahzeni sende

Sendedir yiğitlik nurlarının madeni sende

Gizli gizli daha nice haller vardır sende

Bilgi sende, ustalık sende, doğruluk sende.)

 

Madenler içinde altının, elmasın yeri başkadır. Bu millet tonlarca altın rezervi gibi bir kültüre, geleneğe ve öze sahip. Bize Batının tenekelerini yıllarca altın diye yutturdular. Oysa gerçek hazine imanımızdaydı, dinimizdeydi, kültürümüzdeydi… 

Allah (cc) yolunda oldukça bu hazinemiz kaybolmayacaktır. “Altın yere düşmekle pul olmaz.” demiş atalarımız. Bir dönem çamura da düşsek artık temizlenip içimizdeki/özümüzdeki altını ortaya çıkarmanın vaktidir. Biz altınımızı çıkaralım ki birilerinin elindeki sahte kağıtlar değerini kaybetsin. 

Yaşadığı kültürle dünyaya örnek olmuş atalarımızın mirasını biz taşıyoruz. O mirasa sahip çıkıp yeniden insanlığa örnek olmanın vaktidir. Millet olarak yıllarca İslam’ın hizmetinde olduk. Hilafet Osmanlı’ya geçince Yavuz Sultan Selim’e “kutsal beldelerin hükümdarı” anlamında “Hakimü’l-Haremeyn” denilmiş. O bunu kabul etmeyerek bizler olsak olsak “Hadimü’l-Haremeyn (kutsal beldelerin hizmetçisi)” oluruz buyurmuşlardır. Bu millet yıllarca Allah’ın (cc) yoluna canıyla, malıyla feda etmiştir kendini. Nerede müslümanlar zarar görse oraya koşmuştur. Yemen’e, Hindistan’a ve daha nice beldelere müslüman kardeşlerine yardım için gitmiştir. 

Bizler tavuk çiftliğinde büyüyen kartal yavrusu gibiyiz. Yıllarca tavuk sandık kendimizi. Ne zaman gökyüzüne baksak yanımızdakiler, “Sen tavuksun, uçamazsın.” dediler. Biz de inandık onlara, uçmaktan vazgeçtik. Tavuk gibi yaşamaya alıştık bir zaman sonra. Birileri bizi yıllarca Batı uşağı yapmaya çalıştı. Sonra birileri çıkıp bize aslımızı/özümüzü hatırlattı. Küllenen ateşimize üfleyip içimizdeki közü yeniden alevlendirdi. “Sen müslümansın. Senin yerin zillet değil, izzettir.” dedi. İslam bizi yücelttikçe yüceltti. İslam gerçek medeniyetin ta kendisidir. Medeniyete ulaşmak isteyen İslam’a yönelmelidir. İslam olmadan medeniyet olmaz. 

Toplum olarak son dönemde yaşadıklarımız bizde müthiş bir özgüven oluşturdu. Bu özgüvenin oluşturduğu manevi enerji hem bize hem de tüm İslam âlemine bir umut oldu. Millet olarak bundan sonra yapacağımız tercih önemli. 

Kuşlar, Simurg kuşunu (Zümrüdü Anka) aramak için yollara düşerler. Yolda birçok vadiden geçerler. Birçoğu değişik nedenlerle yoldan geri döner. Kimisi rahatını düşünür; kimisi makamını, menfaatini düşünür. Geriye otuz kuş kalır.

Bu kuşlar daha sonra Simurgun anlamının otuz olduğunu öğrenirler. Aslında dışarıda aradıkları şey kendi içlerindedir. 

Millet olarak aradığımız şey kendi içimizdedir. İçimizdeki cevherin kıymetini iyi anlamalıyız.

Ya Rabbi, Sana güzel kul olabilmeyi bizlere nasib eyle.

Ya Rabbi, özümüzdeki cevheri açığa çıkarıp hem İslam âlemine hem de tüm insanlığa hizmet edebilmeyi bizlere nasib eyle…

 

Yazar: Andelib

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:27

BU DA OSMAN’IN YERİNE!

Bu da Osmanın Yerine

Bu Da Osman'ın Yerine - Sâlik-i İrfan

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Bu Da Osman'ın Yerine

 

Hamd ve senalar âlemlerin Rabbi olan, Kâdir-i Mutlak olan, Halim ve Seriyy-ul Hisâb olan Mevlamıza… Cenabı Mevlamız mutlak kudret sahibi fakat aynı zamanda Halîm (Cezalandırmayı erteleyen) ve nihayetinde Seriyy-ul Hisâb (Hesabı çabuk gören)… 

(Hadiselere Mevlamızın isimleri çerçevesinden baktığımızda fotoğraf daha bir netleşiyor. Ebu Bekir (ra) efendimizin kendisine eziyet edenlere aldırmayıp “Rabbim, ne kadar Halîmsin!” diye dua etmesi gibi.)

Binler salât ve selam ise sahibimiz, şefaatçimiz, Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) Hazretleri’ne olsun. Elhamdulillah, ümmetine çok düşkün bir Efendimiz var. O’na ne kadar salat-ü selam etsek az.

Çok hızlı değişimler yaşıyoruz. Çinlilerin “Tanrı seni geçiş dönemlerinde yaşatsın!” şeklinde bir bedduaları olduğu söylenir. İran’ın (sözde) İslam devrimi, SSCB’nin Rusya’ya dönüşümü, ABD’nin zirveden yıkılışa evrilmesi, Avrupa Birliği’nin dağılış sürecine girmesi, başta Suriye ve Irak olmak üzere İslam dünyasındaki katliamlar… birçok sosyal, siyasi geçiş dönemi örnekleri dünya ölçeğinde yaşanıyor. 

Ülkemizde ise 1980 darbesindeki “Bizim çocuklar başardı.” günlerinden 15 Temmuz’daki “Bizim çocuklar başaramadı.” günlerine dek çok şey yaşadık. Örtük ya da açık tehditlerle, seçilmiş hükümetlerin yönlendirilmek, düşürülmek istendiğini gördük. Bu süreçte Türkiye’nin geçmişi ile barıştığı, inanç değerleri ile kucaklaştığı zamanlara geldik. Dün, üniversitelerde başörtüsü mücadelesi tartışılırken bugün, bütün okullarımızda, resmi dairelerde inanç özgürlükleri elde edildi. 

IMF’ye borçlarını ödemiş, 3 milyon 500 bin Suriyeli mülteciye bakabilen, kimi yapay krizlere rağmen ekonomisi büyüyen-güçlenen bir Türkiye var. DAEŞ, PKK veya PYD’yi kullananlar bilmeyerek bizim güçlenmemizi sağlıyorlar; çünkü şu bir gerçek: “İnsanın belini kırmayan darbeler ona güç verir.”

En son darbe girişimi 15 Temmuz, CIA-MOSSAD beslemesi FETÖ’nün son kullanma tarihi idi. Hamd ve senalar olsun Rabbimize ki bu milletin kalplerini birleştirdi-güçlendirdi ve milletin mayasındaki cesaret ortaya çıkarak hainler püskürtüldü. 

Algı operasyonları var; kimi mağdurlar var, bir taraftan da mağdurları oynayan FETÖ’cüler var. Bunlar da aşılacak, dedik ya geçiş dönemleri her zaman sancılı olur. Toplumda kimileri nasihatle, kimileri de musibetle Allah’a dönecek; çünkü Mevlayı Müteal olan Rabbimizin bu toplumdan bir muradı var. Tarihe baktığımızda İslam’ın bayraktarlığını yapmış olan bu millet, bugün aynı göreve yeniden aday. Orta Asya Türk toplumları ya da Endonezya’dan Afrika’nın içlerine kadar ümmetin tüm yetimleri bu ülkeye bakıyor. Umuyoruz diriliş ve asla dönüş süreci uzun sürmez; çünkü sahipsiz kalan ümmete her türlü sömürü ve zulüm reva görülmekte. 

Evet, ashabı kiram efendilerimizden Hz. Osman (ra) efendimizin hayatından paylaşımlarımızda Hicret sonrası Medine günlerinde idik. Geçen yazımızda Medine’de Yahudilerin pazarlarına alternatif olarak Efendimizin (sav) müslümanlara pazar yeri açtırdığını nakletmiştik. Yahudilerin en meşhur şair ve savaşçılarından biri olan ve ilerde müslümanlar tarafından yaptığı ihanetlerin bir karşılığı olarak öldürülecek olan Ka’b b. Eşref’in bir gece adamlarını da yanına alarak müslümanların pazar olarak kullandıkları çadırı yıkmak için harekete geçtiklerini, gecenin karanlığından istifade ederek önce çadırın iplerini kesip sonra orayı ateşe vererek bu çarşıyı yıktıklarını aktarmıştık. 

Efendimiz (sav) sabahın erken saatlerinde bu durumdan haberdar olunca, herkesin öfke ile ellerini sıktıkları bir zamanda tebessüm ettiğini, sahabe merakla bu tebessümün sebebini sorduklarında Efendimiz’in (sav), “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki onlar bu sefer daha fazla kızacaklar.” diye buyurduklarını ve daha büyük bir yere yeniden çarşı kurduklarını da ifade etmiştik.

Osman efendimizin Hicret sonrası hayatında, hanımı Rukiyye annemizin hastalığı ve vefatı nedeniyle Bedir Savaşı’na katılamayışı fakat katılmış gibi ganimetten pay verilmesi de dikkat çeken bir husus idi. Buradan hareketle ulema, savaşmanın değil Efendimiz’e (sav) itaatin üstün olduğunu dile getirmişlerdir; çünkü Hz. Osman, Efendimiz’in (sav) emri üzere geride kalmıştır.

Önemli bir husus da Uhud Savaşı’nda Osman efendimizin durumudur. Okçular Tepesi’ndeki müslümanların hatası yüzünden İslam ordusunun bozguna uğraması nedeniyle Osman efendimize ve dağılarak Medine’ye dönen Müslümanlara ithamlarda bulunulmuştur. Oysa Cenabı Mevlamız mübarek kelamıyla onları bağışladığını buyurur: “İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirenlerin, yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan ayaklarını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti. Allah, and olsun ki, onları affetti. Allah bağışlayandır. Halim’dir.” (Ali İmran 155) 

Sonraki günlerde Hz. Osman (ra), Uhud Gazası’nda Peygamberimiz’in (sav) vefat haberinin yayılması üzerine duyduğu üzüntüyü zaman zaman hatırlayacak ve o sırada çektiği ıstırabın şiddetini de dile getirecektir

Yine sonraki dönemler bu konuda Osman efendimize ithamda bulunanlara gereken cevaplar da verilmiştir. Osman İbnu Abdillah İbnu Mevhib anlatıyor: “Mısır ehlinden biri geldi, hac yapmak istiyordu. Oturan bir grup gördü ve: “Bunlar da kim?” dedi. “Kureyşliler!” denildi. “Aralarındaki yaşlı zat da kim?” dedi. “Abdullah İbnu Ömer (ra)” denildi. (Abdullah’a yaklaşarak:) “Sana bir şey soracağım, bana ondan haber ver. Hz. Osman, Uhud günü (savaş meydanından) kaçmış mıydı, biliyor musun?” diye sordu. O da: “Evet!” dedi. “Onun Bedir’de kaybolduğunu ve savaşta hazır bulunmadığını da biliyor musun?” diye sordu. “Evet!” dedi. Adam bu cevap üzerine: “Allahu Ekber!” deyip döndü.

Abdullah İbnu Ömer (ra) adamı çağırdı, “Gel!” dedi, sana açıklayayım: “Uhud’daki çekilmelerine gelince: Şehadet ederim ki, Allah onu affetti, mağfirette bulundu. Nitekim Allah Teâla Hazretleri, haklarında şu ayeti indirdi: “İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirenlerin, yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan ayaklarını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti. Allah, and olsun ki, onları affetti. Allah bağışlayandır. Halim’dir.” (Ali İmran 155) 

Bedir’deki kayboluşuna gelince: Onun nikahı altında Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm’ın kerimeleri Rukiyye (ra) vardı ve hasta idi. Aleyhissalatu Vesselam kendisine: “Rukiyye ile kal. Sana Bedr’e katılan bir kimsenin sevabı ve (ganimetten alacağı) pay var!” buyurdu. (O da bu istek üzerine kaldı). 

Bey’atu’r-Rıdvan’daki kayboluşuna gelince: Eğer Batn-ı Mekke’de ondan daha aziz biri olsaydı, (Rasulullah), yerine onu gönderecekti. Aleyhissalatu Vesselam, Mekke’ye onu gönderdi. Bey’atu’r-Rıdvan, Osman (ra) Mekke’ye gittikten sonra akdedildi. Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm, Bey’at akdi sırasında sağ elini sol eli üzerine koyarak: “Bu da Osman yerine!” buyurdular. Rasulullah Aleyhissalâtu Vesselâm’ın sol elinin Osman için hayrı, onların sağ elinin, kendileri için olan hayrından fazla idi. 

Sonra İbnu Ömer (ra), adama: “Haydi şimdi bu (anlattıklarımı) beraberinde götür!” dedi.” (Kütüb-i Sitte/4369)

Bu rivayette Efendimizin (sav) sağ elini sol eli üzerine koyarak “Bu da Osman yerine!” buyurmaları çok önemlidir. Efendimiz (sav), adeta Hz. Osman’ı mübarek vücudunun bir parçası hükmünde kabul etmiştir. 

Hz. Osman efendimizle ilgili o kadar övücü rivayetler vardır ki sanki Efendimiz (sav) sonraki yıllarda ona yapılacak ithamlardan onu koruma gayretinde olmuşlardır. Bunlardan biri de Aişe annemizdir. Sonraki yıllarda Hz. Osman’ı çok eleştirecek olan Aişe annemizi Peygamber Efendimiz (sav) şöyle uyarır:

Bir gün Rasulullah, üzerine bir örtü çekmiş olduğu hâlde istirahat ediyordu. O sırada Hz. Ebu Bekir kapıya geldi, içeri girmek için izin istedi. Rasulullah tavrında bir değişiklik yapmadan içeri girmesine izin verdi. Sonra soracağını sorup gitti. Daha sonra Hz. Ömer geldi, ona da aynı şekilde hâlini değiştirmeden izin verdi. Ondan sonra Hz. Osman, huzura girmek için izin istedi. Bu defa Rasulullah hemen doğruldu, toparlandı. Bunun üzerine Hz. Aişe:

- Ey Allah’ın Rasulü! dedi, Ebu Bekir ve Ömer için toparlanmadığınız halde, neden Osman gelince hâlinizi değiştirdiniz. Allah Rasulü şöyle cevap verdi: 

“Çünkü Osman çok hayâlı birisidir. Kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” (Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27.)

Ebu Mûsa el-Eş’arî anlatıyor:

Rasulullah ile birlikte bir eve gelmiştik. Bana:

-Kapıda dur ve kimseyi izinsiz içeri alma, buyurdu.

Biraz sonra Ebu Bekir çıkageldi.

-Ey Allah’ın Rasulü gelen Ebu Bekir’dir, dedim. Buyurdu ki:

-İçeri al ve kendisini cennetle müjdele.

Sonra Ömer geldi. Ona da aynı şeyi söylememi emretti.

Daha sonra Osman geldi. Onun için şöyle buyurdu:

-İçeri al ve onu da başına gelecek belalardan dolayı cennetle müjdele, buyurdu. Böylece, Hz. Osman’ın hem cennetle müjdelenenlerden, hem de ileride başına pek çok musibet gelecek birisi olduğunu ifade etmiş oldu. (Tirmizî, Menâkıb: 19)

Cenabı Hak bizleri, Efendimiz’in (sav) cennette arkadaşı olan Hz. Osman efendimize bağışlasın. Bu dünyada himmetini, ahirette şefaatini lütfeylesin. Onun güzel ahlakından bizlere de ikram eylesin, amin velhamdu lillahi Rabbil âlemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

Hasd

Hased; Yerde ve Gökte İşlenen İlk Günah - 2 - Abdullah Mesud Çınar

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Hased; Yerde ve Gökte İşlenen İlk Günah - 2

 

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّه۪ۜ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُٓ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُون۪ي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّۜ بِئْسَ لِلظَّالِم۪ينَ بَدَلاً

“Yine düşün o vakit ki melâikeye Âdem için secde edin demiştik hemen secde ettiler, ancak İblis, cinden idi de Rabbinin emrinden çıktı, onlar size öyle düşman iken ya şimdi siz Beni bırakıp da onu ve zürriyyetini kendinize evliya (dost) mı ittihaz ediyorsunuz? Zalimler için ne fena bedel.” (Kehf 50)

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي خَالِقٌ بَشَراً مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ (٢٨) فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ ٢٩ فَسَجَدَ الْمَلٰٓئِكَةُ كُلُّهُمْ اَجْمَعُونَۙ (٣٠) اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰٓى اَنْ يَكُونَ مَعَ السَّاجِد۪ينَ (٣١) قَالَ يَٓا اِبْل۪يسُ مَا لَكَ اَلَّا تَكُونَ مَعَ السَّاجِد۪ينَ (٣٢) قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ (٣٣) قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَاِنَّكَ رَج۪يمٌ (٣٤) وَاِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ اِلٰى يَوْمِ الدّ۪ينِ (٣٥)

“Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın. Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. 

Yalnız İblis hariç. O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti. Allah buyurdu ki: “Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun? İblis şöyle dedi: “Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim.” Allah şöyle buyurdu: “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin. Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerindedir.” (Hicr 28-35)

Başlangıç itibari ile ahsen-i takvim üzere yaratıldı insan, sayısız latifelerle donatıldı. Rabbinin ruhu ile hayat buldu. Halıkı’nın sıfatlarından nasiplenip, suretiyle şereflendi. Emanetin taşıyıcısı, cennetin gözdesi, yaratılmışların en şereflisi oldu. Secdegah oldu aleme ve bu yaratılış mahlukatı hayrette bıraktı. 

Kul olması istenildi ondan, kastının sadece Allah (cc) olması istenildi. İnsan benliğini fark etti kastını unuttu, özüne sahip çıkamadı, Rabbine karşı itaatde kusur etti, tercihi kabullenemedi, Allah’dan (cc) geldiğini bildiği halde kendisini unuttu, geri dönüşün sadece O’na (cc) olacağını bildiği halde menzilini unuttu, kendi özündeki emaneti unuttu. Aslî vatanından yüz çevirip maddede kaybetti kendisini, sahip olmak istedikleri ona sahip oldu, sahibini unuttu. Fıtraten gerçek bilgiye sahipken cahil kaldı, cehaleti medeniyet, karanlığı aydınlık, dalaleti istikamet, şehveti muhabbet sandı. Hayal alemine daldı. Uykudaydı insan gerçek sandı, uyanacağını unuttu. Maksadını unuttu...

Geçen ayki yazıda mahlukatın Halıkı’na karşı işlemiş olduğu ilk günahın (hased) yeryüzü yani insan bölümünü, Rabbimizin bildirdikleriyle anlamaya çalışmıştık. Cenabı Hak izin verirse bu yazıda biraz daha geriye gidip gökte işlenen ilk günahı (hased) anlamaya çalışacağız.

Yaratılışı itibari ile benlik (nefs) sahibi her varlık, kendisine bahşedilen nimeti ve bu nimetin kıymet ve değerini unutup Rabbine karşı ihanete düşebilir. 

İsyan ve ihanetin başlangıcı olan iblis içinde durum farksızdı. Abdullah İbn Abbas (ra) buyurur ki: “İblis yaratılanların en şereflilerindendi. Ona yerde ve gökte sultanlık verilmişti. Ta ki Rabbinin “Âdem’e secde edin” emrini işittiğinde isyan etti.” Saltanatı, maddi ve manevi varlığı onun hakkı ve hakikati görmesine engel oldu. Acziyetini unutup elinde bulunan bütün bu nimetin kendi gayreti ile olduğunu sandı. Başkaldırıp “Dedi ki Rabbine : Ben ondan hayırlıyım beni bir ateşten yarattın, onu ise bir çamurdan yarattın.” Üstünlük ve seçilmişliğin, Hakk’ın tercih ve rızası ile olduğunu unutup kendi maddesinde aradı.

Rabbimizin bilmemizi istediği bu isyan hadisesi, bize asıl maksadını unutan kulun şeytanlaşma sürecini anlatıyor. “Hani Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.” Allah (cc) madde olarak insandan daha değerli varlıklara hükmünü bildirdi. Buradaki secdeden maksat müfessirlerce iki şekilde açıklanmıştır: 

Birincisi; Yüce Allah’ın (cc) kudretinin gereği yarattığı harikulade olayları sebep göstererek “Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl” (İsra 17/78); ayeti kerimesi ile emir buyurması gibi Yüce Allah’ın şu buyruğu da böyledir: “Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın” (Hicr 15/29; Sad 38/72). Onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit benim için secdeye kapanınız, demektir.

İkincisi ise; Cenabı Hakk’ın yaratıp sembol gösterdiği ve secde etmemizi emir buyurduğu Kabe-i Muazzama gibidir. Hz. Âdem’e de onun yaratılışının mükemmelliğine ve emre itaate binaen Âdem’in şahsında Allah’a (cc) secdedir. 

“Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. Yalnız İblis hariç. O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti.” Rabbanî emrin neticesinde İblis hariç secde ile emrolunan bütün mahlukat emre itaat etti. Zelil bir haldeyken katından şereflendirdiği ona kulluğu nasip ettiği Rabbine karşı nefsini savundu ve kovulanlardan oldu “Allah şöyle buyurdu: “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin. Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerindedir.”

Kibri onu Rabbine ve insanlığa karşı düşman yaptı. “Onlar size öyle düşman iken şimdi siz beni bırakıp da onu ve zürriyyetini kendinize evliya (dost) mı ittihaz ediyorsunuz? Zalimler için ne fena bedel.” Rabbinin rızasını, nimetini, hükmünü unutup Rabbine karşı kendi akılını ve kurduğu sistemi savunan nefs Rabbini bırakıp müdafaa ettiklerine tapmaktadır. 

Bugün toplumlar kendi kurmuş olduğu beşeri sistemin aksamaması adına dost ve dostluklarını haktan yana değil de güçlüden yana kullanmaktadırlar. Şeytanlaşmış akıl, aklını ilahi emre değil de “şeytan ve zürriyetinin” kurmuş olduğu sisteme kiraya vermiştir. Hevası ve hevasını dost edinenleri dost bilmiştir.

 

وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّـبَعَ الْهُدٰى

“Selam doğru yola tabi olanadır.” (Taha 47)

Cenabı Mevla bizleri kendi hevamız, aklımız, nefsimiz ve onun kurduğu sistemleri değil de, kendisinin sevdiği, dost edindiği o yüce şahsiyetlerle dost eylesin.

Amin...

 

Yazar: Abdullah Mesud ÇINAR

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:21

DOSTLUK

Dostluk

Dostluk - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Dostluk

 

İnsan içtimai olduğu kadar ruhi varlığı suretiyle de yalnızlığa tahammül edemeyecek bir bünyeye sahiptir. “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” diyen cemiyetin lisanı da bu hakikati tespit ve tasdik etmektedir. Mevzu bahis yapısı itibariyle insan, hayatını hiçbir mecrada tek başına idame ettiremeyecek ve hem cinsleriyle “ünsiyet” kurma yolunu tutacaktır. Böylece kendisine verilen ve ünsiyetten türeyen “insan” namını taşımaya hak kazanacaktır.

Akrabalık, arkadaşlık gibi mecburi ve tesadüfi temaslardan başlayarak tesis ettiği münasebetlerin derecesini basamak basamak yükselten insanın, bu tırmanışında yaradılış gayesi de dâhil olmak üzere her arzusunu elde edebileceği tepe noktası “dostluk”tur. Bu sebeple insanın ta çocukluktan itibaren çevresindekilerle münasebeti bir gün “dostluğa” inkılap etme ihtimalinden dolayı ince elenip sık dokunması gereken bir husustur. Çünkü gafletle ve acemice yapılan yanlış dost seçimi hem dünya hem de ahiret hayatını viraneye çevirecektir. 

Annesinden, öğretmeninden yahut bir başka büyüğünden duymak şartıyla herkesin zihnine kazınmıştır “arkadaşın çok ama dostun az” olacağı. Hayat pratiği içerisinde bu prensibin doğruluğunu defalarca tecrübe etmeyen yoktur. Çünkü “dostluk” denilen yakınlıkta fikirlerin, hislerin, zevk ve arzuların birbirinin aynısı olması icap eder; bu ahengin farklı iki şahıs arasında sağlanmasının zorluğu ise herkesin malumudur. 

Bununla birlikte bir vakıa daha vardır ki o da insanların hem kalben hem de fikren birbirlerinin tesirine açık olduklarıdır. Zaten bu vesile ile büyüklerin “herkesten dost olmayacağı” ile ilgili ikinci bir ikaz da hiç silinmemek üzere daha çocukluğumuzda hafızamıza kazınmıştır.

İnsan bir yandan tabiatının kendisini ünsiyete sevk etmesi, bir yandan aklından hiç çıkmayan ve doğruluğunu bizzat yaşayarak tasdik ettiği çocukluğunun telkinleri, bir yandan da hayatın hakikatleri arasında bir ömür boyu kendisine “dost” arar. Paylaştıkça azalan keder ve paylaştıkça çoğalan mutluluğun tabiatı bunu gerektirir. İnsan yaradılışının üstün gayesine ancak müşküllerini hakiki bir “dost” ile paylaşarak, kendisini ona açarak ulaşabilir. 

Beşeri ilişkiler çerçevesinde müslümanlığın icabınca etrafımızdaki herkesle paylaşım içerisinde bulunuruz. Elimizdekinden avucumuzdakinden tanıma-dığımız insanlara dahi ikram etmeye, daima mazlumun yanında olmaya, zor durumdakilerin yardımına koşmaya çalışırız. Akrabaların hakkını gözetip ana babamıza iyilik yapmaya gayret sarf ederiz. Ancak bunların da ötesinde fikir ve hissiyatın en üst dereceden paylaşılmasıyla doğan “dostluk” hepsinden ayrı bir yerdedir. Dostlar, sanki ayrı bedenlerde aynı ruhu paylaşan, bu suretle beraber anlayıp beraber hisseden kişiler gibidir.

“Dostluk” her türlü kan, zevk ve çıkar bağından farklı ve ulvi bir manaya karşılık gelmektedir. Rasulullah (sav): “(Akrabam olan) Falan oğulları ailesi benim dostlarım değildir. Benim dostlarım Allah Teala ile iyi mü’minlerdir. Fakat ötekilerle aramızda akrabalık bağı bulunduğu için kendileriyle ilgimi kesmeyeceğim.” buyurmuşlar ve dostluğun farkını ve ehemmiyetini ortaya koymuşlardır.

Zaten Kur’an-ı Kerim’de de “…Onun dostu ve yardımcısı Allah’tır. Cebrail de iyi mü’minler de onun dostu ve yardımcısıdır” (Tahrîm 4) şeklinde Peygamber Efendimiz’in (sav) dostları, onun dostu olan insanların vasıfları kısaca belirtilmiştir. Bu vesileyle dostluğun kimlerle kurulabileceği, bizim kimleri dost edinebileceğimiz de ortaya çıkmış olmaktadır. 

Yine bir başka hadisi şerifte “Mü’minden başkasını dost tutma…” denilerek herkesle iyi geçinmesi ve herkese faydalı olması gereken müslümanın hususi ilişkilerinde muhafaza etmesi gereken sınırlar da çizilmiş olmaktadır.

Bugün ise artık dünya gözüyle bile görmeden edindiğimiz dostlarımız var. İnternet mevhumu üzerinden ismini cismini bilmediğimiz meçhul dostlar türemiş vaziyette. Görmeden, duymadan, tanımadan, nedir ne değildir bilmeden hemdem olma rüzgârına kapılıyor insan. Hal böyle olunca paylaşmanın bütün müspet etkisi menfiye dönüyor, tehlikeli hale geliyor. 

Dost seçme hususunda böyle lâkayt ve lâubali davranıldığında fırsat düşkünü, bayağı karakterli “akıl hocalarına”, “vasıfsız yol göstericilere” kapı aralanmış oluyor. Nihayetinde devasa güven problemleri pimi çekilmiş bomba gibi cemiyetin kucağına bırakılıyor. Bundan en büyük zararı da hakiki “dostlar” ve “dostluk” görüyor.

Havanın bulutlu yahut açık olmasının bile tesiri altında bulunan ruhumuzun alelâde yapılmış bir “dost” seçiminden menfi manada müteessir olmayacağını düşünmek hatadır. Oysaki Peygamberimiz’in (sav) ikazı açık ve nettir: “İnsan dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O halde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin.” Demek ki insan herhangi bir kimse ile gelişi güzel dost olamaz. Fazilet sahibi kimseleri arayıp bulmalı onlarla hemdem olmalı, onlardan müspet manada istifade etmeye azami gayret sarf etmelidir. 

Muhakkak ki gerçek dostluk sadece bu dünya hayatıyla da sınırlı değildir. Asıl olan ahiret yurdunda da ahbap kalabilmektir. Çünkü bu dünyada birbirinin muhibbi iken ahiret yurdunda pişman olacakların halinden Kur’an-ı Kerim şu şekilde haber vermektedir: “O gün zalim olan kimse ellerini ısıracak, ah keşke ben de peygamberle beraber bir yol tutsaydım. Vay bana! Keşke falanı dost edinmeseydim. Bana Kur’an gelmişken gerçekten beni ondan o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız, yardımcısız bırakır diyecektir.” (Furkan 27/29)

Bu manada “Dost Allah’a yönelişte bize yardımcı olan; düşman ise bizi Allah’tan alıkoyandır.” buyrulmuş. Çünkü yarın mizanda bize salih amel lazım geldiğinde bizi bundan kimler mahrum etmişse onlar artık dost değil düşman olacaklardır. Birbirlerinin felaketine sebep olanların bu dünyadaki saadetleri son bulacak, pişmanlık ve kavga başlayacaktır.

Ahvalimiz sürekli değişim içerisindedir. Bu dünyadaki dostluk binası ahirette harap olabileceği gibi işin daha oraya varmadan bozulması da kuvvetle muhtemeldir. 

Fani olan her mevzunun gelip da- yanacağı bir son muhakkak vardır. Bu sebeple seçim yaparken sonu gelmez tükenmez bir dostluğu ele geçirmeye gayret sarf etmek gerekir. Sonlu olanda takılıp kalmak yerine Sonsuz’un peşine düşülmelidir.

Peki, şimdi nereye başvuralım, hangi kapıyı çalalım, ne tarafa dönelim ki yüzümüzü sonsuz dostluğun teveccühüne denk getirebilelim? Biz daha dünyadaki fani ahbaplığı hak edemeyip bir dargın bir barışık yaşamaya çalışırken sonsuz dostluğa talip olmaya nasıl cüret edelim?

Kuşattığı bünyeyi hiç terk etmeyen bir ümitle yahut yerini hiçbir şüpheye devretmeyen bir güven hissiyle kendi usullerimizde direterek “dost” aramaya devam mı edelim? Yoksa bir bilene mi danışalım? 

Biz en iyisi Fuzuli gibi yalvaralım: “Kat’ eyle âşinâluğum andan ki gayrdur/Ancak öz âşinâlarun it âşinâ bana” (Sana yabancı kişilerle olan dostluğumu kes / Sadece kendi dostlarına beni dost et) En kestirme ve makul yol budur.

Şimdi bize Dost’a götürecek dostlar lazım. Her kapıdan büyük “dostluk kapısını” ardına kadar aralayanlar lazım…

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort