JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

var olan her şey jpg

Var Olan Her Şey Bir Şeyi Öğretmek İçindir - Şura Oğuz

Sayı : 113 - Mayıs 2017

 

Var Olan Her Şey Bir Şeyi Öğretmek İçindir

 

“Oku!” Yüce Rabbimizin en sevdiği aracılığı ile ümmet-i Muhammed’e ulaştırdığı ilk kelam… “Oku” emrini anlamak, müminin hayatına bakışını değiştirir ve kendisine sermaye olarak verilen ömrünü en iyi şekilde değerlendirmesine vesile olur. Kainatta okunması gereken sayısız kitap var. Zira Rabbimizin yarattığı her bir varlık bir kitap hükmündedir. Her canlı biyolojisinde ve manasında maddi ve manevi ilim ile yaratılır. Oku emri ile bize bu ilimleri de okumamız emrediliyor. Bu emrin ilk muhatabı Efendimiz (sav) olmasıyla beraber O’nun nezdinde bütün ümmete hitap edilmiş bir emirdir.

Her canlının içinde var olan ilim, özünde Hakk’ı tanıtır. İlimden maksat da budur… Rabbimiz bilinmekliğini istediği için bunca alemi ve düzeni yarattı. Yarattığı her zerreye de O`nu tanıtacak ilmi yerleştirdi. Ta ki kulları bunları okuyup Rabbini bilsin, tanısın, vahdaniyetine can-ı gönülden iman etsin.

Kur’an-ı Kerim ve sünnetten doğan her türlü ilim Halıkımızı ve hilkatten muradı öğretir. Tefsir, fıkıh, hadis, siyer, kelam vs. bunların hasılı bize Allahımızı, O`nun ahlakını, vahdaniyetini öğretir. İnsana emredilen ise bunca sayısız ilimle yarattığı kainatı okuması ve buna uygun vaziyette yaşaması, buna gayret etmesidir. Bu manada var olan bu batınî ilimlerle beraber bütün zahiri ilimlerde -matematik, fen, coğrafya vs.- bize Hakk’tan konuşur. O’nun var ettiği düzenleri ölçüleri ve daha nicelerini anlatır. Said Nursi (ks) Kastamonu’da bulunduğu esnada yanına bir grup lise talebesi gelmiş ve kendisine: “Bize Halık’ımızı tanıttır. Muallimlerimiz bize Allah’tan bahsetmiyorlar.” dedi. Said Nursi (ks) onlara: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Halık’ı tanıtıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz!” buyurmuştur. Yine aynı zat: “Tüm bilimler düzenin güzelliğine birer doğru işarettir!” buyurmuştur. Bu kelam-ı kibarlardan anlayacağımız gibi zahiri ilimlerde doğru okuyup aslolanı görme çabasında olduğumuz sürece bize Cenab-ı Hakk’ı ve O’nu halk ettiği düzeni tanıtır.

Bütün bunlarla birlikte “Oku!” emrini yalnızca medrese ve okullarda öğretilen ilimlerle kısıtlayamayız. Mümin gördüğü her harekete ve varlığa mana gözüyle bakmalı ve ona Hak’tan tecelli eden ne ise onu görmeye çalışmalıdır. Bu yönüyle insan son demine dek Hakk mektebinin talebesidir. İnsan için yaratılan bu alemin hiçbir zerresi rastgele ve tesadüfen yaratılmamıştır. Her karesi Allahımızın eşsiz düzen ve nizamı ile halk edilmiştir. Peki biz bu tecellilerin ne kadar farkındayız? Rabbimizi buralardan ne kadar okuyabiliyoruz? Rabbimiz: “Göklerde ve yerde nice ayetler (deliller) vardır ki onlar bu ayetlerden (delillerden) yüz çevirip geçerler.” buyururken biz O’nun ayetlerinin delillerinin ne kadar farkındayız? Yoksa O’nun bu kainatta her şeye tecellisi olduğunu mu unuttuk? Ya da adeta yavrusuna sabırla ve şefkatle okuma yazmayı öğreten bir anne/baba gibi bize kainatı maddi-manevi ilimleri okumayı öğretecek bir mürşidimiz mi yok?

Evet bunca ayet bunca açık ve gizli ilim… Lakin bunları bir başımıza okuyabilecek bir liyakate sahip miyiz? Elbette bu mümkün değil. Bu sebeple bize okumayı öğretecek bir mürşide olan ihtiyacımız elzemdir. O’nun (ks) manevi desteği, terbiyesi, sohbetleriyle ancak kainatın dilini çözebiliriz. O’nun (ks) himmetiyle, nakış nakış işlediği basiret ve feraset nuru ile ancak gözlerin ve gönüllerin perdeleri kalkar. İnsan kainatın dilini anlamaya başlar ve Rabbimizin izniyle kainatın manevi kapıları bize açılır. Böylece halk edilmiş her şeyde var olan tek manayı; imanımız ve gayretimiz nisbetinde görebilme imkanımız olur…

 

Yazar: Şura Oğuz

 

Salı, 01 Ağustos 2017 13:51

Ağustos 2017 Mukaddime

2017 Ağustos

Sayı: 116 - Ağustos 2017

 

Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin kıymetli okuyucuları!

Gerek İslamî meseleler gerek siyasi hadiseler açısından yoğun bir gündemin içerisindeyiz. Ancak maalesef biz akıp giden bu gündemlerin sadece gözlemleyicisi olarak meselelerin hep dışında kalıyoruz. Hadiseler karşısında dilimizi yutmuşçasına sessiz kalmak ümmet olarak üzerimize yapışmış kalmış adeta. Bu kötü haslet, ahir zaman Müslümanlarının özellikle de memleketimizdeki Müslümanların müzmin bir hastalığı oldu sanki. Doğu Türkistan’daki zulümlere Bangladeş’teki idamlara hadi diyelim ki sesimiz çıkarmadık, ülkemizdeki fitneler karşısında da mı sessiz kalacağız?

Bugün birileri sürekli konuşuyor, dini meseleler hakkında ahkâm kesiyor. Şu ya da bu şekilde ekranlara çıkmış ümmeti ifsat etmeye çalışan, akademik unvanlarını gözümüzün içine sokarak bizi özümüzden uzaklaştırmaya gayret eden, ümmetin tefrikaya düşüp parçalanması için elinden geleni ardına koymayan cahil, sefih, ebleh kimselerin varlığına çokça şahit oluyoruz. Kuldan utanmaz Allah’tan korkmaz bu hayâsızlar pervasızca her yerde konuşurken din adına konuşması gereken Diyanet teşkilatı ve siyaseten bizim din ve dünyamızdan mesul vaziyette bulunan hükümet yetkilileri sanki dillerini yutmuşçasına susmayı tercih ediyorlar. Hâlbuki lafa geldi mi din adına konuşabilecek tek yetkili merciin kendileri olduğunu sanki dinin sahibiymiş edasıyla her yerde dillendirmekten de geri kalmıyorlar. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” buyrulmuş, bunun hükmü böyle iken Allah’a ve Peygamber’e iftira edilirken, dini değerlerimiz ayaklar altına alınırken, geçmiş büyüklerimizin sözleri ve fikirleri istihza ile dillendirilirken susanların hükmü nasıl olur acaba?

15 Temmuz üzerinden bir sene geçti. Milletin oyu ile iktidara gelmiş cumhurbaşkanımızın ve başbakanımızın şahsında milletin bekasına yönelik bu darbe girişiminden sonra bu olayda şu ya da bu şekilde parmağı bulunan herkesten, haklı olarak, devlet ve milletçe hesap soruyoruz ve bu hususta yapılan bütün operasyonları destekliyoruz. Neticede fani olan şu topraklara ve mevcut iktidara yönelik bu saldırıya ciddi tedbirler alınırken gönüllerimize taht kurmuş Hazreti Peygamberimiz’i adeta tahtından indirmek isteyen bu batı maşalarına, oryantalist uşaklarına, batılın hizmetkârlarına niçin bir tedbir alınmıyor; şaşıp kalıyoruz. Bu dini mübinin, Efendimiz’in mübarek hadislerinin değeri acaba yukarıda saydıklarımızdan -haşa- daha mı aşağı ki sesimizi yükseltmiyoruz. Eğer biz bunlara ses çıkarmadan huzura varacak olursak Rabbimizin, enbiya ve evliyanın yüzüne nasıl bakacağız?

Bugün karşılaştığımız bütün problemleri kökünden halledecek hiç şüphesiz Cenabı Hak’tır. İnanıyoruz ki Müslümanlar olarak Rabbimiz’in dinine ivazsız garazsız hizmet eder, Efendimiz’in memnuniyetini, sahabeyi kiramın himmetini ve ehlullahın duasını da arkamıza alabilirsek Kudüs de, Suriye de, Irak da, Arakan da, hatta Mekke ve Medine de en kısa zamanda özgürlüğüne kavuşacak.

Bizler, Şerlerin def, hayırların feth olması niyazı ile Allah'a emanet olunuz!

 

2017 Ağustos

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin AĞUSTOS 2017 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “REFAH SEVİYESİ YÜKSELDİKÇE TOPLUMDAKİ FISKA, TOPLUMDAKİ GÜNAHA RAĞBET HIZLA BÜYÜYOR” Başlıklı sohbetlerinde:

''Belli ayeti kerimelerden de anlaşıldığı üzere toplumda refah seviyesi yükseldikçe, insanların imkânları genişledikçe, insanlar dünyevi olarak rahatladıkça, elleri bollaştıkça, her şeye rahat ulaşabilme imkânına kavuştukça fısk da o oranda toplumda artıyor. Günah oranı, azgınlık, isyan -bunu nasıl değerlendirirseniz- yükseliyor. Refah seviyesinde günahlar da yükselişe geçiyor. 

Bunu günümüz toplumunda çok net bir şekilde müşahede edebiliyoruz. İnsanlarda çok geniş imkânlar var bugün. Adam oturduğu yerden elindeki gelişmiş telefonuyla belki dünyanın en uzak ülkesiyle ticaret yapıyor, mal alışverişi yapıyor, sipariş veriyor, en ince ayrıntısına kadar tarif ediyor, bankalar üzerinden transfer yoluyla parasını yatırıyor. Oradan gelen malını kontrol ediyor, ona göre karşı tarafa para aktarılıyor… Artık her şey çok gelişmiş. Bakıyorsun adam çok küçük bir şey imal ediyor; imal ettiği şey çok basit, misal bir liralık bir şey. Ama o bir liralık şeyin piyasadaki değeri çok yüksek. Bir liraya ürettiği malı on liraya, on beş liraya satabiliyor, müşteri bulabiliyor. Bu da bir anda o insanı müthiş zenginleştiriyor. Emeksiz bir kazanç… O şekilde elde ettiği parayı düşün ki götürüyor herhangi bir bankadan belli geceliklerle repoya koyuyor, bir de oradan üstüne geliyor; adam bir anda hiç hak etmediği bir sermayeye, bir servete kavuşuyor. Her şey bu kadar gelişmiş. 

Böyle olunca da adamın içindeki arzu ateşi alevleniyor; ailesiyle yetinmez oluyor, haram ona cazip gelmeye başlıyor. Gidiyor mesela Türki Cumhuriyetlerden birinde sözde imam nikâhıyla bir eş ediniyor kendine... Bakın bu işin zahir şeklinin dini kalıplara uygun olması sizi yanıltmasın, bu fuhuştur. Ve bunun daha tehlikelisi adam bu fuhşu Allah adına yapıyor, İslam’ı kullanarak yapıyor: “Ben nikâh kıydım.” diyor. O da meselenin ne kadar yanlış olduğunu biliyor ama kendini avutma; seni, beni, karşı tarafı sözde ikna etmek için bu tip yollara başvuruyor. 

Televizyon kanalizasyonlarına çıkan hocalardan birine bunu soruyorlar, soruyorlar, böyle bir nikâh caiz midir? Adam ikinci bir evlilik yapmak istiyor, eşine hiç danışmadan, eşiyle konuşmadan; eşinden, herkesten gizli böyle bir imam nikâhı yapsa o kadınla da birlikte olabilir mi? Hoca da diyor ki dinen bunun bir mahsuru yok, olur. Dinen caizdir diyor… Ama zahiren eşi duysa belki onu boşar diyor. 

Bu meselenin İslam toplumunda nasıl karşılanacağı, nasıl bir örneklik teşkil edeceği, ne tür yanlışlara sebebiyet vereceği, önceki devamlı nikahı altında olan eşinin veya ondan olan çocuklarının dinden nefret etme, dini inkar etme, onları küfre sevk etme durumu… bunların hiçbirini o hoca düşünmüyor, kalkıp diyor ki bu dinen caizdir, olabilir, dini açıdan bir şey diyemeyiz. Zaten adam meselenin dini boyutunu soruyor, dünyevi boyutunu göze almış. Buna biz de cevaz veriyoruz, caizdir diyoruz; hadi bakalım fuhuş meşrulaşıyor. Hoca dörde kadar alabilir, diyor. Adam bu sefer her gittiği yerde bir tane imam nikahı kıyıyor. “Dört tane hocadan müsaade, dört de ben eklesem kim ne soracak ki ?” demeye başlıyor. Refah seviyesi yükseldikçe toplumdaki fıska, toplumdaki günaha rağbet hızla büyüyor.'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “İslâmi Kavramların Güncellenmesi” ve Andelib; “Biz Böyle Değildik” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Tamer Doymuş - İnsanlar İçinde Haccı Duyur (Hac27)

Sâlik-i İrfân - Size Benim Karşımda Bağırma Gücü Veren...

Veysel Özsalman - Yeryüzünün Öğretmeni Olabilmek İçin Gökyüzünün Öğrencisi Olmak Lazım

Yusuf-i Kenan - Veren El, Alan Elden Üstündür

Yusuf Fuad - İslam - İman - İhsan

İrfan Aydın - Katar Krizi

Fatih Yıldızlı - Müminler Ancak Kardeştirler

Yusuf Yıldırım - Allah Dostlarından İnci Taneleri

Şeb-i Vuslat - Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 6

Mine Şimşek - Peygamber Olup Olmadığında İhtilaf Bulunan Kimseler

Nurten Özen - Birbirimize Yardım ile İkram Etmeliyiz

Şura Oğuz - Sünnet-i Rasulullah ile Dirilmek

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

İnsan, Allah'ın (cc) Yanında Gönlüyle İnsandır - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 113 - Mayıs 2017

 

İnsan, Allah'ın (cc) Yanında Gönlüyle İnsandır

 

Kainatın halıkı, ilahı Allahu Teala’dır, dolayısıyla insanın asli vazifesi de O’na kulluğu mükemmelleştirmektir. İlim bunun en güzel vasıtasıdır, en güzel sebebidir.

Derslerde çocuklara bunu da vermeye çalışalım. Yani ilmin gayesini, ilmin ne için okunması gerektiğini… Bu anlamdaki mana anlaşılamazsa gence abesle iştigal gibi gelir. “Niye bu emek, niye bu zahmet, niye bu kadar uğraş…” gibi gelebilir. Ama bilse ki bu öğrendiği şeyler kurbiyyetin sebebidir, Allah’a yaklaştıracak olan vesilelerin âzamlarındandır, o zaman dört elle sarılır, onun zerresini zayi etmez. İlmin bir harfinden, bir harekesinden geçmez. Varlığıyla onu tutar. 

Gençler! Cenabı Hak insanlığa iki büyük nimet vermiştir. İnsanlık ancak bu iki nimetin kıymetini bilip onlara layıkıyla sahip olursa varlığının şükrünü yerine getirmiş olur. Yoksa nankörlükten çıkamaz. Ne kadar okursa okusun, ne kadar yazarsa yazsın şükrü yerine getirmemiş olur. İman da o iki şeyden mürekkeptir. İnsanı mümin kılan bu iki kavramdır.

Veda Hutbesi’nde de Hazreti Peygamber bize bunları bıraktığını ifade etmiştir. Yani O’na adeta Cenabı Hak veriyor, O da Hak adına bunları bize emanet ediyor. Bizi zengin kılacak, bizi Allah’a yakın kılacak, yaklaştıracak, Allah’ın rızasını elde etmemizi sağlayacak en büyük sermaye bu iki şeydir. Bu ikisi olmadan o hayatın kemal bulması mümkün değildir. 

O iki şeyin biri Kur’an-ı Kerim, biri de adeta kendisi: sünnet-i Rasulillah, kendi yaşantısı. Kur’an’ın tefsiri olan kendi yaşantısı... Bazı kaynaklarda da bu ehli beyt olarak zikrediliyor. Ehli beyt de olsa aynı şeydir, ehli beyt de Peygamber’in devamıdır. 

Kur’an-ı Kerim; “Kur’an’ı” tarif ederken onun bir zikir, bir ilim, bir nur olduğunu ifade etmiştir. Yani aydınlatıcı bir güneş, unutturmayan, unutulması mümkün olmayan bir bilgi; zikir bu anlamda… Temizleyici, tezkiye edici, arındırıcı… Kur’an’da Kur’an’ı anlatan daha farklı ifadeler de var ama özetle Kur’an-ı Kerim’i Rabbimiz bir bilgi kaynağı olarak bize tanıtıyor. İlim diyoruz buna…

Rasul-i Kibriya’yı tanıtırken de bize ahlakın membaı olarak gösteriyor: “Sen mükemmel, muazzam bir ahlak üzeresin.” Efendimiz de kendini tarif buyururken: “Ben ahlakı tamamlamak için gönderildim, güzel ahlak üzere gönderildim.” diyor. Yani ahlakın mürşidiyim, muallimiyim buyuruyor. 

İnsan için iki kaynak bu: Birisi ilim, bir diğeri ahlak. Dedik ya, iman da bu ikisinden oluşuyor. “La ilahe illallah Muhammedurrasulullah”. Tevhid, bilmeyi gerektiren bir hadisedir. Muhammedurrasulullah örnek alınması gereken birisidir, numunedir. Birisi bilginin kaynağıdır, adeta tevhid Kur’an’ı tarif ediyor; Muhammedurrasulullah da Efendimiz’i temsil ediyor, ahlakı temsil ediyor. 

İlim kadar biz ahlakı da baz almazsak sahil-i selamete ulaşamayız. Ahlakımız da mükemmel olmak durumundadır. Çünkü Rasulullah buyuruyor ki: “Yarın kıyamette, cennette bana en yakın olacak olanınız ahlakı en güzel olanınızdır.” “İnsanın malayaniyi terk etmesi onun müslümanlığının mükemmelliğindendir.”

Yani malayani nedir; ahlaksızlıktır. Malayaniyi terk; insanın dinine ve dünyasına faydası olmayan belki de zararı olan şeyleri terk etmesidir. Bu yüzden her iki sahada da gayret göstermek durumundayız. Hem ahlakımıza itina göstereceğiz hem bilgimize… Hem temiz bir bilgiye ulaşmaya gayret edeceğiz hem de o bilgiyi yaşayarak onunla ahlakımızı güzelleştirip Hazreti Peygamber’in muhabbetine O’nun sevgisine, O’nun isr-i manevisine/manevi izine, O’nun ruhaniyetine ulaşıp O’nun tasarrufu altına gireceğiz. O zaman o bilginin bize çok ciddi bir faydası olacak. Okuduğumuzun, yazdığımızın, öğrendiğimizin büyük faydası olacak. 

Şimdi düşünün ki bazı üniversitelerde özellikle belli bir meslekle alakalı üniversitelerde staj dönemleri vardır. Misal ilahiyatta okuyan talebeler öğretmenlik de yapabilir düşüncesinden bir dönem okullara gittiler, staj yaptılar, okullarda ders verdiler.

Sizler de İmam Hatipte kısmen bunu gördünüz, imam olabilirsiniz düşüncesiyle sizi belli camilere hutbe okumaya, namaz kıldırmaya gönderdiler. Belki bir seferlik bile olsa bu bir tatbikattır. Tıp talebeleri için bu daha uzun süreçlidir. Onların dersleri belli bir zamandan sonra sınıfta değil de hastanedeki servislerde geçer. Öğrendiklerini adeta hastaların üzerinde müşahede ederek, gözlemleyerek bilgilerini pekiştirirler.

Mesela sanat okuluna giden birisi belli bir dönemde notunu tamamlayabilmesi için bir atölyede staj yapması lazımdır. 

Medrese talebesi de bir nevi böyledir. Medresede öğrendiklerini tasavvuf berzahında tatbik etmeli, staj yapmalı. Medresede öğrenecek, tekkede yaşayacak. Orada, öğrendiklerini tatbik edecek. Yoksa o bilgi onda ham kalır. Sırf bilgi derecesinde kalır; marifete, irfana dönüşmez. Önemli olan, bilgiyi marifete ve muhabbete dönüştürmektir. Çünkü insanın yaratılış gayesi bu iki şeydir: Marifetullah ve muhabbetullah… Allah’ı bilmek ve O’nu çok sevmek… Bilgi marifete ve muhabbete intikal etmelidir. Bunun için ahlak, bunun için tasavvuf, bunun için zikir, bunun için rabıta ve sair tasavvuf yolunda olan uygulamalar… 

İnsan; gönlüyle insandır gençler... İnsan, Allah’ın yanında gönlüyle insandır. Cenabı Hak gönle değer veriyor. Şeriat buna kalp diyor tasavvuf gönül diyor, aynı şeydir. Gönül, kalp dediğimiz varlığın soyut halidir. Daha mufassal halidir. Kalp dediğimiz nesne mücmeldir. Gönül mufassal, çok açıktır; bu yüzden insan gönlüyle insandır. Bu ilimleri gönle indirmek durumundayız, onları gönülde işlemek durumundayız. Gönül vitrininde sergilemek durumundayız, çünkü Cenabı Hak gönle nazar ediyor, zahirimize bakmıyor, gönlümüze bakıyor. 

Bu yüzden gönlümüzü neye veriyorsak veya gönlümüzü ne ile dolduruyorsak onun rengine boyanıyoruz. Gönlümüzü eğer dünyaya, sivaya, gaflete veriyorsak, gönlümüze onlar girip yer ediyorsa onların rengine bürünüyoruz. Rengimiz masiva oluyor. Misal bir rengin koyusunu, açığını düşünün; masiva koyulaştıkça Allah esirgesin küfre, şirke kadar gidebilir. Açık renkleri fısk olur, fücur olur, mekruhat olur, şübühat olur… hepsi masivadır. Gönülde bunlar görünür. Yakışık alır mı Allah’a karşı bunları sergilemek? 

Ama gönlümüzde huzur olursa, huzura verirsek gönlümüzü; gönlümüzde zikir olursa, gönlümüzde sevgi olursa gönül bunların rengine boyanır. 

﴾ صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ ﴿

Allah’ın boyasıyla boyanmış olur gönül, Allah’ın nuruna boyanır, tecelliye boyanır. O’nun sıfatları, O’nun fiillerinin tefekkürü, alt yapısı… gönülde bunlar olur. Gönülde ahlak-ı Muhammediyye olur, sıfat-ı ilahiyye olur, esma-i hüsna olur. Bu sefer o gönül muazzam bir bedesten olur, bir kuyumcu çarşısı olur. Cenabı Hak oraya nazar ettiğinde orada cevherler görür. Gönülde iman gibi ihlas gibi takva gibi vera gibi paha biçilemeyecek kıymetli mücevherat olur. 

Ebul Hasan Harakanî (ksa) öyle buyurur ki; Allahu Teala bir kula kamil bir imandan, mükemmel bir imandan sonra, seven bir gönülden, zikreden bir dilden daha büyük bir ikramda bulunmamıştır. Sevmeyi bilen, sevebilen bir gönül, bir kalp ve doğruluk üzere Allah’ı zikreden bir dil… İmandan sonra bundan daha büyük bir nimet insanoğluna verilmemiş... 

Bunları niye söylüyoruz, bilgi/ilim bizi bu noktalara getirmeli, bizi buralara sevk etmelidir. Adeta ilim bir pusula olmalı biz ona baktıkça bu istikametlerde seyretmeliyiz. Yoksa farklı yollara sapabiliriz. Kainatta bu kadar bilen insan var. Bilgi sahibi insan çok. Bunlar gerek teoloji alanında olsun yani dini ilim sahalarında olsun gerekse bilimsel bilgiye sahip olsunlar, fiziki bir bilgi olsun.

Misal Nobel ödülü almış fizikçiler var, kimyacılar var, tarihçiler var; var var var… Çok bilen insanlar var ama bakın ki bunların kaçta kaçı Allah’ı bilmiş ve bulmuş? Allah’a layıkıyla bir kulluk yapmak için bir gayret içindeler? Kaç tanesinin pusulası onlara Hakk’ı göstermiş? İstikamet menzili üzere ilerleyebiliyorlar? Bırakın fizikçisini, kimyacısını şeri ilimleri tahsil etmiş nice insanlar sapıtmışlar. Hadis, tefsir, akaid okumuşlar, sapıtmışlar. Felsefeye girmişler çıkamamışlar. Ne kadar insan şaşırmış. Namazı terk etmişler, namaz kılmamışlar, namazı farklı yorumlamışlar. Sizler de bunları işitiyorsunuz, görüyorsunuz, okuyorsunuz. Allah onları hidayet etsin, bizi de öyle olmaktan muhafaza etsin. 

Her şey zıddıyla bilinir. İlim bizde güzel ahlak olmazsa, güzel ahlaka dönüşmezse; kibir olur, gurur olur. İlim kibre dönüştüğünde varacağımız noktalar; o saydığımız adamların vardığı noktalar olur. Namaz kılamaz duruma geliriz, oruç tutamaz duruma geliriz. Bu sefer şeytan her şeyi kafamıza göre bize tevil ettirir. Kalkar Âdem’e (as) baba ararız. Âdem’den önce bir insanın varlığına inanmak şirktir. Âdem’den önce bir insan vardı demek ve onu Âdem’e baba tutmak Allah’a şerik koşmaktır. 

Âdem’e baba ararız, Hazreti Meryem’e koca ararız. Sanki böyle bir şeyi yapmak Allah’ın kudretinden eksikmiş gibi illa bunların bilimsel izahını, mantıki izahlarını yapmak isteriz, şeytan bizi buna zorlar. Bu, kibrin neticesidir. Niye? “Biz batılı feylesoflardan geri kalmayacağız, onların seviyesini yakalayacağız.” Halbuki bize böyle bir emir verilmemiş ki. Bu aşağılık kompleksinden başka bir şey değil. 

Darwin teorisinde anlatıldığı gibi, maymunlardan insan olmadı böyle bir şey yok. Ama Kur’an’da insanların maymun olduğuna dair ayetler var. Bazı kavimleri, toplulukları Cenabı Hak isyanlarından dolayı maymunlaştırdığını, köpekleştirdiğini ve domuzlaştırdığını buyuruyor ayeti kerimelerde. Domuz olan kavimler var, köpek olanlar var, maymun olanlar var.

Burada bu toplumların fiziken, biyolojik olarak köpek olmaları, domuz olmaları çok önemli değil; ahlak olarak, anlayış olarak domuzlaşmaları, tihniyet olarak köpekleşmeleri, maymunlaşmaları bu daha önemli… Asıl Kur’an’ın dikkat çekmek istediği nokta budur. 

Bugün Darwin Teorisi’ni kabul edenler maymunlaşmış demektir. Şimdi bir müslümanın Darwin’e inanması, insanın maymundan geldiğine, insanın atasının maymun olduğuna inanması nasıl insanı maymunlaştırıyorsa, bu nasıl bir anlayışsa; Batı felsefesini yakalayabilmek için, Batı bilginlerinin seviyesine ulaşabilmek için bu denli bir komplekse kapılıp dini yalanlamak, dinin verilerini böyle tevil ile zorlama ile farklı anlamların içine sığdırmak hayvanlaşmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Allahu Teala onlar için buyuruyor ki; 

﴾أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ ﴿

Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, azgınları o dört ayaklı hayvanlardan da azgın ve aşağıdır. Küfürde azgınları hayvanların da azgınları gibidirler, “belhum edal” belki onlardan da aşağıdadırlar. 

Allahu Teala’nın onlar hayvandır diye tarif buyurduğu bu topluluklara özenerek hayvanlaşmaya çalışmak nasıl bir idraktir? Bunun Darwinizm’den bir farkı var mı? Düşünün… 

İşte bunlar bu duruma nasıl geçtiler? Hani ayeti kerimede mahşeri tarif ederken Cenabı Hak buyuruyor ya; “Ashab-ı yemin, Ashab-ı şimal…” Bunları zaman içinde siz de ilerleyen derslerinizde göreceksiniz; sağ grup, sol grup…

Kur’an-ı Kerim bunu kitabını sağından alanlar, solundan alanlar diye tarif eder. Rahmet ehli, lanet ehli; cennet ehli, cehennem ehli… Görenle görmeyen gibi farklı kıyasları vardır Kur’an’ın… İşte bunlar da solaklaşmışlar, kafaları sağa değil de sola çalışınca rotayı şaşırmışlar, kibirle Batının peşine takılmışlar ahlakı kaybetmişler, İslamî hayatı kaybetmişler, İslam’ın edebini kaybetmişler, İslam’ın nezaketini kaybetmişler.

Sağa devam etselerdi, kamil mümin olacaklardı, muttaki olacaklardı, Rabbimizin belki “yahşallah” diye tarif buyurduğu “Allah’tan huşu duyan” zümreden olacaklardı, “belhumedal” olmayacaklardı, huşu ehli olacaklardı. Cenabı Hakk’ın “onlara sorun” diye adeta görevlendirdiği ekipten olacaklardı. Kur’an-ı Kerim’in “ehli zikir” diye tarif ettiği meseleyi bilenler zümresinden olacaklardı. Kur’an’ın kendilerini ulema ismiyle sıfatlandırdığı إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء kulların içindeki seçilmiş bir zümre, ilim ehli, aydınlanmış ve aydınlatacak durumda olan ehliyetli kişiler olacaklardı.

Ama öyle olmadılar, Allah Rasulü’nün buyurduğu “يلعنه القرأن - Kur’an’ın kendilerini lanetlediği” bir zümre oldular. Allah esirgesin. Bu yüzden bilgiyi iyi değerlendirin ahlaka, amele, ihlasa ziyade önem verin. 

Ben talebeydim, son kitaplarıma gelmiştim, mezuniyetim yakındı ama fıtratımıza Allahu Teala’nın lütfettiği bir güzellikti ki biz tasavvufa çocukluğumuzdan beri meraklıydık. Evliyaya, meşayıha çok büyük itikadımız, inancımız, muhabbetimiz vardı. O vesileyle de o muhabbetle tasavvuf yolunda da karınca kararınca gayret ediyorduk. Derslerimizi, evradımızı, ezkarımızı rabıtamızı, hatmemizi imkan buldukça devam ettiriyorduk. 

Bir rüya gördüm, rüyamda köyümdeyim, Karadeniz’de memlekette kendi köyümdeyim. Benim köyümde bir cami yapmışlar. Cami İstanbul’daki Sultanahmet Camii gibi ama ondan çok daha muhteşem, çok daha görkemli, çok daha güzel büyük bir cami. Camiye öyle hayranlıkla bakıyorum.

Benim köyüm gerçekte de yaklaşık bin haneli, üç dört mahalleden oluşan büyük bir köydür. Çocukluğumda köyümde iki cami vardı, sonradan iki cami daha yaptılar dört cami oldu. Camilerin ikisi evime çok yakın, birisi yaklaşık elli metre diğeri de iki yüz metre var yok, bayağı yakın… 

İşte rüyamda öyle büyük bir cami yapılmış ben müthiş bir hayranlıkla o camiyi seyrediyorum; dışarıdan minarelerine bakıyorum, kubbelerine bakıyorum aklım gidiyor. Subhanallah diyorum bizim köylüler, Allah razı olsun bunlardan, ne güzel bir cami yapmışlar, müthiş bir cami yapmışlar ki bizim hiç haberimiz olmamış, ben böyle bir cami yapıldığını bilmiyorum, gelip bitmiş halini görüyorum. Camiyi yapılırken hiç de görmedik, bilseydik yardım ederdik diyorum. 

Geliyorum caminin ismine bakıyorum, ismini ne koymuşlar diye ama bakıyorum ki henüz bir yazı yok levhasında. Orada birisine soruyorum: 

- Böyle büyük bir cami yaptınız, bu caminin ismini ne verdiniz, diyor ki: 

- Henüz isim verilmedi. Halk buna Yakub Hoca Camisi diyor. Cuma günü Rasulullah Efendimiz (asv) gelecek cuma namazını kıldıracak, açılış olacak. O isim verecek. O yüzden biz isim vermedik ama halk arasında, köy içinde Yakub Hoca Cami diye söyleniliyor...

Benim dedemin ismi de Yakub. Diyorum demek ki dedemin adına yapmışlar camiyi… Caminin içine giriyorum bayılacak derecede içi güzel… A’dan Z’ye her şeyine bakıyorum bir eksiği var mı diye. Benim bakmamdaki neden bir eksiği varsa, yeni yapılmış ya eksiği olabilir, onu da ben yapayım, benim katkım olsun. Hiçbir eksiği yok... Süpürgeliklerine bakıyorum, lamba düğmelerine bakıyorum, elektrik prizlerine bakıyorum, her şeyine bakıyorum hiçbir eksiklik yok. Diyorum ki Subhanallah hiçbir şey de bırakmamışlar kimseye, her şeyi yapmışlar. Geziyorum...

Caminin imamı geliyor, mübarek, nurani bir zat; o caminin imamıymış. Ama tanımıyorum, bizim oralı değil. Düşünüyorum ki devlet dışarıdan birini herhalde göndermiş. Öyle de güzel bir adam… Ona da diyorum ki; 

-Hocam, cami yapılmış benim hiç haberim yok. Bakıyorum ki bir eksiklik var mı, biz de bir şeyler yapsaydık diye ama yapılacak hiçbir şey yok. Hoca diyor ki: 

-Hiçbir eksiği yok, yapanlar mükemmel yaptılar, Allah razı olsun. Sen vakit ezanını oku, diyor bana. Diyorum ki: 

-Tamam okuyayım, minarenin kapısı nerede, diyor ki:

-Minareden değil bak şu kubbenin üstüne çıkacaksın oradan kendi sesinle okuyacaksın. 

-Niye ki, diyorum. 

-Henüz elektriği bağlanmadı. Caminin tek eksiği bu. Elektrik verilmedi camiye. Her şey yapıldı lambalar var ama yanmıyor, elektrik yok. O yüzden sen kendi sesinle ezanı okuyacaksın, diyor. 

Köyde elektrik varken böyle mükemmel olan bir camiye niye elektrik verilmemiş diye şaşırıyorum. Bu sefer de imam diyor ki: 

- Elektriği Rasulullah (asv) bağlayacak. Elektrik O’nun tarafından cuma günü bağlanacak. Ben çıkıyorum, ezan okuyorum. 

Sonra namaz kılıyoruz, ben yine imama soruyorum; Hocam bu caminin ismi ne olacak? O da yine buraya Yakub Hoca Camisi diyorlar ama Efendimiz bir isim verecek, diyor. Ben böyle çok sevinçliyim, muhabbetliyim; camide namaz kılıyorum. Öylece uyanıyorum. 

Uyandığımda da böyle çok heyecanlıyım, sevinçliyim ama o hal beni düşündürüyor camide elektrik niye yok? Bu rüyamı muhafaza ediyorum, bir ehlini bulursam nakledeceğim. Derken Adıyaman’a gidiyorum.

Merhum Raşid Efendi o zaman hayatta, Raşid Efendi’ye anlatayım diyorum, bakayım bana ne buyuracak. Camide yanaşıyorum, fırsat olmuyor, birileri araya giriyor. Bahçeye iniyor, caminin yanında oturduğumuz serin bir bahçe var, oraya iniyor. Ben de bahçeye iniyorum. Bahçede oturuyoruz, yine birileri geliyor, ben bir türlü fırsat bulup anlatamıyorum rüyamı. İçimden Allah’a yalvarıyorum; Ya Rabbi kimse gelmese de şöyle birlikte kalsak ben rüyamı nakletsem. 

Yine biri geliyor, onunla otururlarken Raşid Efendi, o kişiye buyuruyor ki, bir kişi bir rüya görmüş. Köyünde bir cami yapmışlar. O kişinin camiyi görmüş aklı başından gitmiş. Öyle güzel, muhteşem bir cami. İçine girmiş; içi dışı gibi, her şeyi muhteşem. Hiçbir eksiği yok caminin. Bu kişi caminin süpürgeliklerine, elektrik prizlerine, düğmelerine bakmış ki eksik bir şey varsa ben yapayım katkım olsun diye cami de eksik bir şey bulamamış, çok mest olmuş. 

İmamına caminin ismini sorunca caminin henüz isminin verilmediğini, Cenabı Peygamber’in ismini vereceğini söylemiş, O gelip açılış yapacak namaz kıldıracak, isim verecek. Caminin bir tek eksiği var demiş, o imam. O eksik de camiye elektriğin bağlanmaması, caminin elektriği yok. Elektriği de Sultanu’l-Enbiya bağlayacak. 

O kişi şimdi merak ediyor ki, niye elektrik bağlanmamış, böyle mükemmel bir camide niye elektrik yok? 

Devamla o kişiye diyor ki; caminin imamı Şah-ı Nakşıbend hazretleridir. Kapıda birine sormuştu o kişi de; Mevlana Halid’dir. Camiye cereyan verilmemiş, sebebi de henüz hilafet alınmamış diyor. Halife olmamış, o yüzden cereyanı yok. O caminin güzel nakışları ilim, amel nakışlarıdır, diyor. Kubbeleri, çinileri vs. gönlünü öyle yapmış, diyor. Her şeyi donatmış, cereyanını Rasulullah bağlayacak ki ona hilafet verecekler, işi tamam olacak. 

Ama ben şaşırdım, sanki rüyayı gören ben değil, cennet mekan Raşid Efendi görmüş rüyayı.

O anlattığı kişiye buyuruyor ki; bak sen de böyle bir cami yap, geç kalma. Sonradan öğreniyorum o konuştuğu da hoca bir zat imiş. Ona da buyuruyor ki; sen de böyle bir cami yap, gönlünü camileştir. Ben baktım daha dayanamayacağım, yanlarından çıktım…

Şimdi ben de size söylüyorum; gönüllerinizde böyle bir cami yapın, noksanı olmayan güzel bir cami yapın. Küçük de olsa gönlünüzü öyle camileştirin. İlmin nakışlarıyla, amelin sergileriyle öyle serin. Kubbelerini nakışlarla süsleyin. İnşaallah, Rasulullah Efendimiz cereyanını bağlasın, açılışını yapsın. Ama buna gayret edin. İşte bu hem ilim hem tasavvuf; hem ahlak hem amel, ihlas ile olur. Bunları birbirinden ayırmayın, inşaallah o cami olur.

 

Cumartesi, 01 Temmuz 2017 00:27

ASHABIN FAZİLETİ

 Ashabın Fazileti

Ashabın Fazileti - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Ashabın Fazileti

 

Bu ayki yazımızda peygamberlerden sonraki en hayırlı nesilden, Efendimiz’in mübarek ashabından bahsetmeye, sahabeyi kiram efendilerimizin dindeki yerini anlamaya çalışacağız. Onları anlamak bizim için çok önemli. Çünkü onlar din-i mübinin ilk muhatapları. Onları anlamak hayatımıza istenilen ölçüde istikamet vermek açısından çok önemlidir. Zira onlar hakkında Hazreti Peygamber: “Şüphesiz ki Allah, peygamberler ve mürseller dışında ashabımı seçip insanlar ve cinler üzerine tercih etmiştir.” buyurmuştur. 

Hâce Hazretleri (ksa) bizlere şöyle tavsiye buyurdular; “Sahabi hayatı okumaya gayret edin. Hatta peygamber efendilerimizin hayatlarından, kıssalarından daha çok sahabi hayatı, menakıbı okuyun. Çünkü peygamberler Allah tarafından seçilmiş ve hususi meziyetler ile teçhiz edilmiş bir zümredir. Onlar olumsuz olan her şeyden müstağni ve mevhibe-i İlâhidirler. Fakat sahabi efendilerimiz öyle değildirler. Hatadan masum, yanlıştan ârî değillerdi. Teşbihte hata olmazsa bizim gibi insanlar idiler. Biz de onların yaptıkları ile amil olmaya gayret edersek kendi çağımızda asrısaadet rüzgârları estirebiliriz. Zamanında Ebu Bekir’in (ra) amelini işleyen devrinin Ebu Bekir’i; Ömer’in (ra) amelini işleyen devrinin Ömer’i olur.”

Bizler onların halleriyle hemhal olabilmek, ahlakları ile ahlaklanabilmek için onları tanımak; dindeki kadr u kıymetlerini, mevkilerini tesbit etmek durumundayız. Biz bu işe yetkili olanlardan derleyebildiklerimizi sizlerle paylaşmaya gayret edeceğiz. 

Peki, sahabi kime denir, nasıl sahabi olunur? Evvela buradan başlayalım…

Bu konuda İmam Buhari, Ahmedü’l-Medeni, Ahmed b. Hanbel, Bediüzzaman ve daha pek çok âlim ve ârif değişik tanımlamalar yapmış, farklı durumlar hakkında görüş bildirmişlerdir. Hazreti peygamber sağ iken temyiz yaşında olmayanlar, Efendimiz hayatta iken O’nu görüp vefatından sonra müslüman olanlar, Efendimiz hayatta iken müslüman olup sonra irtidat eden fakat tevbe ederek tekrar müslüman olanlar, Peygamberimiz hayatta iken müslüman olup sonra irtidat eden ancak Rasulullah’ın (sav) irtihalinden sonra tekrar müslüman olanlar gibi değişik durumlar mevcut. Ancak hem hadis ulemasının hem de usül âlimlerimizin üzerinde ittifak ettikleri, ehli sünnete mâl olmuş, kısa ve öz bir tarifi İbn Hacer (rh.a) yapmış ve; “Peygambere iman edip kendisine mülaki olan ve İslam üzere ölen kişiler sahabidir.” demiştir.

Hiç şüphesiz sahabi efendilerimizin kıymet ve faziletlerine dair söylenebilecek sözler/methiyeler ayetlerle, hadislerle, büyüklerimizin kibarı kelamlarıyla ziynetlendirilmelidir. Belki de bu ifadeler ciltler dolusu olsa yine de onları tam manasıyla vasfetmek mümkün olmayacaktır. Fakat onlarla alâkalı şu hadisi şerif, kıymetlerini Hak’tan aldıklarına dair en güzel göstergelerden biri olacaktır şüphesiz:

“Allah Teâlâ; kulların kalplerine baktı, Muhammed’in kalbini kulların kalplerinin en hayırlısı buldu; onu Kendine ayırdı ve peygamber olarak gönderdi. Muhammed’in kalbinden sonra kullarının kalplerine bir daha baktı, onun ashabının kalplerini kulların kalplerinin en hayırlısı buldu, bunun üzerine onları Peygamberi’nin vezirleri yaptı.” 

Sahabiler, vahye şahit oldular; Efendimiz’in, Allah’ın buyruklarını nasıl anlayıp yaşadığını bizzat gördüler. Kendilerinin anlayamadıkları, yanıldıkları her mevzuyu Hazreti Rasulullah’a sorup öğrenme imkânına sahiptiler. O’nun âlemlere rahmet olarak gönderilen mübarek vücuduna elleriyle dokundular; gösterdiği sayısız mucizeyi hayranlıkla izlediler. Atalarının kendilerine telkin ettiği bütün yanlışları neye mâl olursa olsun ellerinin tersi ile itip Efendimiz’e tabi oldular. Mekkeli müşriklerin ağır işkencelerine sabrettiler. Efendimiz’in dinleri ile alakalı ibadet, cihad, hicret, helal, haram gibi emirlerine tereddüt etmeden tabi oldular.

Fetih suresi 29. ayeti kerimede de görüldüğü gibi, Kâinatın Rabbi, ashabı kiramı yaratmadan yüzlerce sene önce kendilerinden böyle övgüyle söz etmiştir.

Ama maalesef bizler özellikle günümüzde sahabi efendilerimizden bahsederken bir ciddiyetsizliğe ve gevşekliğe de şahit oluyoruz. Hâlbuki onları öven, öne geçiren, peygamberler müstesna diğer tüm insanlardan üstün olduklarını haber veren ayet ve hadisler bizi böyle rahatça davranmaktan alıkoymalıdır.

Sahabi ümmetin hatta ümmetlerin en hayırlısı, Hakk’ın davetçileri, Kur’ân ve sünnetin tebliğcileridir. Onlar önlerine çıkan problemleri çözmekte hikmetli davranır, Hakk’a yardımcı olmak ve tevhid bayrağını yükseltmek için çaba sarf ederlerdi. Müslümana düşen, onların aralarındaki ihtilaflarda susması, kulaktan duyma sözlere itibar etmemesi ve onları en güzel şekilde anmanın kendilerine vacip olduğunu bilmektir. Bu hususta Efendimiz bizi asırlar öncesinden ikaz etmektedir: “Ashabıma dil uzatmayın. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın tasadduk etseniz yine de onlardan birinin iki avuçluk harcamasına sevapça ulaşamazsınız.” Bu hadisle ilgili olarak Müslim’deki konu ismi: “Sahabilere Sövmenin Haram Kılınması” şeklinde olup, bunun en büyük günahlardan biri olduğuna işaret edilmiştir.

Abdullah b. Ömer, ashabı kirama dil uzatanları şiddetle uyarmış ve “Sahabe-i güzinin bir saat süreyle Peygamber Efendimiz’in yanında bulunmalarının, başkalarının bir ömür boyu yapacağı ibadetten daha değerli olduğunu” söylemiştir. 

“…Sizi ölçülü ve dengeli bir ümmet yaptık...” (Bakara 143) ayeti kerimesi ashabın adaletine, onların yalan söylemeyen bir nesil olduğuna işaret etmektedir. Sahabeyi kiram efendilerimizin Müslüman olduktan sonra kesinlikle yalan söylemediklerini bilen muhaddisler ve ehlisünnet âlimleri ashabı kiramın adaleti hususunda ittifak etmişlerdir. Hatib el-Bağdadî “El-Kifâye” adlı eserinde der ki: “Ashabı kiramın adaleti Allah’ın onları adil sayması, onların temizliğinden haber vermesi ve onları seçtiğini beyan etmesiyle sabit olmuştur.” Dört mezhebin imamı bu görüştedir. Kütüb-i Sitte âlimlerinin önde gelenleri ile “cumhur” dediğimiz ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Bu konuda farklı düşünenler, bidatçı dediğimiz ehlisünnet dışındaki bazı fırkalardır.

Çünkü sahabeyi kiram, Allah’ın Elçisi’ni can kulağıyla dinlediler; O’nun getirdiği ayeti kerimeleri hem yazdılar hem ezberlediler; tebliğ ettiği dini hadis-i şerifleriyle nasıl açıkladığını ve bu dini nasıl yaşadığını bütün dikkatleriyle takip ettiler ve ondan öğrendiklerini kendilerinden sonraki nesle kusursuz bir şekilde aktardılar. Ali efendimiz bu noktaya işareten buyurdu; “Hiçbir ayet yoktur ki ben onun ne için nazil olduğunu, Efendimiz’in onun hakkında ne buyurduğunu bilmeyeyim.” Biz bugün elimizde bulunan, Kur’ân dâhil, bütün hakikati bu yüce insanlara muhtaç olduğumuzu unutmamalıyız.

 

Ayetlerde Sahabi

Bu başlık altında birçok ayeti kerime zikredilebilir. Fakat biz satırlarımızın mahdud olması dolayısıyla burada teberrüken bir kaç ayeti aktarmakla yetinip diğerlerinin sure ve ayet numaralarını paylaşacağız. Daha geniş bilgi için ilgili ayetlerin tefsirlerden mütalaası ümmet olarak boynumuzun borcudur. Bir de şöyle bir soru akla gelebilir; “Efendim, buradaki hitapların çoğusu umumadır, ümmetin genelinedir. Niçin sadece ashaba hasmış gibi anlıyorsunuz?” Biz de deriz ki; “Hitaplar ümmeti şamil olsalar da ilk muhatapları ashabtır. Dolayısıyla evvela onların faziletlerine işaret eder. Tenkit ya da ihtar ile ilgili ayetlere gelince de şöyle düşünürüz; Allahu Teâlâ, kendilerinden sonra gelen ümmetlere örnek olsun, tecrübe olsun diye sahabi efendilerimize o hadiseleri yaşatmış, böylelikle bizim önümüzü açmıştır. Bizler onların hatalarından da istifade ederiz.” 

Şu şekilde örnek verelim: Bir görüş ayrılığından dolayı Hz. Ebu Zer ile Hz. Bilal Habeşi aralarındaki konuşma uzadı, derken sertleşme oldu. O arada Ebu Zer, Hz. Bilal Habeşi’ye “Siyah kadının oğlu” deyiverdi. Peygamberimiz Aleyhisselam haberdar olunca, Ebu Zer Hazretleri’ni çağırdı. Ona: “Demek sende hala İslamiyet’ten önceki kötü adetler var. İnsan hiç derisinin siyahlığından dolayı suçlanır mı?” gibi sözler söyledi. Zaten yeterince pişman olan Ebu Zer Hazretleri, Peygamberimizin bu sözleriyle iyice kafasını kaldıramaz hale geldi. Doğruca Bilal Habeşi Hazretleri’nin evine gitti. Yüzünü kapının eşiğine koyarak; “Ey Bilal, senin mübarek ayağın bu kötü, kaba Ebu Zer’in yüzüne basarak geçmedikçe ben bu eşikten kafamı kaldırmayacağım.” dedi. Hz. Bilal, Ebu Zer Hazretleri’ni kaldırdı ve “Kalk kardeşim. Bu yüz, basılmaya değil öpülmeye layıktır. Ben sana hakkımı helal ettim.” dedi.

Biz bu hadiseyi şöyle anlarız; “Normal şartlarda sahabi efendilerimiz böyle kaba saba, düşüncesiz insanlar değildir elbette. Ancak bir insan gaflet eder de bir hata işlerse nasıl düzeltir, kendisine hata yapılan özür dilendiği takdirde nasıl karşılık vermeli; bizler bunu anlayalım diye bu iki güzide sahabinin arasında bu hadise cereyan etmesini Rabbimiz takdir buyurmuştur. Allah onlardan zaten razıdır, biz kendi halimize bakmalı ve onları –hâşâ- ayıplayarak ‘Canım, hem Peygamberi görmüşler hem şu yaptıklarına bak. Yakışır mı bu insanlara?’ gibi hezeyanlarla kapılarak nefis ve şeytana pirim vermemeliyiz.”

Malumdur ki Kur’an-ı Kerim genel olarak üç ana kısımdan müteşekkildir. Kıssalar, müteşâbih ayetler ve ahkâm ayetleri. Ahkâm ile alâkalı kısmı ya sahabilere yol gösterme, ya onları takdir, ya nasihattir. Çünkü birinci derece muhatap olanlar onlardır. Yani onların hayatına dair meselelerle hükümler şekillenmiştir. O ayetlere bir göz atalım:

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.” (Âl-i İmran 110)

“Size ne oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce harcayanlar ve savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel olanı (cenneti) va’detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Hadid 10) 

“Şüphesiz kendileri için tarafımızdan en güzel mükâfat hazırlanmış olanlar var ya; işte bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır.” (Enbiya 101)

Ayetlerden bir kısmı ise şöyledir: Haşr 8-9, Hucurât 7, Tevbe 88, Hadid 10, Enfâl 74, Cuma 11, Enfâl 67-69, Tevbe 25, Nur 11, Tevbe 117, Ahzab 29-30, Fetih 18, Fetih 26, Bakara 134, Âl-i İmran 152

 

Hadislerle Sahabi

“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir.” 

“Benim ümmetim yağmura benzer; başı mı sonu mu daha hayırlıdır bilinmez.” 

“Beni gören veya beni göreni gören bir Müslümana ateş değmeyecektir.” 

“Ashabım hakkında Allah’a karşı saygılı olun, Allah’tan korkun. Benden sonra onları sakın hedef almayın. Onları seven beni sevdiğinden dolayı sever; onlara kin besleyen bana kin beslediğinden ötürü kin besler. Onları üzen, beni üzmüş olur. Beni üzen ise, Allah’ı incitmiş demektir. Kim de Allah’ı incitirse, çok geçmez Allah onu cezalandırır.” 

“Yıldızlar semanın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi, vaat edilen şey semaya gelir. Ben de Ashabım için bir emniyetim. Ben gittim mi, onlara vad edilen şey gelecektir. Ashabım da ümmetim için bir emniyettir. Ashabım gitti mi ümmetime vadedilen şey gelir.” 

“Ümmetim(in fertleri arasında) ümmetime karşı en çok merhametli olan kimse Ebu Bekir’dir. Onlar içinde Allah’ın emri hususunda en çok titiz olanı Ömer’dir. Hayâ cihetiyle en şiddetli olanı Osman’dır. (Davalarda) en isabetli hüküm vereni Ali’dir. Helal ve harami en iyi bileni Muaz Ibnu Cebel’dir. Feraizi en iyi bilen Zeyd Ibnu Sabit’tir. Kuran okumasını en iyi bileni Ubey İbnu Ka’b’dır. Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini Ebu Ubeyde İbnu’l-Cerrah’dır. Ebu Zerr’den daha doğru sözlü olan birini ne gök gölgeledi, ne de yer taşıdı. O, verada Hz. İsa Aleyhisselam gibiydi.” 

“Bir yerde ölen ashabımdan hiçbirisi yoktur ki, kıyamet günü oranın ahalisine bir nur ve onlara (cennete sevkte) bir rehber olmasın.”

“Ashabımın kötülüklerini anmayın ki, kalpleriniz onlar üzerine (onlara sevgi hususunda) değişmesin. Ashabımın iyiliklerini anın, ta ki, gönülleriniz (onlara) ülfet etsin.” 

“Ashabıma sövenleri, görürseniz, ‘Allah’ın laneti kötünüz üzerine olsun.’ deyiniz.” 

Onların hicreti, İslam’a yardımcı oluşları canlarını ve mallarını bu yolda vermeleri, baba ve çocuklarını gözlerini kırpmadan öldürmeleri, birbirlerine nasihatleri, cihadları, imanlarının kuvvetleri büyüklüklerinin en önemli göstergesidir. Nitekim Hazreti Ebu Bekir, Bedir’de şartlar gereği oğlu Abdurrahman ile ayrı saflarda yer aldı. Daha sonra Müslüman olmuş Abdurrahman’a; “Babanla karşılaşsaydın ne yapardın?” sordular, cevap verdi; “Oradan kaçardım.” Ebu Bekir efendimize sordular; “Hiç düşünmez boynunu vururdum.” dedi. Efendimiz’in ümmetin emini diye taltif ettiği Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın da kendi babasının başını kendi elleriyle Peygamberimize getirdiğini biliyoruz. Üstelik Allahü Teâlâ bu hâdise üzerine hadiseyi takdir sadedinde Mücâdele Suresi 22. ayeti inzal etti.

 

İslam Alimlerinin Sahabe Hakkındaki Sözleri

Ebu Zür’atu’r-Razi: Sahabiye dil uzatan bil ki zındıktır. Zira Resulullah haktır, Kur’an haktır, Peygamber’in getirdiği haktır, bunları bize ulaştıran sahabidir. Sahabeyi ayıplayan kimsenin amacı onların güvenirliğini sarsarak Allah’ın Kitabı’nı ve Peygamber’in sünnetini iptal etmektir.

Ebu Muhammed bin Hazm’ın: Hadid 10, Enbiya 101 (ayetleri yukarıda zikretmiştik) ayetlerinden anlaşılır ki ashabın hepsi cennet ehlidir zira bu ayetlere ilk muhatap onlardır.

Tahavî: Sahabeyi severiz, onlardan beriyiz demeyiz; bilakis onları kötülükle ananlardan beriyiz. Onlara buğz ederiz, onları ancak hayırla yâd ederiz. Onlara muhabbet ihsandır, dindir, imandır. Onlara buğz etmek küfür, münafıklık ve taşkınlıktır.

Abdullah b. Mus’ab: “Resulullah’ın ashabına hakaret eden kimseye ‘Bunlar zındıktırlar.’ derim. Çünkü bu taife Resulullah’a hakaret etmek istediler. Fakat bu konuda kendilerine uyacak birini bulamadılar. Böylece bunları birbirinin çocukları yanında ayıpladılar. Dolayısıyla bunlar şöyle demiş oluyorlar: ‘Resulullah kötü kimselerle beraber oluyor, bir kişi için kötü kimselerin arkadaşlığından daha çirkin bir durum olabilir mi?’ dedi.” Bunun üzerine halife “Ben de senin dediğin gibi düşünüyorum.” dedi.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki ümmeti Muhammed olarak ashabı hakkında Hz. Peygamber’in hürmetini gözetmeliyiz. Bugün ashab arasındaki bazı ihtilafları gündeme getirerek, ya da güya “akla uygun hareket edip onların sözlerini Kur’an’a arz ediyoruz” gibi safsatalarla onları cerh etmeye, gözden düşürmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Biz bu taifeden uzağız ve inşaallah iki cihanda davacıları olacağız. Sıradan insanlar için bile tecessüs yapmak, gıybet etmek açıkça haramken (Hucurât 12) nasıl olur da Peygamberimizle arkadaşlık yapmaları için Allah tarafından seçilen bu kutlu insanlar hakkında bu kadar fütursuz olunur anlayamıyoruz. Muhabbetten, ihlastan, izandan nasipsiz olmak böyle bir şey olsa gerek. Bu hususta nasipsiz olmaktan Allah’a sığınırız. 

Not: Bu yazımızı yazarken; Dinde Sahabenin Yeri, Prof. Dr. Yaşar Kandemir; Tarihte Metod ve Tarihi Tetkikler Işığında Sahabe Dönemi, M. Salih Ekinci; Sahabeyi Nasıl Anlamalıyız, M. Emin Yıldırım adlı çalışmalardan çokça istifade ettik. Kendilerine teşekkürü borç biliriz.

 

 Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort