JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Eylül 2017 15:34

ŞERİAT TARİKAT İLİŞKİSİ

Şeriat Tarikat İlişkisi

Şeriat Tarikat İlişkisi - Vahdettin Şimşek

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Şeriat Tarikat İlişkisi

 

Muhterem kardeşlerim; bu ayki yazımızda şeriat ve tarikat kavramlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini incelemeye çalışacağız. 

Asrı saadetten sonra tabiin ve tebe-i tabiin büyükleri tarafından sahabe efendilerimizden talim ederek yaşanılmaya ve kendilerine gelen taliplere izah edilmeye çalışılan bir İslamî yaşantı olgunlaşmaya başlamıştı. O dönemde şu şeriattır, bu tarikattır gibi ayrımlar görülmemişti. Saf temiz İslam anlayışı genel manada hâkimdi. Yani Efendimiz’in ashabını görüp onlardan gördüklerini ve öğrendiklerini hayatlarına tatbik eden, ya da onları görüp onlara tabi olanların yaşamış oldukları bir İslam anlayışı hâkim idi. Daha sonraki zamanlarda müçtehid imamların, takva imamlarının, hadis alimlerinin, akidedeki sapmaları gören akaid alimlerinin ihtiyaca binaen ortaya koyduğu mezhepler, meşrepler, tasavvufi yollar (tarikatlar), kelamî ekoller müslümaların hayatında yer almaya başladı. İşte bu kavram farklılıkları bundan sonra ortaya çıkmaya başladı. Bu safhadan sonra da İslam alimleri bazı meseleler hakkında değişik tasnifler yapmaya başladılar. 

Dolayısıyla bu ayki yazımıza konu olan şeriat ve tarikat kavramları, devamı olarak hakikat ve marifet kavramları özellikle tasavvuf camiasında kullanılmaya başlandı. İlk zamanlarda hiçbir sorun yoktu. Çünkü özellikle tabiin ve tebe-i tabiin döneminin büyük alim ve velileri -Hasan Basrî (ra), Cüneyd Bağdadi (ra), Cafer Sâdık (ra)- ve bunları takip eden kümmelin-i evliya şeriat, tarikat, hakikat, marifet sıralamasını tamamen ahlaki özellikleriyle ortaya koymuşlardır. Bunu yaparken de mesela şeraitten tarikata geçiş gibi bir anlayışla yapmadılar. Şeriatın emirleriyle mükemmelen amel eden bir mümin için tasavvufun güzellikleri açılır anlayışı ile bu kavram tasniflerini yapmışlardır.

Daha sonraki dönemlerde ve özellikle günümüzde ise sanki tarikata girmiş ve biraz amel etmiş şahıslar şeriatı geçmiş gibi algılanıyor. Yani tasavvufi hayatı benimsediğini söyleyenlerin şeraitle amel etmelerinin kabukla uğraşmaları gibi anlaşılmıştır. Hele hakikate, marifete erdiği zehabına kapılmışsa onu hiçbir şer’i emir, tasavvufi edep bağlamamaktadır. 

Peki, meselenin aslı nedir? Gerçek manada İslam’ı hayatına yansıtmış, ümmete bu manada önder olmuş büyüklerimiz bu konuda neler buyurmuşlar, bu meseleye nasıl bakmışlar?

Öncelikli olarak şeriat nedir? Bunun açıklığa kavuşturulması lazımdır.

Ömer Nasuhi Bilmen “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı mükemmel eserinde bu ıstılahı ayrıntılı biçimde şöyle açıklıyor:

“Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır (bütünüdür). Bu itibarla şeriat, din ile müradif (aynı) olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyâtı, hem ahkam-ı fer’iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.”

Asrımızın en büyük müfessirlerinden olan Elmalılı Hamdi Efendi’nin “Hak Dini Kur’an Dili” isimli pek kıymetli tefsirindeki şeriat tarifi de şöyledir:

“Lügatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyyeye ve saadet-i hakikiyyeye ulaşması için, Allah Teala’nın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir.”

Büyük müceddid İmam-ı Rabbani (ks) ise:

“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.” buyuruyorlar.

Şeriat; kelime manası olarak büyük ve geniş cadde demektir. Yani çok şeritli otobanları düşünelim. Şeriat bu otoban mesabesindedir. Dolayısıyla şeriat hiçbir müminin hudutlarını aşmaya hakkı olmadığı bir büyük caddedir. Mezhepler, meşrepler bunların hepsi bu caddenin şeritleri gibidir. Hiç bir İslamî anlayış kendisine bunun dışında bir yol çizemez. İmam Efendi (ks) hazretleri: “Her kim şeriatın bir taşını yerinden kaldırmaya kalkarsa yerine başını koymak zorundadır.” buyuruyorlar. Bu yüzden bir insan tarikat mertebesine de, hakikat mertebesine de, marifet mertebesine de erse asla şeriat hudutlarının dışına çıkamaz. Bunu tersi şekilde anlayanlar dalalet içindedirler. 

Hâce Hazretleri de (ks) konuyla alakalı buyuruyorlar ki:

Bizim büyüklerimiz buyurmuşlar ki: “Bizim şeriatımız tarikatımızdır. Tarikatımız da şeriatımızdır.” Birbirinden farklı şeyler değil. 

Tarikat yol demektir, şeriattan daha geniş muazzam bir yol kimse düşünmemelidir. Cadde-i Kübra şeriattır. Tarikatsa; en büyük tarikat, şeriattır elhamdulillah. Bu anlamda bu şeriatın zühdünü, takvasını, verasını Kur’an’daki mübalağa tanımlaması ile “etkâ”sını anlamaya tarikat diyorsak, mesele yok. Onlar zaten şeriatla iç içe…” 

Lügavî ve ıstılahî manalarıyla ve büyüklerimizin kibarı kelamlarıyla şeriat kavramını açıklamaya çalıştık. Günümüzde gerek tasavvufi anlayışın içinde olmaya gayret eden kardeşlerimiz, gerekse de tasavvufi yaşantının aleyhinde olan kardeşlerimiz şeriat-tarikat ilişkisini yanlış anlamaktadırlar. 

Birinci kısımdakilerin ekserisi tarikatta amel edip biraz kendilerince kemalat kesp ettiklerini düşündüklerinde sanki şeriatı geçmiş gibi bir anlayış içine girmiş oluyorlar. Muhabbet adına şer-i şerifin bazı emirlerini hafife alıyorlar. Bunlarla uğraşanların zahirci olduğunu söylüyorlar. Bunun sonucunda da zaten ameli konularda zayıf olan insanlar bunu bir şey zannederek Hakk’ın emirlerini yerine getirmemeye başlıyorlar. Ehliyetsiz insanların telkinleriyle rahatlıkla harama ve hatta itikadi yanlışlıklara düşebiliyorlar. Namazı hafife alan, hatta kılmayan insanları mürşid kabul ederek onların nefislerinden gelen hezeyanlarını takva diye sahiplenebiliyorlar. O yalancı şeyhe sorduklarında da: “Biz sizin gibi değiliz, beş vakit namazı Kabe’de veya miraçta kılıyoruz!” yalanını söylüyor ve oradaki aklını ve gönlünü kiraya vermiş insanlar da bunu kabullenebiliyor. Kadınlarla birlikte oturup, onlara ellerini öptüren zalimleri kutup, ğavs, mehdi olarak kabul edebiliyor. 

İkinci kısım müslümanlar ise bunlara bakarak ehli tasavvufu şirkle, cahillikle, şeriata muhalefetle suçlayabiliyor. Belki bu sapıklara bakarak bunları söyleyebiliyor, fakat müslümanın zandan kaçınması gerektiğini düşünerek, yanlışları ön plana çıkmış bu yolun doğrusu nedir, diye araştırmıyor. Bunlara bakarak hemen şirk, küfür damgasını yapıştırıyor. Dolayısıyla da bu güzide yolun büyükleri olan evliyaullah hazeratına düşmanlık ederek Allah Teala hazretleriyle arasını açıyor.

Bakınız büyük muhaddis, sûfi, fakih tacü’l-islam Ebu Bekir Muhammed b. İshak Buhari Kelabazi (ks), Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Taarruf isimli eserinde şöyle buyuruyor:

 

“Sufiler Allah Teala’nın kullarına farz, Rasulullah’ın vacip kıldığı hususların âkil ve baliğ olan her müslüman üzerine farz, vacip zaruri ve lüzumlu olduğu bu gibi hususları tatbik etmede geri kalmanın ve bu konularda ihmalkar davranmanın hiç kimseye hiçbir şekilde caiz olmadığı mevzuunda ittifak etmişlerdir. Onlara göre en yüksek mertebelere vasıl olan, en üstün dereceleri ele geçiren en şerefli makamlara sahip bulunan ve en yüce mevkilere ulaşan sıddık, arif ve evliya bile dini hükümleri yerine getirme hususunda gevşek ve ihmalkar davranma hakkına ve yetkisine sahip değildirler 

Allah’ın helal kıldığı bir şeyin haram veya haram kıldığı bir şeyin helal veya yasakladığı bir şeyin mübah olması gibi şeriatla ilgili hükümlerin geçersiz sayılacağı bir makam insanlar için mevcut değildir. Özür ve meşru sebeplerden dolayı dini hükümlere riayet edilmemesi hali ise bütün müslümanlarca ittifakla kabul edilmiş ve şeriat tarafından hükme bağlanmış bir husustur.”

Nakşibendi yolunun son devir kutuplarından olan Abdurrahman-ı Tahi (ks) hazretleri 17. Mektubunda Molla Abdulkadir isimli talebesine buyuruyor ki:

Mümkün olan herhangi bir şekilde şeriatı aşmayan ve şeriat dairesinden çıkmayan şeylere tevbe talep etmeye gayret göstermek lazımdır. Asıl maksat şeriatı tebliğ etmektir. Allah Teala Rasulü’ne (sav) “Sana indirileni tebliğ et.” (Maide 67) diyor. Bu da şeriatın hükümleridir. Allah (cc), Rasulullah (sav) için şöyle buyuruyor:

“De ki Allah’ı seviyorsanız bana uyun Allah da sizi sevsin.” (Ali İmran 31)

Allah (cc) yine şöyle buyuruyor: “İnsanları Allah’a çağıran iyi iş yapan ve ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir.” (Fussilet 33)

Bir şeyin size zarar vermemesi için Allah (cc) size şöyle buyuruyor:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Haşr 7)

Ğavsu’l-Azam Abdulkadir Geylani’nin (ks) tarikat silsilesinin kendisiyle sona erdiği Seri es-Sakati’den (ks) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Tasavvuf üç şeyin manasının ismidir.

1.Sufinin marifet nuru, verasının nurunu söndürmez. İrfanı arttıkça ameli fazlalaşır.

2. Kitap ve sünnetin zahirine ters düşen batini ilimler konuşulmaz.

3.Allah’ın haram sırlarını aşan kerametleri barındırmaz.”

Yine mürşidimiz canımız cananımız Hâce Hazretleri (ks) konuyla ilgili buyuruyorlar ki:

“Niye suç mu olur şeriatçı biri tarikata da girse şeriatta bildiklerini tarikat berzahında da amele dökse, yaşasa, ahlakını güzelleştirse, kalbini tasfiye etse, ruhunu alayı illiyyine ulaştırsa, nefsini tezkiye etse. Bunlar şeriatın içinde olmayan bir şeyler mi? Şeriat da yok mu bunlar? Peki, tarikatta şeriat yok mu? Hangi mürit, hangi ihvan, hangi derviş -ne diyorsanız- hayat ölçülerini Kur’an’dan almıyor. Hak-batıl mevzularını, helal-haram mevzularını, mahrem namahrem mevzularını, nikah-talak mevzularını, bey’ ve şir’a ticaret mevzularını, bunlar için hangisi şeriata muhtaç değil? Yani hangi tarikatın böyle kendine özgün bir hukuku var tarikat hukuk belirlemek için değildir. Bir hukuk sistemi değildir. Tarikat var olan, mevcut olan İslam hukukunu en güzel şekilde uygulayan müessesedir. Tarikatın görevi budur. Tarikat insanı şeriatın dışına çıkarmaz. “Yani şeriat kışır, ben bunu aşarım.” diye bir şey yok. Tarikat seni şeriatın içinin İçine çeker. Şeriatta seni sabiteleştirir. Titizlik kazandırır sana. Dikkat yeteneğini dikkat anlayışını binlere katlar.”

Görülüyor ki, meseleye ehliyetli ve aklı ve kalbi selim büyüklerimizin pencerelerinden baktığımızda şeriat ve tarikat arasında insanı mükemmele sürükleyen kopmaz bir bağ vardır. Yine büyüklerimiz buyurmuşlar: “Şeriatsız bir tarikat zındıklık, tarikatsız bir şeriat da ahmaklıktır.” İki mübarek yol arasında farklılık gözetmek, birbirlerinden ayırmak insanı ne hakikate ne de marifete götürür. Hak olduğunu zannettiğimiz ve yıllarca emek verdiğimiz gayretlerimiz bizleri şeytanın çöplüklerine götürebilir. Bunun içinde gerçek Allah dostlarının ve onların yollarını takip eden ilim ehlinin sohbetlerini terk etmememiz gerekir. Şeriatı da tarikatı da onların dizlerinin dibinde talim ve tatbik etmeye gayret etmemiz gerekir. Bunu başarırsak Rabbimizin yardımının da bizimle olacağının bilinciyle dünya hayatımızı cennete çevirebiliriz.

Cenab-ı Hak bizleri her zaman dostlarıyla ve onların sevenleriyle hemdem kılsın. 

Amin...

 

Yazar: Vahdettin Şimşek

 

Cuma, 01 Eylül 2017 15:16

ŞERİAT, TARİKAT MAKSUDA YOLDUR

Şeriat tarikat maksuda yoldur

Şeriat, Tarikat Maksuda Yoldur - Andelib

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Şeriat, Tarikat Maksuda Yoldur

 

Şeriat, tarikat maksuda yoldur,

Halk eden Hâlık’tır, halk olan kuldur,

Amel eyle sağ yanında evrakı doldur,

Caht et ki kapatasın sol kapısını.

                              Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

İnsan hayatı yolculuktan ibarettir. Ruhlar aleminde başlayan yolculuk, dünyada hayat bulmasıyla devam eder. Buradan da ebedi alem olan ahirete yolculuğu var. 

Kulun hedefi Allah’ı (cc) tanımak ve O’na ibadet etmektir. İnsanın yaşadığı her şey O’na Rabbini tanıtmak, bildirmek içindir. Tefekkür eden insan; günahında bile acziyetinin farkına varıp Yüce Mevla’nın azametini kavrayacaktır. İnsan Rabbini tanıdıkça sevgisi artar, sevgisi arttıkça marifeti de artar. Tanıdıkça daha çok sever ve gönlü muhabbetullahla dolar. 

Tasavvuf mertebeleri; şeriatla başlar, tarikatla devam eder. Hakikatten sonra marifete ulaşılır. 

Şeriat, tarikat yoldur varana 

Hakikat, marifet andan içeri

diyor Aşık Yunus. Şeratle başlayan yolculuk ta marifet menziline varılır. Marifetin sonu yoktur. İnsan anlayışı/idraki ölçüsünde marifet yolunda ilerler.

Sıralamanın şeriatle başlaması öneminden dolayıdır. Şeriat, Allah’ın (cc) kullarına emrettiği ölçülerdir. Şeriat; İslam binasının temelidir. Temel sağlam olmazsa bina çok çabuk yıkılacaktır. Muhabbeti esas aldığını söyleyen birçok tarikat ekolünün sonunda yanlışa düşmeleri şeriate önem vermeyişlerindendir.

Yaşantının, ahlakın bırakılıp sözün çoğaldığı günümüzde “şeriat, tarikat, hakikat ve marifet”ten dem vurmak kulağa çok hoş gelmektedir. Bunlardan bahsedip İslam’ı yaşamayan birçok insan var bugün. Şeriatsiz, ölçüsüz, haram ve helalsiz yaşadığımız şeye İslam diyebilir miyiz? Böyle yaşayacağımız şey olsa olsa nefsimizin, hevamızın oluşturacağı dindir. 

Tarikat, kelime olarak gidilen yol anlamındadır. Bu yol eğer şeriat duraklarından geçmiyorsa, sonunda Allah’ın rızası yoksa o yol sapıklığa gidecektir. 

Hâce Hazretleri (ksa) bir yerde veli bir zat olduğunu duyarlar. Onunla tanışıp hayır duasını alıp sohbetinden nasiplenmek isterler. Ziyaret edecekleri yere geldiklerinde şaşırıp kalırlar. Dua almaya geldikleri yerde, şer’î ölçülere riayet edilmediğini görürler. Bu durumun yanlışlıklarını onlara anlatıp oradan hızlıca ayrılırlar. 

Dini emirlere çok daha hassas davranması gerekirken kendi nefislerine hoş gelen bir hayat yaşamak İslam’la bağdaşmaz. Bu tarz yanlışlara çok rastlanır oldu. Arştan kürsten bahsedip namaz kılmayanlar hangi dini yaşadıklarını sorgulamayacaklar mı?

Topuğuna çıkmayan suyu deniz sanarsın,

Sen katreyi geçmeden, ummanı arzularsın!

diyor Niyazi Mısrî.

Topuğuna çıkmayan suda boğulanlar, İslam’ın ölçülerine (şeriatine) uymayanlardır. Tasavvuf, mahviyet yoludur. Tevazuyu vird edinmesi gerekenler, maalesef nefsin kibir atına binmişler, adlarına da kutsiyet ifade edecek unvanlar takmışlar, insanları sapkınlığa götürüyorlar. Ğavs Hazreleri (ksa) bu tip insanların eşkıyadan daha tehlikeli olduğunu buyurmuşlardır. Eşkıya insanın malını alırken, bunlar insanların imanını, ihlasını bozmaktadır. Bu ise diğerinden çok daha tehlikelidir.

Hâce Hazretleri (ksa) memleketten tanıdığı birilerinin tarikat diye bir yere gittiklerini öğrenir. Yapılan araştırma gösterir ki, kendine mürşid diyen bu zat namaz dahi kılmamaktadır. Müridlerine sorulunca onun Kabe’de, Ravza’da kıldığından bahsederler. Ama ne hikmetse onun dışında kimse bunu yapamaz. Cuma namazlarını dahi kılmayan bu şarlatanların peşine düşen müslümanlara ne demeli? Saf ayağına kimse yatamaz. Allah’ın (cc) dini bellidir, kimse kafasına göre yaşayamaz. Allah (cc) namazı Kabe’de, Ravza’da kılın diye emir buyurmadı bize. Yeryüzü mescid kılınmış bize. Temiz olan her yer mümine mescittir. Namaz da ölüm gelinceye kadar her müslümana farzdır. 

Bir dönem cemaatleri bozmak ve işlerine geldiği yerde kullanmak için başlarına İslamla hiç alakası olmayan insanlar getirdiler. 28 Şubat sürecini/zulmünü meşrulaştırmak için kullandıkları Ali Kalkancı, bir esrarkeşti aslında. İstanbul’da içkili lokantası vardı. Bir iki kurs, biraz taktik, bol para, al sana tarikat… Bunlar tek kullanımlık malzemeler gibi; kullan, işin bitince at.

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” demiş atalarımız. Bu tip oluşumlara bakın hepsi tarihin çöplüğüne gömülüp kalmıştır. Bunlarla, yüzyıllardır devam edegelen kadim tarikatleri birbirine benzetmek art niyetten öte bir şey değildir. Bu kadim tarikatlerimiz; birçok evliyanın, âlimin yetiştiği irfan mektebi olmuştur. Asrısaadetten beri İslam şeriatine en bağlı olan bu kadim cemaatlerin mensupları olmuştur. İnşaallah kıyamete kadar da böyle devam edecektir. 

“Müslüman aynı delikten iki kez ısırılmaz.” buyurmuş Peygamber Efendimiz (sav). Biz doğrusunu nasıl anlayalım diyenlere söyleyeceğimiz ölçü: Şeriattır. Şeriata uyan ve sıratı müstakim üzere giden haktır. Şeriattan kopan, nefsinin hevasına giden de dalalete sapmış demektir. 

FETÖ’ye yıllarca inanalar, kendilerini sorgulasınlar. Bu adamlar dini tahrif ederken, şeriatı değiştirirken aklımızı nereye gönderdik? Bizim hiç mi kabahatimiz yok? Zamanında bunlara dur diyebilseydik, bugün çok farklı olurdu. Bugün de dur dememiz gereken birçok insan, oluşum var maalesef. 

Tarikatlerde şeriattan uzaklaşanlar, radikalleşerek veya modernist bir kafayla sünneti terk edenler, hep aynı hastalıklı kafaya sahiptirler. Bunlar İslam’ı Peygamber Efendimiz (sav) ve O’nun yolundan gidenler gibi değil, kendi hevalarına göre yaşamanın yollarını aramışlardır. Önce alimlerimize, evliyalarımıza dil uzatmışlar; sonra ashabı kiramı edepsizce eleştirmeye başlamışlar; nefislerine hoş gelmeyen yerde de Peygamber Efendimiz’in (sav) sözlerini, yaşantısını kabul etmemişlerdir. Bugün sapkınlıklarının çukuruna düşenler Kur’an-ı Kerim’i inkara kadar varmışlardır. Sure ve peygamber kabul etmeyenlere, kutsal metin olmadığını söyleyenler de katıldı. Yani Kur’an-ı Kerim kutsal bir kitap değil demek istiyor. Bunların çoğu da ilahiyatlardaki profesörler oluyor maalesef.

Gerçek sûfiler; Allah’ın (cc) emirlerini, Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetini aşkla yaşamanın gayretinde olmuşlardır. Onlar kulluğu zevke dönüştürmüşlerdir.Sûfiler, dinin günümüze kadar bozulmadan ulaşmasında sağlam bir zincir vazifesi görmüşlerdir. O zincir bugünün müslümanını asrısaadete bağlamıştır. 

Tasavvuf ehlinin bazı sözleri yanlış yorumlanarak ortalık bulandırılmaya çalışıl- mıştır. Yunus Emre bir şiirinde:

“Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver anları / Bana seni gerek seni.” söylerken kastettiği Allah’ın nimetlerini küçümsemek değildir. Nimetlere dalıp nimet vereni unutmamayı daha çok önemsemektir. “Allah ne güzel dosttur.” anlayışını özümsemeye çalışmaktır. Yine sûfilerin çok naklettiği bir kıssa vardır. Hz. Musa (as) bir çobanın yanından geçerken onun Allah’a (cc) koyununu severken söylediği sözlerle seslendiğini görür. Ona müdahale eder, doğrusunu öğretmeye çalışır. Çoban kendisine söyleneni unutup doğrusunu öğrenmek için Hz. Musa’nın peşinden gider. Bu arada farkında olmadan su üzerinde yürür. Bu kıssada bize çobanın söylediği sözlerden ziyade samimiyeti ve sevgisi anlatılmaya çalışılır. Tarikatin eleştirdiği zahirciliktir. Özü olmayan, ihlası, takvası olmayan bir yaşantıdır.

İnsanları sadece zahire yönlendirmek ve bunu yeterli görmek eksikliktir. Münafıklar da zahiren müslümanlar gibi yaşadılar. Namaz kıldılar, oruç tuttular, zekat verdiler. Onları münafık yapan kalplerindeki inkardı. Sadece dış görünümüyle müslümanlara benzemeleri onlara yetmedi. 

Tarikat; insanın iç temizliğine önem verir. Müslüman şeriat ve tarikat yolunda ilerlerse, ona hakikat ve marifet yolu açılır…

 

Bu hakikat deryasıdır,

Bunda zahir bulaşmadı,

Bu deryanın sahiline,

Hiçbir zahid ulaşmadı.

             Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

Ya Rabbi, bizleri şeriatine bağlı kullarından eyle… Ya Rabbi, bizleri razı olduğun kullarından eyle… Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir… Ya Rabbi, sevdiklerinin yolundan (tarikatinden) ayırma…

Amin…

 

Yazar: Andelib

 

Cuma, 01 Eylül 2017 14:48

RAMAZANDAN SONRA...

Ramazandn sonra

Ramazandan Sonra... - Tamer Doymuş

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Ramazandan Sonra...

 

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam alemlerin sultanı Efendimiz’e (sav), ehli beytine, ashabına ve etbaına olsun 

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde şöyle buyuruyorlar: “Niçin buradayız? Burada kayda değer iki şey vardır. Biri iman, diğeri aşk. Tevhid dediğimiz şey de bu iki hakikatin özü. ‘La ilahe illallah’ iman, ‘Muhammed u’r-rasulullah’ aşk, sevda, dava. Bu iki şey için buradayız. Bizim için cennet azığı bunlar. Eğer bu iki şeyi burada tedarik edemezsek durumumuz zor. İman ve aşk. O zaman her an bir bayram her dem bir bayram…’’

Rabbimizin biz kullarına ikram ettiği üç aylar gibi bir rahmet ikliminden geçtik. Bu mübarek ayların ruhaniyetinden, nispetinden, huzur ve bereketinden gereği kadar müstefid olmaya çalıştık inşaallah. Ramazanda yapılan her hasenenin, her güzelliğin karşılığı kat kat verilmekte olduğu bildirilmiştir. Müminler olarak rızanın ve hakikatin taliplisi olarak değerlendirmeye çalıştık bu ayı biiznillah. Hadisi şerifte şöyle buyruluyor: Ebu Hureyre’den (ra): “Allah Rasulü (sav) buyurdu: Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”

Bütün bedenimiz, ruhumuz, sırrımız, zikrimiz oruçtaki hikmeti anlayarak ve oruçla bereketlenerek ramazan ayını değerlendirmeye çalıştık elhamdulillah. İrfanın, hakikatin açlığını bütün iliklerimize kadar hissederek oruç tuttuk. Evveli rahmet ve bereket, ahiri cehennemden azat olan ramazan ayından sonra ise bu güzellikleri, hasletleri artırarak devam ettirme gayreti içinde olmayı Mevlam nasip buyursun. Ebu Ümame’den (ra): Allah Rasulü (sav) şöyle buyurdu: “Her iftar vakti Allah’ın azatlıları vardır.” İnşaallah hatadan, isyandan ve günahtan azat olmuş bir şekilde ramazan ayını değerlendirdik.

Orucumuzu Hak ile tuttuk, iftarımızı Hak ile açtık. Ramazanı böyle geçirdikten sonra ramazan ayı ile birlikte elde edilen bu güzelliklere de veda etmek mümine yakışan davranış değildir. Çünkü kulun hayatında ibadet günü kurtarma düşüncesiyle yapılmaz. Onun kulluğu günlük ya da aylık değildir. Ayeti kerime bu hususu şöyle ifade ediyor: “Ve sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!’’ (Hicr 99)

Ramazan süresince vakit namazla-rımızla teravihlerle şenlendirdiğimiz camile-rimizi ramazandan sonra ramazanda aldığımız feyizle yine şenlendirmeye devam edeceğiz inşaallah. Ayeti kerimede mümin şöyle tarif ediliyor:

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve: Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru, derler. Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur. Rabbimiz! Biz, Rabbinize iman edin diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, bizleri sana ermiş kullarınla beraber yanına al. Rabbimiz! Bize peygamberlerine vaat ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Muhakkak sen verdiğin sözden dönmezsin.” (Âl-i İmran 191-194) 

Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Şeytan, insanın koyunun kurdu gibi bir kurdudur. Sürüden ayrılan ve uzaklaşan koyunu kurt nasıl kaparsa, şeytan da cemaatten uzaklaşan insanı öyle kapar. Onun için tenha yollardan uzak durun, cemaatten, topluluktan ve mescitlerden ayrılmayın!”

Ebu Ubeyde’den (ra): Allah Rasulü (sav) şöyle buyurdu: “Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (kişi için) kalkandır.” Denildi ki: “Onu ne ile zedeler?” “Yalan ve gıybetle.” buyurdu.

Allah için niyet ederek tuttuğumuz orucumuz zedelenmesin diye son derece yapmamaya gayret ettiğimiz yalan ve gıybet gibi mezmum ahlaktan ramazandan sonra da uzak durmalıyız. 

Ramazan ayının çıkmasıyla birlikte bir sonra ki ramazan ayına kadar oruç tutmayı hepten hayatımızdan çıkarmıyoruz. Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Kim ramazan orucunu tutup sonra şevval ayında da altı gün oruç tutarsa bütün sene oruç tutmuş gibi olur.”

Orucun anlamını hikmetini ifade eden bir başka hadisi şerif ise şöyle: Ebu Ümame’den (ra): Dedim ki: Ey Allah’ın Rasulü! Bana Allah’ın beni yararlandıracak olduğu bir şeyi emret. Şöyle buyurdu: “Oruç tutmalısın, çünkü oruç gibi bir ibadet yoktur.”

Ramazan ayında kendimizi görmeye çalıştık. Hataya düşme, yanlış yapma hususunda asıl faktörün kim olduğunu, bizden istenilmeyen davranışların kimden kaynaklandığını anlamaya çalıştık. Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Ey Ademoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi?” (Yasin 60)

Bize şeytandan ve şeytanilerden uzaklaşmamız emrediliyor. Ramazan ayında bu bize daha da kolaylaştırılıyor. Bu manada hadisi şerifte şöyle buyruluyor: “Ramazan ayı girdiği zaman cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kilitlenir; şeytanlar zincire vurulur.”

Ramazan ayında bizlere kendimizi görme fırsatı veriliyor. Çünkü şeytanlar bağlanmış, artık kendimizden başka kimse kalmadı. Kendimizi gördük ve değerlendirdik. 

Ramazanda kazandığımız bir başka güzel haslet ise Kur’an-ı Kerim’le daha çok iç içe olmaya çalışmak olmuştur. Çünkü Ramazan; “Kur’an ayı, Hakla batılın bir birinden ayrıldığı ay” olarak tarif edilmiştir. Kur’an’ın esrarına, hakikatine vakıf olmak varis olmak için, Kur’an’la bütünleşmek için Kur’an’ı daha çok okumaya gayret ettik. Ramazan ayından sonra elde ettiğimiz bu hasletimizi de devam ettirmeliyiz. Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fatır 29)

Bir başka ayeti kerimede ise şöyle buyruluyor: “(Rasulüm!) Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Kasas 45)

Efendimiz’in (sav) Kur’an okurken rahmet veya azap ayetlerini okurken söyledikleri bizlere şöyle naklediliyor: Hz. Katade’den (ra) nakledildiğine göre Rasulullah (sav): “Allah hüküm verenlerin en iyi hüküm vereni değil midir?” (Tin 8) ayetini okuduğu zaman: “Elbette en iyi hüküm verenidir. Üstelik ben buna şahit olanlardanım.” derdi.

Ayrıca Kur’an sadece sevap elde etmek için değil yukarıda da geçtiği gibi, onun hükümleri ile amel etmek, haramlarını haram, helallerini helal bilmek, ona varis olmak, onunla bütünleşmek için okumamız istenmiştir. Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kuran’ı büsbütün terk ettiler.” (Furkan 30) bir başka ayeti kerimede şöyle buyruluyor:

“İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.’’ (Hadid 16)

“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha 124)

Efendimiz’in (sav) Hz. Ebu Zerr’e (ra) (onun şahsında tüm ümmete) yaptığı tavsiyeyi ramazan ve sonrasını anlamada daha faydalı olacağı kanaatiyle yeri gelmişken burada ifade etmek istiyoruz.

Ebu Zerr (ra) anlatıyor: Bir defasında Rasulullah’a (sav): “Ya Rasulallah! İbrahim peygambere indirilen sayfalarda neden bahsediliyordu, diye sordum. “Hepsi birtakım misallerden ibaretti. Şöyle ki: Ey kulların başına tebelleş edilen, imtihana çekilmekte olan mağrur padişah! Ben seni dünyayı toplayıp birbiri üstüne yığasın diye göndermedim. Ben (kâfir de olsa) hiçbir mazlumun duasını geri çevirmem.

Aklını kullanan akıllı kişinin, Rabbine yalvaracağı saat, nefsini hesaba çekeceği saat, Allah’ın eşsiz sanatı üzerinde düşüneceği saat, yemek ve içmekle meşgul olacağı saat olmak üzere zamanını birkaç parçaya ayırması gerekir. Akıllı kişi yalnız şu üç şey uğrunda yolculuk yapmalıdır: Ahiret için azık hazırlamak, geçimini düzeltmek, haram olmayan şeylerden zevk almak için. 

Akıllı kişi zamanının kıymetini bilmeli, durumuna eğilmeli, dilini korumalıdır. Ağzından çıkan sözlerinin amellerinin arasına yazıldığını bilen, lüzumsuz yere konuşmaz.”

-Ya Rasulullah, dedim, Musa’nın (as) sayfaları ne idi?

“Hepsi birtakım ibretamiz ibarelerden ibaretti. Şöyle ki: Kesin olarak ölüme inanan kimsenin sevinmesine şaşarım. Cehenneme inananın gülmesine şaşarım. Kadere inananın yorulmasına şaşarım. Dünyanın sakinleriyle birlikte değişikliklere uğradığını görmesine rağmen ona meyledene şaşarım.

Yarın hesaba çekileceğine inandığı halde ibadet etmeyene şaşarım.”

Ben:

-Ya Rasulallah! Bana tavsiyede bulun, dedim.

“Sana Allah’tan korkmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu her işin başıdır.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Kur’an’ı oku, Allah’ın zikrine sarıl. Çünkü zikrullah senin için yeryüzünde ışık, gökte de saklanan bir azıktır.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Sakın çok gülme. Zira çok gülmek kalbi öldürür, yüzünün nurunu söndürür.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Cihattan geri kalma. Çünkü cihat ümmetimin rehbanlığıdır.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Çok konuşmamaya çalış, çünkü bu, şeytanın senden uzaklaşması için bir vesile, dinini koruman hususunda bir yardımcıdır.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Fakirleri sev, onlarla hemdem ol.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Senden aşağıdakilere bak, senden üstünlerine bakma. Bu, Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsememen için en uygun yoldur.”

-Ya Rasulullah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Acı da olsa gerçeği söyle.”

-Ya Rasulallah! Bana daha tavsiyede bulun.

“Bildiğin kusurların seni, halkın eksik- liklerini araştırmaktan alıkoysun. Yaptığın bir işi başkaları yaptığında kızma. Kendi, noksanlarını görmeyip insanların ayıplarıyla meşgul olman, irtikâp etmekte olduğun bir fiili insanlar yaptığında kendilerine kızman ayıp olarak sana yeter.” dedi ve eliyle göğsüme vurarak:

“Ey Eba Zerr! Tedbir gibi akıl, yasaklardan sakınmak gibi vera, güzel ahlak gibi servet yoktur.” buyurdu.

Efendimiz’in (sav) bir bayram günü yaptığı duasıyla amin diyerek bitirelim:

Hz. İbn Mes’ud (ra) rivayet ediyor: Rasulullah’ın (sav) bayram namazında duası şöyle idi: “Allah’ım! Senden iyi bir geçim, uygun bir ölüm, kusur ve çirkinliklerin olmadığı bir sonuç istiyoruz. Allahım! Bizi aniden helak etme. Ansızın bizi katına alma! Haktan ve tavsiyeden bizi geri bırakma! Allahım! Senden iffet, zenginlik, takva, hidayet, dünya ve ahirette güzel akıbet istiyoruz. Şüphe, ayrılık, riya ve dininde iki yüzlülük yapmaya çalışmaktan sana sığınıyoruz. Ey kalpleri alt üst eden! Hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize rahmet bahşet. Muhakkak ki sen en çok bahşedensin.”

 

Kaynakça:

-Peygamber Külliyatı, Ed-Dımaşki
-Hayatü’s-Sahabe, M.Y. Kandehlevi
-Cem’ul-Fevaid, Er-Rudani
-Tergib ve Terhib

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

şayet kendini yazmış olsaydın da

Şayet Kendini Yazmış Olsaydın Da... - Sâlik-i İrfân

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Şayet Kendini Yazmış Olsaydın Da...

 

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah Teala’yadır. O bizleri yoktan var eden iman, İslam, hidayet lütfeden güzel Mevlamızdır. O’na ne kadar şükretsek azdır.

İnsanlığın en güzeli Hakk’ın en güzel hediyesi, sahibimiz, Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) Hazretleri’ne de binler salat ve selam olsun. O olmasaydı Cenabı Mevla’nın hiçbir nimeti bize ulaşmazdı. Bizleri seven, bizlere (harîs) çok düşkün olan sahibimiz Efendimiz’e ne kadar salat ve selam eylesek azdır.

Ülke olarak kimi sıkıntılar çekilse de millet ve ümmet olarak adım adım birlik beraberliğe, güç ve teknolojiye doğru yürümekteyiz. Düne kadar Avrupa kapılarında borç dilenen, IMF’ye borçlarını ödeyemeyen Türkiye ile bugünkü Türkiye arasındaki farkı söylemeye gerek yok. Mazlum, mağdur, muhtaç toplumlara yardım eden ülkeler sıralamasında dünya 3.sü olmamız maddi olarak gelinen noktayı gösteriyor. Eğer kişi haset-fesat bataklığında değilse gelinen nokta inkar olunacak gibi değil; fakat dinî, ahlakî boyutlarda çok gayret edilmesi gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı resmi alanlarda; Anadolu’daki tüm İslami camialar da sivil alanlarda ihlas ve samimiyetle seferberlik başlatmalıdır.

İran (her ne kadar batıl bir itikada sahip olsa da) üniversite-lise seviyesindeki gençliğini eğitmek amacıyla düzenli olarak hac ve umre seferleri düzenlemekte gençlerine dini ve milli bir kimlik kazandırmak için gayret sarf etmektedir. Maalesef bizde ise umre fiyatları sürekli yükselmekte, hacca gitmek için kuraya girmek ve 7 yıllık kontenjanın bitmesini beklemek gibi garabetler hala devam etmektedir. Görevli hocalarımız ne kadar şuurludur, hacca-umreye götürülebilen insanımıza ne kadar şuur verilebilmektedir… bunlar da ayrıca konuşulmalı…

15 Temmuz’daki ABD destekli FETÖ işgaline direnen halkımızın bu duyarlılığının bilince dönüştürülmesi için milli bir seferberlik şarttır. Eğitimde müfredatımız ve hedeflerimiz yeniden ele alınmalıdır. Üniversitelerde, özellikle eğitim fakültelerinde, öğretmen adayları, dinî-ahlakî değerlerle donanmış olmalıdır ki genç beyinlere tesir edebilsin, onları yerli ve milli hedeflere yöneltebilsin. Aksi halde Gönenli Mehmet Efendi’nin buyurduğu üzere: “Okumak diploma verir, amma eşeklik baki kalır.” sözü öne çıkar. Diplomalı fakat ahlaksız bir eğitimci, gençlere ne verebilir? 

15 Temmuz’da darbe yapmaya çalışan generaller de “okumuş” çocuklardı. Orduda en üst rütbelere gelen bu kişiler vatanlarına ihanet ederken ABD’nin maşası olduklarını fark edemeyecek kadar bilinçsiz-basiretsiz kişilerdi. Öyleyse eğitimimizi, din algımızı sorgulamak zorundayız.

AK Parti hükümeti eğitimde başarısız olduğunu zaten itiraf etmektedir. Akıllı tahtalar, tabletler, bina iyileştirmeleri artı bir değer olarak görünse de eğer idealist-nitelikli öğretmenler yetiştirilemezse yerli ve milli bir eğitimden söz etmek mümkün olmayacaktır.

Nurettin Topçu: “İlköğretim kalp eğitimi, ortaöğretim akıl eğitimi dönemidir.” derken çok temel bir değerlendirme yapmaktadır. Son yıllarda okullarımızda uygulanmaya çalışılan “Değerler Eğitimi” gibi iyi niyetli kimi çabalar varsa da bu girişimler cılız seslere dönüşmekte, okul panolarında soğuk birkaç yazıyla geçiştirilmektedir. Değerler eğitimi çalışması ile ilgili eleştirel bir alıntıyı paylaşalım:

Değerler Eğitimi mi, Ne Derler Eğitimi mi?

“Doğan Cüceloğlu bir seminerinde yere bir parça ekmek koymuş ve “Bu ekmeğe basabilecek birisi var mı?” diye sormuş salondakilere. Hiç ses çıkmamış tabii ki.

“Sahneye gelip bu ekmek parçasına basana 100 dolar vereceğim.” diye devam etmiş.

Salondan yine çıt yok. Fiyatı artırarak 5.000 dolara kadar getirmiş. Bu sırada salonda bulunanlardan birisi: “Hocam, istersen 500 bin dolar ver, yine bize o ekmeği çiğnetemezsin, boşuna uğraşma!” demiş. Doğan Cüceloğlu da: “İşte değerler eğitimi budur!” diye noktayı koymuş.

Sorun şu: Yere düşen ekmeği çiğnememek için duyduğumuz hassasiyet, yerlerde sürünen bazı değerlerimiz çiğnenirken niçin kendini göstermiyor acaba?

Para vererek ekmek çiğnetebileceğiniz insan sayısı yok denecek kadar azken; bedavaya yalan söyleyen, azı çok, çoğu az gösteren, dedikodu yapan insanların bu kadar çok olması biraz garip değil mi? Acaba yalan söyleme konusunda daha hassas olamaz mıydık? Veya herhangi bir toplulukta birisi gıybet etmeye başladığında herkes tepki veremez miydi?

Eskiden daha duyarlıydık, diyorsunuz şimdi muhtemelen içinizden. Doğru, eskiden öyleydik. Kapkaranlık medeniyetlerin orta- sında değerlerimizle parıl parıl parlıyorduk; ama toplumsal manada suç sayılan birçok eylemin normalleşmesi o kadar hızlı oldu ki sanki bir anda söndük.

Değerler eğitimi son yıllarda müfredata girmeyi başardı ama okullarımıza bakıldığında, değerler eğitiminden çok “ne derler eğitimi” yapılıyor gibi...

Eğer bir insan kalabalıklar içindeyken yere çöp atmıyor da, etrafta kimseler yokken atıyorsa bu insanın değer yargıları oluşmuştur diyebilir miyiz? El alem ne der, diye yere çöp atmayan bir kimseye çevre bilinci oluşmuş diyebilir miyiz? “Ne derler eğitimi” belimizi büküyor, farkında değiliz.

Birin yanına beş katıp söyleyenler, pireyi deve yapanlar, tek kabiliyeti yalan söylemek ve abartmak olanlar el üstünde tutulurken; olduğu gibi davrananlar, riyadan ve malayaniden uzak kalan dürüst ve sessiz kahramanlar itilip kakılıyorsa, tu kaka ediliyorsa, bütün bunlar gayretullaha dokunmaz mı sanıyorsunuz?

Asıl hesap verilmesi gereken makamı unutmuş, insanların ne diyeceklerine odaklanmış durumdayız. Hal böyle olunca, çevremizdeki insanların doğrusu bizim doğrumuz oluyor.

Eğer doğru insanlarla birlikteyseniz nasiplisiniz. Allah işinizi rast getirsin. Ama çevrenizdekiler yanlış insanlarsa, Allah yardımcınız olsun.”

Evet, bizlere Peygamber sevgisini verecek, Hakk’ın bilgisini öğretecek, bizleri ashabı kiram ve sonraki dönem salihlerin ahlakına ulaştıracak ulema-suleha-evliyaya ihtiyacımız var. Elhamdulillah bugün de bu kaynak var; fakat “Görenedir görene, köre nedir köre ne…”

Seri yazımızda Hz. Osman (ra) efendimizle ilgili paylaşımlarda bulunuyor, onun güzel hayatından ibretlik tablolar aktarmaya çalışıyorduk. Cenabı Mevla örnek almayı, onlara benzemeyi lütfeylesin: 

Hazreti Osman (ra) Bedir Savaşı hariç bütün savaşlarda bulunmuştur. Hudeybiye Antlaşması’nda Mekke’ye elçi olarak gönderilir. Tebük Seferi’nde on bin kişilik İslam ordusunun, bütün ihtiyaçlarını karşılayıp donatır. Ayrıca bin altın da para yardımında bulunur. Bütün malını İslamiyet’in yayılması, insanların kurtulması için Allah yolunda harcar.

Hz. Ebu Bekir’in, halifeliği sırasında istişare ettiği ve görüşüne başvurduğu sahabilerin başında yine Hz. Osman gelirdi. Hz. Ebu Bekir ölüm döşeğinde iken, kendisinden sonra halife olacak zatın vasıflarını Hz. Osman’a anlatıyordu. Hz. Osman da bunları kaydediyordu. Hz. Ebu Bekir, tarif ettiği zatın ismini anmadan bayılmıştır. Hz. Osman vefat ettiği zannıyla Hz. Ömer’in ismini yazar. Biraz sonra Hz. Ebu Bekir ayılır, kimi yazdığını sorar. Hz. Osman: “Ruhunu teslim ettiğini sanmıştım. Tefrika çıkmasından korktuğum için Ömer bin Hattab’ı yazdım, ey müminlerin emiri!” der. Hz. Ebu Bekir, onun bu hassasiyetine çok sevinir ve memnuniyetini şöyle dile getirir: “İslam’a ve müslümanlara yaptığın bu iyiliğinden dolayı Allah seni hayırla mükafatlandırsın! Şayet kendini de yazmış olsaydın, yine isabetli hareket etmiş olurdun.” (Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 14) 

Hz. Osman, Hz. Ömer devrinde de bütün gücüyle ona destek olmuş ve önemli hizmetlerin tedvirinde görev almıştı. Vefatını müteakip Hz. Ömer’in tayin ettiği şûra meclisi, Hz. Osman’ı halife seçer. Şûra şu zatlardan meydana gelmektedir: Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali (r.anhum).

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da bu heyette bulunuyordu. Hz. Ömer, vefatını müteakip bu şûranın, içlerinden birisini üç gün içinde halife seçmesini vasiyet etmişti. Hz. Ömer’in teçhiz ve tekfininden sonra, heyet durumu iki gün boyunca müzakere ettiği halde bir türlü karara varamadı. Üçüncü gün Abdurrahman bin Avf, altı adaydan üçünün adaylıktan çekilmesini, geri kalan üçü üzerinde tercih yapılmasını teklif etti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr Hz. Ali’yi, Hz. Sa’d da Abdurrahman bin Avf’ı, Hz. Talha ise Hz. Osman’ı aday gösterdi. Abdurrahman bin Avf (ra) adaylıktan feragat ettiğini açıkladı. Bunun üzerine seçim Hz. Osman ile Hz. Ali arasında kaldı. Daha sonra Hz. Abdurrahman her ikisiyle görüşmeler yaptı. Bu arada, sokaktaki adama, evdeki kadına ve mektepteki çocuğa varıncaya kadar herkesin görüşünü aldı. Hz. Abdurrahman daha sonra halkı mescide davet etti. Halifeliğe Hz. Osman’ı münasip gördüğünü açıkladı ve ona biat etti. Hz. Abdurrahman’dan sonra Hz. Osman’a biat eden ikinci şahıs Hz. Ali oldu. Bunları diğer müslümanlar takip etti. Hepsi de biat ettiler. Hz. Osman böylece hicretin 24. yılında (m. 644) senesinde muharrem ayının birinci günü hilafet makamına gelir. (Asrı Saadet, 1: 293-294)

12 sene hilâfet makamında kalan Hazreti Osman, cesur bir kimsedir. Hiçbir felaket karşısında sarsılmamıştır. Bunun için halifeliğinde birçok zafer elde edilir. Bilhassa halifeliğinin ilk yılları, İslâm tarihinde altın bir devir teşkil eden Ebu Bekir ve Ömer (ra) devirlerinin bir devamıdır. Devrinde çok fetihler yapılmıştır. Horasan, Hindistan, Maverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yeri, onun devrinde İslâm topraklarına katılmıştır.

Yine onun halifeliği sırasında Şam’da valilik yapan Hz. Muaviye komutasındaki ordu Kıbrıs adasını alarak Akdeniz’de önemli bir mevki elde etmiştir.

Onun zamanında İslâm memleketleri batıda İspanya’ya kadar, doğuda Kabil ve Belh’e kadar genişletilmiş, İslâm orduları denizde ve karada büyük zaferlere ulaşmıştır.

Hz. Osman’ın hilafetinin ilk altı yılındaki fetihler tarihe geçmiştir. Bu zaman içinde Afrika’nın mühim bir kısmı fethedilir. İspanya’ya ilk müslüman akınları başlatılır. Kıbrıs fethedilir. Ayrıca Hz. Ömer’in vefatını fırsat bilerek isyan eden Ermenistan ahalisi itaat altına alınır, Taberistan fethedilir. Bu yılın mühim bir hadisesi, İslam donanmasıyla Bizans donanmasının Akdeniz’de karşı karşıya gelmesi ve İslam donanmasının 500 parçalık Bizans donanmasını bozguna uğratmasıdır. Bu zafer, müslümanlara Akdeniz’de rahat manevra yapma imkanını kazandırmıştır. Müslümanlar, Malta ve Girit adalarına çıkarlar. Bu arada bir grup müslüman, Anadolu sahillerine çıkarken, diğer bir grup da İstanbul surlarına dayanır. Peygamber Efendimiz’in müjdesine layık olabilmek için gayret göstermişlerdir.

Yine bu zaman zarfında idarede eyalet sistemi kökleştirilir. İslam ülkesi mülki ve idari olmak üzere iki sisteme ayrılır.

Hz. Osman’ın gerçekleştirdiği büyük ve tarihi hizmetlerinden birisi ve belki en mühimi, Kur’an-ı Kerim nüshasının çoğaltılması işidir. O sıralar Ermenistan ve Azerbaycan fethine katılmış olan sahabiler arasında Kur’an-ı Kerim’i okuma hususunda bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Çünkü Irak ordusunda bulunanlar İbni Mes’ud’dan, Şam ordusunda bulunanlar da Ubey bin Kâb’dan Kur’an okumayı öğrenmişlerdi. Aradaki küçük farklılıklar sebebiyle Huzeyfetü’l Yemani, Hz. Osman’a gelmiş: “Bu ümmet, Yahudi ve Hristiyanlar gibi ihtilafa düşmeden önce onların imdadına yetiş!” demiştir.

Bu müracaat üzerine Hz. Osman, hemen bir istişare meclisi topladı. Bu heyet, yardımcılarıyla birlikte 12 kişiden müteşekkildi. İleri gelenleri Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Sâid bin Âs ve Abdurrahman bin Hâris (ra) idi. Heyet, Hz. Ömer’in evinde ve Hz. Hafsa’nın himayesinde olan Kur’an nüshasını, Hz. Ebu Bekir zamanında toplatılan nüsha esas alınarak beş (veya yedi) nüsha olarak çoğaltır. Çoğaltılan bu nüshalar Kûfe, Basra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. Bir nüsha da Medine’de bırakıldı. Bu nüshaya “imam” adı verilir.

Hz. Osman, Rasulullah’tan 146 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde yer alanlarından bazıları şunlardır:

“Kabir, ahiret yurtlarının ilkidir. Bir kimse eğer orada kurtuluşa ererse ondan sonrası daha kolaylaşır. Eğer orada kurtuluşa eremezse, ondan sonrası daha da zorlaşır.”

“Bir müslüman, yolculuk veya başka bir maksatla evden çıkar ve ‘Allah’a iman ettim. Allah’a dayandım. Allah’a tevekkül ettim. Allah’ın güç ve kuvveti dışında hiçbir güç ve kudret yoktur.’ diye dua ederse, evden bu şekilde ayrılışı iyiliklere kavuşmasına vesile olduğu gibi, kötülüklerden de uzaklaşmasına sebep olur.”

“La ilahe illallah gerçeğini bilerek ve ona inanarak ölen kimse cennete gider.”

“Yatsı ile sabah namazını cemaatle kılan kimse, bütün geceyi ibadetle geçirmiş olur.”

“Kim güzel bir şekilde abdest alır, mescide girer ve namazını kılarsa, diğer namaz vaktine kadar arada geçen günahlarını Allah affeder.” (Müsned, 1: 57-75)

Cenabı Mevla bizleri Osman efendimize bağışlasın. Onun ahlakından-hayasından bize de lütfeylesin. Cenabı Mevla onların izinden giderek cennetinde-cemalinde bizleri buluştursun… 

Amin velhamdulillahi Rabbil alemîn…

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Dünya Bir Değiş Tokuştan İbarettir

Dünya Bir Değiş-Tokuştan İbarettir - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Dünya Bir Değiş-Tokuştan İbarettir

 

İnsanoğlunun hayatının bazı dönemlerinde kendisine erişen ilahi ikramları zamanında idrak etmesi ve bunları yine aslına uygun olarak değerlendirip ebedi bir sermayeye çevirmesi gerekmektedir. Eğer bu değerlendirme yapılamayacak olursa insanların bu gafletlerinden ötürü ciddi bedeller ödeyeceğine dair Hazreti Peygamber Efendimiz’in şu hadisi ne kadar da çok şey anlatmaktadır bizlere:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bil: 

-İhtiyarlıktan önce gençliğin, 

-Hastalanmadan önce sıhhatin, 

-Fakirlikten önce zenginliğin,

-Meşgul zamanlardan önce boş vakitlerin 

-Ölümden önce hayatın!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Elbette, Fahri Kainat Efendimiz’in bu manayı teyit eden, adeta altını tekrar tekrar çizdiği birçok mübarek kelamları mevcut. Bunlardan iki tanesini de burada zikretmeden geçmek istemiyoruz:

“Kıyamet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz:

1. Ömründen; onu ne ile yok etti?

2. Gençliğinden; onu nerede çürüttü?

3. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarf etti?

4. İlminden; onunla ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1)

“İki nîmet vardır ki insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak, 1)

Başta da dediğimiz gibi Efendimiz’in bu hadisi şeriflerinden anlaşılıyor ki insanlar temelde iki kısma ayrılır; bir kısmı nimetin kadrini bilip şükrünü edaya çalışanlar, diğerleri ise ayeti kerimlerin ifadesiyle göremeyen, duyamayan, akl edemeyen şuursuzlar güruhu. Bunlar hiçbir şeyi vaktinde eda edemediklerinden bütün nimetleri kendi aleyhine çeviren, nikmet haline getiren nasipsizler.

Kibar-ı evliyadan birçoğu da bu hususa dikkat çekerek bizi irşad etmeye gayret etmiş, her şeyin istenilen zamanda yapılmasının kıymetli olduğunu bize haber vermişlerdir:

İmam Gazalî hazretlerinin vakit israfına karşı şu ikazı çok ibretlidir: “Oğul! Farz et ki bugün öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhat!”

Elhamdulillah, ehli sünnet müslümanları olarak üzerinde önemle durduğumuz, Gülzâr-ı Hâcegân dergimizin de hemen her sayısında işlemeye gayret ettiğimiz gibi hadisi şeriflerin dini talim, tatbik ve tebliğde önemi çoktur. Hadisi şerifler, Efendimiz’in mücmel olan Kur’ân-ı Kerim’i mufassal halde yaşadığı/yaşattığı sünnet-i seniyyenin sözlü/yazılı metinleridir. Zaten Cenabı Hak ayeti celilede:

“Andolsun, Allah’ın Rasulü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 21) buyurmuş; hem Ahzab Suresi’nin ilgili ayetinde hem de diğer pek çok ayeti kerimede bizi ikaz ederek Hazreti Peygamberi hatve hatve takip etmemizi bize emretmiştir. 

Zira O (sav), Aişe (r.anha) validemizin ifadeleriyle yaşayan Kur’an idi. Şüphesiz din-i mübinin esaslarını O’nun anlayışı oluşturuyor. O’na yetişme saadetine eren devletli büyüklerimiz her meselelerini Hazreti Peygamber’e sorarak kolayca halletmekteydiler. Öyle ki O’nun (sav), Allah namı hesabına konuşmaya mezun olduğuna iman etmiş, ellerinden geldiği kadar sünnetini yaşamaya ve yaşatmaya azmetmişlerdi.

Ne zaman Hazreti Fahri Âlem’in sünneti/hadisleri yeterince anlaşılamaz, anlaşılmak istenmez dahası inkar edilip aradan çıkarılmak istendi ise işte o vakit birçok sıkıntı baş gösterdi ve ümmet daralmaya, bunalmaya başladı. Hatta öyle zamanlar oldu ki bela ve musibetten kurtulamaz hale geldi. İşte böyle zamanlar fitne ve fesadın kol gezdiği, maddi ve manevi çöküşün en fazla yaşandığı zaman dilimleri oldu. Bugünün, ahir zamanın, müslümanları olarak ne demek istediğimiz gayet net anlaşılıyor sanırım. Bunu daha iyi anlamak için ümmet coğrafyasına şöylece bir bakmak yeterli olur herhalde.

Onun için Cenabı Hak: “Andolsun, Allah, müminlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran 164) buyurarak O’nun hususi vazifelerini Kitab-ı Kadimi’nde nazara vermiştir. Resul-i Ekrem (as) ise izini takip etmenin ehemmiyetine işaret ederek: “Ümmetimin fesadı zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanır.” müjdesi ile bizleri tebşir etmiş; gerek sahabe efendilerimiz gerekse de onları takip eden selef-i salihin bunu yani Rasulullah’ın sünnetine yapışmayı emir telakki etmişlerdir. Hadisi şerifin emir olarak anlaşılmasının Efendimiz’in, dolayısıyla Cenabı Hakk’ın muradı olduğunu da şu hadisi şeriften anlıyoruz: “Bazılarına ne oluyor ki, benim bizzat işlediğim (ve yapılmasına ruhsat verdiğim) bir şeyi işlemekten (hoşlanmıyor ve) çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’ı onlardan daha iyi bilir ve Allah’a karşı onlardan çok daha fazla haşyet duyarım.” (Buharı, İ’tisam, 5; Edeb 72) Eğer O’na (sav) ittiba keyfe keder bir şey olsa idi burunlarının dikine gidenler ikaz edilmezlerdi.

Onun için büyüklerimiz: “Havadisi yani insanların kendilerince ürettikleri şeyleri bırakmalı, ehadise yani Hazreti Peygamber’den naklen gelen her şeye yapışmalıyız.” buyurmaktalar. Hal böyle olunca da sünenat-ı Muhammediye’yi bize nakleden başta sahabeyi kiram efendilerimizin, onlardan gelen nakillere dayanarak sahih eserler telif eden Buhari, Müslim, Nesai, Tirmizi, Ebû Davud, İbn Mâce, Darimi, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, Suyuti gibi alimlerimizin ve o eserleri hikmet damlaları halinde bizlere aktarma gayretindeki saadatımızın hukukunu kendi canımızdan daha aziz bilip muhafazaya gayret etmeliyiz.

Serlevha olarak zikrettiğimiz “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bil...” hadisi şerifinden anlıyoruz ki dünya bir değiş-tokuştan ibarettir. Bunu bazen idrak edebiliyoruz, bazen es geçiyoruz. Bazen görüyoruz, bazen göremiyoruz. Fakat iyi bilmeliyiz ki müminin hayatı değerlidir. Bize lazım olan bu değeri muhafaza etmektir. Neticede mükâfat ya da mücâzat buna göredir. Çünkü ayeti kerimede “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk 2) buyrulmuştur.

(Önümüzdeki ay yazımıza devam edeceğiz inşaallah.)

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort