JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Eylül 2017 00:34

Eylül 2017 Mukaddime

Eylül 2017

Sayı: 117 - Eylül 2017

 

Muhterem kardeşlerim;

Kurban bayramına yaklaşırken bayram coşkusunu sizlerle paylaşmak istedik. Bu yüzden hem ana konumuzu kurban ibadeti üzerine hazırladık, hem de dergimizin bayram günü elinize geçmesi için gayret sarf ettik. Birincisinde muvaffak olduk sayıyoruz, fakat ikincisinde muvaffak olamazsak şimdiden özür diliyoruz.

Evet; bayramlar her zaman sevinç ve mutluluğun kaynağıdırlar. Fakat hem ülkemizdeki bazı fitne hareketleri, hem de İslam aleminin durumu bu sevinç ve mutluluğumuzu buruklaştırıyor. 

Şurası artık kesin görülmektedir ki, Türkiye’mizin gerek sevenlerinde, gerekse de düşmanlarında lider ülke olacağı kanaati hakim olmuştur. Elbette ki seven ve destekleyenleri dua ve gayret ile, düşmanları da fitneleri ile bu duruma müdahale etmek istiyorlar.

Bu durumla alakalı olarak Hâce Hazretleri (ks) yakın zamandaki bir sohbetlerinde bizleri uyarma ve uyandırma kabilinden düşmanlarımızın fitnelerine dikkat çektiler. Buyurdular ki; “Batılılar ve Siyonistler ülkemizdeki İslami şuuru yok etmek için dört fitneyi yüz yıldır uyguluyorlar. Bunların neticesinde de müslüman Türk insanını bozmayı amaçladılar ve genel olarak da muvaffak oldular. Bu dört fitne; faiz, fuhuş, futbol ve FETÖ’dür.”

Faiz Rabbimiz tarafından yasaklanmış ve Kainatın Efendisi tarafından ayaklarının altına alınmış bir fitnedir. Ayeti kerimede Cenab-ı Hak (cc): “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin.” (Bakara 278 - 279)

Efendimiz (sav) Abdullah İbni Mesud’a (ra) şöyle dedi:

“Faiz yetmiş üç kısımdır. Onların günah bakımından en hafifi, kişinin annesi ile zina etmesi gibidir. Bilin ki, faizin en şiddetlisi müslüman kişinin ırzıdır.” (Hâkim: 2259, İbni Mace: 2274) 

Gerek ayeti kerimelerde gerekse hadisi şeriflerde yukardaki tehditlerle men edilen faiz bu gün her kesimin normal uğraşı haline gelmiştir. Faiz kolay paraya ulaşmanın usulü haline gelmiştir. Fetvalar bile faizle iştigal eden ya da etmeyen hocalar arasında değişkenlik arz etmeye başlamıştır.

İkinci fitne fuhuş. Fuhuş denince aklımıza hemen iki karşı cinsin birbirleriyle gayri meşru olarak ilişkiye girmeleri anlaşılmamalıdır. Bugün fuhuş televizyon ve internet ile evlerimize hatta en mahrem odalarımıza kadar girmiştir. Normal çıplaklık artık ayyuka çıkmış, müslüman hanımefendinin yatak odasında bile giyinemeyeceği elbiseler dışarıda giyilir olmuştur. Bu kadar açık giyinemeyen diğer bir kesim ise örtülü çıplaklıkta zirve yapmıştır. Başlarına bir metre başörtüsü takıp geri kalan kısımlarını erkeklerin çirkin bakışlarına bırakan kızlarımız adeta İslam’la alay etmektedirler. Bir zamanlar lokantalarda aile salonları vardı. Kadınlar mecbur kaldıklarında oralarda yemek yerlerdi. Şimdi müslüman beyefendiler(!) eşleriyle birlikte erkeklerin arasında yemek yemektedirler. Bunun adı da centilmenlik oluyormuş. Bunun sonucunda da sen onun erkeğine baktın, o senin hanımına baktı, sen benim şu isteğimi yapmadın gibi bahanelerle mahkemeler boşanma davaları ile dolup taşıyor. Sonuçta ortada kalan aile şefkatine muhtaç sabiler farklı ortamlarda çile dolduruyorlar.

Üçüncü fitne futbol. Tamamen siyasi, ticari ve mafya yöntemlerinin kullanıldığı bir sektör haline gelmiş sözde spor. Gençliği içine çeken bir ahlaksızlık canavarı. Oynayanın, oynatanın, federasyonunun, yayıncı kuruluşların milyonlarca Euro kazandığı, fakat seyredenlerin, taraftarların soyulduğu bir kumar aracı olmuş bugün futbol. Bunun yanında da insanları kamplaştıran, kutuplaştıran, babayı oğula, kardeşi kardeşe düşman eden bir Siyonist ve batılı işbirlikçilerin oyunu. İslam ümmetini farklı bir yönden parçalayan fitne.

Dördüncü fitne ise FETÖ. Elli yıldır içimizde faaliyet gösteren bu şer şebekesi 15 Temmuz destanından sonra her yönüyle ortaya çıktı. Devleti yıkmak için yaptığı faaliyetler bir bir ifşa edildi. Fakat şurası iyi anlaşılmadı ki bu şer şebekesinin kurulmasının asıl amacı Türkiye müslümanlarının itikadını bozmaktı. Mesela bir zamanlar çok eleştirilen “başörtüsü füruattandır” fitnesini bütün müslümanlar eğitim almaması için önleri kesilen başörtülü kızlarımızın önlerini açmak için söylenmiş bir söz olarak zannettiler. Fakat bugün bakıyoruz ki o başını açan kızlar ile sonraki gelen genç kızlarımızın ahlaklarını yok etmişler. Lâ ilahe illallah demek yeter, Muhammedun rasulullah demek şart değildir, diyerek müslümanları yahudi ve hristiyanları sever hale getirerek yaşantılarını, giyim-kuşamlarını onlara benzetmeye muvaffak oldular. Neticede gerektiğinde kendi din kardeşlerine ve vatanlarına kast eden hainler ürettiler. Şurası acıdır ki, bugün FETÖ’cüler içeri alınmış veya kaçmışlardır. Lâkin FETÖ’nün itikadı halen halkımızın yaşantısından çıkmamıştır. Onun sonradan içimize sokmaya çalıştığı fikirlerini inceleyip, daha sonra halkımızın yaşantısıyla kıyasladığımızda bunu çok daha iyi görürüz. 

Bu duygularla kurban bayramınızı tebrik eder, her türlü fitneden bizleri muhafaza buyurmasını Rabbimizden niyaz ederiz.

 

Din Tamamlandıktan Sonra Tedrîci Davranılamaz - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 115 - Temmuz 2017

Din Tamamlandıktan Sonra Tedrîci Davranılamaz

 

Sual: Efendim, İslam’ın ilk nazil olduğu dönemde belli meselelerde bir tedricilik var. İçkinin üç aşamada haram kılınması gibi… Bugün tedricilik Müslümanlara uygulanabilir mi? Cenabı Hak artık Müslümanlardan bu tedriciliği, yavaş yavaşlığı bekliyor mu? 

Cevap: Yok. Çünkü Cenabı Hak “Sizin için dini tamamladım, nimetimi kemale erdirdim.” (5/Maide,3) buyuruyor. Buradaki nimetten kasıt da din ve kitaptır. Kastedilen Kur’ân-ı Kerim ve dinin kendisidir. Biliyorsunuz Kur’ân-ı Kerim’in, yine Kur’ân-ı Kerim’de ellinin üzerinde isimleri var. Hidayet buyuruyor Cenabı Hak, Nur buyuruyor, Furkan buyuruyor, Ruh buyuruyor… Cenabı Hak Kur’ân-ı Kerim’i değişik isimlerle tesmiye ettiği gibi iki yerde bizim anlayışımıza göre çok farklı isim kullanmış. Birisi, Rızık kelimesi. Kur’ân-ı Kerim’e rızık buyuruyor, Cenabı Hak. Rızkı manevi olması hasebiyle, ruhun gıdası olması hasebiyle… İkincisi de işte bu ayeti kerimede de “Nimetimi tamamladım, kemale erdirdim” buyurarak, nimet ifadesini kullanıyor. 

Biz bu iki ifadeyi hep yenilip içilecek şeyler olarak algılıyoruz da bu bizim yanlışımız. Nimetin tamamlanması, yani dinin Kur’ân’ın tamama ermiş olması…

Dolayısıyla da biz bu bütünü görmüşüz ve bütüncülü kabullenmişiz. Bundan sonra bir tedricilik yok. Çünkü bunlarla birlikte bir de cezai müeyyideler var. Yani tedricilik olsa ceza olmazdı. Cenabı Hakk’ın misal İsrailoğullarına verdiği cezaya bakın. Bakara Suresi’nde buzağıya tapanlarla, Samirilerle ilgili Cenabı Hak onların tevbelerini kabul etmedi, ayeti kerimeyle bu sabit. Tevbelerini kabul etmedi ve buyurdu ki: “Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah da onların tövbesini kabul etti.” (2/Bakara,54). 

Kendinizi katledin, öldürün! buyurdu. Ama bunu onlara intihar şeklinde de emretmedi, intihar etmelerine de izin vermedi. Misal her biriniz kendinizi bıçaklayın, bu suretle kendinizi öldürün; buna izin vermedi. Buyurdu ki bir bulut göndereceğim o bulut her şeyi kapatacak, ortalığı karartacak. Siz o sırada birbirinize saldırın. Bir bulut geldi ortam karardı bunlar birbirlerini görmediler kılıçlarla birbirlerine saldırdılar. Kimi misal oğlunu öldürdü, kimi babasını öldürdü, kimi dayısını, amcasını öldürdü; birbirlerini katlettiler. 

Daha o dönemin Peygamberi Allahu Teala’ya dua ediyor. Buyuruyor ki; Ya Rabbi benim kavmim, ümmetim kendini böyle helak edecek, geriye ibadet edecek kimse kalmayacak sen bunları bağışlasan, affetsen. Cenabı Hak o Peygamberin duasını kabul buyuruyor, ona icabet buyuruyor. Buyuruyor ki; Tamam, kalanlar tevbe etsin, onların tevbeleri makbul, ölenlerinı de şehit yazdım… Sonradan ama… Başta tevbelerini kabul etmedi kendinizi cezalandırın, kendinizi öldürün buyurdu. 

Şimdi Cenabı Hak bize böyle bir ceza vermiyor; bize tevbe edin tevbenizi kabul edeyim, buyuruyor. Bundan daha güzel bir tedricilik olur mu? Yoksa “Günahı yavaş yavaş terk edin!” bu anlamda tedricilik olmaz. Çünkü biz her an ölümle karşı karşıyayız. 

İçkiden örnek verdiniz, cahiliye toplumda bu yerleşmiş. Bu bir iki günlük örf, anane, kültür, gelenek değil ki. Yasak edilen, üzerinde tedriciliğin olduğu şeyler tarihin getirdiği bir uygulamaydı. Yüzyıllardır içiyorlardı. Bir de Hristiyanlardan gelen şarabı kutsal sayma anlayışı var. Şarabı İsa’nın kanı olarak görüyorlardı. Kiliselerde beyaz şarap, İsa’nın doğum gününde, İsa’nın kanı olarak dağıtılır. Düşünebiliyor musunuz, sözde semavi bir din içkiyi kutsal sayıyor, içkiyi kutsallaştırıyor... 

Bu topluma bulaşmış. Bu toplum yüzyıllardan beri o içkiyi içmiş, geçimleri ondan. Alışkanlıkları o, meşrubatları o. Bunu şimdi Cenabı Hak birden kesse bu sıkıntı olacak. Peyderpey, önce Cenabı Hak bunlara namaz vakitlerinde içmeyin buyuruyor. Gün boyu içmeyin, geceden sabaha kadar serbestler; içiyorlar. Derken Cenabı Hak mesafeyi biraz daha kısaltıyor ve üçüncüde içkinin haramiyetini bildiriyor ve bunu şeytanın bir oyunu olduğunu, şeytanın bir tuzağı olduğunu bildiriyor bunu yasak kılıyor. 

İşte bakıyoruz faiz böyle yasak kılınmış. Ta Veda Hutbesi’ne kadar faiz var. Ashabın ticaretinde Veda Hutbesi’ne kadar faiz var. Veda Hutbesi’nde Cenabı Peygamber (aleyhissalatu vesselam) kesin “Ayağımın altındadır.” buyuruyor ve lanetliyor. Bir tedricilik var. 

İbadetlerin hemen peş peşe, aynı zaman diliminde emredilmemesi, bu da bir tedriciliktir. Önce namazın farz olması sonra zekâtın, orucun gelmesi, Haccın vs. ilerleyen zaman içinde gelmesi bir tedriciliktir. Niye, o toplum alışkanlıklarını değiştirebilsin… 

Biz şimdi bin yıldan beri Müslüman bir toplumuz. Bizde neyin tedriciliği olacak! Biz bin yıl önce de biliyorduk içki haramdır. Şimdi neyi bekleyeceğiz? Biz bin yıl önce de biliyorduk faiz haramdır, fuhuş haramdır… Neyi bekleyeceğiz o zaman? Nasıl bir zamana ihtiyacımız olacak ki biz de bunları yavaş yavaş terk edelim. Bize verilen mühlet değil mi? 

Ve bugün bütün bilimsel veriler bunların zararlarını bize anlatıyorlar. O gün bunların zararları bilinemiyordu. Sadece inançla bu yasaklanıyordu. Allah buyurduğu için onlar terk ediyorlardı. İçkinin nasıl bir zararı var bilmiyorlardı, faizin nasıl bir zararı var bilmiyorlardı. Ama bugün biz bunu bilebiliyoruz. Kumarın toplum üstündeki etkisini bilebiliyoruz. 

Bu hadiselerin bu denli açığa çıkması da bizim için bir tedriciliktir. Cenabı Hakk’ın verdiği bir fırsattır. Biz bunları değerlendirmeliyiz. Şimdi biz Müslümanlara böyle bir zaman süreci tanıyamayız. Bu adam içki içiyor buna bir süreç tanıyalım da bu yavaş yavaş içkiyi terk etsin! 

Buna sürekli nasihat ederiz, ayrı, ama meseleyi anlayan bir insan için böyle bir sürece ihtiyaç yok. Biz şeytandan kaçar gibi günahtan kaçma durumundayız, batılı terk etmek durumundayız. Dediğimiz gibi biz her an ölümle karşı karşıyayız. Tevbe edersek hiç günah işlememiş gibiyiz, onu hiç yapmamış gibiyiz… 

Bu yasaklanan işler bizde bir gelenek de değil. Misal birisi içki içiyor ama belki onun babası içmiyordu. Onun babası da içmiyordu. O kendisi başlamış. Onun babası belki hacıydı, hocaydı, sofi biriydi, münevver biriydi. Ayriyeten bir de bundan dolayı tedip edilmesi lazım o kişinin. Edebe davet edilmesi lazım, edeplendirilmesi lazım. Bu edep için de bazen ceza gerekebilir. 

Uygulamaya baktığımızda o tedricilik tamamlandıktan sonra içkiye hemen ceza uygulanmış. Hazreti Ömer (radiyallahu anh) kendi oğluna uygulamış. Yüz değnek ceza vermiş, seksende oğlu vefat etmiş yirmi değneği cesedine vurdurmuş. Buyurmuş ki şeriat tamam olacak. Allahu Teala yüz değnek ceza veriyor. Demişler ki öldü Efendim, daha nesine vuracaksınız? Hayır, buyurmuş yüze tamamlayacağız… 

Yani dememişler ki bu da tedricen içkiyi terk eder, şimdi bunu görmezden gelelim, bu halifenin oğlu, denmemiş. Hırsızlık yapan bir bayanı getirdiklerinde bu bir kabile resinin kızıdır, zengindir diyaloglar sarsılmasın denildiğinde ne buyurdu Rasulullah (aleyhissalatu vesselam) “Kızım Fatıma olsa elini keserim!” Kimin kızı olursa olsun. 

Bakın bir tedricilik göremiyoruz. Zina yapan bir bayanı recmediyor Cenabı Peygamber (aleyhissalatu vesselam). Biri yahudi imiş onu yahudi şeriatına göre recmediyor. Tedricilik demiyor. İslam yeni gelmiş, henüz oturmamış, bir yerleşsin, buyurmuyor; cezayı uyguluyor. Ki ahkâmı ilahi vaaz olalı kaç sene olmuş o dönemlerde? Daha işin başındalar. Bugün bin beş yüz sene geçmiş; bu tedricilik değil mi? İslam geleli bin beş yüz sene olmuş. 

Bu tamamen bizin nefsimizin oyunu… “Efendim, müsamahalı olalım da…” Bu müsamahalı olmada haramlar yerleşir. Bugün mesela aynı şeyi tıbbi bir rahatsızlık için söyleyebilir miyiz? Bakalım, takip edelim, izleyelim, ne olur netice, tedrici tedavi yaparız diyebilir miyiz? Bu intihar olur. Ciddi bir hastalık varsa zamana bırakalım demiyoruz. 

Manevi hastalıkları da zamana bırakamayız. Hele hele bunlar kangren olmuş, bütün topluma zarar veren kebair cinsi haramlarsa… İçki gibi, fuhuş gibi, kumar gibi, ahlaksızlık gibi… Bunlarla çok ciddi mücadele etmek durumundayız.

Onun için İslam insan terbiyesini adeta evliliğe niyet etmesiyle başlatıyor. Bir insan evliliğe niyet ettiği anla birlikte onun aile hayatı adeta başlamış oluyor. Ve İslam’a göre bir ailenin nasıl oluşması gerektiğinin usulü, erkânı, metodu o saatten başlıyor. O kişi ondan sonraki yaşantısına, haline, kazancına her şeyine dikkat etmesi gerekiyor. Eş seçiminde, iş seçiminde çok dikkat etmesi gerekiyor. İşte bu bir terbiye sürecidir. Niye, yetişen neslin asi olmaması, masiyete dalmaması için. Babanın evladını helalle beslemesi, güzel anlamlı bir isim bırakması, onu saliha veya salih biriyle evlendirmesi, ona daima iyide, güzelde, doğruda örnek olması… Bunlar evladın ebeveyn üstündeki hakları… İşte tedricilik buralarda var, bu bir sürece yayılıyor zaten.

Allah Rasulü zaten bunu buyuruyor: “Çocuklarınız yedi yaşında iken onlara namaz ile emrediniz; on yaşına girdiklerinde (kılmazlarsa ölçülü ve yönlendirici anlamda) dövünüz ve yataklarını ayırınız.” Bunlar müeyyideleri gerektiriyor. İşte tedricilik bunlarda var. Artık farz olduktan, çocuk baliğ olduktan sonra bir tedricilik yok. “Ya kılar!” Hayır… 

Allah Rasulü kötülüğe gücünüzle engel olun buyuruyor, o kötülüğü def edin. Güçsüzseniz, acizseniz söyleyin: Tesirsizseniz söylemde de bir şey yapamıyorsanız siz uzaklaşın. Kötüyle, kötülükle birlikte olmayın, siz uzaklaşın ama bilin ki bu zaafiyettir. Yani müminin bu kadar gayretsizliği, yalnızlığı, çalışmaması biri çoğaltamaması zafiyettir. İki birden üç ikiden hayırlıdır buyuruyor Cenabı Peygamber. Gün be gün müminler çoğalmalı, her yönüyle bir birlik oluşturmalı. İslam dini bu anlamda fert dini değildir cemaat dinidir. İslam cemaatle yaşanır, insan sosyal bir varlıktır. İnsanın bütün alemlerin zübdesi olması bunu gösterir. Yani bütün Alemlerin özüdür. Adeta bütün Alemler rengini insandan almıştır. İnsan böyle çok yönlü bir varlıktır. 

Bu konularda münferit kalması, garip kalması, çaresiz kalması onun acziyetini gösterir. Allah seni kendine halife ol diye yaratmışken, Allah adına iktidar sahibi ol diye yaratmışken sen hiçbir şeye muktedir olama, bu acziyettir, İman zaafıdır buyuruyor Cenabı Peygamber. “ZALİKE ED’AFUL İMAN” İmanın en zayıf noktasıdır. Cenabı Hak seni yeryüzünde bir icracı, icraat da bulunasın diye göndermiş. Sen ne acı ki eğer kendi evine, kendi çocuğuna sözün geçmezse, kendi evinde inandığını sen hakim kılamazsan, kendi evini inandığına göre şekillendiremezsen… Düşün nasıl olacak o zaman? Yine Cenabı Hak insaf buyuruyor vur, kır, yık buyurmuyor sen uzaklaş buyuruyor, sen çekil, terk et o zaman buyuruyor. Kalben buğz et. O şekilde tavır koy. “Sabret, bekle, bir gün düzelirler!” buyurmuyor. 

Bu yüzden bu anlamda temel meselelerde tedricilik olamaz. Çünkü daha tamamlanacak bir şey yok, din tamamlanmış ve bütünüyle tamamı da yaşanmış. Saadet asrında, dört halife döneminde dinin tamamı yaşanmış. Biz mufassal olarak da meseleyi biliyoruz, elimizde. Dört halife döneminde çok açık, seçik, net bir şekilde din uygulanmış. Bundan sonraki bekleyişler bizim gafletimiz. Bunlar bizim için bir isyan sayılır, hafife almadır. 

Bakın Medine-i Münevvere’ye gelindikten sonra Cenabı Peygamber’in hayatında bir tedricilik görüyor muyuz? Şöyle bir anlayış var mı Medine döneminde ki; bekleyelim müşrikler belki iman ederler, hidayeti bulurlar. Hayır, böyle bir bekleyiş yok. 

يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ

Ey peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı çetin ol. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir varış yeridir orası! (9/Tevbe, 73) buyuruyor Cenabı Hak. Onlara cihad aç, onlarla mücadele et. 

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ

“Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah›a ortak koşanlara aldırış etme.” (15/Hicr, 94) Yüz çevir onlardan, uzaklaş onlardan. 

Mevla ayeti kerimede haber veriyor. Müşrikler geldi dediler ki; sen bize başka bir kitap getir ya da bu hükümleri değiştir, bu bize zor geliyor. Bu Kitaptaki bazı hükümleri bize göre değiştir, bizim anlayacağımız şekilde, bizim yapabileceğimiz şekilde yap, biz bunları yapamıyoruz bu bize ağır geliyor, nefsimiz bunu kabul etmiyor. Cenabı Peygamber buyurmuyor ki; tamam, bazı hükümleri kolaylaştıralım, değiştirelim bunlar bir yaşamaya başlasınlar. Burada bir tedricilik yok. Cenabı Hak ne buyuruyor; sen onlara de ki; ben ancak bana vahyedilene, bana bildirilene uyarım. Ben bunun hiçbir hükmünü değiştirmeye muktedir değilim, hiçbir harfini değiştiremem. Onları kazanmak istemez miydi Cenabı Peygamber. Olmadı, böyle gelmedi. 

Şimdi biz Kalubela’dan beri Müslümanım diyen toplumlara tedricilik uygulayacağız; bir gün kılar inşallah, bir gün oruç tutmaya da başlar, zekat vermeye de başlar, sabredelim… Hayır, yanlışa sabır olmaz, batıla sabır olmaz; sabır Hak’tan gelen şeye karşıdır, Hakk’ın imtihanına karşıdır. Biz bugün siyonizme, komünizme, kapitalizme bu izmlere ve bu izmlerin arkasında her kimler varsa biz bunlara sabredemeyiz, sabır bunlar için emredilmemiş. Sabır; biz Allah’ın imtihanına sabredeceğiz. Bize Rabbimiz, Efendimiz’in üzerinden “Sakın gafillerden olmayın!” diye buyuruyor. Siz Allah’ı unutanlardan olmayın. Tedricilik insana Hakk’ı unutturur. Bize birçok yerlerde bu anlamda acelecilik bize emredilmiş. Allah’ın ibadetlerine karşı acelecilik; “فَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ” Allah’ın zikrine koşmamız emredilmiş, “فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ ” her şeyden bıkıp, usanıp, kaçıp Allah’a sığınmamız istenilmiş. Allah’a yönelmemiz istenilmiş. Her şeyi bırakıp Allah dememiz, Allah’a dönmemiz istenilmiş. Çünkü sermaye tükenmek üzere. Burada bir tedricilik olamaz. Misal bir insan şahadet getirse Müslüman olsa, bu insanı bekletebilir misiniz ki “inşallah bir gün namaza başlar…” Hayır. Şahadet getirdi Müslüman oldu, namaz ona farz oldu. Eşhedü ellailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûluhu” dedi, ona gusül farz oldu. Sen yarın yıkanırsın diyemezsin behemehâl gusül alacak temizlenecek. Sonra içinde bulunduğu vaktin namazı ona farz oldu. Hemen o namazı kılacak. Öğlen vakti ise hemen öğleni kılacak. Sen hele dur birkaç gün sonra kılarsın diyemezsin hemen namaz kılacak. Eğer Ramazan ise oruca niyetlenecek. Sen bu sene tutma da seneye tutarsın. Orucun ne olduğunu bir anla, öğren, yok. İşin içindeyken onu öğrenecek. Bu İslam’ın kuldan istediği, insandan istediği… 

Şimdi bunu yeni Müslüman olan birinden isterken ben KaluBela’dan beri Müslümanım diyen birine İslam’ın muamelesi nasıl olur düşünün. Hazreti Ebubekir’in zekât vermeyenlerle savaşması… Bu insanlar müslümandı. Ebubekir beklemedi ki meseleyi anlarlar, bu hallerinden tevbe ederler de zekâtlarını verirler, bunları şimdi idare edelim demediler. Onlar namazlarını kılıncaya zekâtlarını verinceye kadar biz onlarla savaşmakla emrolunduk, buyurdu, üzerlerine yürüdü. 

İslam’a bütün bakmak durumundayız. Kendi yorumlarımızla İslam’ı sulandıramayız. Ama kişinin uygulaması var, bilgisi az; tamam zaman içinde bunu öğrenir, eksilerini tamamlar. İnsan eğitildikçe, daha güzel şeyler öğrendikçe daha güzel şeyler yapmaya başlar. Daha takvaya riayet eder, daha ihlaslanır, daha kamil olur, anlayışı değişir. Bunlar tedricendir. 

Geçen de ifade etmiştik; Rasulullah’ın (aleyhissalatu vesselam) tevbe etmesi bundan dolayıdır. Günde yetmiş beş kere, günde yüz kere tevbe etmesi haşa günah işlediğinden dolayı değildi. Her an sürekli halinin tekâmül etmesinden dolayı idi, bir önceki haline tevbe ediyordu. Çünkü “ben Seni hakkıyla bilemedim.” buyuruyordu. Bu bir gerçekti yani bu bir tevazu değildi. “سبحانك ما عرفناك حق معرفتك” Efendimiz burada bir gerçeği ifade ediyordu. Ben seni hakkıyla bilemedim Ya Rabbi. Sürekli bu bilgi yenileniyordu. Bunun için Cenabı Hak ona buyurmuştu ki; ilminin, bilginin yenilenmesini, artmasını iste. Her an bilgi yenilendikçe tanıyış farklılaşıyordu. Tanıyış farklılaştıkça bir önceki hale tevbe gerekiyordu. O yüzden sürekli Cenabı Peygamber istiğfar ediyordu, tevbe ediyordu. Tedricilik bu noktada; insanın tekâmülü noktasında… 

Ehlisünnetin bir kısmına göre imanın artıp eksilmez. Bakın bu noktada bir tedricilik yok, iman oynamıyor. Bir bütün olarak verilmiş, burada tedricilik olmaz. Zaman içinde bu artmıyor, olgunlaşıyor. Bu da anlayışla, tanıyışla alakalı, bilişle, buluşla alakalı şeyler. 

Biz evvelen Allah’a olsun Peygamberine olsun -iman noktasında bunlar çok farklı şeyler değil- iman edeceğiz, inanacağız. İki; seveceğiz. İman ettiğimiz şeye muhabbet edeceğiz. Allah’ı ve Peygamberini her şeyden, her şeyimizden çok seveceğiz. Üç; onu bileceğiz. İman ettiğimiz varlığı Allah’ı ve Rasulullah’ı sıfatlarıyla, özellikleriyle bileceğiz. Dört; bu bilişle onları anlayacağız. Tevhidin ve risaletin ne olduğunu anlayacağız. Bize getirisi götürüsü nedir bunların? Bunları anlayacağız. Beş; bu anlayışla birlikte örnek alacağız, usvei hasene olacak bize Cenabı Peygamber, modelimiz olacak bizim; Allahın ahlakıyla ahlaklanacağız, Hulki ilahi bizim için kaçınılmaz olacak. Altı; bütün bu beş maddenin üzerinden bir tanıyış bir yakîn kesbedeceğiz: Kurbiyet; Allahu Tealaya yaklaşmış olacağız, O’nun rahmetine gark olacağız, O’nun tecellilerine mazhar olacağız… İşte tedricilik bunlarda olacak ve iman bunlarla olgunlaşacak. 

İşte bu evrelerde ibadet, taat, hizmet, zikir, fikir huzur, şuur vesaire bunlar devreye giriyor. Bunları yaparak bu tekâmülü gerçekleştireceğiz. Yoksa bize iman verildiği gibi dursa, olgunlaşmasa; beklesek ki o durduğu yerde olgunlaşsın, durduğu yerde çürür. Tedricilik bu anlamda tamam ama imanda ve imanı kabulde tedricilik olmaz. 

Biz hemen imanla birlikte çünkü meselenin farklı bir boyutu da var; bazı ayetlerde Cenabı Hak o ayetleri açıklarken Allah da onlara iman eder diye tevil ediyorlar yanlış bir tevil kul Allah’a iman eder Allah da kullarına güvenir. Allaha imanı bu anlamda… Ordaki İmandan kasıt emin olma, güvenme… Biz İmanımızla birlikte Allah’a olan güvenini kazanmak durumundayız. Eğer Allah’ı kendimize güvendiremezsek bir şey olmaz. Cenabı Hak’da bize güvenecek, itimat edecek ki kâinatı bizim için yaratmış nasıl teslim bunu. Biz hala oyun oynaşta olursak, bizim halen gözümüz eğlencede olursa nasıl bu kâinatı bize teslim etsin bize güvenmezse. Bu güveni sağlayabilmek için Hazreti Peygamber (aleyhissalatu vesselam) bizim için ağlamış, inlemiş. “Ümmeti ümmeti” diye gayret çekmiş. Bugün biz de ağlayacağız. Rabbimiz için, Peygamberimiz için bizde ağlayacağız. 

Bizi ağlatacak olan şey meseleyi anlayabilmemiz. Anlayamazsak her şey oyun ve eğlenceden ibaret kalır. Bunun için ciddi muhasebe, müşahede, murakabe tüm bunlara yöneleceğiz ki bizde bir idrak oluşsun, anlayış oluşsun o anlayış yakine dönüşsün. Allah’ı görürmüşçesine ihsana erelim ve bize güven oluşmuş olsun, Rabbimiz bize güvensin ve bizi gerek cennetin, Firdevs’in gerek yeryüzünün varisi kılsın. Biz şimdi hiçbir şeye varis değiliz, bize bir şey tevarüs etmemiş ki… Şöyle kendimize bir bakalım Hak’tan bizde ne var? 

Her şey zıddıyla biliniyor değil mi… Bir şeyin zıddı olmasa biz onu anlayamayız. Kış olmasa biz yazı anlayamayız. Hep yaz olsa gayet tabi olur bizim için yaz diye bir şey bilmeyiz o zaman, yaz demeyiz. Acı olmasa tatlıyı bilemeyiz, gece olmasa gündüzü bilemeyiz. Hep gündüz olsa aynı şekilde, değişkenlik yok… Bunlar imtihan vesilesidir. Şimdi Cenabı Hak bilinmekliğini murad etti. Hadisi Kutsi’de öyle buyruluyor, gizli bir hazine idik, bilinmekliği sevdik, bunun için âlemi var ettik, insanı var ettik. Bilinmekliğini istedi ama bu bilinmeklik de zıddıyla mümkün. Nefsimizi bunun için bize verdi. Bizim nefsimiz Hakk’ın zıddıdır. Hak ne kadar güzelse nefsimiz o kadar çirkindir. Bunun için Cenabı Hak buyuruyor ki “Bütün çirkinlikler, kötülükler nefsinizdendir, bütün güzellikler Allah’tandır.” (4/Nisa,79) Allah güzellerin güzelidir. Nefsimiz o kadar çirkindir ki biz nefsimizin çirkinliğine bakıp Hakk’ın güzelliğini idrak edeceğiz. Hak kerimdir, mükrimdir, sonsuz ikramat sahibidir. Nefsimiz bunun tam aksine cimridir. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur.” (2/Bakara,268) buyuruyor Cenabı Hak. Biz nefsimizin cimriliğine bakıp Hakk’ın keremini anlayacağız. Biz nefsimizin aczine bakıp Hakk’ın kudretini müşahede edeceğiz. Zıddıyla bileceğiz bunları. Olmasaydı Allah’ı bilemezdik. Bizim meleklerden üstün olmamızın sebebi budur, onlarda böyle bir zıddiyet yok, mukayese imkânları yok. Biz kendi zilletimize bakıp Rabbimizin izzetini idrak edeceğiz. 

İşte bizim bütün imtihanımız seyrimiz bu arada dönecek. Biz tüm bunların üzerinden; iman, muhabbet, bilgi, anlayış, model/usve-i hasene ve tanıma/yakin… Bu altı maddede biz süluku ikmal edeceğiz, Kamil anlamda mümin olacağız. O zaman Hak bize güvenecek ve bizi görevlendirecek. Yeryüzünün varisi olacağız. Hem hadi hem mehdi olacağız. Cenabı Hak bizimle dilediklerini hidayet edecek. Bizi bir mıknatıs gibi kullanıp dilediklerini kendine çekecek. Bizimle meleklerine iftihar edecek. 

Ama biz böyle kös kös oturursak, meseleleri tedriciliğe yayarsak, gayreti, hareketi, cesareti, metaneti tüm bunları bırakırsak; lafla peynir gemisini yürütemeyiz, gemi yürümez. İşte o zaman belki açıktan bize İsrailoğullarına dendiği gibi kendiniz öldürün denmiyor ama bazı ayetlere baktığımızda adeta buna yakın şeyler söyleniyor. Surei Tevbe’de o zaman oturun Hakk’ın sizin hakkınızdaki takdirini bekleyin (9/Tevbe, 24) buyuruyor Cenabı Hak. Sure-i İsra’da oturun o zaman siz Allah’ın sizin hakkınızda kavlini bekleyin, emrini bekleyin, sizi alınlarınızın çatısından yakalamasını bekleyin. (17/İsra, 16)

O zaman biz farkına varmadan adeta birbirimizi öldürmüş oluyoruz, birbirimizin helakına sebebiyet veriyoruz. 

Birinin çıkardığı bir fitne sarıyor, bulaşıyor bakıyorsun dün Müslüman olan adam bugün farklı anlayışlara düşmüş. İslam’dan adeta uzaklaşmış. Sözde kendince pozitif bir anlayışa ulaşmış, reel bir anlayışa ulaşmış, metafiziği tamamen reddeder duruma gelmiş. Manayı reddediyor. İşte bu da bir helak çeşididir. Bu da bir çeşit birbirimizi öldürmedir, bir cezalandırmadır. Biz beklemeyelim ki Cenabı Hak bizi hep depremle cezalandırır, sel felaketiyle cezalandırır, savaşla cezalandırır. Fitneden korkun! buyuruyor Cenabı Hak. Fitne demek ki bir cezadır, bir tehlikedir. Niye, o fitne ki kalpleri ve dimağları fesada uğratır. Ümmetin içinde bozgunculuk meydana gelir. Bakın ümmetin birliği paramparça. Dünya çevresinde bakın Müslümanların görüşlerine; kimi bir gün önce bayram ediyor, kimi bir gün önce Ramazan’a giriyor, aynı gün başlayıp bitiremiyoruz. Bir vahdete ihtiyacımız varken. 

Bu nedir takva mı? Şimdi bir gün önce başlayan daha takva… Vallahi fitne bu. Takva ile alakası yok, bu bir fitne. Kim doğruyu bırakıp da -bu biz de olabiliriz diğerleri de olabilir bilemiyoruz biz şimdi ama hangisiyse- Allah’ın rızasından farklı şeyler düşünerek başka beklentilerle bir gün önce başlama veya bir gün sonra başlama meselesini sulandırıyorsa bu bir fitnedir, bu ümmetin helakına sebeptir. 

Kendi memleketimizde adam çıkıyor diyor ki siz bir saat erken imsak yapıyorsunuz, yazık size aç duruyorsunuz, ben bir saat geç imsak ediyorum diyor. Bu bir fitnedir, bu insanlığa yardımcı olmak değildir. İnsanlığın vahdetini bölmedir. 

Bu insanlığın edep anlayışını değiştirmek fitnedir. Abdestsiz Kur’an okunur okunmaz mevzuları; bu bir fitnedir Rabbimiz bundan korkun buyuruyor. Niye fitne? Kur’an’a saygıyı bırakmıyor bu, böyle bir fitne. Bu İslam’ın edebini kaldırıyor ortadan. Bu sefer adam Kur’an’ın üzerinden her türlü fesadını yürütme yolunu buluyor edep olmayınca. Edeb vicdanı bağlayan, insanı bağlayan bir şeydir, edebin illa hükmen farz olması, şu olması önemli değildir. Farzlar için de edeb lazımdır. Bazen bir edeb farzdan çok daha önem arz edebilir. Bunun içindir ki kişinin kendini bağlar. Edebi ortadan kaldırdı mı işte bu bir fitnedir. Rabbimiz bundan korkun buyuruyor, ümmetin içine fitne salmak, surda bir gedik açabilmek… Bundan korkmamız lazım.

 

Kimse Mühendis, Doktor, Hukukçu Olmak İçin Yaratılmadı, Herkes Kul Olmak İçin Yaratıldı - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 114 - Haziran 2017

Kimse Mühendis, Doktor, Hukukçu Olmak İçin Yaratılmadı, Herkes Kul Olmak İçin Yaratıldı

 

İmam Hasan Basrî hazretleri bir gün yolda yürürlerken yüksek sesle gülen bir genç görmüşler. Artık ne görmüş de gülmesine vesile olmuş bilmiyoruz ama hazreti imamın dikkatini çekiyor ve ona soruyor: 

-Evladım sana ahirette sırat köprüsünü geçtin diye bir müjde mi geldi? 

-Yok efendim, diyor genç. 

-Peki, seni cehennemden halas ettik, sana cehennem hiç göstermeyeceğiz; böyle bir haber mi sana ulaştı?

-Hayır efendim, öyle bir haber de gelmedi. 

-Sen cenneti kazandın, seni Cenabı Hak cennetine koyacak; böyle bir müjde mi aldın?

-Hayır efendim, öyle bir müjde de gelmedi.

-Peki, yavrum bu gülmenin, bu kadar neşeli olmanın sebebi nedir, böyle kahkaha ile gülüyorsun, çok sevinçlisin, bunun sebebi nedir? 

Genç kalıyor. Ve rivayet ediliyor ki; Basra’da ondan sonra o genci görmüşler, ömrü boyunca o genç bir daha gülmemiş. Yürürken başını yerden kaldırmamış, bir daha gülmemiş… 

Tabi insan hayatın ölçüsünü öyle insanlardan almalı. Bu inanan insan için… Hasan Basriler, İmam Azamlar, Cüneydi Bağdadiler vesaire o emsali zevatı kiram, inanan insanlar için örnektirler. Biz hayatımızın ölçüsünü onlardan değil de dünya adamlarından almaya kalkarsak onlardan sanki bir ateş almış oluruz. 

Düşünün insan misal bir tefeciden borç alsa o pisliği temizleyemez. Çünkü sürekli ona faiz ödemek zorundadır. O tefeci onun kanını, iliğini kurutur. Habire borcun üzerine borç bindirir. 

Şimdi insan dünya insanlarına; dünyevileşmiş, ahiret endişesi olmayan insanlara baksa, sanki onlardan bir ateş almış gibi olur, bütün hayatını yakar. Çoluk çocuğunu yakar, perişan olur. Allah’ın emrinden uzaklaşır. Sıratı müstakimi bırakır. Ne farz bilir ne sünnet bilir. Ne helal bilir ne haram bilir. Çünkü dünya adamlarının böyle ölçüleri yoktur. Onların tek ölçüsü vardır; kazanmak. Bunun nasıl olduğu, şeklinin nasıl olacağı önemli değildir. Bu zulümle mi olur, hırsızlıkla mı olur, vurgunla mı olur… Önemli değil. Önemli olan tek şey kazanmak… 

Ama müslüman bilir ki kazandığı her şeyin hesaplaması var Allah’ın yanında. Günlerce aç kalmışlar Sultanu’l-Enbiya (aleyhissalatu vesselam) ve ashabı. Karınlarına taş bağlamışlar, ayakta durabilmek için, yıkılmamak için karın boşluklarına birer tuğla, kerpiç koyuyorlar... 

Sahabeden birisi bahçesine davet etmiş, bir hurma ikram edecek. Ömer efendimiz çok acıkmışlar demek ki; hemen acele ile bir hurmayı alıyor, ısırıyor. Yarısı elinde yarısı ağzında… Cenabı Peygamber buyuruyor ki: “Ya Ömer! Yediğini iyi düşün, o hurmayı düşün, yarın ondan dolayı hesaba çekileceksin!” 

Hazreti Ömer bir karnındaki taşlara, açlığına bakıyor, bir elinde o yarım kalan hurmaya bakıyor, bütün takati kesiliyor. Ağlayarak o yarım hurmayı Efendimiz’e gösteriyor: “Şu yarım hurma için de mi ya Rasulallah? Yarım hurma için de mi Allah bizi muhasebe edecek?” 

Efendimiz buyuruyor ki: “Evet, ya Ömer! O yarım hurma için de hesaba çekileceksin!” 

İmam efendimiz buyuruyor ya: “Tam bir hesaba çekilsek azaptan kurtulanımız olmaz.” Allah’a sığınırız. Eğer Cenabı Hakk’ın merhameti olmasa, inceden inceye bizi muhasebe etse -peygamberler müstesna- azabı olmayan kimse olmaz. 

İnsan öyleyse düşünmeli; yaptığım şey bana mükafat mı getirecek, yoksa beni cezaya mı müstahak edecek? İşimi, aşımı, eşimi seçerken, düzenlerken, tercihte bulunurken neyi ölçü aldım? Bunları neye göre yaptım? “Keyfime göre, aklıma göre, canımın arzusuna göre…” Böyle de diyebilirsiniz. Peki, ne kadar geçerli bunlar? Burada geçerli olabilir ama burası fani, üç gün buradasın: Doğduğun gün, doyduğun gün, öldüğün gün… Üç gün buradasın, dördüncü günün yok. Dünya üç günlük, doğdun, doydun, İnna lillah öldün… 

Burada canının isteği, aklının kesmesi, eşin dostun tavsiyesi senin için bir gerekçe olabilir, peki Cenabı Hak demez mi ki: “Peygamber niye geldi sana? Sen canının istediğini yapacaktın, niye biz peygamber gönderdik?” Sorasın diye... “Sen aklının kestiğini yapacaktın, niye Kur’an nazil oldu? Niye kitap geldi?” Ona bakasın, meselelerini ona göre halledesin diye. Sen bu ikisine de sormadın, danışmadın. Ne kitapla bir işin oldu ne peygamberle bir işin oldu. Yedin, içtin, güldün oynadın; vur patlasın çal oynasın, bu hayat böyle geçer, geçti? 

Böyle mi geçmeli? 

Bunları yine inandığımız için bize söylüyorlar. Büyükler öyle derlerdi ki üç kişi kurtulursa hesaptan kurtulur… Bir, deli. Deli hesaptan kurtulabilir. Aklı yok, bir şeyden mesul değil. Günahı da yok, sevabı da yok. 

İkincisi veli… Allah’ın velisidir, dostudur, dikkat etmiştir. Yaşantısında en ince ayrıntıya kadar -Allah’ın yardımıyla- dikkat etmiştir. Kurtulursa bu da kurtulabilir hesaptan. Yanlış bir muamelesi yoktur inşaallah. 

Üçüncüsü kafir. Onun da bir hesabı yok. Hesaba gerek yok yani. 

Şimdi biz bunlardan hangisiyiz? Deli miyiz, veli miyiz, Allah esirgesin üçüncü sınıftan mıyız? Veli olmak isteriz. İsteriz de istemekle olmuyor, velilik gayretle oluyor. Kılı kırk yarmakla oluyor. Bazen helalden, meşru şeylerden bile feragatle oluyor. Velilik böyle… 

Delilik… Akıllı zannettiklerimizin belki birçoğu delidir. İstikameti bulamamış insanlar, Hakk’a teslimiyet gösterememiş, Hakk’ın ipine yapışamamış insanlar, kârın ve zararın ne olduğunu bilmeyen insanlara akıllı denemez. Cenabı Hak sizin akıllı zannettiklerinizin birçoğu akılsızdır, buyuruyor.

“بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ- Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar.” (Ankebut 63)

Akılları yok. Niye? İnce düşünce yok. Biraz önce Hasan Basri hazretlerinin örneğinde olan genç gibi… Niye güler insan?.. Bunca derdin içinde insan, niye güler? Bunca sıkıntının içinde insan niye güler? Çevresindeki yakın ülkeler kan gölüne dönmüşken, ateş çemberi olmuşken, kendi memleketinde bu kadar polisi, askeri, vatandaşı öldürülürken insan niye güler? Bugün misal Mardini’nde, Siirti’nde, Şırnakı’nda, Hakkarisi’nde terör var. 

Gidin Bodrum’a, Kuşadası’na, Marmaris’e cehennem tabakaları; buralarda fuhuş var. Evet, açıktan fuhuş var. 

Doğumuz böyle, Batımız böyle ortada kalmışız. Neye gülelim şimdi? Ne tarafa bakıp gülelim? Batı’ya mı bakalım gülelim, Doğu’ya mı bakalım gülelim, nereye gülelim? Oturup düşünelim. 

Eğlenen de, Allah’a isyan eden de rahat değil. Beşiktaş’ta (Reina Saldırısı) ölüm geldi, onları pavyonda buldu. Onlara ölmeden bir dakika önce sorsaydık ne diyeceklerdi bize? Ne güzel eğleniyoruz... Kafaları iyi, bardakları devirmişler, şişeler devrilmiş… Sorsaydık “Ne güzel eğleniyorduk!” diyeceklerdi. Subhanallah… Ecel böyle… Cenabı Hak eceli de gösteriyor bizlere onların üzerinden. Cani onları önceden tespit etmiş değil, ecel onları tespit etmiş. Geliyor yüzüne bakıyor, kafasına sıkıyor. İşaretlemiş onu, birileri onun işaretini vermiş ona. Yabancılar vardı içlerinde, toprakları bol olsun. Müslümanlar da vardı. İsimleri Muhammed olanlar vardı. İsmi Muhammed, ismi Habib böyle isim sahipleri vardı içlerinde. Ecel orada yakaladı onları… 

Şimdi imkan olsa sorsak onlara: “Eğleniyor musunuz?” Eğleniyorlar mı acaba? 

Dünya böyle bir yer… 

Şimdi biz ne tarafa bakalım? Biz Kur’an’ı bırakıp da ne tarafa bakalım? Biz Hazreti Muhammed’i (aleyhissalatu vesselam) bırakıp da ne tarafa bakalım? “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” (Ankebut 64) buyuruyor Cenabı Hak. Niye bunu buyuruyor; bu oyuna aldanmayın yani bu oyun ve eğlenceye kendinizi kaptırıp da niçin dünyadasınız bunu unutmayın diye… 

Çocukluğunuzda sizler de yaşamış- sınızdır. Anneleriniz, babalarınız elinize üç lira, beş lira para verir; git, bakkaldan şunu al gel, derler. Bakkala gitmek için evden çıkarsınız, sokağa çıkınca oynayan arkadaşlarınızı görürsünüz. Ne yapıyorlar diye onlara bakayım derken oyun sizi içine çeker, oynamaya başlarsınız, o oyuna dahil olur, yapacağınız işi unutuverirsiniz. Evde belki acilen bekliyorlar; misal sofrada bekliyorlar sizden ekmek istemişler, bakkaldan ekmek al gel. Siz oyuna dalmışsınız, ekmek alacağınızı unutmuşsunuz, ekmek almamışsınız... Anneniz camdan size sesleniyor: Oğlum Ali, Veli, hani ne yaptın ekmeği? Siz ne yapacağınızı da bilmiyorsunuz… Belki o dalgınlıkla oynarken o parayı da kaybettiniz. Oynarken ya bir yere koydunuz ya cebinize koydunuz; onu da unuttunuz, ondan da haberiniz yok... Şimdi eve gelince anneniz sizi biraz okşasa haksız mı? 

Su testisi suyolunda kırılır, Cenabı Hak bizi testiyi kırmadan evvel uyarıyor. Buyuruyor ki: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir.” Siz dünyaya kamil iman, salih amel almaya, Allah’ı tanıyıp O’na kul olmaya gidiyorsunuz. Oyuna dalıp bunu unutmayın. 

Adın müslüman senin… Adın Muhammed, adın Ahmed, adın Mustafa, adın Mahmud. Bu isimler bile sana bir şeyler hatırlatmalı. Niçin bu isimleri değiştiriyorlar? Moda isimler var şimdi, bizi aslımızdan uzaklaştırmak için. İsimler bir şeyler hatırlatıyor ya, hatırlatmasın diye isimleri değiştiriyorlar… Taş, Kaya, Toprak, Eylül, Ekim… koyuyorlar. Mekke-i Mükerreme’de karşılaştığım birisine “İsmin ne?” dedim, “Ogün” dedi. “Hangi gün?” dedim, adam kaldı… Hangi gün birader? Tabi onun bir suçu yok, büyükleri koymuş. Onun suçu, Kabe’ye gelmiş bunu anlaması lazım. 

Geçen de ifade etmiştik hadisi şerifi: Rasulullah Efendimiz buyuruyor ki: “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyleyse isimle- rinizi güzel yapın.” (Ebu Davud, Edeb, 69) İsminize dikkat edin. İsimde asliyet var, isim bir hüviyet… O hüviyeti bozmak için kimliği, kişiliği bozmak için ismi değiştirdiler. Yazıyı, takvimi, saati hasılı hayatı değiştirdiler. Hayatımızda İslam standartları yok, İslam ölçüleri yok; Kopenhag kriterleri var. Batı medeniyetinin kriterleri var. Hayatımızı bunlar çevreliyor. Kapital bir ekonomi, laik bir siyaset, demokrat bir din. Hayatımızı bunlar çevreliyor, hayatımızda İslam yok. 

Şimdi bu minval üzere ahirete gittiğimizi düşünün. Her an gidebiliriz, hepimiz sıradayız. Ol dedi, oldurdu; öl dediği an öldürür. Keyfinin kâhyası yok hiç. 

Nasreddin Hoca, cennetmekan, bir gün komşusundan kazan almış. İhtiyacını gördükten sonra içine tencere koymuş iade etmiş. Komşu demiş ki:

-Hocam, bunu içinde unuttunuz herhalde bunu alın. Hoca

-Yok yok demiş, kazan bizdeyken doğurdu, o onun yavrusu…

Adam pek inanmasa da menfaat var diye anayı da alıyor, yavruyu da alıyor. Hoca bu, doğurdu diyorsa kazanı doğurtmuştur, diye düşünmüş. 

Aradan bir zaman sonra Hocaefendi diyor ki:

-Komşu o kazanı bir daha verir misin? Adam:

-Tabii hocam diyor, hiç ikiletmiyor… Çünkü Hocanın evi bereketli, gidince doğum oluyor. Kazan yine doğurabilir. Bu sefer ikiz de doğurabilir. Kazanı veriyor, aradan üç beş gün geçiyor, belki daha fazla, kazan gelmiyor. Komşu diyor ki: 

-Hocam hani kazan vermiştik. Bizim kazanı unuttunuz herhalde. İşi bittiyse, ihtiyaç kalmadıysa onu alsak. Nasreddin Hoca da:

-Sorma komşu sizlere ömür, kazan öldü, diyor. Adam:

-Hocam ne diyorsun sen kazan ölür mü? 

-Birader sana doğurdu dedim inandın, sevindin. Doğan, doğuran varlıklar neticede ölürler. Doğumuna inandın da ölümüne niye inanmıyorsun? 

Şimdi “Ol!” dedi olduk. “Öl!” dediğinde de öleceğiz, var mı itirazı olan. Hayır, ben ölmem diyebilecek bir babayiğit, bir pehlivan var mı? 

Sıradayız… Kulağımız hep o seste olsun. Acaba bize mi dediler “Öl!” diye? 

Yani hazırlıklı olalım, bu oyun eğlenceye dalmayalım. Aklımıza göre deyip iş yapmayalım. Dünya adamlarına bakarak iş yapmayalım. Peygamber’e bakalım, ashabına bakalım, dostlarına bakalım… Kabristanlara bakalım. Gazetelerdeki şehit haberlerine, vefat haberlerine bakalım, bunların her biri birer mesaj, birer ibret. 

Ve bunlara baktıktan sonra dönüp kendimizle muhasebe olalım. Kendimize soralım ki; “Ey nefsim sen gerçekten müslüman mısın, değil misin? Sen veli misin, deli misin, kafir misin?” Bunu soralım nefsimize, çekinmeyelim, ezberden cevap vermeyelim. Bunu hakaret kabul etmeyin, derdim sizi rencide etmek değil. Bunu ben de kendime sormaya çalışıyorum. Soralım kendimize ki; biz bu üç sınıftan hangisindeyiz. Yoksa hesap zor… 

Bulanık su, duru sudan ayrılacak. 

“وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ - “(Allah, şöyle buyurur) Ey suçlular! Ayrılın bu gün!” (Yasin 59)

O gün mümin ile mücrim, mümin ile günahkar birbirinden ayrılacak. Mümin imtiyaz sahibi, hali belli. Mücrimin de belli… O gün diller tutulacak. Belki sen çok şey anlatmak isteyeceksin ama bilinmeyen bir şey yok ki; hepsi kayda geçmiş.

“الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ - O gün biz onların ağızlarını mühürleriz.” (Yasin 65)

Dudakların hatmolacak/mühürlene-cek. Sana söz hakkı verilmeyecek.

“وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ - Elleri bize konuşur.” (Yasin 65)

Ellerin konuşmaya başlayacak.

“وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْْ - Ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (Yasin 65)

Ayakların şahitlik yapacak, azaların dillenecek. Yaptıklarını o zaman sen nasıl yalanlayacaksın ki? Elin söylüyor, ayağın söylüyor, kalbin konuşuyor, gözün konuşuyor… Bütün azaların dil olmuş hangi birini yalanlayabilirsin? 

Şimdi gençler üniversite imtihanla- rına girecekler ilk imtihanlar herhalde, öyle iken gençlerde yine bir çalışma var. En azından bir düşünce var: “Ne yapacağız?” Dünya imtihandır. Kimse mühendis olmak için yaratılmadı arkadaşlar, daha önce de ifade etmiştim. Kimse doktor olmak için yaratılmadı, hukukçu olmak için yaratılmadı. Herkes kul olmak için yaratıldı. Kulluk daha güzelleşir mi diye mühendis olmak lazım. Kulluk daha güzel olur mu diye hukukçu, avukat, hakim, doktor olmak lazım. Her şeyden önce iyi müslüman olmak lazım, Allah’ı razı etmek lazım. Bunun için de çalışmak gerekiyor. O ayrım günü gelmeden, mücrim ile müminin seçim günü gelmeden biz burada amelimizi, ahlakımızı, zihniyetimizi, düşüncemizi, yaşantımızı seçmemiz lazım. Pirincin taşını ayıklamalıyız. Burada bunu yaparsak orada bunun büyük faydasını inşaallah göreceğiz. 

Bize ecelin ne zaman ve nerede geleceğini bilmiyoruz, her an bizi bulabilir. Peki, seni nerede bulsun istiyorsun, bunu iyi düşün? Ecel seni nerede bulsun? Çünkü Rasulullah buyuruyor ki: “Nasıl ölürsen öyle dirileceksin. Nasıl öldün öyle kalkacaksın, nasıl kalktın Allah’ın huzuruna varacaksın.” 

Hani şimdi bir yerde bir kaza olur, trafik kazasında bile savcı gelmeden bir şeye dokunamıyorsun. Onların hepsi delil, ortada olan her şey delil hükmünde, hiçbir şeye dokunamıyorsun, yerini değiştiremiyorsun; suç bu. Savcı gelecek, yerinde onları inceleyecek ki sıhhatli bir karar verebilsin. 

Melekler de hiçbir şeye adeta dokunmuyorlar. Yani Azrail seni nerede buluyorsa öyle öldürüyor, canını alıyor. Münker-Nekir seni öyle sorguluyor, mahşere getiriyor. Hiçbir delili kaybetmiyorlar, hiçbir şeye dokunamıyorlar. Öyle olduğun gibi Alemler Padişahı’nın yanına getiriyorlar seni ve karar veriliyor. O Mahkeme-i Kübra’da senin hakkında karar veriliyor. 

Hani yüzdelik hesabı yapıyorlar ya trafik cezalarında, karşı taraf ve sen… Karşı taraf haklı çıksa sen cezalı oluyorsun onun da zararını sana ödetiyorlar. Orada adilane bir karar çıkması için yaşadığın gibi ölüyorsun, öldüğün gibi diriliyorsun. 

Şimdi seni nerede bulsun ecel; meyhanede mi, Beşiktaş’takiler gibi Reina’da mı bulsun seni; Ravza’da mı bulsun seni? Tercih senin. Bunu sen seçeceksin. Ölüm seni esfelesafilinde mi, Reina’da mı bulsun; Ravza’da mı bulsun? Hayatını ona göre yaşa… 

Gönlünü Ravzalaştır, tecelliyi orada gör, gönlünü Kabeleştir, Mekkeleştir, tekkeleştir gönlünü, mescide çevir; bütün azaların da ona şahitlik etsin. Elin, ayağın, gözün kulağın böyle şahitlik etsin. Adam demiş ya; Halep oradaysa arşın burada. Hadi bakalım, yiğidin eli tutulmaz. Allah hepimizin yolunu açık tutsun inşaallah.

 

Ekim 2017

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin EKİM 2017 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “MUHARREM HÜZÜN DEĞİL UMUT AYIDIR” Başlıklı sohbetlerinde:

''Allahu Teala mekândan münezzehtir. Dünya ise bir mekândır. Arızanın/sorunun birisi budur ki insan dünyayı kalbine alsa, Cenabı Hak o kalbe tenezzül buyurmaz. O mekâna gelmez, tecelli etmez. Ne zaman ki kalp lâ mekan olur; kalp de mekânsız olur; o zaman açılır ve Cenabı Hak’tan tefeyyüz etmeye başlar, feyizlenir, bereketlenir. Mekânsızlıktan kastımız takıntılarından kurtulması, takıntılarını bırakması... 

İnsanın kalbindeki bu marazların defi ancak edebe riayet, ihlası elde etmek, Allahu Teala’ya muhabbet etmek/sevmekle ve Allahu Teala’nın muhabbet ettiği/sevdiği şeylere muhabbet etmekle mümkün olur. Kalp bunlar ile o takıntılarından kurtulur. 

Ğavs Hazretleri (ksa) buyururlardı ki: “Allah emindir, sırrını eminine verir.” Demek ki emin olunmadan, emniyet içinde olmadan; takva elbisesini, ihlas elbisesini, teslimiyet elbisesini giymek mümkün olmaz. Hadisi şerifte buyrulmuş; bunlar Allahu Teala’nın nurlarından birer nurdur. O kimi, hangi gönlü dilerse o nuru o gönle ilka eder, yerleştirir. “Dilerse”den kasıt demek ki emniyettir. Allah indinde emin olmak, güvenilir olmak… İşte bu da kalbin, Allah’ın tenezzül buyurmayacağı alakalarla kesilmesiyle olur… Bilindiği kadar, ne kadar bilebiliyorsak kalbimizi o nispette Allahu Tealaya bağlamak… Sohbet, rabıta, murakabe, zikir vesair bu tip faaliyetlerin hepsi bunlar için.

Zümer suresinde Cenabı Hak, zikrinden gafil olup da kalbi katılaşanlardan bahsediyor. “… Vay o Allah’ın zikrini terk eden kalpleri katılara!... Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler…” Bunlardan olmamamızı Cenabı Hak emir buyuruyor. 

Bu ayeti kerimeyi sufiye hazeratı iki şekilde anlamışlar: Birincisi, Allah’ın zikrinden gafil oldukları için yani zikretmedikleri için kalpleri katılaşanlar; zikirden nasipsizler… İkincisi; Allah’ı zikrettiği halde zikirle kalpleri katılaşanlar… Birincisi anlaşılıyor değil mi, Allah’ı zikretmemişler, gaflet etmişler, Allah’tan gayrı şeyleri zikretmişler; onları hatırda tutmuşlar, arzulamışlar, istemişler, kalpleri katılaşmış; bunu anlayabiliyoruz. 

İkinci bir şık olarak buyurmuşlar ki Allah’ı zikrettikleri halde zikirden kalpleri katılaşanlar… Niye zikirden kalpleri katılaşmış; Allah’ı zikrederken niye böyle bir duruma düşmüşler? İşte onlar da o zikrin edebine riayet etmedikleri için… Zikri layıkıyla yapmaya gayret etmedikler için… 

Layıkıyla yapmak -ben nefsime söylüyorum- bizim için çok söz konusu değil ama en azından gayret emeliyiz. O gayret değerlendirilebilinir. Demek ki zikri adabına uygun yapmayınca o zikir de kalbi katılaştırabiliyor. Efendimiz’in böyle bir hadisi şerifi var: “Öyle namaz kılanlar var ki huşu, huzur namazın adabı olmadığı için o namaz onların Allah’tan uzaklaşmalarına sebeptir.” Yani o zikirleri o taatleri onları Allah’tan uzaklaştırır. Halbuki niye yapıyordu bunları, Allah’a yaklaşmak için. İşte bunun için kalbin arızalarının giderilmesi, edebe riayet edilmesi, ihlasın tahsili için ciddi gayret gösterilmesi ve muhabbete say etmek; Allah’ı Peygamberi ve onların sevdiklerini sevmek… O zaman gönül inşirah eder, inşaallah zikir de fikir de kolaylaşır; feyiz de, nisbet de, himmet de gelir…

Rabbimizin “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri şerifini sadece bir doğruluk anlamında algılamayalım. Doğru bildiğimiz, doğru olan mutlak doğrularımız, mutlak değerlerimiz… Doğruluktan kasıt bunların tamamıdır. Bütün bu doğruları bütün bu mutlak olan değerleri, ilahi emirleri yasakları emredildiği şekli ile yap, buyrulmaktadır. Namaz kıl ama emredildiği, tarif edildiği şekliyle namazı kıl. Kitabın ve sünnetin sana tarif ettiği şekli ile kıl. Doğru olan budur; “Doğru ol!”dan kasıt budur. Oruç tut. Doğru olan budur, oruç tutmak ama bunu emredildiği şekliyle; orucun içindeki hikmeti kaybetmeksizin, o hikmeti nazara vererek oruç tut. Yoksa bir şeyin özünü kaybedersen onun kabuğu çok fazla bir işe yaramaz. 

Dosdoğru oldan bunu anlıyoruz: bütün emirleri emredildiği, istenildiği, tarif edildiği şekli ile yapmak. Bunun adına istikamet diyoruz. Dolayısıyla böyle olursa insanın her hali müstakim olur. 

“Ben Müslümanım de, sonra dosdoğru ol!” buyuruyor Cenabı Peygamber. Biz bunu şöyle anlıyoruz: Ben Müslümanım, ben inandım diyorsan öyleyse dosdoğru ol. Allah’a inanıyorum diyorsan bu ifadeni her halin istikametiyle ortaya koyabilirsin. İşte o müstakim olmak onu istenildiği şekliyle yapma gayreti içinde olmak... Ne kadar benzetebilirsen, ne kadar yaklaştırabilirsen…'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “Eğitim, Evvela Kullukta Tekâmül İçin Olmalıdır” ve Andelib; “Gönülde Yetişen Güller” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Şems-i Tağban - Niçin Okumalıyız?

Tamer Doymuş - İlmin Fazileti

Veysel Özsalman - İslam Üniversitesi

Vahdettin Şimşek - Bizler, Allah'a, Resûlüne ve Allah Dostlarına İtaatten Vazgeçmeyeceğiz

Sâlik-i İrfân - Bu Tarafa Dön, Ya Selman!

Yusuf-i Kenan - Çocuklarımıza Doğru Davranış Kazandırabilmek

İrfan Aydın - Muharrem 1439

Şeb-i Vuslat - Dil ve Afetleri ''İkiyüzlülük''

Mine Şimşek - Esma-ı Hüsna

Nurten Özen - Rabbimiz Temizdir Temizlenenleri Sever

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Eylül 2017

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin EYLÜL 2017 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “MAHŞERDE PİŞMANLIK DUYMAYACAĞIMIZ KİŞİLERLE DOSTLUK KURMALIYIZ” Başlıklı sohbetlerinde:

''Sual: Efendim, sadatı kiramın hesap gününde etbaının arkadaşı olacağı, onu birçok konuda koruyacağı ve biiznillah şefaat edeceği tasavvuf kaynaklarında ve sohbetlerimizde geçiyor. Sohbette buyurduğunuz ayeti kerimede “Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün” (Abese,34-36) buyrulurken Cenabı Hak herkesi sayıyor ama kişinin mürşidini saymıyor... Siz bu içerikli sohbetleri pek yapmıyorsunuz. Bu açıdan şefaat ve kişinin gayreti bağlamında değerlendirdiğimizde bunun dengesini kişi nasıl ayarlamalı?

Cevap: Belki de bu tip şeyler son dönemler birileri tarafından biraz daha dillendirilir olmuş. Şefaatin, kabir azabının reddi, velayetin olmadığı dolayısıyla kimsenin kimseye bir faydasının olamayacağı... Akideyi tashihten öte sanki müminlerin canını acıtma adına yapılan reddiyeler… Değişik vilayetlerden gelen arkadaşlardan işitiyoruz bu tip kişilerin kafa bulandırmak için Müslümanlara gelip “Peygamberimiz hangi mezheptendi?” gibi saçmalık ifade eden sorular sorması… Tükürük mırdar değil mide bulandırır, derler. Peygamberin mezhebini sorarak insanı mezhepler hakkında şüpheye düşürmeye veya mezhebin olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Daha buna benzer günümüzde birçok konular işleniliyor ve dediğimiz gibi bunlar artık çok fazla konuşulur olmuş... Bu hatta o kadar ileri boyutlara gidiyor ki bazı Peygamberlerin bile reddine, inkârına kail olmuş o insanlar. Yani Âdem diye bir peygamberin olmadığını, Âdem ifadesinin insanlığın genel ismi olduğunu; Davud diye bir peygamberin, Zebur diye bir kitabın olmadığını, o gün Davud isimli bir şair olduğunu onun Zebur diye bir şiir kitabı yazdığını iddia ediyorlar. İş bu noktalara kadar vardırılmış. Böyle şimdi isim isim peygamberleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlar… 

Kimilerine göre hiçbir kitabın kutsal bir metin olmadığını kimilerine göre de Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olmaktan ziyade bir meleğin kelamı olma ihtimalinin daha fazla olduğunu, daha önce de sizlerle konuşmuştuk. Çünkü Kur’an’ın içinde birçok tekrar var. Misal Kur’an’da ayet olarak bir tane besmelei şerif var ama her surenin başında besmele var. Bazı imamlara göre her surenin başındaki besmele ayetten. Bunları tekrar kabul ediyor ve diyor ki bunlar Cebrail’in ifadeleri Allah’ın ifadesi değildir. Allah’a ait olan ifade “ اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ” (Neml, 30) diğerleri Cebrail’in ifadesidir. Misal Rahman suresinde “فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ - O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” bir tekrar var. Bunların Allah’a ait olamayacağını melek ifadesi olduklarını yani Cebrail’in ifadesi olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu söylüyorlar. Kimilerine göre böyle bir iddia var. 

Kimilerine göre vahyin elimizdeki bu mevcut kitap halinde olanın olmadığını, vahyin Peygamberin kalbine nazil olan hakikatin olduğunu bu Kitabımızda bulunan ifadelerin Peygamber’e ait olduğunu yani Peygamber kalbine gelen manaya kelime elbiseleri giydirerek zahire sunmuştur. Dolayısıyla bunlar vahyin kendisi değildir. Yani biz bunların üstünde yorum yapabiliriz, bunları değiştirebiliriz. O manaya sadık kalma -Peygamberin kalbindekini nasıl tespit edebileceksek- sadedinde bunları değiştirebiliriz. Kimilerine göre abdestsiz Kur’an okuyabiliriz çünkü abdestsiz Kur’an’a tutulmaz ayeti önce, abdest ayeti daha sonra gelmiştir, bunların birbiriyle alakası yoktur. Abdest ayeti hikmetini bildirmiştir; namaza kalkacağınız zaman elinizi, kolunuzu, yüzünüzü ayaklarınızı vesaire azalarınızı yıkayın emri vardır. Bu namaza aittir. Onun için de Kur’an okurken abdest almaya gerek yoktur. Veya farklı, büyük bir temizlik bayan ve erkek için şart değildir. Yani cünüp bir insanın da renkli olan bir bayanın da Kur’an’dan mahrum olamayacağı, Kur’an okuyabileceği… bu gibi yaklaşımlar var. 

Bir yandan İslam’a olan edebi ortadan kaldırarak ibadetlerin ruhunu bozmak; bir yandan şefaati, manevi yardımı, tasarrufu reddedip Müslümanların birbirine güvenlerini sarsmak, birbirlerinden itimatlarını bozmak… Bunlar şimdi çokça söyleniliyor. 

Bir taraftan da Kur’an-ı Kerim’i farklı bir şekilde tahrife çalışmak; mukaddes metin olmadığını, melek kelamı olduğunu, Peygamber tarafından söylenmiş olabileceğini… Böyle kılçıklarla yuvarlak hesap iki milyar insanın bu anlamdaki vahdetini, inanç birliğini sarsmak istiyorlar. Daha sonra bunları kendi istedikleri gibi yönlendirmek, şekillendirmek, yönetmek… bunu da görüyoruz. 

Bunu dini, ilmi sahada böyle yaptıkları gibi ekonomik ve siyasi sahada da Müslümanları kamplara bölmeye çalışıyorlar. Dün Suriye’yi kuşatmışlardı, bugün Katar’ın başına bela olmaya kalkıyorlar, yarın kim bile sırada kim var? İslam’ı savunan, İslam’a inanan bütün toplulukları bir bozguna uğratma gayretindeler. 

Buna artık Müslümanların inananların gerçekten inancını yaşamak isteyenlerin bir şekilde dur demesi lazım. Bize bin beş yüz seneden beri gelmiş, intikal etmiş hakikatlere bir şekilde sahip çıkmamız lazım. Mademki bize Rabbimiz buyuruyor ki “Ümidinizi yitirmeyin?” (Zümer,53), bu ümit bizde sadece uhraya yönelik olmamalıdır. Biz ahiret bazında nasıl ki Allah’tan ümitsiz olmamamız gerekiyorsa dünyada da bu zalimlere bunların zulümlerine, hilelerine karşı Allah’tan ümidimizi koparmamalıyız. Ve bilmeliyiz ki Allah-u Teâla bize dünyada da bunlara karşı yardım edecek. Bunların sayısının çokluğu bizi ürkütmemelidir. Mademki Rabbimiz buyurmuş nice azlar; samimi, doğru, Hakla birlikte azlar çoklara galiptirler, çokları alt edebilirler -Peygamberler tarihinde, İslam tarihinde bunun örneklerini çok net bir şekilde görüyoruz.- öyleyse biz bu azınlığımızdan dolayı çekinmemeliyiz, korkmamalıyız, ümitvar olmalıyız. Yapacağımız şey yeter ki biz Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım. Uçuruma düşecek bir adam tam düşeceği esnada bir kayaya yapışabilse, bir ağaç dalına tutunabilse o adam o dalı, o kaya parçasını nasıl ki bütün varlığıyla tutar -çünkü aşağısı uçurum düşse hiçbir parçası bulunmayacak- bugünün Müslümanı Kur’an’a, sünnete ve müslümanların birliğine böyle yapışmalı... '' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Abdülkadir Visâlî; “Kurban İbadeti ve Mahiyeti” ve Tamer Doymuş; “Ve Ona Büyük Bir Kurbanı Fidye Olarak Verdik” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Vahdettin Şimşek - Allah'a (cc) Yakınlık

Sâlik-i İrfân - Ehli Sünnetin Fitne Dönemlerine Bakışı

Veysel Özsalman - Sıla-i Rahim

Yusuf-i Kenan - Çocuklarda Aidiyet Duygusu

Yusuf Fuad - Müslüman İçin Hayır Yollarının Çokluğu

İrfan Aydın - Amerika Ne Yapmak İstiyor?

Fatih Yıldızlı - İyi ki Varsınız Onbeşliler (Eren'ler)

Yıldırım Karagöl - Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar

Şeb-i Vuslat - Dil ve Afetleri ''Övmek''

Mine Şimşek - Peygamber Olup Olmadığında İhtilaf Bulunan Kimseler -2

Gönül Pınarından - Gönüllerin Neşesi Sohbet

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort