JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 01 Ekim 2017 21:32

ÇOCUKLARIMIZDAN BEKLENTİLERİMİZ

Çocuklarımızdan Beklentilerimiz

Çocuklarımızdan Beklentilerimiz - Yusuf-i Kenan

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Çocuklarımızdan Beklentilerimiz

 

Hayatın içerisinde her şey değişime uğrayarak sürekli gelişim içerisindedir. Bu değişimle birlikte beklentiler de sürekli değişmekte ve gelişime paralel olarak büyümektedir. Beklentiler elbette ki olmalıdır. Fakat herkes ayrı bir dünyadır. Her insan farklı ve özeldir. Beklentilerimizin içeriğini anne babaların heva ve hevesleri oluşturmamalıdır. Bu şekilde başlayan ve şekillenen beklentiler çocuklarımız açısından bakıldığında son derece acımasız ve orantısız olabilmektedir. Bu devasa beklentilerin karşısında çocuklar çoğu zaman ezilerek altında kalmaktadırlar. Herkesin başarabileceği bir ilgi ve beceri alanı vardır. Bu başarı alanları her bireyde farklılık gösterir. Önemli olan anne-babaların çocuklar üzerinde bu alanları keşfetmelerinde rehberlik etmektir. Eğer bu keşif zamanında isabetli olarak yapılabilmişse çok önemli ve yerinde bir temel atılmış demektir. Artık bundan sonraki aşama beklentilerin çocuğun başarı sağlayabileceği alanlara çekilmesi yönünde olmalıdır. 

Unutulmamalıdır ki çocuklar anne babalarının geçmişteki başarısızlık ve imkansızlıkların neticesinde elde edemediklerini yeniden onlar üzerinde tamamlayabilecekleri bir zemin değildir. Çocuklarımız her ne kadar bizim genlerimizi taşıyorlarsa da biz değildir. Bizim seçtiğimiz mesleği ya da sosyal olarak bizim tercihlerimizi aynen olduğu gibi kopyalayarak tercih etmesini bekleyemeyiz.

Elbette ki bizim onlar üzerindeki beklenti ve tercihlerimiz; bildiğimiz temel itikadi, ahlaki ve kültürel değerler üzerinde olacaktır. Bu konuda kimsenin itirazı olamaz. Fakat bahsini ettiğimiz daha çok ilgi alanları, mesleki tercihler gibi kişisel hayat ile ilgili alanlardır. 

Ebeveynlerin beklentileri çocuklarının kapa- sitesine, yeteneklerine, zeka düzeyine ve ilgisine uygun olmalıdır. Bir çok anne baba daha bebeklikten itibaren, çocuklarının potansiyel ve seviyelerinin üzerinde bir beklentiye girebilmektedir. Çocuk yaşıtlarına göre oldukça normal bir seviyede zihinsel ve psikomotor beceriler gösterse de, anne baba bunları bile olağanüstü, çok zekice ve ya çok üst düzey bir yetenek gibi algılamaya başlar. “Şunu biliyor!”, “Şunu yaptı!” gibilerden kişisel gözlemleriyle çocuklarının çok farklı, çok yetenekli ve çok zeki olduğunu kendi çaplarında “görmeye” ve bunu etrafındakilere de “göstermeye” çaba harcarlar. Bakın benim çocuğum bunları yapıyor, bunları da biliyor gibilerden hava civa atmaya başlarlar. Böylelikle çocuklarının herkesten daha farklı, daha zeki ve daha yetenekli olduğuna önce kendileri inanır! Sonra da bunları ispatlaması ve kendilerini doğrulaması için çocuklarını buna inandırmaya başlarlar. Fakat ne var ki burada çocuklara, sadece kendilerinden beklenen rolü oynamaktan başka bir çare bırakılmamıştır.

Bu çizgideki anne babalar, çocuklarında olduğunu sandığı, çocuklarının kayıtsız şartsız yapmasını ve en güzel şekilde başarmasını istediği şeyleri; çocuklarında varmış, çocukları bunları yapıyormuş, bunları başarıyormuş gibi kabul eder. Kabul etmekle de kalmaz, bütün bu beklentilerini çocukları tarafından gerçekleştirmeleri uğrunda onları sorumlu tutarlar. 

Aslında olan biteni en güzel şekilde tüm gerçekliğiyle anlamanın yolu çocuk gözüyle, kendimizi onun yerine koyarak birşeyler yapmaktır. İsterseniz bir de bizim beklentilerimizi çocuğumuzun gözüyle görmeye çalışalım. Belki de o zaman bilmeden yaptığımız tahribatın ne kadar derin olduğunu fark edebiliriz.

Çocuk kendisinde var olduğunu, annesinin ya da babasının söylediği özellik ve yetenekleri sorgulamadan en kısa sürede edinmeye çalışır. Çünkü, o özelliklere sahip olmalıdır. Kendisine başka alternatif bırakılmamıştır. Anne baba o özelliklere sahip bir çocuk istiyor ve o özelliklere sahip olursa anne babasının gözünde daha değerli olacak ve onları da mutlu etmiş olacaktır.

Anne babalar beklentilerinin çocukları tarafından gerçekleştirilebilmesi için çocuk ihtiyaç duysa da, duymasa da ekonomik yönden destekleyerek onlar üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadırlar. İhtiyaç duymasa da özel öğretmenlerden ders aldırmaktadırlar, ekonomik olarak imkanlarını çok zorlayarak aşırı bir fedakarlığa girmektedirler. Bu fedakarlık sonunda da “Yememizden içmemizden kestik seni dershaneye gönderdik, özel ders aldırdık.” “Giymedik, giydirdik hayatımızı sana pervane ettik.” gibi sözlerle beklentilerini gerçekleştirmeye çocuklarını adeta mahkum etmektedirler. Artık çocuğun başka bir seçeneği kalmamıştır. “madem anne baba bu fedakarlıkları yapmış” o halde her halükarda sınav kazanılmalı! Ya da istenen beklentiler ne ise mutlaka yerine getirilmelidir. Aksi takdirde bunca fedakarlığa karşın nankörlük edilmiş olacaktrır. Hele ki günümüzde bunca insanın sınavla yatıp sınavla kalkmasına (çocuklarıyla beraber sınava hazırlanmasına) karşılık olarak, çocuk da sınavı kazanarak bütün bunların bedelini ödemelidir. Çocuk gözüyle konunun portresi budur. Minicik yürekleriyle bu ağır sorumluluk çocukları darmadağın etmez mi?

Çocuk artık kendisi için değil de anne babasının bu fedakarlıkları karşısında borcunu ödemek için çalışır. Anne babanın sözde çabaları ve beklentilerinin gerçekleştirilmesi için çalışır. Çocuklara sınavın yükünün ötesinde kaldıramayacakları bir yükü omuzlarına yükleyerek, üzerlerindeki sınav kaygısının artmasına neden oluyoruz. Bu kaygı ile çocuğun derse kendini vermesini ve etkili ders çalışmasını engellemiş oluyoruz. Sınavda da çocuklar anne babalarını mahcup edecek sonuç aldıklarında da bunun faturasını yine gariban çocuk öder. 

Çocuklarımızla ilgili beklentilerimiz gerçekçi, gerçekleştirilebilir ve onların ilgi, yetenek ve potansiyellerine uygun olmalıdır. Anne baba olarak bizim beklentilerimiz bu yönde olmalı ve çocuklarımızın da beklentilerinde gerçekleştirilemeyecek olan bir hedef söz konusu ise bunu da makul seviyeye çekmelerine yardımcı olmamız gerekir. Çocuklarımızın hedeflerini, yol haritalarını ve yapacaklarını biz belirlememeliyiz. Çocuklarımızı bir bilgisayar gibi biz planlamamalıyız. Çocuğumuzu değerler ve beceriler açısından “değiştirilmeli” değil de, taşıdığı genetik şifreleri açısından, gizil güçlerinin ortaya çıkarılması gereken, “geliştirilmeli” yaklaşımıyla değerlendirmeliyiz.

Çocuklarımıza bakışımızda hiç unutmamalıyız ki her insanın doğuştan getirdiği ve o insanı farklı kılan, taşıdığı genetik şifre vardır. Bu şifreye uygun bir hayat tarzı, bu şifreye uygun ortaya koyabileceği yetenek ve çalışmaları vardır. Her insanı farklı ve “biricik” kılan bu özelliklere toplum olarak ve başta anne babalar olmak üzere saygı duymalıyız. Bu özellikleri değiştirmeye, ortadan kaldırmaya, belli kalıplara hapsetmeye değil de; ortaya çıkarmaya, geliştirmeye ve serbestçe hayat bulmasına zemin hazırlamalıyız.

Çocuklarımızın, beklentilerimize cevap vermek ve beklentilerimizi gerçekleştirmek adına çabaları onlar üzerinde stres ve kaygı durumu oluşturmaktadır. Çocuk bu durumda doğal halinden genetik haritasının dışına çıkmaya adeta zorlanmaktadır. Beklentilerimizi gerçekleştirme adına kendisiyle adeta savaş vermektedir. Bizim ondan beklentilerimizi, gerçekleştirilmesi gereken bir hedef olarak algılar. Kendi içinden gelen değil, dışarıdan verilen bir komut, emir olarak nitelendirir. Bu kendi içinden gelen ve benimsediği bir amaç değildir. Çünkü, kendi koyduğu bir hedef değildir. Kendi amacı, kendisi için gerçekleştirilebilir, kendi koyduğu, özüne uygun ve gerçekleştirilebilir bir beklenti içerisinde olmayan birey büyük bir zorlanma ve taciz ile karşı karşıya demektir. Birileri bir şeyler istemektedir, beklemektedir ama bütün bunlar ona ne kadar uygun, ne kadar gerçekçi ve gerçekleştirilebilir? Bunun sorgusu hep bilinç altında yapılır. Bu beklentiler ona uygun mu? Yeterli veya eksik mi? Her şeyden önemlisi kimin beklentileri? Bireyin dışında oluşan beklentiler ile bireyin kendisine yönelik beklentileri arasındaki fark ne kadar fazla ise bu durum o kadar çok kaygı oluşturacaktır.

Çocuğumuz üzerindeki beklentilerimiz, onun özüne ve özelliklerine saygı duyarak geliştirmeyi hedef almalıdır. Beklentilerimiz onun ilgi, yetenek ve kapasitesine uygun olmalıdır. Çocuğumuzun güçlü yönlerinin yanında zayıf yönlerinin de dikkate alınması gerekir. 

Anne babanın yüksek beklentisi çocuğu kapasitesinin üzerinde bir hedefe ulaşmaya yönelik olarak kamçılayacaktır. Böyle aşırı hırsla hareket eden çocuk bazı alanlarda, konularda ve derslerde başarılı olamadığını görünce hayal kırıklığına uğrayacaktır. Her konuda üstün başarıya ulaşma dürtüsü çocukta baskı ve bunalıma sebep olacaktır. Bu tür baskı çocukta özgüvenin kaybolmasına ve hayal kırıklığına sebep olur.

Kendi hedef ve beklentilerimizi gerçekleştirmek için, “bizim için” değil, kendi hedef ve beklentileri için çalışan çocuklarımıza destek veren anne babalar olma bilincine toplum olarak kavuşmamız dileğiyle…

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Pazar, 01 Ekim 2017 20:52

HAYIR ve ŞER

hayır ve şer

Hayır ve Şer - Yusuf Fuad

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Hayır ve Şer

 

Hayır, sözlükte “iyi olmak, iyilik etmek, üstün olmak, üstün kılmak” gibi anlamlara gelen hayr (خير) kökünden olup “iyi” yahut “iyilik” manasında ve şerrin karşıtı olarak kullanılır. Hayır, kelimesi Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde geçmekte, yer aldığı ayetin konusuna göre farklı anlamlara gelmektedir. Bu anlamları kısaca “iyi, güzel, değerli, faydalı ve mal, mülk gibi arzulanan şeyler” diye sıralamak mümkündür.

Bu kelime vahiy dilinin en temel kavramlarından olup Kur’an’da yer aldığı kadar hadislerde de çokça bulunmaktadır. Müslüman şahsın karakterini belirleyici nitelikte olan ve bir kısmı Efendimiz’in kendisine sorulan sorulara cevap olarak verdiği hadislere göre insanların yahut müslümanların en hayırlısı şu şekildedir:

İyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan (Tirmizî, Fiten, 76); toplum içinde yaşarken bir taraftan o toplumun hakkını ödeyen, diğer taraftan Rabbine ibadet eden, savaşa çıktığında ise düşmana korku salan (Tirmizî, Fiten, 15); savaş zamanında malı ve canıyla savaşan, barış zamanında ise rabbine ibadet etmekle meşgul olup kendini insanlara zarar vermekten alıkoyan (Buhârî, Rikak, 34); dostlarına ve komşularına hayrı dokunan (Tirmizî, Birr, 28); ömrü uzun, ameli güzel olan (Tirmizî, “Zühd”, 2); geç öfkelenip çabuk yatışan (Müsned, III, 19); borcunu güzellikle ödeyen (Buhârî, İstikraz, 4)… 

Yine Allah Rasulü’nün buyruğuna göre; ticaret ehlinin en hayırlısı borcunu güzellikle ödeyen, alacağını güzellikle isteyendir (Müsned, III, 19). En hayırlı yönetici ise halkının kendisini sevip hayır duada bulunduğu kişidir (Tirmizî, Fiten, 77).

Diğer bazı hadislerde de hayırda ve şerde öncü olma hakkında birtakım buyruklar vardır. İnşaallah, onlardan birkaçını da burada zikredelim:

عَنْ اَبِى مَسْعُودٍ عُقْبَةَ بْنِ عَمْرٍ الأنصارىِّ  قال : قال رَسُولُ الله : مَنْ دَلَّ عَلَى خَيْرٍ فَلَهُ مِثْلُ أجر فَاعِلِهِ. 

Bedir’e katılan ve ensardan olan Ebu Mesud Ukbe İbn-i Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kim bir hayra ve iyiliğe kılavuzluk ederse ona hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır.” (Müslim, İmare 133)

عَنْ أبي هُرَيْرَةَ  أن رَسُولَ اللَّهِ  قال : مَنْ دَعَا إِلَى هُدًى كان لَهُ مِنَ الأجر مِثْلُ أُجُورِ مَنْ تَبِعَهُ لاَ يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ دَعَا إِلَى ضَلاَلَةٍ كان عَلَيْهِ مِنَ الإثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لاَ يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئًا. 

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, İlim 16)

عَنْ اَبِى الْعَبَّاسِ سَهْلِ بْنُ سَعْدٍ  أن رَسُولَ اللَّهِ  قال يَوْمَ خَيْبَرَ : لَاُعْطِيَنَّ هَذِهِ الرَّايَةَ غَدًا رَجُلاً يَفْتَحُ اللَّهُ عَلَى يَدَيْهِ يُحِبُّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيُحِبُّهُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ. قال: فَبَاتَ النَّاسُ يَدُوكُونَ لَيْلَتَهُمْ أَيُّهُمْ يُعْطَاهَا. قال : فَلَمَّا أَصْبَحَ النَّاسُ غَدَوْا عَلَى رَسُولِ اللَّهِ  كُلُّهُمْ يَرْجُون َأن يُعْطَاهَا. فَقال : أَيْنَ عَلِيُّ بْنُ أبي طَالِبٍ. فَقالوا : هُوَ يَا رَسُولَ اللَّهِ يَشْتَكِي عَيْنَيْهِ. قال : فَأَرْسِلُوا إِلَيْهِ فَأُتِيَ بِهِ فَبَصَقَ رَسُولُ اللَّهِ  فِي عَيْنَيْهِ وَدَعَا لَهُ فَبَرَأَ حَتَّى كان لَمْ يَكُنْ بِهِ وَجَعٌ فَأَعْطَاهُ الرَّايَةَ. فَقال عَلِيٌّ : يَا رَسُولَ اللَّهِ أُقَاتِلُهُمْ حَتَّى يَكُونُوا مِثْلَنَا؟ فَقال : إنفُذْ عَلَى رِسْلِكَ حَتَّى تَنْزِلَ بِسَاحَتِهِمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإسلام وَأَخْبِرْهُمْ بِمَا يَجِبُ عَلَيْهِمْ مِنْ حَقِّ اللَّهِ فِيهِ فَوَاللَّهِ لأن يَهْدِيَ اللَّهُ بِكَ رَجُلاً وَاحِدًا خَيْرٌ لَكَ مِنْ أن يَكُونَ لَكَ حُمْرُ النَّعَمِ .

Ebu Abbas Sehl İbn-i Sa’d es-Saidî’den (ra) rivayet edildiğine göre Hayber Gazvesi gününde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Bu sancağı yarın öyle bir kimseye vereceğim ki Allah, onun eliyle Hayber’i fetheder. O kimse ki Allah’ı ve Rasulü’nü sever, Allah ve Peygamberi de onu sever.” Bunun üzerine insanlar sancak kime verilecek diye geceyi konuşarak geçirdiler. Sabah olunca sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahabiler Rasulullah’ın (sav) huzuruna koştular. Peygamber Efendimiz: “Ali İbn-i Ebi Talib nerede?” diye sordu. Sahabiler: “Ey Allah’ın Rasulü, o gözlerinden rahatsız.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Ona haber verecek birini gönderiniz.” buyurdular. Ali derhal getirildi. Rasulullah (sav) onun gözlerini kendi ağızlarından bir miktar su alarak tedavi edip kendisine dua etti, hastalığı hemen iyileşti sanki hiç ağrı görmemiş gibi oldu. Peygamber sancağı ona verdi. Ali:

“Ya Rasulallah! Onlar da bizim gibi mümin oluncaya kadar mı savaşacağım?” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav):

“Yavaş ve sakin olarak onların yanına var, onları İslam’a çağır. Uymaları gereken Allah’tan olan yükümlülükleri kendilerine bildir. Allah’a yemin ederim ki senin vasıtanla Allah’ın bir kimseye hidayet vermesi senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır!” buyurdu. (Buhari, Fezailü’s-Sahabe, 9)

 

Yazar: Yusuf Fuad

 

Pazar, 01 Ekim 2017 20:42

KALİTELİ İNSAN OLMAK

Kaliteli İnsan Olmak

Kaliteli İnsan Olmak - Fatih Yıldızlı

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Kaliteli İnsan Olmak

 

Kalite, hayatımızın her anında aradığımız bir kavram olmuştur ve olacaktır. Hep kaliteli bir hayat standartı istemişizdir ve muhtemelen de hayatımız boyunca, hayalimiz bu olacaktır. Peki, tam olarak ne anlıyoruz, hayal dünyamızın en vazgeçilmez bu sözcüğünden?

Çok çok iyi bir kazanç, evin, arabanın, eşyanın, yiyeceğin, giyeceğin en kalitelisine sahip olmak, sosyal bir varlık olarak insani paylaşımların yapılacağı en kaliteli ortamlarda bulunmak, hastalanmamak için en kaliteli, en sağlıklı hayat şartlarına sahip olmak, olur da hadsiz bir mikrop veya virüs bulaşırsa ya da Erzurum tabiriyle “ortalığın hastalığı” musallat olursa en iyi tedaviyi yaptırmayı mı anlıyoruz? Hadi diyelim anladığımız bu, o halde bunları elde etmişsek haliyle kaliteli bir insan olmuşuz demektir, sonrasında da tek beklentimiz galiba kaliteli insanlarla dolu bir çevre sahibi olmaktır. 

Heyhat! Maalesef çok değerli bir sözcüğü adeta bataklığa mahkum etmişiz! Çünkü kalite, kusursuzluğun ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Haddi zatında da onun anlamını, örneğini kusursuzluğun sahibi Allah (cc), kainatı O’nun hürmetine yoktan var ederken belirlemiş, M.S. 610 yılında ise bütün kainatı O’ndan haberdar etmiştir. Kainatın yaratılmış ve yaratılacak dahil en kaliteli insanı olan Ulu Önder Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz’i (sav) alemlere rahmet olarak göndermiştir.

Evvela kendi nefsime söylüyorum ki: kaliteden anlamamız gereken; işte bu yoktan var ediliş sebebimizdir. Yani kalite kullukta aranmalıdır, bu arayışın başlangıç ve bitiş sınırı da Allah (cc), tarafından belirlenmiş bir deryadır. Kelime-i tevhid veya kelime-i şehadet ile girilen bu arayışın varış noktası Peygamber Efendimiz’in mübarek ayaklarının dibidir, özellikle ayak dibi dedim çünkü mübarek dizlerinin dibi Hz. Ebubekir (ra) efendimize aittir. O, sıddıktır ve en kaliteli insan olan Peygamber Efendimiz’in yetiştirdiği ilk numunedir, en güzel abidedir. Cenabı Hakk’ın, Peygamberimize: “Ben, Ebubekir’den razıyım, ona sor, o benden razı mı?’’ sualinin şerefine nail olan Hz. Ebubekir’i geçmek haliyle mümkün değildir!

An itibariyle iki milyara yakın müslümanız, elhamdülillah ilk adımı atmışız. Kendimizi bulmamız için, kalitemizi kendimiz belirleyelim diye yol açılmış, imkan ve irade verilmiş alemlerin Rabbi tarafından şükürler olsun! Evet, belki asrı saadette yaşamadık, haliyle Efendimiz’in mübarek ahlakından nasiplenemedik ancak ümitsizliğe yer yok, unutulmamalı ki Peygamberimiz’in varisleri, O’nun nurlu yolunu takip eden büyükler var. Bıkmadan usanmadan, yorulmak ne bilmeden kaliteli kul standartını ve sayısını artırmaya çalışan Allah ve Peygamber dostu aşıklar, sadıklar var. Onların rehberliği sayesinde Allah (cc), bizi, bize yani en büyük düşmanımız olan nef- simizin insiyatifine bırak- mıyor, şükürler olsun zerreler adedince!

Velhasıl kelam; aramak, bulmak, ol-mak lazım. Bilinmeli ki aramak; bulmak demek değildir. Bulmak ise olmak anlamına gelmiyor. Bu sene de hayırla ihya etmeye çalıştığımız ramazan-ı şerif ve Kadir Gecesi hürmetine, Rabbim bizi sevsin, sevdirsin ve sevindirsin! Yüce Rabbimiz yolumuzun büyüklerinin hatrına ve Habib-i Zişan Efendimiz’in hürmetine bu duamıza icabet ederse umulur ki aramış, bulmuş ve kaliteli olmuşuz demektir, inşaallah.

 

Yazar: Fatih Yıldızlı

 

Pazar, 01 Ekim 2017 20:18

DİL ve AFETLERİ GIYBET ETMEK - 5

Dil ve Afetleri 5

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 5 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 5

 

Kalple Gıybet Etmenin Haram Oluşu

 

Bil ki, kötü söz haram olduğu gibi, kötü düşünce de haramdır. Başkasının kötülüklerini sayıp dökmek haram olduğu gibi, kendi kendine onun hakkında kötü düşünce içinde bulunman da caiz değildir. Burada kötü düşünce dediğim şey, başkasının kötü olduğunu düşünüp kesin olarak öyle hüküm vermektir. Böyle olmaksızın aklına gelen şeyler ve nefsin vesvese türü düşünceleri bağışlanmıştır. Burada yasaklanan, kalbin meylettiği, nefsin peşine düştüğü zandır.

Bu konuda Allah Teala (cc) şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (Hucurat 12)

 

Zannın Haram Olmasının Sebebi

 

Kalbin sırlarını ancak, bütün gizli hallere vâkıf olan Allah (cc) bilir. Dolayısıyla, başka bir yorumu olmayacak şekilde, açık bir biçimde kötülüğüne şahit olmadığın müddetçe bir başkası hakkında kötü diye hüküm vermen uygun değildir. Böyle bir şeyi gördüysen de bu, gördüklerinle sınırlı kalmalıdır. Şahit olmadığın, kendisinden işitmediğin bir hususta kalbinde oluşan zan ve tahminler şeytandandır. Onu yalanlamalısın. Çünkü şeytan fâsıkların (yalancı, günahkâr) en büyüğüdür. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Eğer fâsık biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat 6)

Şeytanı tasdik etmek caiz değildir. Eğer gördüğün şeyde kötülüğü yansıtan bir durum olur, fakat onun kötü olmaması da düşünülebilirse, o kötülüğü tasdik etmek caiz değildir. Çünkü fâsık kişinin her ne kadar doğru söyleme ihtimali varsa da, onun haberini hemen doğru kabul etmen caiz değildir. Hatta birinin ağzı koklansa ve içki kokusu bulunsa ona hemen içki içenlere uygulanan ceza uygulanmaz. Böyle bir durumda önce şöyle düşünülür: “Belki ağzına içki almış ama içmemiş, tükürmüştür ya da ona zorla içirilmiştir.” Bütün bu ihtimaller olabildiğine göre, kalben kötülüğünü tasdik etmek ve müslümana su-i zan beslemek caiz değildir. Bu konuda Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, müslümanın kanını, malını ve ona kötü zan beslenilmesini haram kılmıştır.”

Bir malın, birine ait olduğunu söylemek için ne şartlar gerekli ise, bir kimseye kötü diye hükmetmek için de aynı şartlar gereklidir. Bu şartlar ya onu bizzat görmesi ya da gören âdil birinin şahitlik etmesidir. Böyle olmadan kalbine, birinin kötü olduğuna dair vesveseler geliyorsa bunları uzaklaştırman icap eder. Nefsine, kötülediğin insanın bütün halinin sana kapalı olduğunu, gördüğün şeyin iyiye de kötüye de yorumlama ihtimali olduğunu anlatmalısın.

 

Su-i zan Nasıl Anlaşılır?

 

Soru: İçte bir sürü şüphe mevcut ve nefis de sürekli kalbe kötü düşünceleri atıp dururken kalbe yerleşen kötü zan nasıl bilinir?

 

Cevap: Kötü düşüncenin kalbe yerleştiğinin alameti, kalbin önceki halinin değişmesidir. Bundan sonra o kişiden nefret etmeye başlar, sıkılır, onun durumuyla ilgilenmez, onunla beraber olmaktan kaçar, karşılaştığında ikram etmez, üzüntüsüne ortak olmaz. Bunlar kalpte karşı tarafa ait kötü düşüncenin oluştuğunu gösterir. Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Müminde üç şey bulunabilir. Bunlardan kurtulma yolları vardır. Biri hakkında kötü düşünceden kurtulmanın yolu onu araştırmamaktır.”

Yani, kalbe gelen kötü düşüncenin peşine düşüp araştırmamalı; kalbi ve azalarıyla ona göre tavır almamalıdır. Gelen düşünceyi gerçek kabul ederse, kalbiyle o kişiden nefret eder ve rahatsız olur. Bu düşünce fiillerine etki eder; bundan sonra karşı tarafa içindeki düşünceye göre davranır.

Şeytan bazen insanın kalbine, en küçük bir hile ile kötü düşünceleri yerleştirir ve ona şu şekilde vesvese verir: “Senin falan hakkındaki düşüncen doğrudur. Sen bu sonuca tahminle değil, keskin zeka, güzel anlayış ve aklınla ulaştın. Mümin, Allah’ın (cc) nuruyla bakar. O kimse, senin düşündüğün gibidir.” Halbuki bu kimse meseleye nurla değil, şeytanın aldatması ve zulmetiyle bakmıştır.

Adaletli bir kimse sana birinin kötü durumunu haber verdiğinde, onu tasdik etsen mazur sayılırsın. Çünkü sen haber vereni yalanlasan bu sefer ona karşı suç işlemiş, hakkında kötü düşünmüş olursun. Bu da ona karşı bir suizandır. Bu durumda biri hakkında hüsn-ü zan beslerken, diğeri hakkında suizanda bulunman uygun değildir. Fakat yine de, haber verenle karşı taraf arasında bir düşmanlık, inatlaşma ve haset olup olmadığını araştırmalısın. Yoksa suçlama altında kalabilirsin. Aynı şekilde babanın evlâdı lehine yaptığı şahitlik ve düşmanın şahitliği, töhmet endişesiyle reddedilmiştir. Böyle bir durumda haber veren eğer adaletli biriyse onu ne yalanla ne de tasdik et. Kendi kendine, “Bu durum benim tarafımdan zaten bilinmiyordu, Allah’ın örttüğü halde gizliydi. Olduğu gibi kalsın. Bence açığa kavuşturulan bir şey yok!” deyip geçmelisin.

Bazıları da görünüşte adildir. Bahsedilen kişiyle arasında bir hasetleşme yoktur, ancak o adil görünümlü kişinin insanlara sataşmak, onların kötülüğünü anlatmak gibi bir alışkanlığı vardır. Bu adam, hakikatte adil değildir. Gıybet eden kimse büyük günah işlediği için fasıktır. Gıybet onun alışkanlık haline getirdiği bir huyu olmuşsa, onun şahitliği reddedilir. Ne yazık ki zamanımızda gıybet, insanlar arasında çok yapıldığı için çokları buna hassasiyet göstermez ve yapılan gıybetten dolayı bir üzüntü duymaz.

Kalbine bir müslümana karşı kötü düşünceler gelirse hemen onunla ilgilen ve ona hayır dua et. Bu davranışın şeytanı öfkelendirir ve kötü düşünceyi senden defeder. Duayla meşgul olduğun ve onunla ilgilendiğin için kötü şeyler akla getirmez.

 

Yanlışını Gördüğün Bir Kardeşine Yapman Gerekenler

 

Müslüman kardeşinin zahiren bir yanlışını gördüğün zaman, ona gizlice, tenha bir yerde nasihat et. Şeytana kanıp da onun arkasından kusurlarını sayıp dökerek gıybetini yapma. Kusur işleyen bir kardeşine nasihat ederken, sakın onun bu halinden haberdar olmandan dolayı sevinme; aksine ona üzülerek nasihat et, yoksa o seni gözünde büyütür, sen ise onu gözünde küçültmüş olursun. Vaazınla ona karşı böbürlenirsin. Bu bir hatadır. Kusur işleyen din kardeşini uyarırken, kendin yanlışı yaptığında nasıl üzüntü duyarsan, aynı şekilde üzüntü duyarak onu günahtan kurtarma gayesi taşımalısın. Senin nasihatine ihtiyaç kalmadan o yanlışı terk etmesine daha fazla sevinmelisin. Böyle yaparsan hem nasihat etmek hem mümin kardeşinin derdine üzülmek ve hem de ona dini konusunda yardım etmek sevabını birlikte alırsın.

 

Tecessüs

 

Kötü düşüncenin meydana getirdiği sonuçlardan biri de tecessüstür; yani kusur araştırmaktır. Kalp, suizanla yetinmeyip karşıdaki insanın gizli halini araştırmak ister ve bununla meşgul olur. Bu da suizan gibi haramdır. Bu konuda Yüce Allah (cc) şöyle buyurur: “Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve biriniz diğerini çekiştirmesin).” (Hucurat 12)

Gıybet, su-i zan ve tecessüs aynı ayette birlikte yasaklanmıştır. Tecessüs, insanları Allah’ın (cc) gizlediği şekilde bırakmayıp, onların durumlarından haberdar olmak ve üzerindeki örtüyü kaldırıp gizli halini açığa çıkarmaktır. Halbuki onların durumu kendisine kapalı kalıp haberi olmasaydı bu, onun kalbi ve dini için daha iyi olurdu.

 

Gıybete İzin Verilen Durumlar

 

Dinimize göre güzel bir hedefe ulaşmak, ancak gıybetle mümkün olup başka bir yol yoksa o kişinin gıyabında yanlışını anlatmakta sakınca yoktur. Bu durum gıybetin günahını ortadan kaldırır. Bunlar da altı başlıkta toplanır:

 

1. Zalimin zulmünden şikayetçi olmak: Bir kimse, kendisi zulme uğramadığı halde, hakimin zulüm yaptığını, hıyanet ettiğini ve rüşvet aldığını söylese, gıybet etmiş olur. Eğer hakim tarafından zulme uğramışsa onun zulmünü sultana şikayet edebilir. Çünkü hakkını ancak bu yöntemle alabilir. Bu konuda Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Hak sahibi için söz hakkı vardır.”

Bir hadisi şerifte de şöyle buyurmuştur: “Zenginin borcunu ödemeyi geciktirmesi zulümdür.”

Diğer bir hadisi şerifte ise: “Zenginin borcunu ödemeyi geciktirmesi, ona dil uzatmayı (bunun sınırı, haddi aşmadan, sövmeden, hakaret etmeden ‘sen zalimsin’ demektir) ve cezalandırmayı (bu da, kadı tarafından onun ödemesi için zorlanmasıdır) helal kılar.” buyrulmuştur.

 

2. Kötü halin düzelmesi için yardım istemek: Konuya örnek olacak şu olay rivayet edilmiştir: Bir gün Hz. Ömer (ra), Hz. Osman’ın (ra) (Hz. Talha olduğunu söyleyenler de vardır) yanından geçerken selam verdi. Hz. Osman (ra) selamını almadı. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra), aralarını bulsun diye gidip durumu Hz. Ebu Bekir’e (ra) anlattı. Bu gıybetten sayılmaz.

Yine, Ebu Cendel’in Şam’da içki içtiği haberi Hz. Ömer’e (ra) gelince ona şu ayetleri yazıp göndermiştir: “Hâ, Mîm. Bu kitabın indirilmesi, mutlak galip ve (her şeyi) hakkıyla bilen günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan Allah tarafındandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min 1-3)

Bunun üzerine Ebu Cendel tevbe etti. Hz. Ömer (ra), bu haberi kendisine ulaştıranı gıybetçi saymamıştır. Çünkü o kişinin mak- sadı, Hz. Ömer’in (ra), o adamın yaptığı işi çirkin görüp ona kurtulması için yardımcı olmasıdır. Haberi getiren kimse, içkiyi içen adama ancak Hz. Ömer’in (ra) nasihatinin fayda vereceğini düşünmüştü. Böyle bir durumda gıybetin mubah olması güzel niyete bağlıdır. Böyle olmazsa haram olur.

 

3. Fetva istemek: Bir kimse müftüden fetva alırken, içinde bulunduğu durumu olduğu gibi anlatabilir. Mesela, senin müftüye gelerek, “Babam veya eşim veya kardeşim bana zulmetti. Bundan nasıl kurtulurum?” diye sorman gibi. Ancak böyle durumlarda en güzel soru tarzı: “Bir adama babası, eşi veya kardeşi zulmetse bundan nasıl kurtulur?” şeklinde olmalıdır. Fakat ilk soru şeklinde olduğu gibi olayı, isim ve sıfat vererek açıkça anlatmak da caizdir.

Hz. Hind b. Utbe, Allah Rasulü’ne (sav) gelerek, “Kocam Ebu Süfyan çok cimridir. Bana ve çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Ondan habersiz malından alabilir miyim?” diye sorduğunda, Rasulullah (sav): “Normal olarak, sana ve çocuğuna yetecek kadar al!” buyurmuştur. Burada Hz. Hind’in maksadı fetva sormak olduğu için, kocasının cimri olup kendisine ve çocuğuna bakmadığını söylediği halde, Allah Rasulü (sav) onu engellememiştir.

Rabbim izin verirse gelecek ay devam edeceğiz inşaallah. Allah’a (cc) emanet olun.

 

Kaynakça:
Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazali, Semerkand Yayınları, 2011.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Pazar, 01 Ekim 2017 20:06

İBADETTE İHLASA ULAŞABİLMEK

İbadette İhlas

İbadette İhlasa Ulaşabilmek - Mine Şimşek

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

İbadette İhlasa Ulaşabilmek

 

Sonsuz hamd ve şükürler Halık-ı Zülcelal Hazretleri’ne olsun. Başlarımızın tacı, gönüllerimizin ilacı sevgili Peygamberimiz’e salat ve selam olsun. Bu ayki yazımızda ibadetlerimizde amellerimizin daha güzelini, takva olanını ve ihlaslı yapabilmenin inceliklerini anlatmaya çalışacağız inşaallah.

İhlas nedir? Sözlük manası: Temiz, doğru, yürekten, sevgi, samimiyet, doğruluk anlamındadır. İstılahi manası ise: Arıtma, saflaştırma, kul ile Rabbi arasında riyasız bir amel, nefse pay çıkarmadan doğruca Hakk’a yönelmesidir.

Ayeti Kerimede Cenabı Hak (cc) buyuruyor ki: “İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince işte onlar cennet ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Hud 23) 

Birkaç hadisi şerifte Peygamberimiz (sav): “O sizin suretlerinize bakmaz, kalplerinize bakar.” “İhlaslı az amel yeter.”, “Amellerinizde ihlası gözetin, zira Allah sadece amelin halis olanını kabul eder.” buyurmuştur. Hadisi kudside de: “Kulumun bana yaptığı ibadetlerden en çok sevdiğim; ihlas ile başkasına nasihat etmesidir. Kuşkusuz Allah ancak kendi rızasını kazanmak gayesiyle halisane olarak yapılan amelleri kabul eder.” buyrulmaktadır. (Müslim 33) 

Bizler bazen düşünüyoruz! Bu dünyaya niye geldik? Nefisimizin terbiyesi için. Cenabı Hak (Fecr 27-29) buyuruyor: “Ey mutmain olmuş nefs! Sen ondan razı, O da senden razı olarak gir cennete.” Bu ayeti kerimeden anlaşılıyor ki artık terbiye olmuş nefs Cenabı Hakk’ın (cc) rızasını kazanıp cenneti hak etmiştir. Bizler ise kendimizi hesaba çektiğimizde Rabbimizin emir ve buyruklarını yerine getirebiliyoruz. Fakat bizlerden ihlas isteniliyor. Gönülden Allah’a sevgi ve muhabbet olması ve teslimiyet olması gerekir. Yapmış olduğumuz ibadete güvenmeden az ama öz ameller ile kulluğumuza devam edip O’nun rızasını arama gayretinde olmalıyız. Allah dostları ise ihlası şöyle tarif buyurmuşlardır: “Bizler acıktığımızda ekmeğe iştahla sarıldığımız gibi veyahut da uçurumun kenarında giderken düşerim korkusu ile dikkat ettiğimiz gibi Cenabı Hakk’ın (cc) celalinden korkup, ibadetlerimiz de sevgimiz de bu şekilde olmalıdır.” 

Hâce Hazretleri (ksa) ihlas ile ilgili bir sohbetlerinde: “İbadette öncelikle ihsana ulaşabilmek için o ibadeti emredildiği gibi yapmaya çalışmak gereklidir. O ibadete gönlünü katmak gereklidir. Sevgi ile muhabbet ile coşku ile yapmak, haz almak… İbadet sırf bedenle yapılan şey değildir. Kalbin, ruhun, zihnin o ibadete iştirak etmeli. Allah gönlüne nazar ediyor yani senin Kur’an okurken, tesbih çekerken, namaz kılarken gönlüne bakıyor; gönlünde oluşan ne? Evet elinde tesbih var, çekiyorsun ama kalbin ne çekiyor, kalbin de Allah diyorsa, huzur buluyorsan tamam. 

Abdesti de öyle almalıyız, düşünki yazın aşırı sıcakta denize girsen serinlensen daha o denizden çıkmak istermisin? Adeta o serinliği bütün iliklerine kadar hissedersin. Sanki gaflet ateşinde idin Rabbin senden bir abdest istedi, sen o denize giren adam gibi suyun altına girdin, Allah bir dalga getirdi ve seni yakan ateşi bir anda söndürdü, yanıp kül olacaktın hayatın kurtuldu, tertemiz oldun, vücudunun bütün güzellikleri açıldı. Abdesti böyle bir şevk ile iştah ile alacaksın. Allah’ın izniyle öyle aldığın abdest ile namazı da bu minval üzere kıl, o zaman ihsana ermiş olursun. Eğer sen namaz kılarken Allah’ın azameti karşısında gönlünde mahcubiyet, mahviyet oluşuyorsa Allah’tan utanıyor, o yüzden boynunu büküyorsan, o garipliği gönlünde hissediyorsan, Allah’ın yanında namaz kılıyorsun demektir. İşte tefekkür dediğimiz şey bu ihsana böyle ulaşılır. Yoksa sen ellerini bağlamışsın, kıbleye dönmüşsün ama içinde gezen tilkiler var, bedenin eğilip kalkmaktan öteye gitmiyor.” buyuruyor.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) bu güzel sohbetlerini biraz açacak olursak ibadet yaparken ben borcumu yapayım, üzerimden kalksın düşüncesi ile değil de gönülden yaparak, kendimizi o ibadete vererek yapmamız isteniliyor. Misal: Bir tabak yemek yerken ne kadar malzeme zengin olursa olsun, tuz olmaz ise o yemeğin tadı olmaz. Allah dostları: “İhlas amelin tadıdır, tuzudur.” buyururlar. Bizler yapmış olduğumuz ibadetlerimizde tat alamayan insanlar olarak ilk önce şu hasta gönüllerimize şifa bulmalıyız. Namaz kılıyoruz eğilip kalkmaktan öteye gitmiyor, oruç tutuyoruz açlık ve susuzluktan başka bir şey hissetmiyoruz, sohbet dinliyoruz “Bu anlatılanları bir kez daha duymuştum.” diyebiliyoruz. Fakat bizden istenildiği gibi amele dökemiyoruz iştahla yapamıyoruz. Bu da hasta olan kişinin “Ben doktora gitmeden, ilaç kullanmadan iyi olurum!” diyen kişinin haline benzer. Doktor ilaç yazar, biz o ilacı alıp tarif edildiği gibi kullanmaz isek şifa bulamayız.

Hasta gönüllerimize şifa dedik... Bunu kendimizde arayıp; “Nerede yanlışım var, acaba nerede eksiğim, hatam var? deyip o eksiğimizi bulmaya çalışmalıyız. Birincisini açıklamaya çalışalım: Bir bayan olarak çok maleyani ile uğraşlarımız var ise bunu azaltmalıyız. Aksi halde bu durum bize ibadetten değil tat almak “Ne zaman bitecek!” düşüncesini getirir. Mesala çok telefon veya televizyon bağımlısı isek veya da bilgisayarın başında örgü modelleri, yemek tarifleri, belki alacak gücümüz olmasa bile takı ve kıyafet modelleri ile saatlerce vakit geçirebiliyorsak bunlar zaman israfıdır.

İkincisi: Acil işimiz olmadıkça çok çarşı pazar dolaşıyorsak, vitrinlerde ev eşyalarına takılıp gönüllerimiz hep onlarla meşgul ise veya ev gezmelerinde altın günlerinde kısır, kek, kurabiye yiyerek vakitlerimiz geçiyorsa bu da bizim için ciddi sıkıntı.

Üçüncüsü ise: Ne dünyaya ne de ahirete yaramayan lüzumsuz çok konuşmalarımız, dedikodularımız, Allah korusun yalan sözler, belki farkına varmadan ağzımızdan çıkan isyan kelimelerimiz var ise durumumuz vahim.

En kısa zamanda bu hastalıklarımıza tevbe edip boş uğraşmalarımızı azaltmaya gayret etmeliyiz. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde çok kitap okumamızı, annelerimizin hayatlarını, peygamberlerin, sahabe efendilerimizin hayatlarını okumamızı ve kadın ilmihalinin öğrenilmesini, ayrıca her gün Kur’an cüzü ve Kur’an’ın mealini okumamızı tavsiye buyurmuşlardı. Bizler de şu hasta gönüllerimize Allah dostlarının tavsiyelerini istenildiği gibi yerine getirir isek, Allahın izni ile şifa bulup ihlasın tadına varabiliriz inşaallah.

Cenabı Hak (Hicr 99) ayeti kerimesinde bizlere buyuruyor: “Sana ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbine kulluk et.” Rabbimiz bizlerden ölene kadar kulluk istiyor, boş işler ile uğraşmamızı istemiyor, ama ihlaslısını, en güzelini istiyor gönülden gelerek… Bunun içinde yine Kur’an-ı Kerim’de muttakileri ve takva sahiplerini methederek kulluğun en güzelinin nasıl olacağını bizlere bildiriyor. Birkaç örnek verecek olursak:

“Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselat 41) 

“Kendilerine peygamber gönderdiğimiz memleketlerin halkı iman etseler ve takva sahibi olsalardı elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat onlar peygamberimizi ve ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları işledikleri günahları sebebiyle cezalandırdık.” (A’raf 96) 

“Muttakilere gelince muhakkak onlar güvenli bir makamdadırlar. Onlar ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyecekler karşı karşıya oturup sohbet edeceklerdir. İşte halleri böyledir, hem onlara iri gözlü hurileri eş yaptık. Orada güven içinde her meyveyi yiyip içerler. Orada dünyadaki ilk ölümden başka ölüm tatmazlar, Allah onları cehennem azabından korumuştur.” buyrulmaktadır. (Duhan 51-56)

Takva demek, insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelmesi, kişiyi Allah’tan alıkoyacak her şeyden uzak durması ve her işinde Hakkı’n rızasını gözetmesidir, diyebiliriz. Kısaca özetleyecek olursak Kur’an-ı Kerim’de yer yer şunlar zikredilmiştir: Allah için iyilik yapan, namazı dosdoğru kılıp zekatı verenler. Haramları terk edip şüphelilerden dahi sakınanlar. Geceleri az bir miktar uyuyup seher vakti Allah’tan af ve mağfiret dileyenler. Öfkelendikleri zaman öfkelerine sahip olanlar. Söz verdikleri zaman ahitlerini yerine getirenler. Sabır ehli olanlar, günah işlediğinde hemen tevbe edenler. Rablerinden korkup saygıyla boyun eğenler, salih amel işleyenler, dosdoğru ve sadık olanlar ve kalbi selim kimselerdir.

Yazımızı bir kıssa ile bitirelim inşaallah: Bir Allah dostu müridlerine ihlas ile ilgili sohbet eder, müritlerinden biri kalbini yoklar, şeyhin anlattığı o ihlas ve samimiyeti kalbinde bulamaz ve o günden sonra artık gidip gelmez olur. Bu durumun farkına varan şeyh onu huzura çağırtır ve sorar: “Artık yanımıza niçin gelmez oldun?” Mürid cevap verir: “Sohbetinizden etkilenerek kendimde ihlası bulamadım bu yüzden terk ettim.” ser. Şeyh ona: “Evlat biz sana ameli terk et demedik, amelinde ihlası ara dedik.” der, şeyh sözüne devamla: “Şeytanın bir hilesidir ki insanlara hayır adına yaklaşıyor gibi görünüp musallat olmaktadır. Sen hizmetine devam et, ihlası da onun içinde ara, en kötü ihlassızlık hizmeti terk etmektir. Tam ihlas ise amelin içinde aranılır, o amel veya ibadetinde kendi nefsine bir pay çıkarmadan yaptığın o işe kilitlenmek en büyük ihlastır.” diye ikazda bulunur.

Cenabı Hak (cc) ne şekilde olmamızı istiyorsa O’nun istediği gibi kulluğumuzu yapıp takva sahibi olanlardan, ihlasa ulaşabilenlerden olmayı cümlemize nasip etsin.

 

Yazar: Mine Şimşek

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort