JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Mahşerde Pişmanlık Duymayacağımız Kişilerle Dostluk Kurmalıyız - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 117 - Eylül 2017

 

Mahşerde Pişmanlık Duymayacağımız Kişilerle Dostluk Kurmalıyız

 

Sual: Efendim, sadatı kiramın hesap gününde etbaının arkadaşı olacağı, onu birçok konuda koruyacağı ve biiznillah şefaat edeceği tasavvuf kaynaklarında ve sohbetlerimizde geçiyor. Sohbette buyurduğunuz ayeti kerimede “Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün” (Abese,34-36) buyrulurken Cenabı Hak herkesi sayıyor ama kişinin mürşidini saymıyor... Siz bu içerikli sohbetleri pek yapmıyorsunuz. Bu açıdan şefaat ve kişinin gayreti bağlamında değerlendirdiğimizde bunun dengesini kişi nasıl ayarlamalı?

Cevap: Belki de bu tip şeyler son dönemler birileri tarafından biraz daha dillendirilir olmuş. Şefaatin, kabir azabının reddi, velayetin olmadığı dolayısıyla kimsenin kimseye bir faydasının olamayacağı... Akideyi tashihten öte sanki müminlerin canını acıtma adına yapılan reddiyeler… Değişik vilayetlerden gelen arkadaşlardan işitiyoruz bu tip kişilerin kafa bulandırmak için Müslümanlara gelip “Peygamberimiz hangi mezheptendi?” gibi saçmalık ifade eden sorular sorması… Tükürük mırdar değil mide bulandırır, derler. Peygamberin mezhebini sorarak insanı mezhepler hakkında şüpheye düşürmeye veya mezhebin olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Daha buna benzer günümüzde birçok konular işleniliyor ve dediğimiz gibi bunlar artık çok fazla konuşulur olmuş... Bu hatta o kadar ileri boyutlara gidiyor ki bazı Peygamberlerin bile reddine, inkârına kail olmuş o insanlar. Yani Âdem diye bir peygamberin olmadığını, Âdem ifadesinin insanlığın genel ismi olduğunu; Davud diye bir peygamberin, Zebur diye bir kitabın olmadığını, o gün Davud isimli bir şair olduğunu onun Zebur diye bir şiir kitabı yazdığını iddia ediyorlar. İş bu noktalara kadar vardırılmış. Böyle şimdi isim isim peygamberleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlar… 

Kimilerine göre hiçbir kitabın kutsal bir metin olmadığını kimilerine göre de Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olmaktan ziyade bir meleğin kelamı olma ihtimalinin daha fazla olduğunu, daha önce de sizlerle konuşmuştuk. Çünkü Kur’an’ın içinde birçok tekrar var. Misal Kur’an’da ayet olarak bir tane besmelei şerif var ama her surenin başında besmele var. Bazı imamlara göre her surenin başındaki besmele ayetten. Bunları tekrar kabul ediyor ve diyor ki bunlar Cebrail’in ifadeleri Allah’ın ifadesi değildir. Allah’a ait olan ifade “ اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ” (Neml, 30) diğerleri Cebrail’in ifadesidir. Misal Rahman suresinde “فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ - O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” bir tekrar var. Bunların Allah’a ait olamayacağını melek ifadesi olduklarını yani Cebrail’in ifadesi olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu söylüyorlar. Kimilerine göre böyle bir iddia var. 

Kimilerine göre vahyin elimizdeki bu mevcut kitap halinde olanın olmadığını, vahyin Peygamberin kalbine nazil olan hakikatin olduğunu bu Kitabımızda bulunan ifadelerin Peygamber’e ait olduğunu yani Peygamber kalbine gelen manaya kelime elbiseleri giydirerek zahire sunmuştur. Dolayısıyla bunlar vahyin kendisi değildir. Yani biz bunların üstünde yorum yapabiliriz, bunları değiştirebiliriz. O manaya sadık kalma -Peygamberin kalbindekini nasıl tespit edebileceksek- sadedinde bunları değiştirebiliriz. Kimilerine göre abdestsiz Kur’an okuyabiliriz çünkü abdestsiz Kur’an’a tutulmaz ayeti önce, abdest ayeti daha sonra gelmiştir, bunların birbiriyle alakası yoktur. Abdest ayeti hikmetini bildirmiştir; namaza kalkacağınız zaman elinizi, kolunuzu, yüzünüzü ayaklarınızı vesaire azalarınızı yıkayın emri vardır. Bu namaza aittir. Onun için de Kur’an okurken abdest almaya gerek yoktur. Veya farklı, büyük bir temizlik bayan ve erkek için şart değildir. Yani cünüp bir insanın da renkli olan bir bayanın da Kur’an’dan mahrum olamayacağı, Kur’an okuyabileceği… bu gibi yaklaşımlar var. 

Bir yandan İslam’a olan edebi ortadan kaldırarak ibadetlerin ruhunu bozmak; bir yandan şefaati, manevi yardımı, tasarrufu reddedip Müslümanların birbirine güvenlerini sarsmak, birbirlerinden itimatlarını bozmak… Bunlar şimdi çokça söyleniliyor. 

Bir taraftan da Kur’an-ı Kerim’i farklı bir şekilde tahrife çalışmak; mukaddes metin olmadığını, melek kelamı olduğunu, Peygamber tarafından söylenmiş olabileceğini… Böyle kılçıklarla yuvarlak hesap iki milyar insanın bu anlamdaki vahdetini, inanç birliğini sarsmak istiyorlar. Daha sonra bunları kendi istedikleri gibi yönlendirmek, şekillendirmek, yönetmek… bunu da görüyoruz. 

Bunu dini, ilmi sahada böyle yaptıkları gibi ekonomik ve siyasi sahada da Müslümanları kamplara bölmeye çalışıyorlar. Dün Suriye’yi kuşatmışlardı, bugün Katar’ın başına bela olmaya kalkıyorlar, yarın kim bile sırada kim var? İslam’ı savunan, İslam’a inanan bütün toplulukları bir bozguna uğratma gayretindeler. 

Buna artık Müslümanların inananların gerçekten inancını yaşamak isteyenlerin bir şekilde dur demesi lazım. Bize bin beş yüz seneden beri gelmiş, intikal etmiş hakikatlere bir şekilde sahip çıkmamız lazım. Mademki bize Rabbimiz buyuruyor ki “Ümidinizi yitirmeyin?” (Zümer,53), bu ümit bizde sadece uhraya yönelik olmamalıdır. Biz ahiret bazında nasıl ki Allah’tan ümitsiz olmamamız gerekiyorsa dünyada da bu zalimlere bunların zulümlerine, hilelerine karşı Allah’tan ümidimizi koparmamalıyız. Ve bilmeliyiz ki Allah-u Teâla bize dünyada da bunlara karşı yardım edecek. Bunların sayısının çokluğu bizi ürkütmemelidir. Mademki Rabbimiz buyurmuş nice azlar; samimi, doğru, Hakla birlikte azlar çoklara galiptirler, çokları alt edebilirler -Peygamberler tarihinde, İslam tarihinde bunun örneklerini çok net bir şekilde görüyoruz.- öyleyse biz bu azınlığımızdan dolayı çekinmemeliyiz, korkmamalıyız, ümitvar olmalıyız. Yapacağımız şey yeter ki biz Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım. Uçuruma düşecek bir adam tam düşeceği esnada bir kayaya yapışabilse, bir ağaç dalına tutunabilse o adam o dalı, o kaya parçasını nasıl ki bütün varlığıyla tutar -çünkü aşağısı uçurum düşse hiçbir parçası bulunmayacak- bugünün Müslümanı Kur’an’a, sünnete ve müslümanların birliğine böyle yapışmalı... 

Allah Rasulü gelecek fitnelerden bahsedince sahabe soruyor. Biz o güne yetişirsek ne yapalım ya Resulallah, nasıl davranalım, nasıl bir tavır içinde olalım? Efendimiz buyuruyor ki: “Siz o güne yetişirseniz Müslümanların birliğinden, Müslümanların cemaatinden, Müslümanların topluluğundan ayrılmayın. Çünkü kim o topluluktan ayrılırsa -yüzüğünü parmağından çıkararak- boynundan İslam halkasını bu şekilde çıkarmış olur.” buyuruyor. 

İşte bugün bu fitne zamanı. Afedersiniz bu kahpelik zamanı. Bizim yapmamız gereken şey azlığımıza çokluğumuza bakmaksızın Allah’a güvenerek, Allah’ın vaadinin Hak olduğuna inanarak; “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım edecek!” (Muhammed, 7) emrinden ümitle Allah’ın ipine sımsıkı sarılacağız. Kur’an’ın emirlerine sımsıkı sarılacağız, Rasul’ün yoluna, ashabın yoluna sımsıkı sarılacağız ve Allah için birbirimizi sevip dostluğu geliştireceğiz, pekiştireceğiz. İnanacağız ki bu dostluğun dünyada faydası olacağı gibi ahirette de faydası olacaktır. Mademki Cenabı Hak bu ümmeti hayırlı kılmış ve bu ümmete emri bil maruf görevi yüklemiş; yani dinin ihyasını bu ümmetten istemiş o gayretle bu ümmeti hayırlı kılmış. Emri bilmaruf nedir: Dini bilmeyenlere, bilemeyenlere, yaşamayan veya yaşayamayanlara anlatmak, ulaşmak, yaşamalarını sağlamak… Bu, dünyadaki dinin ihyasına sebeptir. Dinin ayakta durmasının en büyük sebeplerinden birisidir emri bilmarufun yapılması. Dünya nizamı buna bağlıdır, dünyadaki ilahi adalet bunu gerektirir. Biz bunun uhraya yansımasının da olduğuna inanıyoruz. Yani bu dünyada emri bilmaruf varsa bu birbirimize bir anlamda yardımdır. Bu yardımın farklı bir şekilde de ahirette de inşallah olacağına inanıyoruz. İşte bunun da şefaat olduğuna inanıyoruz. Madem ki Kâinatın Efendisi bütün insanlığa rahmettir; hem dünyada rahmettir hem ahirette rahmettir. İşte o rahmet dünyada hidayetidir, ümmetin hidayetine vesile olmasıdır. Ümmete olan sevgisi yakınlığıdır. Ahirette de şahitliği ile şefaatidir elhamdulillah. Buna biz böyle inanıyoruz. Dolayısıyla da Allah’ın müsaade ettiği -elbette ki biz O’nun izni olmaksızın, O’nun ilmi olmaksızın ağaçtaki bir yaprağın sallanabileceğine inanmayız. Her şeyin Allah’ın izniyle, her şeyin bir kader, bir takdir dairesinde olduğuna inanan insanlarız. 

İşte bu inancımızla birlikte biz Rabbimizin müsaade buyurduğu izin verdiği, dünyada kullarını irşada görevlendirdiği insanların ahirette de yardımlarının olacağına inanıyoruz. Çünkü ayetler bunun hiç olmayacağına işaret etmiyor. Allah’ın izin verdikleri tarafından olacağına işaret ediyor. “يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ”(Bakara, 255) buyuruyor. O’nun yanında şefaat vardır, ama kime vardır: O kime izin verirse... Biz böyle inanıyoruz, dolayısıyla da şefaatin var olduğuna inanıyoruz. 

Biz kabir sorgulamasının var olduğuna inanıyoruz. Yani dünyada bile Rabbimiz bize “Başıboş bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz.” (Kıyamet, 37) buyurmuşken, fani olan bir yerde bile bizi başıboş bırakmamışken edebi aleme gidişte bize hiçbir şey sormayacağını bir suale tabi tutmayacağını ve o suallerin neticesinde bize bir muamelede bulunmayacağını düşünemeyiz. Fani dünyaya gelirken bize bir sual sordu. Adeta ne için dünyaya geldiğimizi bize sordu Cenabı Hak. “Elestu birabbikum” emrini fakir böyle algılıyorum. Yani dünyaya niye gidiyorsun, ne için gidiyorsun?

Efendimiz bize buyurdu ki: “Hikmet bizim yitiğimiz.” Biz dünyaya onu aramaya geldik dolayısıyla dünyada bir nasibimiz var. Şimdi bize dünyadan giderken sormayacaklar mı? 

“Niye gidiyorsun?” diye sormuşlardı; “Ne yaptın, nasıl geri döndün?” diye de soracaklar. Bunlar da kabirde olması gereken şeyler. İnsanın ölümüyle olması gereken şeyler. İnsanın ölümünden ta mahşere dek insanın başıboş bırakılacağını nasıl düşünebiliriz? Mahşerin ne zaman olduğunu bilmiyoruz, dünyada biz başıboş bırakılmamışken kabir âleminde nasıl başıboş bırakılacağız? İnsanı hayalciliğe iter bunlar... 

Bu yüzden biz, yapmamız gerekenlere sıkı yönelmeliyiz. Biz önce Allahımıza güvenmeliyiz, sonra Rasulümüzün izini takip etmeliyiz, sonra birbirimizi çok sevip meselelerimizi güzelce talim edip paylaşmalıyız. Allah için olan dostluğu pekiştirmeliyiz. Çünkü Cenabı Hak bazı insanlarla olan dostluğumuzdan, birlikteliğimizden dolayı pişmanlık duyacağımızı, “Keşke onları dost edinmeseydik!” (Furkan, 28) onlarla birlikte olmasaydık diyeceğimizi; biraz önce sizin de bahsettiğiniz ayeti kerimede “Analarımızdan, babalarımızdan, çoluk çocuğumuzdan, eşlerimizden kaçacağımızı!” bize bildiriyor. Öyleyse bizim pişmanlık duymayacağımız ve kendilerinden kaçmayacağımız dostlar edinmemiz lazım. “Allah için olanlar müstesna!” (Zuhruf,67) buyuruyor ayette. Bizi takvaya teşvik edenler müstesna. Bunlardan kaçmayacağız. 

Biz misal Peygamberimizden kaçmayacağız. Cenabı Hak buyuruyor ki; “O gün her ümmet, her millet kendi imamlarıyla, önderleriyle mahşere gelecektir.” (İsra, 71) Biz bunu iyi anlamda, olumlu anlamda anlıyoruz. Biz bunu birinci dereceden anlıyoruz ki biz Peygamberlerimizle Allah’ın huzuruna çıkacağız, bakın bunlardan bir kaçış yok. Burada tabi olduğumuz amelde olsun, akaidde olsun mezahib imamlarımızla Allah’ın huzuruna çıkacağız. Takvada bize önder olan şahsiyetlerle, manevi imamlarımızla Allah’ın huzuruna çıkacağız. Olumsuz bir anlam yüklenilmemiş ayeti kerimede. Tevili mümkün şeyleri biz hüsnü zan ile tevil ediyoruz, olumlu bakıyoruz. Diyoruz ki biz bundan iftihar duyacağız ki İmamı Azam hazretleriyle mahşere çıksak, İmam Şafii ile İmam Eşari, İmam Maturidi ile çıksak rahimehumullah iftihar ediyoruz. Mademki Ali Efendimiz buyurmuş, bir harf öğretene kırk yıl köle olunuyor; bir harfi değil bize Hakk’ı öğretmiş bu insanlar. Bize ilmi, irfanı, ihsanı öğretmişler, Kur’an’ı öğretmişler, bize Allah Rasulü’nü sevdirmişler, dinimizi öğretmişler bize. Elbette ki biz bu insanlara köle olacağız… Bu muhabbet anlamında, bunlarla ülfet, dostluk anlamında. Yoksa gidip onların kölesi olalım anlamında değil. 

O yüzden bunları ümmetin artık bilmesi lazım ve bu insanlarla hemhal olması lazım ki dinini ehil noktalardan öğrenebilsin. İhlaslı kişilerden bu dini öğrensin ki ihlasla yaşasın. Kur’an’ı abdestsiz, taharetsiz okuyan bu insanlardan öğreneceğimiz ilim de temiz değil. Temiz bir kaba konmayan bir su, bir çay temiz olmaz. Bu insanlar temiz değil. Bu insanların gönül kabı temiz değil pis, abdest almıyorlar. Allah’ın kitabına abdestsiz yanaşıyorlar. Şimdi düşünün bunların kabındaki ilim nasıl bize feyiz versin, nasıl bize bereket versin…

Sual: Gönül kabı temiz olmak denilince bu sadece inanç noktasında mı yoksa fikir noktasında mı olur?

Cevap: Bu her şeyiyle olur. Yani gönül kabını temizlemek biraz önce de ifade ettiğimiz gibi Allah’ın emirlerine sıkı sıkıya bağlanmak… Bunun için Cenabı Hak bize tevbeyi emrediyor. Bizim ancak tevbe ile temizleneceğimizi buyuruyor. Tevbe de söz ile yapılan bir şey değildir. Tevbe bir eylemdir, tevbe bir fiildir; günahtan kaçmaktır, sakınmaktır. Sadece estağfirullah demek tevbe değildir. 

Sual: Efendim meseleyi daha net anlayalım diye söylüyorum, yukarıda tenkit ederek ifade ettiğiniz fikirlerin sahipleri de alenen günah işlemiyorlar. Onların da belki her biri bir alim...

Cevap: Görünen günahları işlemiyorlar, görünmeyen belki bir sürü günah işliyorlar. Yani meseleyi eğer günah sevap noktasında değerlendirecek olursak bütün günahların anası gaflettir. Bu insanlar insanlığı gaflete sevk ediyorlar, gafleti körüklüyorlar. İnsanların Allah’a, Peygamber’e sevgileri itimatları azaldıkça, ibadete olan rağbetleri, hürmetleri azaldıkça bu insanlarda gaflet, zulmet çoğalacak. Nuraniyetin zıddı zulümattır; bu insanlarda zulmet çoğalacak. Zulmet farklı şekillerde çoğalabilir… Dünya sevgisi bunların gönüllerinde artacak, dünyaya meyledecekler. Afedersiniz şehevi arzular bunlarda olacak. Kalb bir karardı mı Allah Rasulü buyuruyor ya: “Beyaz bir sütün üstüne siyah lekeler kona kona gün gelir o sütte beyazlıktan eser kalmaz.” Kalp sürekli gafletlerden lekelene, lekelene kalp tamamen kararacak. “فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ” (Zümer, 22) buyruluyor, kalbin katılaşması… Bu sefer ölüm tefekküründen uzaklaşacak dolayısıyla ölüme hazırlanmayı bırakacak. Dünya hırsı, tamahı, arzusu artacak. Bunun temelinde o insanlar var. Bu insanların sevkiyatı var. 

Bunlarla da ilgili ayeti kerime var. O gün o insanlar kendilerini bu tip yanlışlara sevk eden insanlar için, o büyükler, sözde ilim sıfatında görünen o insanlar için diyecekler ki: “وَكُـبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا رَبَّـنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟ وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا ”

Yine şöyle diyecekler: “Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanete uğrat.” (Ahzab,67-68)

Bizim büyüklerimize, sadat kabul ettiğimiz, saadetli kabul ettiğimiz; kibar, büyük kabul ettiğimiz bu insanlara iki katı azab ver Ya Rabbi diyecekler. 

Şimdi bundan büyük bir günah düşünülebilir mi? Rasulullah Hazreti Ali’ye buyuruyor ki: “Senin elinle bir kişinin hidayeti güneşin üzerine doğup battığı bütün emlakin infakından hayırlıdır.” Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki bütün varlıkları Allah yolunda infak etsen bir kişinin hidayetine tevbesine vesile olmak bundan daha hayırlıdır. 

Şimdi o zaman bunu zıddıyla düşündüğümüzde bir kişinin dalaletine vesile olmak bütün insanlığın dalaletine kapı açmak gibidir. Bir kişiyi kurtarmak alemi kurtarmak gibi; bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir. Bu adam varsın içki içmesin, zina yapmasın, kumar oynamasın yani bilinen günahları yapmasın. Eğer ümmetin imanına, ihlasına zarar veriyorsa o en büyük günahtır. İnsanlığı gaflete sevk ediyor, insanlığı yanlışa yönlendiriyor bundan büyük hata düşünülemez ki… 

“Kim hayırlı bir çığır açıyorsa o çığır devam ettiği sürece o onun içindedir. Kim de şerli bir çığır açıyorsa, şerre bir yol açıyorsa o şer devam ettiği sürece o kişi o şerrin içindedir.” Sebep olan o… Bunların günahına böyle bakmak lazım. Bunlar zahiren günah işlemiyorlar ama günahlar sadece bu bilinenlerle sınırlı değil. Gaflet bütün günahların anası olması hasebiyle en büyük günahtır. Bunlar müminlerin Allah’tan olan itimadını kesiyorlar bundan daha büyük bir günah olabilir mi? Her şeyi güya pozitif bir ortamda millete göstermek isteyip manayı reddederek, metafiziği reddederek, mucizeleri, şefaati, kerameti reddederek insanlığı kurumuş, meyvesiz bir ağaç haline getirmek istiyorlar. Peki, Allah’ın yaradılıştaki gayesi bu muydu? Allah’ın muradı budur diyebilir miyiz? Kupkuru bir insan, hiçbir meyvesi olmayan bir insan… 

Bu nasıl bir mantık, Musa’nın mucizesini kabul edeceksin, İsa’nın mucizesini kabul edeceksin Rasuller Rasulü olan Peygamber’e bir tane mucize layık görmeyeceksin. Kime çalışıyorsun sen, bunu insana sorarlar? Sen hangi kiliseden, hangi havradan besleniyorsun? Eğer hakikatte bakarsan İsa da Muhammed’in (sav) mucizesidir, Musa da Muhammed’in mucizesidir. Çünkü O’nun hürmetine varlar, O’nun nurundan olmuşlar. Peygamberler dahi o Peygamberin nurudur, O’nun özündendirler. 

Bu yüzden bizler tevbe edeceğiz önce. Ama tevbeyi sadece dille değil. Biz onlara da aynı şeyi tavsiye ediyoruz; Allah’a tevbe edin. Çünkü Allah sizi ancak o zaman sevebilir. Temizleneni seviyor Allahu Teala. Tevbe temizleyici. 

Abdest temizleyici abdest alın. Bir elinizi yüzünüzü yıkayın, gözünüzün çapağını yıkayın ki doğruları göresiniz. Kanınız uyuşmuş bir gusledin ki bu uyuşukluğunuz açılsın. Yakında bunlar Bektaşiler gibi söylemeye başlarlarsa şaşmayın… Belki ileride gusle bile gerek görmeyecekler…

Tevbe edeceğiz, tevbeyi fiile indireceğiz. Hatadan kaçma, sakınma… Allah’a imanımız var, günahtan kaçınacağız. Hem dilde istiğfar edeceğiz sürekli tevbe edeceğiz hem de bunu fiilimizle gösterip yanlıştan sakınacağız. Yanlış nereden gelirse gelsin. Ayeti kerimelere baktığımızda Cenabı Hak: “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 23) buyuruyor. Sizi yanlışa sevk edenler analarınız olsa, babalarınız olsa, siyasi liderleriniz olsa… yanlış kimden gelirse gelsin yanlışa düşmeyin, buyuruyor bize. Eğer bunlar analarınız, babalarınız, eşleriniz, hısım akrabalarınız vs. imanın üzerine küfrü, hakkın üzerine batılı tercih ediyorlarsa onlar sizin bir şeyiniz değil buyuruyor. 

Öyleyse biz rahatlıkla bunu bu insanlara söyleyebiliriz: siz bizim bir şeyimiz değilsiniz… 

Tamam, insan olarak, insanlıkta bütün alem kardeşlerimizdir ama bizim iman kardeşlerimizi Allahu Teala belirliyor. Müminler kardeştir, tam inanmış, birbirine güvenmiş, tevbe eden “فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِۜ - Tövbe edip, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir.” (Tevbe, 11) Namaz kılan, zekat veren yani İslam’ı bir bütün kabul eden; tevbe eden günahtan sakınan… Sizin dindeki kardeşleriniz bunlardır, buyuruyor Cenabı Hak. 

Ben ebedi hayatım için müminle kardeşim, muvahhidle kardeşim. Ben kafir olan bir Rusla, bir Amerikalıyla, bir masonla, bir laikle, bir faşistle kardeş değilim. İnsanlık adına tamam, hepimiz hemcinsiz buna meşru ölçülerde saygı gösterebilirim, ama o benim kardeşim değil. Allah’a inanan ve bu inancını yaşantıya döken… Benim kardeşim bu… Yoksa ben yarın ahirette kendisinden kaçacağımı niye kardeş edeyim? Niye kendi öz kardeşimden kaçıyorum? Niye beni doğuran anamdan kaçırıyorum, babamdan kaçıyorum? 

Şimdi orada kaçacağım insanları veya pişman olacağım insanları, keşke filanı ben dost tutmasaydım diyeceğim insanlarla niye burada dost olayım, kardeş olayım? Ben kimi dost tutarım, Allah kiminle dost ise. “اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ - Allah iman edenlerin dostudur.” (Bakara, 257) buyuruyor. Allah kendine müminleri dost tutmuş. Ve vaat ediyor, onları karanlıklardan aydınlıklara çıkaracak… Ben, kim karanlıklardan aydınlığa çıkmışsa, aydınlığı/nuru tercih ediyorsa onu dost edinirim. 

Öbürlerini tağutun dostları olarak gösteriyor Allahu Teâla. Niye beni zorla onlarla kardeş etmeye uğraşıyorlar. Çünkü onlar insanları aydınlıklardan karanlığa çıkarmak istiyorlar. İslam’ın nurlu hayatından küfrün sapık, batıl hayatına sevk etmek istiyorlar, çok açık. Ondan sonra da çıkıp bütün insanlık kardeştir diyorlar, bu nasıl bir mantık… Bu İslamî bir konuşma mı? 

Ayeti kerimede Allahu Teâla buyurmuyor mu sizin dostlarınız yalnız Allah’a, ahirete, Rasulü ne iman edenlerdir. Müminler birbirinin dostudur. O insanlar da birbirlerinin dostudur. Nitekim burada da görüyoruz onların birbirlerinin dostu olduklarını. 

Şimdi bütün insanlık kardeştir diyeceksin misal ondan sonra kalkıp Beşşar Esed’i eleştireceksin. Şöyle zulüm yapıyor, böyle zulüm yapıyor… Sövmedik kimsesini bırakmayacaksın. Bu ne lahana turşusu ne perhiz hani kardeşti bütün insanlık! 

O yüzden bu ayrımları müminler iyi bilecek. Dostumuzu düşmanımızı bilmek zorundayız. Kardeşimizi, karındaşımızı bilmek zorundayız

Allah’a tevbe edeceğiz, Allah’ın ipine yapışacağız. Bu dini talim edeceğiz. Ondan sonra en ince ayrıntısına kadar, gücümüz nispetinde, tatbik edeceğiz yaşayacağız. Şeriatını, tarikatını, hakikatini, marifetini yaşayacağız. Rabbimize güvenerek bu anlamda hiçbir hakkımızdan vazgeçmeyeceğiz… O zerresinden vazgeçmiyor, biz de Allahımızın üzerinde ne hakkımız varsa vazgeçmeyeceğiz. O yüzden bütün bu güzelliklere talip, rağıb olacağız inşallah. 

Dinimizi tatbik edeceğiz, onu sonra tebliğ edeceğiz. Korkmayacağız, usulüne uygun, seviyeyi gözeterek bu dini tebliğ edeceğiz. Bir sıkıntımız olduğunda korku eşiğini aşıyoruz. Herhangi dünyevi bir derdimiz olsa korkmuyoruz kimseden; internete yazıyoruz, Bimer’e yazıyoruz bilmem nereye yazıyoruz. Nerenin fırsatını yakalayabilirsek, çıkıyoruz anlatıyoruz. Dert bu, sıkıntı… Zor oyunu bozar derler. Dinimizi de biz böyle dert edinsek, imanımızı böyle dert edinsek aynı yapacağız, anlatacağız o zaman. Allahu Teâla en yakın akrabandan anlatmaya, tebliğe başla buyuruyor. Biz de artık başlamalıyız, eşimize, dostumuza anlatmalıyız. Biz bir yolun yolcusuyuz, eğer bir güzellik yaşadığımıza inanıyorsak anlatacağız. Ama ne hikmetse biz bunu kimseye söylemiyoruz. Niye, arkadaşımızla da paylaşalım. 

Başkalarının söylediği gibi söylemeyeyim ben, usule riayet edeyim ama söyleyeyim. Çünkü arkadaşıma ben söylemediğimde ona başkaları gelip bir şeyler söylüyor. Bakıyorum ki yarın arkadaşımı düzelmeyecek şekilde bozulmuş görüyorum. Bunun mesulü olarak da kendimi görmeliyim. Eğer ben arkadaşıma bir şey söyleseydim belki Allah’ın izniyle doğruyu bulacaktı. Yarın arkadaşım geliyor bana diyor ki: “Abdestsiz Kur’an okunuyormuş, ben okuyorum…” Bakıyorum ki arkadaşım elden gitti. Bugün abdestsiz Kur’an okuyan yarın namaz da kılacak...

Veya ben arkadaşıma hiçbir cemaatten bahsetmemişim, söylememişim, arkadaşım bakıyorum öyle bir cemaate gidiyor ki bütün akidesi sıfırlanmış, onunla arkadaşlık yapamayacak duruma gelmişim. Öyle haller oluyor onda… Bu yüzden anlatalım, başkalarını kötüleme adına değil biz Hakk’ı tebliğ adına yaşadığımız güzelliği paylaşalım…

 

Ocak 2018

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin OCAK 2018 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “GİZLİ ŞİRKE AÇILAN KAPI: YALAN” Başlıklı sohbetlerinde:

''İnsanın kendini kandırması, oyalaması, kendini aldatması kadar çirkin bir şey düşünülemez. İnsan hayatındaki dengesizlik ilk buradan başlıyor. Cehalet ve gaflet insanı bu duruma getiriyor. İnsan kendini unutuyor adeta. Ondan sonra bakıyorsunuz yaptığı her şeye kılıf bulmaya başlıyor. Mesela toplumumuzda şöyle bir anlayış var: “Bilmeden yanlış yapmak, bilmeden günah işlemek…” Bunu kabullenmek Fakir’e biraz zor geliyor. “Bilmeden günah…”

İlginç gelen şu: Niye bilmeden sevap işlemiyoruz da hep bilmeden günah işliyoruz? Madem bilmiyoruz bir de sevap işleyelim, iyi bir şey yapalım. Yok… Ne hikmetse bilmeden yaptığımız iyi bir şey olmuyor, hep kötü oluyor.

Bu sefer o günahın adı bilmeden günah oluyor. Sanki bilmeden işleyince günah olmuyor. Sanki yanlış, bilmeden yapınca yanlış olmuyor.

İnsanlarda vicdan denilen bir mihenk taşı var. İnsan hadiselere vicdanıyla yöneldiğinde vicdanı ona “Bu yanlıştır!” diye sinyal verir. Çünkü günümüzde bilgi çok açık, berraktır, bilgiye ulaşmak çok kolaydır. Geçmiş gibi değil. İnsanın da bilmediği bir şey yok.

Şimdi misal bir insan -afedersiniz- yalan söyleyecek olsa bunun yalan olduğunu bilmiyor mu? Ben bunu doğru söyledim diye söyleyebilir mi? Olur mu öyle bir şey, yalan söylediğini biliyor. Peki, bu yalanı söylerken yalanın da günah olduğunu bilmiyor mu? Onu da biliyor. Ama yine bunu söylüyor. Bunun adı “bilmeden oldu” oluyor.

Adam gıybet ediyor. Gıybetin iyi bir şey olmadığını bilmiyorum, dese inandırıcı değil. Gıybetin iyi olmadığını biliyor. Çünkü icabında konuştuklarını arkadaşının yüzüne söyleyemeyeceğini biliyor, arkasından söylemeyi tercih ediyor. O varken onu söyleyemiyor, o yokken söylüyor. “Bunun kötü olduğunu ben bilmiyordum.” dese bu inandırıcı olmaz. Niye onun yanında söylemedin o zaman? Eğer kötü olduğunu bilmiyorsan onun yanında da söyle. Onun yanında söylenmeyeceğini biliyordun. Çünkü o incinecek veya sana müdahale edecek…

Peki, diyebilir misin ki -haşa- gıybet günah değil. Onu da diyemezsin.

Yapılan şeyler bilinçli yapılıyor ve insan kendini bununla kandırıyor.

Günümüzde yaygın bir durum var: Adam ağzına gelen her şeyi söylüyor, rahatlıyor; sonra dönüp diyor ki ben yanlış anlaşıldım, beni yanlış anladınız. Bilmeyerek günah işlemek de bunun gibi. Nefsinin her arzuladığını yapıyor, canının her istediğini yapıyor, bu Allah’ın emrine uygun mu değil mi bakmıyor; ondan sonra “Ben bilmeden yaptım!” diyor. Mübarek bir sefer de bilmeden doğru bir şey yap. Çünkü bilmeden yanlış yapma şansın ne kadarsa doğru yapma şansın da o kadar, eşit şansa sahipsin. Ama doğru bir şey yapmıyorsun.'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde İrfan Aydın; “Kudüs Üzerine” ve Andelib; “Kudüs Peygamberimizin Emanetidir Bize” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

İrfan Aydın - Kudüs Üzerine

Tamer Doymuş - Kudis-i Şerif

Andelib - Kudüs Peygamberimizin Emanetidir Bize

Sâlik-i İrfan - Abdullah, İşte Abdullah!

Vahdetin Şimşek - Nakşibendiliğin Dört Ana Unsuru - 2

Veysel Özsalman - Din Hayatımızın Neresinde?

Yusuf-i Kenan - Yolda Bırakmazlar Alırlar Seni

Yusuf Fuad - Namaz Hakkında Hadis-i Şerifler - 2

Şeb-i Vuslat - Riyayı Terk Edip İhlâsa Sarılmak - 2

Gönül Pınarından - Teslimiyet ve Güven: Hz. İbrahim-Hz. Meryem (2)

Mine Şimşek - El-Esmaü'l-Hüsna

Şura Oğuz - Muhabbet

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Çarşamba, 01 Kasım 2017 23:19

İSLÂMİ KAVRAMLARIN GÜNCELLENMESİ

islami kavramların güncellenmesii

İslâmi Kavramların Güncellenmesi - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

İslâmi Kavramların Güncellenmesi

 

Müslümanlar olarak İslam’ı doğru yaşamak istiyorsak dinimize ait kelime ve kavramların evvel emirde doğru anlaşılması gerektiği hususunda hemfikiriz elbette. Yani meseleyi öze indirmek esastır ama her nihayetin bir başlangıcı olduğu gibi dini öğrenmenin başlangıcı da dini ıstılaha ait kavramların doğru şekilde anlaşılmasıdır. Gerçi bu diğer bütün meslekler için de böyledir fakat söz konusu din olunca her şeyden daha fazla ihtimam göstermek gerekir.

Tabiki zaman içinde gelişen şartlar, dünyanın nefse hoş gelen sadaları, teknoloji vs. derken fani olan bu geçici yoğunluklar bizi sebebi hilkatimiz olan kulluktan, dolayısıyla ona ait her şeyden çok uzaklara savurdu. Böyle olunca da bizler başta iman olmak üzere her şeyin içini boşalttık. 

Dini mübin va’z-ı ilahidir. Dolayısıyla Rabbimizin şanına yakışır mükemmellikte inzal olmuştur. Geçen zaman içerisinde fehmedilmiş, daha iyi anlaşılmış birçok yönü mevcuttur. Zaman ilerledikçe daha da farklı yönleri ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla kendi içerisinde sürekli güncel bir hüviyet taşımaktadır. Onun daha iyi anlaşılıp tatbik edilebilmesi için müminlerin de kendilerini güncel tutmaları gerekmektedir. 

Meselelerin anlaşılması kavramların doğru algılanmasıyla mümkündür demiştik. Kelime ve kavramların içerisinde bulunduğumuz şartlara göre izahlarının yapılması gerekmektedir. Bu izahlar da şüphesiz günümüze kadar tevarüs eden nakil ve usül çerçevesinde olmalıdır. Aksi takdirde herkes, her şeyi kendi hevasına göre yorumlayıp hareket tarzı belirler ki bu bizim için her yönüyle parçalanma demek olur. Halbuki Rabbimiz bize birlik olmayı emretmiş, parçalanıp bölünmeyi ise yasaklamıştır. Dolayısyla müslümanlar hep birlikte Allah’ın metin/kuvvetli, kavi ipine sarılmalıdırlar. Bu meselenin bir yönü. Başka bir fermanında da cahillerden, gafillerden yüz çevirmeyi bize emretmiştir. Buna da azami derecede dikkat etmek gerekir şüphesiz. Şimdi mesele şu; biz kimi tutup kimi bırakacağız?

Bizler, elbette ki İslam’ın gerçek temsil kaynağı olan, ana damarı diye tarif edilebilecek çizgisi ehli sünnetin mensubu olmaya sa’y edeceğiz. Ehli sünnet anlayışında kavramların esas manaları Hazreti Peygamberin mübarek dudaklarından döküldüğü gibidir. En kuvvetli bağlayıcı unsur Efendimiz’in mübarek şahsiyetleridir. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesi ile “O’nun şahsiyyeti ve risaleti şeriatın me’hezidir.” İslam dini, O’nun her vechesiyle O’nun bize talim ettiği gibidir. Bu hakikatlerin cümlesini de başta sahabi efendilerimiz olmak üzere yazılı kaynaklarımız tanzim edilene kadar büyüklerimiz nesilden nesile naklederek muhafaza etmiş ve bize kadar ulaşmasına en büyük vesile olmuşlardır.

Dergimizin bu sayısında bizim işlemeye çalıştığımız “Dini Kavramların Güncellenmesi” mevzuu da işte bu kavramların zaman içerisinde dahili ve harici saikler sebebiyle yozlaşmış, esas mecraından çıkmış dolayısıyla bizi Hakk’ın muradından başka şeylere yöneltmiş her şeyin tarifini asli unsurlarına sadık kalarak fakat gelişen ilim, bilim, teknoloji, hayat standartları vs. gibi etkenleri de göz ardı etmeden yeniden anlamaya çalışmaktan ibarettir.

Burası mühim bir yer. Yeni bir şey yapmaya çalışmak, ihtiyaca binaen ortaya bir şeyler koymak gayet tehlikeli. Çünkü burası ince bir çizgidir ve atalarımızın deyimiyle bıçak sırtı bir noktadır. Kişi, esasında âlim, bu ameliyede bulunurken eğer heva ve hevesine kapılır; kitab, sünnet, icma ve kıyas gibi ana kaynaklara başvurmaz ise reformist/ehli bidat oluverir ki bu her iki cihanda kendisini çok müşkil durumda koyacaktır. Eğer meseleyi Efendimiz ile irtibatlandırmaya gayret eder, dolayısıyla kendinden öncekilere, selef-i salihine ittiba ederek meseleleri daha da anlaşılır kılmak, ümmetin problemlerine biiznillah çözüm bulmak için cehd ederse o vakit yaptığı içtihadlardan ötürü isabet ederse iki ecir, yanılırsa -samimi niyetinden, ihlasından, Allah’ın kullarına merhametinden dolayı- bir ecir alır. Daha büyük kitlelere, alanlara sirayet edecek İslam’ın ve müslümanların kanayan yaralarına merhem olabilecek, kangren olmuş meselelere çözüm bulacak görüş ve yönlendirmelerde bulunursa o zaman da müceddid diye tesmiye edilir ki onların da her yüz senede bir gönderileceğini bizatihi Cenabı Peygamber Efendimiz müjdelemişler.

Bugün yapılması gereken ve bizim güncellenme diye tarif etmeye çalıştığımız şey eksik olanı tamamlama yahut şimdiye kadar söylenmemiş meseleleri söylemek değil bilakis bütün yönleri ile yaklaşık bin beş yüz yıl evvel kamilen bildirilmiş hakikatleri daha iyi anlamak, bu hakikatleri bugünün müslümanlarına asrımızın bütün müspet imkanlarını kullanarak izah etmek; tabiri caizse bugünün insanının anlayabileceği dilden asrısaadetle, başka bir deyişle Hakk’ın rızası ile buluşturmaktır. Zaten güncellenmenin bir tarifi de öze dönüş, amiyane tabirle fabrika ayarlarına sıfırlanma, tertemiz olan İslam fıtratına meyletmektir.

İşte insanların akıl seviyelerine uygun, ellerindeki her türlü imkanın ışığında dini yaşamaya, büyüklerimizin deyimiyle “nefsinden isteyerek kurtulmaya” ikna edebilecek; onları şeytanın, nefsin ve dünyanın bütün albenisine rağmen kulluk şuuruyla bezeyecek olan bu ameliyeye büyüklerimiz keramet-i akliye demişler. Bu keramet, bu ilahi nimet insana öyle bir anlayış kazandırır, öyle bir istikamet çizer ki, o insan sürekli güncellenir. Kendisi Rabbi tarafından desteklenecek bir zemin haline gelir. Esas güncellenme, taze kalma budur. Kitabi bilgilerin ötesinde zamanın ve mekanın, içinde bulunulan şartların gerektirdiği alt ve üst yapıyı Rabbinden ahzedebilmesidir. Böyle bir güncellenmenin içerisinde kul Hakk’ın gündemini yakalayabilir ve içerisinde bulunduğu zamanda Rabbi’nin en çok razı olacağı amellerde isabet kaydedebilir. 

Ahir zaman müslümanları olarak iman, küfür, cihad, ibadet, infak, tebliğ gibi temel meseleleri bugün, zahir batın bütün yönleriyle, büyüklerin tabiriyle efradı cami ağyarını mani yani zihinlerde ve gönüllerde hiçbir soru işareti kalmayacak şekilde izah edilmeli ve sınırları kati çizgilerle liyakat ve ihlas sahibi, ehli ifran olan ulema tarafında belirlenmelidir. Belirlen bu hudutlar da ciddi bir eğitim sistemiyle kitlelere aktarılmalı ve doğru bilgiyi sahih kaynaktan öğrenmiş, şuurlu, istikamet üzere olan bir nesil yetiştirmeye gayret etmeliyiz. Geliştirdiğimiz bu sistemi muhafaza için de bu bilinci sürekli zinde tutmaya gayret etmeliyiz. Zira Efendimiz aleyhisselamın özellikle nafile namazlarda “Kafirun” ve “İhlas” surelerini kıraat etmeyi tavsiye buyurmasını büyüklerimiz; “Bu surelerin birisi küfrü ve kafirleri, diğeri ise tevhidi ve muvahhidlerin inanç esaslarını kısa ve öz olarak ifade eder. Cenabı Peygamber bu surelerin okunmasını bize tavsiye buyurarak bu iki uç noktayı, bizim için ebedi durumumuzu doğrudan etkileyecek bu ince meseleyi her an gündemimizde tutmak istemiştir, biz bu mesajı böyle anlıyoruz.” buyurdular.

Dolayısıyla insan ne yaparsa iman etmiş, ne yaparsa imanını kaybetmiş olur; nasıl yaparsa ameli makbul, nasıl yaparsa ameli merdud olur; ne yaparsa ihlası elde etmiş, ne yaparsa mürâî olur... bunu iyi tahlil etmeli, bu tahlilde de yegane rehberi Kur’an ve sünnetin önünü aydınlattığı; muasır, kendi ile aynı zaman diliminde yaşayan, mürşid-i hay bir kamil mümin ve olgun müslüman olmalı. Ondan sorup öğrenmeli, ona bakıp amele dökmeli, onun gibi rızaya kavuşmaya azmetmelidir.

Bir elbise hükmünde olan kelime ve kavramların, onlara nispetle beden gibi olan anlayış ve yaşantının gerek içimizdeki gerek bizim dışımızdaki etkenlerden dolayı olumsuz manada güncellenmesi, daha doğru ifadesiyle şekil ve muhteva kaybına uğraması da söz konusu. Bugün geldiğimiz noktada sohbet, hizmet, şehadet, himmet, infak gibi kavramlar esas manalarından çok uzak mecralara çekilmiş, şahsi çıkarlar ve dünyevi menfaatler için bu kavramların içi boşaltılmış, insanların din ve dünyaları bu art niyetli kimseler tarfından sömürülmüştür. Neticede de öyle bir bozulma meydana gelmiştir ki umum halk bu kavramlar her ne surette karşılarına çıkarsa çıksın bunları reddetmiş, bu reddin kendisine ne gibi mesuliyetler yüklediği de umurunda dahi olmamıştır. Bu gaflet ve cehalet olumsuz manada etkilenmenin, yani doğru zamanda ve gerektiği şekliyle güncellenememenin insanlara getirdiği en büyük musibettir.

Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki bu din on beş asırdan beri arızasız bir şekilde Rabbimiz’in muhafazası, Efendimiz’in duası ve büyüklerimizin gayreti ile mükemmelen yaşana gelmiştir. Bugün bakmayın birilerinin salyalarını akıtarak hiçbir mukaddesat gözetmeden din büyüklerine, sahabeye, Efendimiz’e hatta Kur’an-ı Hakim üzerinden Allahımıza iftira etmelerine.

Kim ne derse desin Din-i İslam Kur’an’ın yani onu inzal eden Cenabı Hakk’ın tarifi, Hazreti Peygamberin tatbiki ile bir bütündür; bize de ashabı kiram efendilerimizin talim ve tedrisi ile gelmiştir. Tevhid kapısının anahtarı hiç şüphesiz Muhammed Mustafa Efendimiz’in sünnetidir. Kur’an-ı Hakim’in tüm yönleri ile idrak edilebilmesi, amele dökülebilmesi Hazreti Peygamber Efendimiz’in dindeki konumunun anlaşılması ile mümkündür. Tek kanatlı kuş uçmaz demişler; İslam’ın bir kanadı Kur’an-ı Kerim, bir kanadı da sünnet-i seniyyedir. Peygamber Efendimiz’in mübarek hayatı her yönüyle anlaşılmadan Kur’an-ı Azimüşşan’ın zımnında barındırdığı hikmet ve marifet ortaya çıkmaz. Zira bunlar çok kıymetli hazineler gibidir. Gün yüzüne çıkarılması titiz bir çalışma ve muazzam bir işçilik ister. Elbette Rabbimiz’in mübarek kelamı yaş ve kuru her şeyi muhtevasında barındıran bir üsare gibidir. Amenna ve saddakna. Ama o öz Peygamber sanatkarlığıyla muhataplarına beyan olunur. 

Evvelce de nakletmiştik Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular ki: “İnsan dosdoğru Allah’a giden yol olan İslam’ın büyük caddesinde ayağı kaymadan yürümek isterse Kur’an ve sünnet teletuarları ile çevrili bu mübarek yolda Hazreti Peygamberimiz’in mübarek sarığı da bir pusula gibi önümüzde büyüklerimizin izlerini takip ederek yürüyecek; neticesinde de, biiznillah, vasıl-ı Allah olacaktır.”

Artık kul böyle gayretli, hizmetli, muteber olunca Cenabı Hak da şanına yakışanı yapar ve onu katından bir bilgi, marifet ile destekler ki o bırakınız çağının gerisinde kalmayı, yerinde saymayı; çağları peşinden sürükleyen bir kamil insan oluverir. Rabbu’l-Alemin de böyle mükemmel bir kul ile başta melekleri olmak üzere tüm mahlukuna karşı iftihar eder, bu da zaten hilkatten muradın hasıl olması demektir.

Cenabı Hak, cümle ümmet-i Muhammed’i Kur’an ifadesiyle ricalullah/Allah eri, adamı olan kümmeline bağışlasın. Amin.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Çarşamba, 01 Kasım 2017 21:33

BİZ BÖYLE DEĞİLDİK

Biz Böyle Değildik

Biz Böyle Değildik - Andelib

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

Biz Böyle Değildik

 

Biz bu dünyadan nereye 
Göçelim, ya Muhammed? 
Yeryüzünde, riya, inkar, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...

Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü” diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed; 
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

Neler duydu şu dünyada
Mevlid’ine hayran kulaklarımız; 
Ne adlar ezberledi, ey Nebi,
Adına alışkın dudaklarımız! 
Artık, yolunu bilmiyor; 
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız! 
Kabe’ne siyahlar
Yakışmamıştı, ya Muhammed,
Bugünkü kadar!

                                                   Arif Nihat Asya

 

Zor zamanların nesliyiz biz. Küfür her taraftan sarmış etrafımızı. Kültürüyle, ekonomisiyle, siyasetiyle çepeçevre kuşatılmışız. Müslümanlar olarak onların dili ile konuşur olduk. Onlar gibi yaşıyoruz. Onlardan farkımız kalmadı artık.

Hani çocukluğumuzda oynardık. İki resim arasındaki farkları bulmamız istenirdi. Bugün bir müslümanla kafirin arasındaki farkları nasıl bulalım? Batılılar gibi giyiniyoruz, batılılar gibi yaşamaya çalışıyoruz. Aile ilişkilerimiz örfümüz her geçen gün onlara daha çok benziyor. 

En tehlikelisi de biz batılılara hayran olmuşuz; doğrular yanlış, yanlışlar doğru olmuş hayatımızda. Türkiye’nin birçok yerinde insanlar çırılçıplak dolaşırken yadırganmıyor, onlara sonuna kadar özgürlük… Tesettürde fitne zamanından dolayı biraz takvaya riayet edip çarşaf giyene garip garip bakılır olmuş.

Bir kardeşimiz Erzurum’un bir köyüne akrabalarını ziyaret için gittiklerinde, hanımının çarşaflı olmasını köydekilerin garipsediğini anlatmıştı. Nene Hatunların torunları ne hale gelmiş. Saçlarının telini dahi kendi öz çocuklarını göstermeyen annelerimizin çırılçıplak torunları geziyor ortalıkta. Kulağında küpe, saçında gökkuşağının renkleri, ne giydiği belli olmayan erkekler ortalıkta artist artist gezerken, sakallı ve şalvarlı müslümana daha garip bakılıyorsa ayarlarımız bozulmuş demektir.

Biz böyle değildik…

Bizi böyle garaib müslüman haline getiren sebepleri bulmak ve bunlara çözüm üretmemiz gerekir. Düşmanın en tehlikelisi içerden olanıdır. İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir, kendi nefsinin yaptığı kötülüğü başkası ona yapamaz. 

Toplum olarak en büyük tehlikelerden biri de içimizdeki müslüman görünümlü kişilerdir. Birçok İslami kavramın içinin boşaltılması bu kişilerin eliyle yapılmaktadır. Hâce Hazretleri (ksa), “Maalesef bugün Ebubekirler, Ömerler, Aliler yetişmezken birçok ibni Sebe, ibni Selül yetişiyor.” buyurmuştu. Bu insanlar fikirleriyle kafirlerin İslam’a atmaya çalıştıkları yaftaları desteklemektedir.

Bugün cihad gibi en önemli İslami kavramlardan birini ağzımıza bile alamıyoruz. İŞİD’çi damgasını vurmak için bahane arıyorlar.

İhlas, ihsan, takva, huşu… gibi kavramlar lüks sınıfına girmiş, onların yanına bile yaklaşamıyoruz. İbadetlerini düzenli yapan, harama helale dikkat eden bir müslüman geçmiş zaman evliyaları gibi olmuş. Hâce Hazretleri (ksa) ihvanlarının tasavvufi seyrinde erbain yolunu, riyazat yolunu pek kullanmazlar. Buyururlar ki, “Bugün bir müslümanın müslüman kimliğini muhafaza ederek yaşaması onun için riyazattır, erbaindir.”

Tasavvuf da bozulan kavramlardan bir tanesi. O da bugünün kavram kargaşasından fazlasıyla nasibini almış. Tasavvuf deyince Mevlana, Yunus Emre gibi Allah dostları gelir hemen akla. Onlardaki ilahi aşktan dem vurulur… Onların İslami yaşantıları, imanları, ihlasları hiç gündeme gelmez. Namazları, oruçları hiç konuşulmazken, varsa yoksa aşk… Peki onları anlatanlara soralım: “Bu nasıl bir aşk ki seni yaratan namaz kıl diyor, sen oralı bile olmuyorsun?” Alevilerin Hz. Ali’yi sevmesi gibi… 

Seven sevdiğine benzemek ister. Sevdiğini söyleyenlerin hayatı, sözlerini inkar ediyor. Birileri Mevlana üzerine kitap yazıyor, gel gör ki ondaki imandan nasibi olmuyor. Çocukluğumuzda bir dönem İslami film furyası vardı. Bazı filmleri defalarca izledik: Çağrı, Ömer Muhtar, Yalnız Değilsiniz, Minyeli Abdullah… Biz o kahramanlara çok farklı bakardık. Sonradan öğrendik ki çoğunun dinle alakası bile yokmuş.

Dinsiz, kafir kelimelerini kullanmaya da korkar olduk. Bunları kullansak hemen yadırganıyoruz. Amacımız radikaller gibi önümüze geleni tekfir etmek değil ama söylenmesi gerekenler söylenmeyecek mi? 

Hoca cuma vaazında; karısını, kızını düğünde başka erkeklerle oynatana laf söylüyor. Hocayı karalama kampanyası başlıyor. Hoca meseleyi İslami açıdan değerlendiriyor, bir haramı cemaate anlatıyor. Peki hoca haramları anlatmayacaksa camide ne anlatacak o kürsüden? Ağaç dikin, çiçek yetiştirin, çevreyi güzel kullanın… İslam bunlar mı? Birileri alınacak diye konuşulmayacak mı? İslam’ın hakikatleri anlatılmayacak mı?

Birileri de uyanık geçinip ortamın bozukluğundan, karmaşasından yararlanıp insanların aklını bulandırmaya çalışıyor. “Namaz kılmayanlar, mürtedler (dinden dönenler) öldürülebilir mi?” gibi İslami bir meseleyi çağın aklına kurban etmeye çalışıyor. Hz. Ebu Bekir (ra) zekat vermeyenlerle niçin savaşmak istedi? Bu zevata göre çok yanlış bir iş yaptı? Kız erkek karışık eğitimi savunuyor, bugünün eğitim ortamı öyle ya…

İslam’ın ilk medreselerinden olan ashabı suffada kadın erkek sahabeler birlikte mi ders gördüler? Camiler sadece ibadet mekanı değil aynı zamanda eğitim yuvasıdır. Bugün camide genç kız-erkek yan yana ders işleyebilir misin? Daha çok birçok meselede nefsimizin esiri olmuş metaryalist, kapitalist düşünen aklımıza İslami kavramları onaylatmaya çalışıyoruz. Bunlara göre kısas olmaz, zani taşlanmaz, hırsızın eli kesilmez, cehennem çok acımasız… 

Hz. İbrahim’in İsmail’i (as) kesme hadisesi akla uygun mu? Kur’an ayeti olmasa birçok olayı inkar mı edeceğiz? Bedir’de oğul babaya, kardeş kardeşe karşı savaştı. Peygamberimiz (sav) akrabaları birbirine mi düşürdü? Bu savaşı böyle mi değerlendireceğiz? Meselelere, olaylara İslam’ın penceresinden bakmayınca çok farklı yollara gidersiniz ve bu yolların sonu imansızlık uçurumdur.

Felsefe ağırlıklı ilahiyatlarımızda maalesef kafası karışık, gönlü karışık, imanı şüphe dolu bir nesil yetişiyor. Hadis inkarcılarına, Kur’an mealcilerine, mezhep düşmanlarına bakalım: Bu fikirleri ile kullukları, takvaları ziyadeleşiyor mu? İhlaslı mı oluyorlar? Maalesef, tam tersine farz olan birçok ibadeti bile terk eder hale gelmişler.

Ehli sünnet çizgisinde olan alimlerimizde, sûfilerimizde, cemaatlerimizde ise İslam’ın birçok güzelliği neşvü nema bulmuştur. 

İslami kavramların yerli yerine oturması için alimlerin gayret etmesi gerekir. Bunu ancak ehli yapabilir. Allah’ı (cc) seven, Peygamber Efendimiz’e (sav) gönülden bağlı olan birçok müslüman kavram kargaşasından dolayı kulluğunu güzelleştiremiyor, ibadetlerini yapamıyor. Ne dininden vazgeçiyor ne nefsinin arzularından vazgeçiyor. İkisini de idare etmeye çalışıyor. Kansere yakalanma tehlikesi olsa, doktor bize dikkat etmemiz gereken şeyleri söylese nasıl da önemseriz. Hayat söz konusu. Ölümcül kanser virüsleri gibi yaptığımız birçok şeyin imani, İslami meselelerde bizi çok tehlikeli yerlere götüreceğinin farkında değiliz.

İslami birçok kavramın ehli tarafından bugünün müslümanlarının anlayacağı tarzda, aslına/özüne uygun bir şekilde anlatılması ve yaşatılması en önemli meselelerimizden olmalı. Hayat kadar önemli… Müslüman ve mümin oluşumuz buna bağlı…

 

Vicdanlar, sakat çıkmadan,

Ya Muhammed, yarına; 

İyiliklerle gel, güzelliklerle gel

Adem oğullarına!

Yüreklerden taşsın

Yine, imanlar!

                Arif Nihat Asya

 

Ya Rabbi, bizleri Peygamber Efendimiz’den (sav) ve O’nun varisi olan mürşidi kamillerden ve alimlerden mahrum eyleme. Onlar ki sana gelen yolu bize en güzel şekilde tarif edenlerdir. Onlar ki seni bize tanıtan ve sevdirenlerdir. Bizleri onların yoluna ilet…

Amin…

 

Yazar: Andelib

 

Çarşamba, 01 Kasım 2017 21:13

İNSANLAR İÇİNDE HACCI DUYUR Hac27

İnsanlar İçinde Haccı Duyur

İnsanlar İçinde Haccı Duyur Hac27 - Tamer Doymuş

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

İnsanlar İçinde Haccı Duyur Hac27

 

Hac, kelime olarak Allah’a yönelme, günahlardan arınma, Hak yolunda feragat gösterme, meşakkatleri göğüsleme manalarına gelir. Şer’i bir terim olarak, belli bir yeri, belli bir zamanda ve belli birtakım fiillerle ziyaret emektir.

Hac ibadet maksadıyla; Kabe, Arafat ve çevresi ziyaret edilir. Hac ayları; Şevval, Zilkade, Zilhicce aylarıdır. Haccın bu süre ile belirlenmesinin anlamı; Hacca dair herhangi bir fiil, ancak bu zamanlarda sahih olur. Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur, ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden korkun.” (Bakara 197)

Hacda her fiil için özel zaman ve yerler vardır. Yapılacak olan fiiller bu özel zamanlarda ve yerlerde yapılır. Haccın farz olması kitap ve sünnet ile sabittir. Bu hususla ilgili olarak ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Orada apaçık nişaneler, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe’yi)haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Al-i İmran 97) Hadisi şerifte ise şöyle buyruluyor:

Hz. Ebu Hureyre’den (ra) rivayetle: Allah Rasulü (sav) buyurdu: “Hacı olan kişi bağışlanır; hacının, kendisine Allah’tan rahmet dilediği kişi de bağışlanır.” Bir diğer hadisi şerifte şöyle buyrulmakta: Hz. Ebu Said’den (ra): Allah Rasulü (sav) bize hitap edip şöyle buyurdu: “Ey Cemaat! Allah size haccı farz kılmıştır. Hacca gidin!” Bir adam dedi ki: Ey Allah Rasulü, her sene mi? Sükût buyurdu. Adam üç kere aynı soruyu sorunca, şöyle buyurdu: “Size söylemediklerimi bırakın. Soru sormayın; eğer evet deseydim (hac her sene) vacip olacaktı; siz de buna güç yetiremeyecektiniz. Sizden öncekileri, çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilafa düşmeleri helak etmiştir. Onun için size bir şey emrettiğim zaman onu gücünüz yettiğince yapın! Bir şeyi de yasakladığım zaman ondan uzak durun.” İbn Abbas’dan (ra) rivayet edilen bir başka hadisi şerifte Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor: “Kim Hac yapmak isterse acele etsin.”

Allah Teala, müslümanlardan gücü yetenlere haccı farz kılmasında hiç şüphesiz ki birçok önemli hikmetler ve faydalar da vardır. Hac, dini şuuru uyandırır. Hac, geçmiş günahlara kefaret olur. Müslüman ülkeler için çeşitli sanatlar bakımından beynelmilel bir toplantıdır. Bir yardımlaşma seferidir. Hac, fedakarlığa alıştırır, alçakgönüllülük ve tevazu aşılar, sabrı ve zorluklara karşı tahammül etmeyi öğretir. Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve gerçek eşitliğin timsalidir. Hacda; zenginler, fakirler, makam sahibi olanlar, olmayanlar herkes dünya ziynetinden sıyrılarak aynı elbise (ihram) içinde Allah’a yalvarır dua ederler. Hiç kimse bir diğerine karşı üstünlük taslamaz, makam ve şöhretinden dolayı böbürlenmez. Bu yakınlaşma ve yardımlaşma, problemlerin çözülmesine, yabancı fikirlere karşı tek saf haline gelmelerine neden olur. “Müslüman, Müslüman için bir kısmı diğer kısmını takviye eden bir bina gibidir.” Hadisi şerifi tahakkuk eder. Ve hacda, Allah’ın insanlara verdiği nimetlere karşı şükür vardır.

Hace Hazretleri (ksa) şöyle buyuruyorlar: “Allah’a acıkarak oraya gidelim. İslam’a acıkarak gidelim. Görme ümidiyle gidelim. Bizim görmemiz mümkün değil bunu biliyoruz ama O’nun bizi gördüğünü unutmayalım, o zaman biz de görmüş gibi oluruz Hazreti İbrahim’e sormuşlar: Ya İbrahim, sen Rabbini görüyor musun?

-O’nun beni görüyor olması bana yetiyor. Benim görmeme gerek yok. Rabbimin beni görüyor olması bana kâfidir, buyurmuş.

Sende O’nu görürmüşçesine, göre-cekmişçesine o ümitle kapısını çal.

Bu misalde olduğu gibi Kabe’de resmin görünen kısmına değil, deruni boyutuna bakmaya çalışalım. Görünmeyen cephesine nazar etmeye çalışalım. Rasulullah (sav) dolaşmış topraklarda. Oralarda oturmuş, dinlenmiş, sohbet etmiş. Onun kokusunu almaya çalışalım. Ruhaniyetini görmeye çalışalım. Orada o kadar sahabe gezmiş. Sahabenin ayak izinin kokusunu alıp adeta onların ayak izlerine yüzümüzü gözümüzü sürelim. Biz bu yönleri görmeye çalışalım orada.”

“İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” (Hacc 27) Allah Teala’yı (cc) seven ve özleyen bir kimse ona ait olan her şeyi sever ve özler. Kabe O’na ait olduğu içinde her türlü zorlukları göze alarak Ona gelir.

“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed), Mekke’deki (Kabe)dir.” (Al-i İmran 96)

“Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini ansınlar. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin.” (Hacc 28)

Hace Hazretleri (ksa) “Nefahatu’l-Harameyn” isimli eserinde şöyle buyuruyorlar: “Cenabı Hak bizi beytine davet etmişse, buraya nasip etmişse, inşallah bizi affedecek, bize ikamda ihsanda bulunacak. Bu ümitle burada bulanacağız. Bu işin “acabası” olmaz. Çünkü biz Hak’la karşı karşıyayız. Bu duygularla bu haccı tamamlamaya çalışacağız inşaallah. Azami derecede dikkat edeceğiz. Çünkü biz Cenabı Hakk’ın en hususi mekanındayız. Kabe-i Muazzama’da Mekke-i Mükerreme’deyiz. Her yerde Hakk’ın murakabesindeyiz ama bu bilinç bizde burada ziyade olmalı. Adeta Cenabı Hakk’ın gözünün önündeyiz… Nazarı üstümüzde…

Bu yüzden hal hareketimize, duygu düşüncemize, davranış ve tavırlarımıza ciddi olarak dikkat edeceğiz. Gönlümüzde zikir, muhabbet; aklımızda fikir, tefekkür; dilimizde zikir, şükür; azalarımızda sekinet, edep olmalı… Bu hal üzere buradaki vazifelerimizi tamamlamaya çalışacağız.”

“Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur, ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl Sahipleri! Benden korkun.” (Bakara 197)

Hace Hazretleri (ksa) aynı eserinde: “Bu yasaklar sadece zahirde kalmamalı. Ayniyle bunları iç alemimize yansıtabilmeliyiz. Zahiren haramdayız belli şeyler bize yasak: tırnak kesmiyoruz, koku sürünmüyoruz, vesaire… Asıl kulluksa kalple, Allah kalbe nazar ediyor. Dikkat edeceğiz ki kalpte de yanlış duygular, düşünceler, arzular, hisler olmasın. Kalbi de ihramlandıracağız. Burası da bunun taliminin yeri.

Daha birçok helal olan şeye “yanaşma” buyuruyor Cenabı Hak. “Avlanma” buyuruyor. Burada bize mahluka şefkati öğretiyor Mevlamız. Kalbimizi yumuşatıyor. Bir taraftan bize mahluka şefkati öğretirken, bir taraftan adeta kainatta bir denge kurmaya çalışıp diğer insanların rızıklarını ziyadeleştiriyor. Yani belli bir dönem av yasağı koyarak mahlukatta üremeyi arttırıyor Cenabı Hak. Rızıkları çoğaltıyor.

Bir taraftan yeşilliklere el vurmayın buyuruyor. Ekolojik yapıyı koruma altına alıyor Cenabı Hak. Çevrecilik. Bunu mümine talim ediyor Hacda ağaçların dalını kırma, yaprağını, çiçeği koparma. Niye, o zakir ve şakirdir. İşin temelinde bu var. O, Allah ile birlikte, onu o birliktelikten ayırma. Bununla birlikte de çevreni koru. Çevredeki dengeyi muhafaza et, çoraklaştırma, çölleştirme, kelleştirme çevreyi.”

“Rabbinizden gelecek bir lütfü aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ari Haram’da Allah’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz, siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (Bakara 198)

“Hac geçmişi, anı ve geleceği birleştiren, buluşturan bir yapıya sahiptir. Arafat’ın geçmişe yönelik cephesi, insaniyetimizi bize hatırlatmak… Âdem ile Havanın Arafat’ta buluşması ve tövbe edip, dua edip ademiyetlerini tescil ettirmeleri ve hilafet elbiselerini giymeleri… Vakfe duasıyla biz bunu yapmış oluyoruz. O tövbemizle, istiğfarımızla, gözyaşımızla, duamızla; ilk kimliğimize Âdem’e dönüyoruz. Adeta insanlığın oluşumunu canlandırıyoruz. Tevbe ediyoruz, insan ve İslam olduğumuzu adeta tescil ettiriyoruz ve sorumluluklarımızın bilincinde, kulluk anlayışımız pekişmiş bir şekilde yeniden Allah ile olan ahdimizi tazeleyip tertemiz bir sayfa açarak ve bir halife olarak Arafat’tan geri dönüyoruz. Bu geçmiş ile olan irtibatımız. Arafat’ın anı değerlendirmesi ise dua vesilesiyle milyonlarca insanın bir araya gelmesi… İşte bu yönü ile tearuf, tanışma var. Hem o toplumların, müminlerin birbirlerini tanımaları hem de adeta “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.” (Al-i İmran 103) emri gereğince topluca Allah’ın ipine sarılıp Allah’a yönelerek Allah ile tanışma var. Allah’ı tanıma var, Allah ile tanışıma var, Allah adına birbirimizle tanışma ve dayanışma var. Bu, ana yönelik cephesi.

İşte bunlar yapılmazsa Arafat eksik kalıyor. Arafat’ın eksik kalışı hacılar Arafat’tan döndükten sonra onların bütün hayatlarına yansıyor. Belki bütün insanlık için bir çözüm üretme adına Arafat’ta toplanan, bulunan bunca insan; maalesef döndükten sonra her birisi neyi, nerede ve nasıl bırakmışsa kaldıkları yerden o şekilde devam ediyor çok fazla bir şey değişmiyor.

Arafat’ın geleceğe bakışına gelince; Arafat bize Arasat’ı hatırlatıyor… O meşakkat içinde, o sıcakta, o güneşin altında; onca insanı, genci- ihtiyarı, bayanı- erkeği, hastası-sıhhatlisi, herkes adeta hakkındaki ilanı, kararı bekliyor. Bu yönüyle geleceğe ışık tutuyor Arafat. “Hac Arafat’tır.” buyurmuş kainatın Efendisi Hac sanki tamamıyla Arafat’tır. Arafat’ı anlamak. Arafat Arasat’ın simgesi.” buyuruyorlar.

Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Ve Rabbini içinden yalvararak ve korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabahları ve akşamları an. Gafillerden olma.” (Araf 205)

Dualarımızı da O’nun huzurunda olduğumuzun bilincinde olarak yapmamız istenmiştir. Gönülden geldiği şekliyle, ihtiyaçlarımızı dile getirmeliyiz. Ezberlediklerimizi değil. Edebe muhalif olmadan onun kapısında olduğumuzun şuuruyla duayı yapmalıyız. 

Ebu’l-Hasan en Nedvi “Dört Rükun” isimli kitabında Haccın önemini ve amacını şöyle ifade ediyor:

Hac Hanif milletinin imamı Hz. İbrahim (as) ile ilişkinin yenilenmesi, onun bıraktığı mirasın korunması, onun hayatının örnek alınması, müslümanların durumunun gözden geçirilmesi ve onların hayatında göze çarpan yanlışlıkların, bozuklukların, sapmaların giderilmesidir. Çünkü hac, müslümanların, kendisinin sayesinde, hayatlarını sorgulayabildikleri, muhasebesini yapabildikleri ve içinde yaşadıkları toplumların, milletlerin etkisinden kurtulabildikleri bir çeşit senelik toplantıdır.

Haccın en belirgin ve insanı kendine çeken tasviri ve hac yapanların bütün amellerine girmiş ve yayılmış gözüken ruh, aşk ve divaneliktir, insanın kendinden geçme ve kendini feda etme duygusudur. Hac’da beden ve akıl yuları, kalp ve ruhun eline verilir. Muhabbet erbabının önderi olan Hz. İbrahim’in (as) yaptığı her şey taklit edilir, tekrarlanır. Bazen tavaf, bazen hacerül esved bazen Safa-Merve’de onun peşinden gitme arzusu doğar. Bu aşk ve muhabbetin en net görüntüsü, şeytanı taşlamada kendini gösterir. Bütün aşk sahiplerinden şeytanı aşağılamaları, imanı sağlamlaştırmaları istenmiştir. Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail’in (as) şeytan ile olan mücadelelerine Allah Teala süreklilik, devamlılık bahşetmiş ve şeytan taşlamayı her sene Haccın en değerli günlerinde yapılan bir amale (ibadet) yapmıştır. Bundan maksat; şeytandan nefret meydana gelmesi, ona karşı durulması ve ona isyanın açığa çıkarılmasıdır. Bu; İmanı sağlam ve olgun olması şartı ile bir müminin büyük zevk duyması, sevinç ve neşe hissetmesi gereken bir davranış tarzıdır. Hac yapan kimse bu destan gibi olayın işlenişini tekrarlarken, İslam dışı anlayışlarla, şeytanla ve şeytanın askerleriyle çetin bir mücadele içinde olduğunu hisseder. 

Hac; bütün erkanı, amelleri, menasiki ve ibadetleri ile birlikte kesin itaatin, mutlak emre uymanın, Allah’ın her isteğinin önünde baş eğmenin adıdır. Hacı, bazen Mekke’de bazen Mina’da, bazen Arafat’ta, bazen Müzdelife’de göze çarpar. O emrin bağımlısıdır. Onun ne kendi iradesi vardır, ne kararı, ne de seçme hürriyeti. Çünkü o, Allah’ın kuludur. Ne alışkanlıkların, ne adetlerin esiri, ne arzuların kölesiydi. Ne keyfin peşinden gitme, ne de şehvetin önünde baş eğme gibi huyları vardır. O Allah’ın emrine teslim olmuştur. “De ki: Hayır! Biz, hanif olan İbrahim’in dinine uyarız.” (Bakara 135)

İnsan, şehevi arzularla, süs ve nakışlarla, dış görüntülerle dolu olan bir dünyada yaşamaktadır. Safa ve Merve arasında sa’y ederken, hiçbir tarafa bakmadan, başka bir şeyle ilgilenmeden ve başka bir yerde beklemeden, hızla yoluna devam eder. O; en çok varacağı durağını ve menzilini düşünür. Hayatını birkaç günlük gezip dolaşama gibi kabul eder. Sa’y esnasında işte bu hususu talim eder”

“(Hac) ibadetlerinizi bitirdiğinizde artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah’ı anın. İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur.

Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! Derler. İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah’ın hesabı çok süratlidir.” (Bakara 199-202)

 

Kaynak:

-El-Esas fi’t- Tefsir, Said Havva

-Cem’ul- Fevaid, Er-Rudani

-Büyük İslam İlmihali, Ö. N. Bilmen

-Nuru’l İzah ve Tercümesi

-Dört Rükün, Ebu’l-Hasan En -Nedvi

-Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort