JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Kaliteli İnsanı Amcal İnsan ı Kamil Yetiştirebilir

Kaliteli İnsanı Ancak İnsan-ı Kamil Yetiştirebilir - Andelib

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Kaliteli İnsanı Ancak İnsan-ı Kamil Yetiştirebilir

 

Çeşmi ibretle seyret eşyayı,
Görünür gözüne bin bir hikmetler,
Aczine vâkıf olup kendini tanırsan,
Sana secde eder cümle melekler.

                               Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

Yıllarca insanın gelişini bekledi yeryüzü. Dünyayı güzelleştirecek insandı. İnsan eşyanın hakikatini bilecek ve yine insan dünyanın manası olacaktı. İnsan dünyanın kalbi gibiydi adeta. O kalp attıkça (insan yaşadıkça) dünya da yaşayacaktı. Eğer o kalp durursa dünyanın sonu gelmiş demektir.

Peygamber Efendimiz (sav), “İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.” buyuruyor. Dünya da aynen öyledir. Dünyanın kalbi olan insan düzgün ise dünya güzelleşir, imar olur; insan bozulursa dünya karanlıklara boğulur. Dünya hem insanla güzel hem insanla çirkin. 

Güzel ve iyi insan, çirkin ve kötü insan… Habil iyileri simgeledi, Kabil kötülüğün yolunu açtı. Dünya iyi ve kötünün mücadelesi ile geçti, geçiyor ve geçecek… Kıyamete kadar bu hep böyle devam edecek. 

Kur’an-ı Kerim bizlere iyileri de kötüleri de tanıtıyor. Peygamberler, şehitler, sıddıklar, salihler, muhlisler, muhsinler, muttakiler, müminler… iyi; kafirler, müşrikler, münafıklar, fasıklar… kötüydü. İyilerin dostu Allah’tı (cc), kötüler şeytanın arkadaşıydı.

Peygamber Efendimiz (sav), “Rabbim beni ne güzel terbiye etti.” buyururken gerçek ve en güzel eğitimi Yüce Mevlâ’nın yaptığını haber veriyordu. Allah’ın (cc) yetiştirdiği, eğittiği peygamberler ve o peygamberlerin yetiştirdikleri. “Dünyanın en güzel insanları kimdir?” diye sorsak, vereceğimiz cevap peygamberler, onların arkadaşları ve onların yolundakiler olur. Allah (cc) sevdiklerini diğer insanlara da sevdiriyor. Yüce Mevlâ’nın Habibi olan Peygamber Efendimiz (sav) alemlerin en sevileni idi. Ashab-ı kiram, sadat-ı kiram hep sevilen insanlardı. Yıllar geçti ama onların sevgileri, isimleri hep bizimle. Onlar gönüllerimizde, onlar isimlerimizde…

Peygamber Efendimiz (sav) bizi İslam yollarından birini tarif ederken, “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” buyuruyor. İyi olmanın yolu iyilerle olmaktır. Büyüklerimiz buyurmuşlar, “ Kötülerin yanında iyi olmaktansa, iyilerin yanında olmak daha güzeldir.” Her gün namazda Fatiha suresinde okuduğumuz nimet verilenlerin yolu, hep iyilerin yoludur. 

Günümüzün en büyük problemlerinden biri iyi insanların azalmasıdır. Milyonlarca müslüman varken kaliteli müslüman ne kadar acaba? Peki nasıl yetişecek bu kaliteli nesiller? Batı (batıl) değerleri iliklerimize kadar işlemişken hangi güzel insanları yetiştirmekten bahsedeceğiz? Gençliğimizin örnekleri futbolcular, şarkıcılar olmuş. Model bozuk olunca ona benzeyenler de bozuk olacaktır. 

Kaliteli insan yetiştirmek istiyorsak onlara rol model olacak güzel insanlara ihtiyacımız var. Teorik bilgi yardımcıdır, fakat kendi başına irşad edici değildir. Dört kutsal kitap varken bir rivayet iki yüz bin peygamber gelmesi insan eğitmede insanın gerekliliğinden dolayıdır. 

Peygamber Efendimize (sav) bir genç gelip zina etmek isteğinden bahsedince Peygamber Efendimiz o gence nasihat eder. Aklını teskin ettikten sonra, eliyle göğsünü sıvazlayarak gönlündeki arzuları da teskin eder. Bugün birileri de belki bize sohbet ediyor. Biz göğsümüzü sıvazlayacak elleri kaybettik. Peygamber Efendimizle (sav) aramızdaki bağı kaybettik O’nun varisi olan mürşidi kamillerle, alimlerle, evliyaullahla olan bağımızı kaybettik. Zannettik ki, sadece bilgi bize yetecek. Şeytan bizden daha mı az biliyordu? Belam bizden daha mı cahildi? Kur’an bize yeter diyenlerin amacı bizi Peygamber Efendimizden (sav) ve Allah dostlarından uzaklaştırmaktır. 

Kur’an-ı Kerim her yönüyle mucize bir kitap. Yüce Mevlâmızın kelamı… Hz. Ebu Bekir imanın kalesi olurken; Ebucehil, cehaletin babası oldu. Oysa ikisine de Kur’an okunmuştu. Peygamberimize tabi olanı, O’nun yanında olanı Allah (cc) nimetlerine ulaştırdı.

Bizim örneğe ihtiyacımız var. Usve-i hasene olan Peygamber Efendimize (sav) ihtiyacımız var. Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Ömer’e,Hz. Osman’a, Hz. Ali’ye, Hz. Hasan’a, Hz. Hüseyin’e ihtiyacımız var. Selman-ı Farislere, Abdulkadir Geylanilere, Şah-ı Nakşibendilere, Hasan Şazelilere ihtiyacımız var. Ve en önemlisi bizim yaşayan örneklere ihtiyacımız var. 

Yakın zamanda ülkemizde çok şehit verdik. Darbe girişimlerine, teröre birçok canımız gitti. Çocuklarımıza kahraman kim diye sorun, size şehit olan askerlerimizin ismini söyleyeceklerdir. İyi insan kim diye sorsak bize kimleri söylerler acaba? Mevlana, Yunus Emre… dedikten sonra yaşayan güzel insanlardan da söyleyebilirlerse, işte kaliteli insan yetiştirmenin yolunu açmışız demektir. 

Hz. Ali (kv), “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” buyurmuşlar. Bu harf belki imanın “i” siydi, belki edebin “e” siydi, belki de “aşkın “a”sıydı bilinmez. Kutsal meslek masallarıyla kendini avutanlar, bize bu harfleri öğretebilirler mi? Eğitim neferi olan öğretmenler, çocuklarımızın gözlerinde iyi insan modeli olabildiler mi? Ailelerimiz ve eğitim kurumlarımız imanı, sevgiyi, edebi… kısaca kaliteli insan olmayı bize öğretebilir mi? 

Ezcümle, kaliteli insanı ancak insan-ı kamil yetiştirebilir. Peygamber Efendimiz ve O’nun ashabından sonraki nesillere bakın. En güzel insanlar hep sûfilerden olmuştur. Caferi Sadıklar, İmamı Azamlar, Gazzaliler, İmamı Rabbaniler, Mevlana Halidler, Abdulhakim Hüseyniler, Abdulhakim Arvasiler, Alvarlı Efeler, Mehmet Zahit Kotkular, Mevlana Yakub Haşimiler… hep sûfi meşreb insanlardır. Güzel insanların buralardan çıkması tesadüfi değildir. Çünkü o güzel insanları yetiştiren daha güzel insanlar orada vardır. 

 

Maksuduna erdirir,
Matlubuna bildirir,
Gönlün Hakk’a döndürür,
Hâcegân uluları.

               Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

Ya Rabbi, bizleri sevdiğin bu güzel insanlardan ayırma. Onların yanında güzelleşip razı olduğun kullarından eyle bizi… Amin…

 

Yazar: Andelib

 

Dünya Bir Değiş Tokuştan İbarettir 2

Dünya Bir Değiş-Tokuştan İbarettir - 2 - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Dünya Bir Değiş-Tokuştan İbarettir - 2

 

Hastalık Gelmeden Sıhhatin Kıymeti Bilinmeli:

Sıhhat ilahi bir nimettir, hayatın kaynağı odur. O olmadan ne ağzımızın tadı ne dizimizin feri ne gönlümüzün süruru oluyor. Cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın meşhur ifadesidir;

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

Bu sözü herhangi birisi söylese o kadar da önemli sayılmayabilir, uzanamadığı ciğere murdar diyor bu kişi, deriz. Fakat Kanunî söyleyince hakikaten önemli oluyor. Çünkü onun elinde dünyalık her şey mevcut. Büyük bir saltanat, binlerce kilometrekare devlet ve daha nice servetu sâmân. Buna rağmen o buyurmuş ki; sıhhat nimeti gibi hiçbir nimet yok.

Tabii sıhhat deyince hemen dünyalık değerlendiriyoruz. Halbuki zahir sıhhatimize dikkat ettiğimizden çok daha fazla batın sıhhatimize dikkat etmeliyiz. Nasıl bazen zahirde ufacık bir grip bile tedbirsiz olduğumuzda bizi ölüme götürebiliyorsa, işte manevi virüsler de böyledir. Tedbir alınmazsa -Allah muhafaza- insanı imanından bile edebilir. Mesela gıpta ettiğimizi zannederken, farkına varmadan bu işi hasede dönüştürebiliriz. Dolayısıyla bizi mahvu perişan eder. Çünkü haset ilahi taksime razı olmamaktır.

Nasıl zahir sıhhatimize dikkat edip en ufak bir rahatsızlıkta doktora gidiyorsak, batın sıhhatimiz için de manevi doktorlara gitmek zorundayız. Manevi hastalıkların ilacı da kamil zatların terbiyesinde bulunmak, tavsiyelerine uymakla olur. Çünkü bu tedavi müteselsilen Efendimiz’den (sav) bize ulaşmaktadır. Hadisi şerifte de buyrulmuş: “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti!” diye. İşte bu manevi tedavi Rasulullah’ın Cenabı Hak’tan gördüğü terbiyenin nesilden nesile, sadırdan sadra aktarılarak bize kadar ulaşmasıdır. İnsanı kamil olan zevat da bize bazı ilaçlar tavsiye ederler; teheccüd gibi, evvabin gibi ibadetler, belli isimlerin maduden söylenmesi gibi zikirler ve daha başka tedavi yöntemleri... Biz de bunlara gücümüz nisbetinde devam etmeye gayret ederiz.

“Allah katında amellerin en makbulü az fakat devamlı yapılandır.” buyurmuş Aleyhisselatu vesselam. Fakat biz az olsun falan derken bütün bütün amelden mahrum kalmışız ve bu kamil doktorların tavsiyesini göz ardı etmişiz. Dolayısıyla onların yanında tedaviye cevap vermeyen bir hasta gibi olmuşuz. Sonrası malum huzursuzluk, sıkıntı, stres vesaire. Halbuki müminin bunlarla bir işi olmaması lazım. Tahir Büyükkörükçü hocaefendi öyle buyurmuş: “Müslüman başına ne gelirse gelsin bizim Allahımız var diyebilmeli!”

Cenabı Hak bir ayeti kerimede: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.” (Rad 28) buyuruyor. Başka bir ayette de: “Eğer siz Allah’ın zikrinden yüz çevirirseniz Allah da size dar bir geçim verir.” (Taha 124) diye bizi ikaz ediyor. Şu halde biz ya Allah’ı zikrederek dünyevi ve uhrevi bir itminana ereceğiz ya da Allah’tan yüz çevirerek her türlü meşakkat, zillet ve imtihanı üzerimize celp edeceğiz, tercih bizim. 

 

Meşguliyet Gelmeden Boş Vaktin Kıymeti Bilinmeli:

Esasında müslümanın boş bir vaktinin olmaması gerekir. Biraz yukarıda söyledik; farz namazlar, nafile ibadetler, zikir, tefekkür, hac, umre, itikâf, kurban, zekat... 24 saatimizin her anı için yapabileceğimiz bir şeyler var. Ayeti kerimede öyle buyurulmuş: “Onlar ayaktayken otururken ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Ali İmran 191) Zaten insan hayatı bu üç halin dışında değildir. Yaratılış gayemizi anlatırken de Cenabı Hak “Bana kulluk yapsınlar diye.” buyuruyor. Rabbimiz bizi kulluk yapalım diye yarattı. Şu halde her anımızı bu ilahi vazifeye atfen geçirmeliyiz.

Şüphesiz en büyük israf vakit israfıdır. Çünkü onun dışında her şeyi telafi edilebilir; sıhhat gider ama insan tedavi olursa yerine gelebilir, mal mülk gider ama insan çalışıp tekrar kazanabilir; zaman böyle değildir. Onun bir daha geri dönüşü yok. Şu halde fırsat varken işleyen bu nakdi kazanca çevirmek durumundayız. Zaman ya lehte ya aleyhte bize şahittir. Cenabı Hak Yasin Suresi’nde: “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz elleri bize konuşur ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (Yasin 65) buyuruyor. Buradaki eller ve ayaklardan kasıt bir manada her şeyin bize şahit olacağıdır. Zaman ve mekan, canlı ve cansız bütün varlıklar, hayvanat ve nebatat; her şey...

Rabbimiz bedenimizi, ruhumuzu, aklımızı, kalbimizi; hasılı her şeyimizi ömür dediğimiz bir süre zarfında bize emanet olarak vermiştir. Emanete hıyanet edenin de dinimizde tarifi malumdur. Bedenimizi helal ile besleyip onu maddi manevi hastalıklardan korumak durumundayız. Bütün hastalıkların temelinde meşru olmayan yeme-içme vardır. Onun için büyüklerimiz daima “Ekli’l-helal - Helalinden yemek” buyuruyorlar. Bedenimizi böyle muhafaza ederek onu ahiret azabından korumak durumundayız. Çünkü Cenabı Hak cehennemi doldurmayı da vadetmiştir. Hatta ayeti kerimede: “Ey iman edenler kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından koruyun.” (Tahrim 6) buyurmuş. Onun için bizler ibadet ve taate devamla, beden emanetini muhafaza etmeli, korumalıyız.

Ruhumuzu ala-yı illiyyîne ulaştırarak, aklı selamete kavuşturarak muhafaza etmeliyiz. Akl-ı maaş (sadece dünyevi kazancı düşünen akıl) değil; akl-ı mead (ahireti düşünen akıl) olmaya, Allah’ın huzuruna döndürüleceğimiz şuuruyla yaşa-maya gayret etmeliyiz. Kalbimizi gönül haline getirerek muhafaza etmeliyiz. Çünkü ancak gönül olursa insana yakışır. Aksi takdirde yürek her canlıda var.

Kalp imanın karar kılacağı yerdir. İman tarif edilirken kalple tasdik buyurulmuş. Kalp yani gönül Allah’ın arşı, Allah’ın beyti, Allah’ın hazinelerinin bulunduğu/bulunacağı bir mevhibe ilahidir. Aslında ne kadar da çok işimiz var. Onun için diyoruz ki müminin boş vakti yoktur. Boşa geçen her vakit mümin için zayiattan ibarettir. 

 

Fakirlik Gelmeden Zenginliğin Kıymeti Bilinmeli:

İnsanın aklına hemen geliyor ki: “Hakiki manada zengin kim, fakir kim?” Dedik ya her şey hemen öyle zahire göre değerlendirilmemeli diye. Çünkü insan düşünen bir varlıktır ve bizler düşündükçe, meseleler üzerine yoğunlaştıkça inşaallah Cenabı Hak bize hakikat kapılarını açacak. Buyrulmuş ki: “Peygamberler içerisinde en son cennete girecek hazreti Süleyman’dır. Çünkü sahip olduğu varlığın hesabını tek tek verecek.”

Büyüklerimiz de öyle buyurmuşlar ki: “Dikkat edin! Her helalin hesabı, her haramın azabı vardır.” Yani haramların zaten netice itibariyle durumu bellidir de müslüman helali de hesapsızmış gibi harcayamaz. Yazımızın başındaki hadisi şerifte de söyledik; müslüman malını nereden kazandığının ve nereye harcadığının hesabını Allah’a mutlaka verecektir.

Cenabı Hak ayeti kerimede: “Dikkat edin! Şeytan sizi fakirlikle korkutur.” (Bakara 268) buyurarak zaaflarımıza dikkat çekmiştir. Yani şeytan sizi fakirlik vesvesesi ile tehlikeye düşürmesin, onun hilesi zayıftır buyurarak bizi ikaz ediyor. Fahr-i Kainat da (sav): “Fakirlik Allah’a isyana yakındır, fakirlik küfre sebep olur.” buyurarak bizi bu büyük tehlikeye karşı önceden uyarmaktadır.

Asıl zenginlik Allah ile birlikteliktir. Daha da doğrusu Allah’ın bizle birlikte olduğunu idrak edebilmektir. Bunun için Cenabı Hak ile bir mükalemesinde Hazreti Musa buyurmuş: “Ben senden daha zenginim ya Rabbi! Benim zenginliğim sensin. Zor durumda sana sığınırım, sana ibadet eder ve senden yardım dilerim.” Asıl zenginlik bu. Zenginlik iman zenginliğidir. Çünkü bu ilahi bir takdirdir ve bize ikram olunmuştur. Rabbimizin inayetinden başka bir şey değildir, lütfu ilahidir. Merhum Akif öyle demiş:

İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür

Asıl zenginlik İslam zenginliğidir. Çünkü bütün güzellikler onda mevcuttur. Asıl zenginlik Kur’an’a inanmaktır, çünkü yaş-kuru ne varsa onda mevcuttur. Diğer bütün kitapların özü onda bulunmaktadır. Asıl zenginlik, en büyük saadetimiz, ümmet-i Muhammed olmaktır. Çünkü bu istemelerine rağmen peygamberlere bile nasip olma-yan bir güzelliktir. Asıl zenginlik tevbe edebilmektir. Eğer samimiyetle tevbe edersek o günahı hiç işlememiş gibi olacağımızı bize Peygamberimiz müjdelemiştir. Asıl zenginlik Allah’ın zikri için bize müsaade buyrulmasıdır. “Siz beni zikredin ben de sizi anayım.” fermanıyla Cenabı Hakk’ın bizi taltif etmesidir. “Kim beni zikrederse ben ona arkadaş olurum.” ilahi müjdesiyle bizi müjdelemiş olmasıdır.

Asıl fakirlik de ilahi nimetlerden mahrum olmaktır. Mesela imandan mahrum olmaktır. Cenabı Peygamber, Hazreti Ömer’e: “İstemez misin dünya onların, ahiret bizim olsun?” buyurmuş, hem de sırtında üzerine yattığı hasırın izleri varken. Kendisini bu halde görmeye dayanamayan Hz. Ömer’i böyle teselli etmiş. Asıl fakirlik amel fakirliğidir, bir vakit namazın bile kıymetini anlayamamaktır. Efendimiz öyle buyuruyor: “Vakti geçmeden namazı kılmakta acele edin. Ölüm gelmeden tevbe etmekte acele edin.”

Asıl fakirlik anlayış fakirliğidir. Hazreti İsa öyle buyurmuştur: “Anlamayana anlatmak ölüyü diriltmekten daha zordur.” Asıl fakirlik sevgi, merhamet fakirliğidir. Vali olarak tayin ettiği bir zat çocuklarını sevmediğini söyleyince, Alemlere Rahmet olarak gönderilmiş olan Nebi de (sav): “Allah senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapayım!” buyurmuştur.

 

İhtiyarlık Gelmeden Gençliğin Kıymeti Bilinmeli: 

Efendimiz aleyhisselam: “İnsanoğlu gençliğini nerede yıprattığından hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan ayrılma-yacaktır.” buyurmuştur. Şüphesiz her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Onun için gençliğin de şükrü bu nimeti Allah’ın rızası dahilinde kullanmaktan geçer. Güç, kuvvet, sıhhat, afiyet daha ziyade gençlikte bulunur. Bunları değerlendirmeli ve Allah’ın rızasına sarf etmeliyiz.

Gençlik heva ve hevese rağmen kulluktur. Esas iş bu tercihi zoraki değil isteyerek yapmaktır. Yani iş işten geçtikten sonra ve adeta günah beni terk ettikten sonra, günah işlemeye takatim-mecalim kalmadıktan sonra ibadete yönelmek değildir mesele. Yiğitlik günahı yapabilecek kuvvetteyken takva sahibi olabilmektedir. Bu yüzden gençliğini kulluk ile geçiren kimse cennete emin adımlarla yürümektedir. Çünkü bir başka hadisi şerifte: “Allahu Teala’nın kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde; Rabbine ibadet yolunda serpilip büyüyen genç Rabbinin katında gölgelenecektir.” buyrulmuştur.

Kendisine kıyametten soran kişiye: “O güne ne hazırladın?” buyuran Rasulullah bize gençliğimizin nereye sarf edilmesi gerektiğini de öğretti. Çünkü bu hazırlık daha ziyade gençlikte mümkündür. Atalarımız da öyle demişler ya: “Gençlerin yaptığı ibadet çıra ışığı gibidir, yaşlıların ibadetleri ise kör idare ışığı gibidir.” Yani onların ki çok daha makbul ve Allah katında kıymetlidir. Kalbi selimden başka hiçbir şeyin faydasının olmadığı günde, gençliğin Allah’a yönelmesinde büyük faidelerin olduğu görülecektir. Yine bir başka hadisi şerifte; “Küçüklüğünden beri Allah’a çokça kulluk eden gencin yaşı ilerledikten sonra çokça kulluk etmeye başlayan kişiye üstünlüğü peygamberin ümmetine üstünlüğü gibidir.” buyrulmuştur.

Yaşlanınca yaparız diyenler için, daha vaktini çok sananlar için Efendimiz (sav): “Eyyamcılar (işlerini hep sonraya erteleyenler) helak oldular.” buyurdu.

 

Ölüm Gelmeden Hayatın Kıymeti Bilinmeli:

“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyurmuştur Rasulullah (sav). Bu alem imkan alemidir. Cenabı hakla ülfet, ünsiyet kurma yeridir. Allah’ı memnun ve mesud etme mülküdür burası. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle buyurur: “Dünyanın bir günü, ahiretin bin yılından hayırlıdır. Zira kazanç ve kayıp keyfiyetleri bu dünyaya aittir. Ahirette artık kazanmak veya kaybetmek yoktur.”

Hadis-i şeriflere göre üç günlük bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada bulunuşumuz gelip geçerken bir yerde konaklayan yolcunun durumu gibidir. Uzun fikirli olmamak, ömrümüzü uzun zannetmemek gerekir. “Ölüm bana kaşımla gözüm arası bir mesafededir.” diyen Hazreti Ömer’e: “Sen çok uzun fikirlisin!” buyurur Hazreti Peygamber. Dünya bir nefesten ibarettir; ya aldık veremeyeceğiz ya verdik alamayacağız. Üstelik nasıl ölürsek öyle dirileceğimizi de bize yine Peygamberimiz bildirmiş. Eğer hayırlı bir dirilişle dirilmek istiyorsak burada hayırlı amellerin ve hayırlı kimselerin peşini bırakmamak durumundayız. Çünkü miskal kadar hayır olsa Rabbimiz bunu bizim için değerlendirecek ve yine miskal kadar şer bulunursa Rabbimiz dilerse yine bunu bize soracak. Unutulmamalıdır ki insana çalıştığından başka bir şey yoktur.

Cenabı Hak her şeyi yerli yerinde değerlendirebilmeyi bizlere lütfetsin ve bizi pişman olanlarla birlikte bulunmaktan muhafaza buyursun.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

Pazar, 01 Ekim 2017 21:56

RASULULLAH EFENDİMİZİ ZİYARET

Rasulullah Efendimizi Ziyaret

Rasulullah Efendimizi Ziyaret - Tamer Doymuş

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Rasulullah Efendimizi Ziyaret

 

Hâce Hazretleri (ksa) “Nefahâtu’l-Haremeyn” adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:

“Arkadaşlar burada bulunuş amacımız belli… Bu amaca kilitlenebildiğimiz, yönelebildiğimiz sürece Allah’ın emnu emanında olacağız. “Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yoktur.” buyurmakta Cenabı Hak Azze ve Celle.

İnsana ancak yaptıklarının karşılığı vardır. Niyet ve gayretindeki ihlâs, azim, sebat teslimiyet miktarınca; anlayışı kadar ona mükâfat, füyuzat, rahmet ve bereket vardır. Bunun için her şey önce kendi iç alemimizde, gönlümüzde, niyetimizde başlıyor. Biz buraya Hac amacıyla geldik. Biliyorsunuz haccın kelime karşılığı özetle; ziyaret. Biz niçin, kimi ziyarete geldik; Alemlerin Rabbini…

İnanıyoruz ki Rabbimiz bizi sevmiş ve bize bu yolculuğu, bu mukaddes mekanı nasip etmiş. Elbette ki bize bu davet karşısında icabet düşer. Yüzümüzü süre süre bile olsa, yüzümüz yerde bile olsa Allahımız’ın davetine icabet ettik, elhamdulillah...”

Ayeti kerimede şöyle buyruluyor: “Şüphesiz, Safa ile Merve Allah’ın işaretlerindendir. Böylece kim Evi (Kabe’yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur. Kim de gönülden bir hayır yaparsa (karşılığını alır). Şüphesiz Allah, şükrün karşılığını verendir, bilendir.” (Bakara 158) Hac ve umreyle ilgili bir diğer ayeti kerimede ise şöyle buyruluyor:

“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve buna benzer nedenlerle) kuşatılırsanız, artık size kolay gelen kurban(ı gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Kim sizden hasta ise veya başından şikayeti varsa, onun ya oruç ya sadaka veya kurban olarak fidye vermesi gerekir. Güvenliğe kavuşursanız, hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Bulamayana da, hacda üç gün, döndüğünüzde yedi (gün) olmak üzere, bunlar, tamı tamına on (gün) oruç vardır. Bu, ailesi Mescid-i Haram’da olmayanlar içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır.” (Bakara 196)

Umre, sözlükte “ziyaret etmek” anlamına gelmektedir. Umre, özel bir şekilde Kabe’nin ziyaret edilmesini ifade etmektedir. Ebu Hureyre’den (ra) rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: 

“Umre, kendisiyle diğer umre arasında işlenen (küçük) günahlara kefarettir. Hacc-ı mebrurun karşılığı ise cennettir.”

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) hicretten sonra toplam dört umre yapmıştır.

Birincisi, Hudeybiye Umresi’dir. Efendimiz’in (sav) ilk umresi olup hicretin altıncı senesinde yapmıştır. Müşrikler bu ziyareti engelleyince, Hudeybiye’de develeri kurban etti. Ashabıyla birlikte tıraş olarak ihramdan çıktılar.

İkincisi, ertesi sene yaptığı Kaza Umresi. Mekke’de üç gün kaldılar umreyi tamamlayıp oradan ayrıldılar.

Üçüncüsü, hacla birlikte yaptığı umre.

Dördüncüsü, Cirane’den yaptıkları umre. Huneyn’e çıkıp Mekke’ye geri döndüklerinde Cirane’de ihrama girerek Mekke’ye geldiler ve umreyi yaptılar.

Umre; ihram (niyet), tavaf, Safa ile Merve arasında sa’y ve tıraştan ibaretti. Umre için dışarıdan gelenlerin mikat mahallerinde, Mekke’de bulunanların ise Hill bölgesinde ihrama girmesi gerekir. İhram umrenin şartlarındandır. Umre yapmak isteyen kişi, umre yapmaya niyet eder ve telbiye okuyarak ihrama girer. Bundan sonra tavaf edip Safa ile Merve arasında sa’y ettikten sonra tıraş olarak ihramdan çıkar. Kabe’yi tavaf etmek umrenin rüknüdür. Sa’y ve tıraş olmak ise umrenin vaciplerindendir.

Umre, arefe, nahr ve teşrik günleri dışında senenin her zamanında yapılabilir. Umre ibadetinin ömürde bir defa yapılması sünnet-i müekkede olmakla birlikte daha fazla da yapılabilir. Umre, İmam Şafii’ye (rh.a) göre ise; farzdır. 

Efendimiz’in (sav) şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: “Vefatımdan sonra kim Beni ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Yine kim Beni ziyaret ederse, kendisine şefaatim vacip olur.”

Bir diğer hadisi şerifte Hz. Enes’den (ra) rivayetle Efendimiz (sav) şöyle buyurdular:

“Kim mükafatına, inanarak Medine’de Beni ziyaret ederse, kıyamet günü ona şefaatçi ve şahid olurum.”

İbn Ömer’den (ra): Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kim sırf Benim ziyaretimi düşünerek, Beni ziyarete gelirse, kıyamet günü ona şefaatçi olmam Benim üzerime bir haktır.”

Ziyaret adabıyla ilgili şu hususlar ifade edilmiştir: Ziyaret esnasında; Medine-i Münevvere’ye giderken salatu selamı çoğaltmak, kurbiyete vesile olacak şeyleri işlemek, Medine’ye yaklaştıkça huşu ve huzur içinde onunla buluşma arzusunu taşımalıdır. Büyükler Medine-i Münevvere’ye yaklaştıkları zaman binitlerinden inmişler ve yürüyerek huzura varmışlardır. Medine-i Münevvere’ye giderken boy abdesti almak, temiz elbiseleri giymek, koku sürünmek ziyaret adabındandır. Yeşil kubbeyi gördüğünde huşu ve sükûneti elden bırakmamak, oranın azametini düşünmek gerektir. Oranın, Allah Teala’nın Peygamberi, sevgilisi ve dostu için seçtiği mekan olduğunu düşünmelidir. Medine’de yürürken Rasulullah’ın (sav) ayak bastığı yerleri tasavvur ederek hareket etmelidir. Efendimiz’in (sav) misafiri olduğunun şuurunda olarak hareket etmelidir. Gerek davranışlar olsun gerekse kılık kıyafetler hususunda olsun Rasulullah’ın (sav) getirdiği düsturun, O’nun (sav) anlayışının dışına çıkmamalıdır.

“Ey iman edenler, Allah’ın ve Rasulü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın ki, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar şüphesiz Allah’ın kalplerini takva için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (Hucurat 1-3) 

Ayrıca Ravza-ı Mutahhara’ya giderken, orada bulunurken; “Sana odaların arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir.” (Hucurat 4) ayetinde ifade buyrulan hususa son derece dikkat edilmeli. Herhangi bir izdihama mahal vermeden ziyareti gerçekleştirmek evla olanıdır.

O’nun (sav) hukukuna halel getirmemek sevginin bir tezahürüdür. Seven kimsenin sevdiğinin rengine boyanması sevginin özelliklerindendir. 

“Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa 64) 

Rasulullah’a (sav) itaat ve teslimiyetin önemini daha iyi kavramak, teslimiyetteki gösterilen kusurlardan dolayı da tevbe ve istiğfar ederek adeta yenilenerek ayrılmalı.

Umre bir vakitle mukayyet değildir. Yalnız yasaklandığı sabit olmuş günler vardır. Ramazanda yapılması efdaldir. Hz. Peygamber (sav) kendisiyle birlikte umreyi kaçıran Ümmü Ma’kıl’a ramazanda umre yapmasını buyurmuş ve: “Ramazanda yapılan bir umrenin, bir hacca bedel” olduğunu haber vermiştir.

İbn Abbas’dan (ra): Ümmü Süleym Hz. Peygamber’e (sav) gelip: “Ebu Talha ve oğlu hacca gidip beni bıraktılar!” deyince Hz. Peygamber (sav): “Ey Ümmü Süleym! Ramazanda yapılan bir umre benimle beraber yapılan nafile bir hacca denktir.” buyurdular.

Ebu Bekir b. Abdurrahman: Rasulullah’a (sav) bir kadın gelerek: “Hac için hazırlanmıştım, bir engel çıktı!” dedi. Rasulullah (sav) ona: “Ramazanda umre yap, çünkü o da hac gibidir.” buyurdu.

İmam Malik şöyle demiştir: “Umre sünnettir. Hiçbir müslümanın onun terk edilmesine müsaade ettiğini bilmiyorum.”

Umrenin yapılışı: Mekke dışından olup da umre yapmak isteyen bir müslüman mikat yerinde ihrama girer. İki rekat namaz kılar ve: “Allahım! Ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolaylaştır ve benden kabul et!” diyerek dua ve niyet eder, telbiye de bulunur. Harem-i Şerif’e gelince Kabe’nin etrafına yedi defa dolaşarak tavaf eder. İlk üç dolanışta biraz çalımlı yürür. Her dolanışta Hâcerü’l-Esved’i selamlar. Tavaf bittikten sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekat namaz kılar ve Safa tepesine gider. Oradan başlayarak, Safa ile Merve arasında sa’y yapar. Daha sonra tıraş olarak ihramdan çıkar. 

İhramla ilgili olarak bazı hususlara dikkat etmek gerekmektedir. Şöyle ki, İhramda asıl olan hac veya umreye niyet etmektir. İhram mikat mekanı denilen Hz. Peygamber’in (sav) tayin ettiği mahallerden ihrama girilebildiği gibi memleketinde de hacc veya umre niyetiyle de ihrama girebilir. Niyetsiz ve ihramsız “mikat mahallerini” geçtiği zaman hem günahkar olur, hem de ceza kurbanı kesmesi gerekir.

Hanefi mezhebine göre ister hac veya umre için, ister başka bir maksatla Mekke’ye ihramsız girmek caiz değildir. Hac veya umre niyetiyle ihrama giren kimse hac ve umresini yapmadan ihramdan çıkmaz. 

Tavaf yapan kişinin abdestli olması ve cünüplükten temiz olması, avret yerlerinin örtülmüş olması ve Kabe’yi soluna alarak kendi sağından başlaması vaciptir. Tavaftan sonra kılınan tavaf namazı (Hanefilere göre) vaciptir. Tavafın dört şavtı, umrenin rüknüdür. Ondan sonra geri kalan üç şavt ile Safa ve Merve arasında yedi defa yürümek, saçları tıraş etmek (veya kısaltmak) umrenin vaciplerindendir.

Umre yapan kimse, umre tavafının tamamını veya ekserisini veya azını (velev ki bir şavt bile olsa) cünüp olarak veya abdestsiz olarak veya hayız olarak yapacak olsa kurban kesmesi gerekir.(Şafi mezhebine göre bu tavafa itibar edilmez.) Safa ile Merve arasında sa’y vaciptir. Yapılmadığı takdirde ceza kurbanı gerekir. Umre yapan, haccedenin yaptığını yapar. Umrenin ihram hükümleri, her yönden haccın ihramı gibidir. Farzları, vacipleri, sünnetleri, haramları, müfsitleri, mekruhları da hep hacdaki hükmü gibidir. Umre hacca yalnız birkaç şeyde uymaz. Bunlardan biri, onun farz olmamasıdır. Onun muayyen bir vakti de yoktur. Onun vakti geçmez. Umrede, Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfe yoktur. Şeytan taşlamak, iki namazı bir vakitte kılmak, hutbe okumak, tavaf-ı kudûm ve tavaf-ı sader yoktur. Umre ile ilgili yasaklar hacdaki yasaklarla aynıdır. Bunların bir kısmının yapılması halinden kurban gerekmektedir.

“O Peygamber’e inanıp O’na saygı gösteren, O’na yardım eden ve O’nunla beraber gönderilen nura uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Araf 157)

 

Kaynakça:
-İslam Fıkhı, İbn Abidin
-El-Hidaye Tercümesi
-Büyük İslam İlmihali, Ö.N.Bilmen
-Zadu’l-Mead, İbn Kayyim el- Cevziyye
-Peygamber Külliyatı, ed-Dımaşki
-Şamil İslam Ansiklopedisi
-Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB

 

Yazar: Tamer Doymuş

 

Allaha Yemin Ederim ki

Allah'a Yemin Ederim ki Ben Sizin İyiliğinizi Düşündüm- Sâlik-i İrfân

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Allah'a Yemin Ederim ki Ben Sizin İyiliğinizi Düşündüm

 

Hamd alemlerin Halık’ı, Rezzak’ı, Rabb’i olan Yüce Mevlamızadır. O’na bizi var ettiği, insan kıldığı, ümmeti Muhammed’e kattığı ve Hâcegân nispetine eriştirdiği için ne kadar şükretsek azdır.

Sonra, alemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, İnsanlığın Efendisi, Ümmetin Sahibi, Son Nebi Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretleri’ne salat ve selamlar olsun.

Cenabı Mevlamız şükretmeyi nasip etsin. İslam’ın yükseliş günlerindeyiz. Son sultan Abdülhamid Han Hazretleri’nden sonra ülke olarak hep yıkılış, hep geri çekiliş yaşadık. 1960 darbesi, 80 darbesi, 28 Şubatlar, postmodern darbe girişimleri… En sonuncusu 15 Temmuz darbe girişimi… ve milletimizin şanlı direnişi…

Kadir Mısıroğlu 1960 darbesinde sessizce ağlayanlara bakarak “Kalkın tepkimizi gösterelim!” dediğinde kendisine ajan-kışkırtıcı muamelesi yapıldığını, 15 Temmuz’da ise halkın liderine sahip çıktığını ifade ile toplumun geldiği seviyeye işaret eder. Herkesin ittifak ettiği bir durum olarak Cenabı Mevlamız 15 temmuz günü bu milletin kalplerini birleştirmiş, tek yürek-tek vücut haline getirmiştir. Başlatılan temizlik harekâtı ile ABD maşası FETÖ’nün 40 yıllık projesi çöpe atıldıysa da tam bir arınma mümkün olmayacaktır; çünkü toplumun hücrelerine kadar nüfuz eden bir yapıdan söz ediyoruz. İnsan vücudunda da bir miktar virüs-bakteri her zaman vardır. Önemli olan virüsün çoğalmasına, bünyeyi tamamen etki altına almasına engel olmaktır. Fatih Sultan, Yavuz Selim Han, Kanuni Sultan Süleyman zamanlarında hain yok muydu? Elbette vardı, fakat önemli olan iyilerin gücü kontrol etmesi, toplumu hayra yöneltmesi ve Hakk’ın rızasının hedef edinilmesi… Bunun adı ilâyı kelimetullah idi, Kızıl Elma idi.

Ömer Seyfettin’in aynı adlı hikayesinde “Kızıl Elma nedir?” sorusuna derviş-alp tipi ile “Padişahımızın atının gittiği yerdir.” cevabı verilmesi ideali-hedefi olan ve toplumuyla tam bir güven sağlamış, lidere itaatin teslimiyetin ifadesi olarak kayda geçer.

Elhamdulillah, bu yükseliş günlerinde asrı saadetten iman ve ilham alan günlerdeyiz. Milletimizin iman ve idrakinin yükselmesi, ahlâki olgunluk ve salih amellerle Mevlamızın rızasının öncelenmesi daha nice güzel günler getirecektir. ABD’nin zenciler eliyle çöküşünü, AB’nin kapımızda ekmek dilendiğini, mazlum ümmeti Muhammed’in yaralarının sarıldığını göreceğiz inşaallah… Cenabı Hak o günlere erişmeyi hepimize lütfetsin…

Evet, asrı saadetten, elleri ayakları öpülesi ashabı kiramdan bahsediyor, Hz. Osman (ra) efendimizin hayatından örnek paylaşımlarda bulunmaya çalışıyorduk. Önceki yazılarımızda Hz. Osman efendimizin hilafeti günlerine, o dönemde yapılan fetihlere bir göz atmıştık.

Hz. Abdurrahman bin Avf (ra), Hz. Ömer (ra) adına halifeyi seçmekle görevlendirilince birçok görüşme-değerlendirme yapmış, sonuçta Hz. Osman’ı seçerek biat etmişti. Şurası çok önemlidir ki Halife Hz. Osman’a ikinci sırada biat eden kişi ise Hz. Ali olmuştur. Geçenlerde kulağımıza gelen bir türküde “Ali sandıklarım hep Osman çıktı.” şeklinde bir ifade vardı. Ali ve Osman efendilerimizi düşman gösteren bu cümleyi düşündüğümde şu kanaate vardım: Şayet Cenabı Hak kuluna kapı açmazsa onca tarihi bilgiye-belgeye rağmen insan kör karanlıkta kalabiliyor ve ahirete öyle gidebiliyor. Cenabı Mevla hidayetini üzerimizden eksik etmesin…

Hz. Osman efendimizin hilafeti (Hicri 23) M. 644 yılında başlar M. 656’ya kadar 12 yıl sürer. Hilafetinin ilk 6 yılı büyük fetihlerle geçer. son 6 yıl ise karışıklık ve fitnelerin arttığı bir dönemdir.

Hayrettin Karaman hoca, İmam Suyuti hazretlerinden nakille Osman efendimizin yaptığı kimi uygulamaları aktarır: 

“Süyûtî, İslâm tarihinde ilk defa Hz. Osman tarafından gerçekleştirilmiş bulunan -bir kısmı da onun ictihad kudretini gösteren- tasarrufları şöyle sıralamaktadır: 

-Hizmetleri sebebiyle bazı kimselere ıktâ yoluyla arâzî vermek.

-Devlet için mera ve korular tesis etmek.

-Mescidi, güzel kokularla kokulamak, her iki Mukaddes Mescidde (Kabe ve Ravza) genişletmeler yapmak. 

-Daha önceleri, cuma namazı için ilk ezan, hatip hutbeye çıktıktan sonra okunurken, halkın toparlanıp vaktinde camiye gelebilmeleri için bir de dış ezanı okutturmak (bugün cuma için okunan ilk ezanı okutturmak). 

-Müezzinlere beytülmalden maaş bağlamak.

-Gizli mallar denilen nakit, ticârî mallar ve benzerlerinin zekatlarını ödeme işini doğrudan yükümlülere bırakmak (Daha ön- ce bütün malların zekâtını devlet toplar ve dağıtır idi).

-Emniyet teşkîlâtını kurmak.

-Hz. Ömer’in başına gelenler tekrarlan- masın diye, Mescid’de özel bir bölüm (maksûre) yaptırmak. Bilindiği üzere Hz. Ömer, Mescid’de namaz kıldırırken hançer- lenmiş ve şehit olmuştu.

-Kur’an-ı Kerim’i tek lehçe ve okunuşa göre yazdırıp çoğaltarak başka lehçe ve okuyuşları ortadan kaldırmak. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s.164 vd.)  

Onun, buraya kadar örnekleri geçen ictihadlarından başka ictihadları ve fıkıh bakımından önemli tasarrufları vardır:

a) Yükümlülerin, alacaklarından dolayı da zekât ödemeleri gerektiğini minberden ilân etmiş, sahâbe de buna itiraz etmemişlerdir. (Mâlik, Muvatta’, Zekât, 17. C.I, s.253) Bu ictihad, alacakların zekâtı konusunda kaide olmuştur. 

b) Hasta iken eşlerini boşayan ve böylece onları miraslarından mahrum etmek isteyen erkeklerin bu kötü maksatlarına ulaşmalarını önlemek ve bir haksızlık kapısını kapamak için (sedd-i zerîa olarak) bu şekilde boşanmış kadınları, iddetlerini doldurmuş, evlilik bağları sona ermiş bile olsa kocalarına mirasçı kılmıştır. (Mâlik, Muvatta, Talâk, 40-44. (C.II, s.571-572)

c) Rasulullah (sav) yitik mallar hakkında ne yapılacağını açıklarken develerin olduğu gibi bırakılmasını, bulan tarafından alınıp başka bir yere götürülmemesini, gelip sahibinin deveyi bulabileceğini ve devenin de o zamana kadar yaşama imkânına sahip bulunduğunu bildirmişlerdi.

Hz. Ömer zamanında da uygulama buna göre oldu. Hz. Osman’ın hilafetinde toplumun ahlâkı değişmeye başlamıştı, kaybolan develeri alıp götüren, kendilerine mal eden kişiler çıkmıştı. Halife, haksızlığı önlemek için bulunmuş develerin alınıp getirilmesini, bunun için devletin tuttuğu çobana teslim edilmesini, sahibi çıkmazsa satılmasını ve bir gün sahibi çıktığında bedelinin buna teslim edilmesini emretti. (Mâlik, Muvatta’, Akdıye, 51. C.II, s.759) 

Hz. Osman’ın sedd-i zerîa ve mesâlih prensiplerine bağlı bulunan bu ictihadları, benzeri diğer sahâbe ictihadları ile birlikte, daha sonraki müctehidlerin ve özellikle Medîne’de İmâm Mâlik hazretlerinin, aynı çerçevedeki ictihadlarına örnek ve kaynak olmuştur.” 

Osman efendimizin şu sözü ile bitirelim: “Allah’a yemin ederim ki ben, sizin iyiliğinizi düşündüm, elimden geldiği kadar sizin için iyi olanı yapmaya çalıştım; sonunda isâbet ettim veya hata ettim.” (İbn Sa’d, Tabakât, C.III, s.66) 

Cenabı Mevlamız Osman efendimizin himmet, nusret ve şefaatlerini üzerimizden eksik etmesin. Onun ahlâkından bize de lütfeylesin. Cennette Mevlamızın huzurunda mübarek ellerinden öpebilmeyi nasip eylesin. 

Amin, velhamdu lillahi Rabbil alemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Pazar, 01 Ekim 2017 21:39

UNUTMAK

Unutmak

Unutmak - Veysel Özsalman

Sayı : 115 - Temmuz 2017

 

Unutmak

 

İnsanın diğer varlıklarla arasındaki mesafeyi izah etmeye çalışanlar bu işin esbab-ı mucibesinden bahsederken lafa evvela akıldan başlarlar ve bu gerçekten de bütün mevcudat içerisinde insana ait iftihar edilecek bir hususiyettir. Çünkü düşünme, kavrama, hafıza ve benzeri kabiliyetlerden müteşekkil olan akıl vasıtasıyla insan kendisini olduğu gibi cemiyeti ve tabiatı da nispeten kontrol altında tutma gücüne sahip olur.

Akılını kullanarak icra ettiği hareketler neticesinde kıymet derecesi yükselen insan onun ile dünyada saltanat sürer. Akıl dünyayı kavramanın en kuşatıcı, kuvvetli ve yegâne yolu olmasa da ihtimal odur ki dünyayı tanımak ve tanıtmak isteyenlerin en sık başvurduğu yoldur. Nitekim his, sezgi, aşk yahut daha başka vasıtalarla da kavranması mümkün olan dünyamız en çok aklın merceği altına yatırılmış insanlar mevzularını onunla halletmeye çalışmıştır. 

Akla olan bu teveccüh ve tevessül, onun zahirde eşyanın sabitliğini yakalamadaki fevkalade başarısından kaynaklanır. Diğer taraftan his, sezgi ve aşk gibi vasıtalarla dünyayı kavrayıp tanıtmanın zorluğunun yanında eşyanın donuk tabiatını bayağı ve kestirme bir yoldan anlatabilmenin cazibesi de bu durumda etkili olmuştur.

Eşyayı ve hadiseleri anlamada basit ve kullanışlı mahiyetiyle ön plana çıkan akıl, diğer idrak yollarından daha revaçta olduğu halde yine de birçok bakımdan eksiktir. Hakikatin izahında sınırlı bir rol oynayan ve nihayetinde “en büyük marifeti kendi acizliğini anlamak” olan aklın handikaplarından birisi de unutmaktır.

Muhafaza kabiliyeti zaman ve hacim ölçüsüyle hesap edilemeyen aklın mahiyetindeki bu genişlik, insan için büyük bir nimet olduğu gibi bazen de içerisinde kaybolduğu dipsiz bir kuyudur. Sakladığı malumatın bir anda buharlaşması, bulunamaması ve bazen lazım olduğu halde hatırlanamaması işleri zora sokabilmektedir.

Unutmanın sebepleriyle ilgili birçok husus sıralanabilir. Bunların bir kısmı psikolojik olduğu gibi bir kısmı da fizyolojik mahiyettedir. Ama temelde gözden kaçırılmaması gereken husus unutmanın fıtri bir mesele olduğudur. “İnsanların ilki, unutanların da ilkidir” sözü unutmanın bize Hz. Âdem’den (as) miras olduğunu hatırlatmaktadır. “Andolsun biz, önceden Âdem’e (o ağaçtan yememesini) tavsiye etmiştik. O, (bizim tavsiyemizi) unuttu. Biz onda bir azim (ve sebat) görmedik.” (Taha 115) ayeti kerimesi de bu manaya yorulmuştur.

İnsanlar fıtrattan gelen ve kurtulmanın imkânsız olduğu unutkanlığın menfi etkilerini hiç değilse azaltmak için tarih boyunca arayış içerisinde olmuşlardır. “Öğrenirken nasıl öğrenelim? Öğrendikten sonra ne yapalım? Ne yiyip içelim ki hafızamız daha kuvvetli olsun?” gibi çeşitli sorulara cevap arayarak unutkanlığı dizginlemeye çalışmışlardır. 

Bizim ecda- dımız da Peygamber Efendimiz’den (sav) intikal eden hadisler ve O’nun sünneti seniyyesi rehberliğinde hafızanın kuvvetlenip unutkanlığın azalması hakkında tavsiyelerde bulunmuşlardır. Mese- la kabak ve bal gibi gıdaların tüketilmesi, hacamat yaptırılması, faydasız ve boş işlerle uğraşmayıp bunların zihne sokulmaması gi- bi hususların altını çizmişlerdir. 

Meydana getirdiği menfi durumlar neticesinde ne kadar hayatın dışına çıkarılmak istenilse de unutmanın farklı bir açıdan şifa olduğu da gerçektir. İnsanın başına gelen bütün üzücü olayları, kayıpları, yaşadığı felaketleri, şahsi ve içtimai bunalımları unutmadan hayatını devam ettirmesi mümkün değildir. Eğer yaşadığımız hiçbir hadise hafızamızdan silinmeseydi ve biz bütün kötü hatıralarımızla her an yüz yüze gelseydik bu, yaşanması imkânsız bir hayat olurdu.

Günlük hayatın unutulması gerekenleri ve asla hatırdan çıkartılmaması gereken meseleleri genellikle onlardan elde edeceğimiz fayda ile doğru orantılıdır. İç dünyamızda asayişi sağlayıp huzuru bulmak adına menfi hadiseleri siler, müspet hadiselerin altını çizeriz. Bu mevzular dünyalık olduğu sürece telafi edilebilir, meydana getirdiği hasar tamir edilebilirdir. Peki unutmak ve hatırlamak şeklinde meseleler arsında gidip gelen ve bu sebeple adı “nisyan” ile kardeş olan insanın hiç aklından çıkarmaması gereken, bu husustaki unutkanlığı telafi edilemez bir mevzusu yok mudur?

İnsanın gece başını yastığa koyduğunda, sabah gözlerini açtığında ve bu ikisi arasında geçen sürenin neredeyse tamamında hatta ve hatta uyuduğunda rüyasına dahi şekil verecek kadar üstüne düştüğü, düşündüğü meseleleri yok mudur? Alacaklı alacağını, vicdan sahibi kabahatini, esnaf kârını, delikanlı sevdiğini ne kadar hatırından çıkarabilir? Peki istesek de aklımızdan çıkaramadığımız ve unutmamamız gereken bunca şey varken nasıl bir tavır takınmamız gerekir?

Elbette ki unutulmaması gerekenler içerisinde en mühim olan Allah’tır (cc). “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadîd 4) ayeti kerimesi O’nu hatırdan çıkarmanın mümkün olmadığını ortaya koysa da, insan bir şekilde imkansızı başarabilmektedir. İşte tasavvuf tam da bu noktada devreye girerek Cenabı Mevla ile olan sürekli birlikteliğin şuuruna varabilmesi için insanı eğitmeye çalışmaktadır.

Tasavvufun Allah’ı “görüyormuşçasına” yaşayıp ibadet etmeye ve Mevla’yı bir an olsun hatırdan çıkarmadan hayatı devam ettirmeye teşvik ederken kullandığı usul, zikrin her türlüsüne sıkıca sarılmaktır. Bu manada zikir “Allah’ı hatırlamak için değil, hiç unutmamak içindir.” buyrulmuştur. 

Her ne kadar zikrin kelime olarak denk düştüğü mana “hatırlamak” olsa da tasavvufun bahsettiği zikir, belirli bir zaman dilimine yahut bazı sözcüklere sıkışıp kalmanın ötesinde her daim Mevla ile birlikte olunduğunun unutulmaması için bir çabadır.

Allah’ı unutmaktan kasıt O’nun emir ve yasaklarını göz ardı etmek, hayata hâkim kılmamaktır. Tasavvuf zikir vasıtasıyla bir yandan bu problemi ortadan kaldırmak istediği gibi diğer yandan da insanı Mevla ile olan sürekli birlikteliğinin farkına vardırmaya çalışmaktadır.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort