JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

İyi ki Varsınız Onbeşliler

İyi ki Varsınız Onbeşliler (Eren'ler) - Fatih Yıldızlı

Sayı : 117 - Eylül 2017

 

İyi ki Varsınız Onbeşliler (Eren'ler)

 

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın 

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

 

Kainatta her şey zıddıyla vardır ve anlamlıdır. Gece ile gündüzün sahibi Cenab-ı Allah, iyi ve kötünün mücadelesi ile yaşattığı dünya hayatını ölümle sonlandırırken sonsuz bir hayat bahşedip devam ettirecek aslında! Necmettin Halil Onan’ın “Bir Yolcuya” isimli şiirinden alınan yukarıdaki dörtlük, bu zıtlığın bir yansıması değil mi sizce de? Bir devrin batışına şahit olan Çanakkale, yeni bir devrin doğuşunu selamlamıyor mu sessizce?

Çanakkale; kalemin sustuğu, mürekkep kullanılmadan yazılan destan! Çanakkale; sözde medeni Avrupa’nın, “hasta adam” dediği Osmanlı İmparatorluğunun yetimlerine gidiş sürecinin fitilini ateşleyen destan! Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın: “Bir gün buradan gelecekler!” deyip tabyalar yaptırıp siperler kazdırdığı, kıraç toprakların şehid kanıyla cennetleştiği destan! Ve nihayetinde “İKİ YÜZ ELLİ BİN” vatan evladının kahramanca çarpışıp şehadet şerbetini kana kana içmek için gözlerini dahi kırpmadan damarlarındaki kanı son damlasına kadar akıttıkları; Çanakkale’yi geçilmez, ölümü ise ölümsüzleştiren destan! Evet, kalem kullanmadı düşman, bizim de mürekkebimiz yoktu zaten! Onlar ölüm kusan silahlarla geldiler, ölümü kanla boğup ölümün koynuna girerek o diyarı cennet kokuttu bizimkiler!

İlaç yok, zaman yok, doktor çok azdı. Kural netti, sadece hafif yaralılar tedavi edilecekti, Salih Yüzbaşı, onlarca vatan evladını kurtarırken yüzlercesinin şehadetine tanık oluyordu. Gelen her yaralıya önce göz ucuyla bakıyor, yaraları orta veya ağır ise içi kan ağlayarak “Şehadete yürüyecekler!” emrini veriyordu çünkü kurtarılmaları belki de saatler sürecek ameliyat için hem ilaç hem zaman yoktu, doktor ise hiç denecek kadar azdı, acı ama kural netti: Sadece hafif yaralılar tedavi edilecekti. Vatan evlatları birer birer şehadete yürüyordu o ağacın gölgesinde, birkaç yudum su, biraz yaprak hışırtısı, güneşin yakıcılığından koruyan gölge hepsi buydu işte. Lakin, lakin bizim üzülerek baktığımız bu manzaranın başrol oyuncusu, şehid namzeti kahraman askerimizde hüzünden eser yoktu çünkü o kahramanlar, şehadetin eşiğindeydiler ve öyle bir şerefti ki o eşik, bir geçseler ah bir atlasalar o eşiği, ağuşunu açıp bekleyen Peygamberimizi görecekler ve yeniden dünyaya gelip tekrar şehid olmak için Allah’a yalvaracaklardı. Yine bu eşiği aşma sırası gelmişti bir yiğidimize. Salih Yüzbaşı, başını çevirdi kahraman mehmetçiğe, sadece yutkundu ve boğuk bir sesle ekledi:

Askeri, ağacın altına bırakın, şehadete yürüyecek, son nefesini verince de bana haber verin, üzerindeki eşyaları da bana teslim edin, dedi sessizce. Sıhhıye eri anlam veremedi bu emre ama emredersiniz kumandanım, diyerek vazifesine koştu aceleyle. Az sonra geldi tekrar. Biraz evvelki asker şehid oldu kumandanım, üzerindekiler de bunlardı deyip üzeri kanlı bir mektup, üç beş kuruşu uzattı. Salih Yüzbaşı, emanetleri aldı, cebine koydu ve ameliyattaki aslan parçasını kurtarmaya gayretlendi. Sıhhıye eri merak içinde sordu:

-O asker, tanıdığınız mıydı kumandanım?

-Evet, dedi Kumandan. İçinde patlayan volkanı söndüren iki damla göz yaşı dökerek. Oğlumdu, deyip “Vatan sağ olsun!” diyerek!

Ya yaşı henüz on beş olmasına rağmen vatan müdafası için Çanakkale’ye giden ve bir daha dönmeyen dedelerimizi hatırlayıp içlenelim mi? Hele bu yiğitler için yakılan “Hey Onbeşli” ağıtının on yıllardır oyun havası biçiminde seslendirildiği gerçeğiyle yüzleşip utanalım mı biraz? Taze bir gonca iken vatanın selameti için kara toprağın koynuna gözünü kırpmadan giren bu yiğitlerimizin bilerek ya da bilmeyerek aziz hatıralarını incittik, Allah affetsin! Ne mutlu ona ki bu aslan parçalarına layık evlatlar da yetişiyor çok şükür! Onu 11 Ağustos’ta o hain saldırıda şehit olduğunda tanıdık, Trabzon’un Maçka ilçesinde gördüğü teröristleri Mehmetçiğimize haber verip o hainlerin saklandıkları yeri gösterirken şehid oldu. Adı Eren Bülbül’dü bu kahraman kardeşimizin ve yaşı da on beşti, tıpkı kahraman Tokatlı “Onbeşli” dedeleri gibi. 24 Haziran’da öyle bir cümle paylaşmıştı ki kahramanımız sosyal medya hesabından 11 Ağustos’ta milletimizin gözbebeği oldu. Onun yazdığı gibi yazıyorum: “Biride cikip demiyoki Eren iyi ki varsın” evet bozuk bir Türkçe ile yazmış kardeşimiz lakin şükürler olsun ki sütü, kanı bozuk değildi yiğidimizin! Gelelim bu sitemli cümlenin sahibine, Şehid Eren Bülbül’e. Yeryüzünde nice bilinmeyen vardır ki gökyüzünde şöhret sahibidirler. İyi ki varsın, cümlesini duyup sevildiğini duymak istedin. Allah; bir kulunu sevince onu sevdirir ve sevindirir. Allah, vaadinin sahibidir Eren’im! Bak işte milyonlarca vatan sevdalısına sevdirdi seni. Askerde şehid olmak istiyordun, on beşinde şehidler arasına alarak sevindirmedi mi seni? Şehadetin kutlu, kabrin nur, makamın ali olsun küçük şehidim! Millet olarak sana iyi ki varsın, diyemedik amma inşallah Habib-i Zişan Efendimi’zin komşuluğuna ve Cenab-ı Hakk’ın Cemal’ini ebediyen görmeye müşerref olursun, diye dua ediyoruz bizde şimdi! “Olmaya” geldiğimiz şu dünyada iki vazifemiz var: Din-i Mübin, Kur’an-ı Hakim ve Sünnet-i Seniyye istikametinde yaşamak ya da bu uğurda ölmek! Bu iki ulvi yoldan birini nasip eyleyip bizden razı olarak bizi sana döndür Ya Rabbi!

 

Yazar:  Fatih Yıldızlı

 

Medeniyet Dediğin

Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar - Yıldırım Karagöl

Sayı : 117 - Eylül 2017

 

Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar

 

Merhum M. Akif’in yaklaşık bir asır önce İstiklal Marşı’mızda dile getirdiği bu muazzam tespiti üstelik o tarihten bu yana onlarca yeni ispatına rağmen halen daha göremeyen milyonlarca insanımızın olması ne kadar acı bir gerçek! Tarihin tozlu sayfalarını çevirip Orta Çağ’a baktığımızda bugünün medeniyet abidesi kesilen Avrupa’nın karanlık düşüncenin esaretinde, akla ziyan bir yaşantı içerisinde olduğu gerçeğini görürüz. Kilisenin, hakimiyetini sürdürmek için şekillendirdiği yaşam, son derece ilkel ve genellikle erdemden uzaktı. Yani Avrupa insanında, insani birçok vasıf eksikti ancak Avrupa’nın bazı gelişim hareketlerine girmesi maddi ilerlemeyi başlatmıştı. Aklın değerine inanma ve bunun gereğine göre organize edilmiş bir yaşam, zamanla Avrupa’yı kalkındırmıştı. Özellikle de teknolojik hamleler, günümüz Batı uygarlığını oluşturmuştu. Evet ; Batı teknikte, fende, sanayide hızlı bir gelişim yaşamıştı lakin bu maddi kazanımları manevi bir altyapıya dayandırmamıştı. Madde, sınırsızca hakimiyet alanı bulmuştu orada, gelişme ise her gün yeni bir buluşla desteklenmişti. Bu durum Batıyı, Doğudan iyice uzaklaştırmıştı. Bunları bir kazanım olarak değerlendirdiğimizde hiç şüphe yok ki bu üstünlük maddi bir üstünlüktü. Peki maddi gelişimler tek başına yeterli midir? Bunu basit bir analizle anlayabiliriz.

Müşriklerin o zengin ordularına karşı, manevi gücün en zirvesi olan ancak sayı, teçhizat bakımından son derece az olan Hz. Peygamberimiz’in(sav) ve sahabe efendilerimizin dillere destan zaferleri ve daha fazlası… İşte madde ile manevi gücün mukayesesi. Yine yakın geçmişimizde, Birinci Dünya Savaşı’nda, Hasta Adam denilip çok basite alınan Osmanlı İmparatorluğu, maddenin üstünlüğüne inanmış kitlelere manevi gücüyle hangi dersleri vermişti? Avrupa sınırsız bir şekilde gelişebilir ama bu gelişme tam tersi oranda manevi bakımdan gerileyecektir. Çünkü madde, mana ile beslenmeyince kuru bir fayda ötesine geçemeyecektir. 15 Temmuz’da tüm kirli niyetleriyle “cennet vatanımıza” saldıran gerek içerdeki gerekse Avrupa’daki vahşilerin aldığı ders bir kere daha maddenin, mana-maneviyat karşısındaki yenilgisine örnek olmuştur. Madde ile kahraman yetiştirilemeyeceği; tankların, tüfeklerin önüne siper olunamayacağı en canlı şekilde görülmüştür. Yine Türk-İslam tarihine bakıldığında madde-mana karşılaşmalarında mananın ezici üstünlüğünün sayısız örneğini görmek mümkündür. Maneviyattan yoksun olan, sadece yükselmeye endeksli zihniyetin beşiği olan Avrupa, bu haliyle insani değerleri her gün katletmekte, madde yarışının her şeyi meşru görmesiyle de kazanmak için yapılmayacak şey bırakmamaktadır. Bunun sonucunda ise dünya yanmakta, Afrika kırılmaktadır. Afrika’nın değerli madenleri hangi gerekçe ile Fransa’nın kontrolündedir? Avrupa’yı zengin eden ve asla doymayan mideleri besleyen zenginlikler nerelerden gelmektedir? Acaba dünyadaki açlığın müsebbibi kimdir? Birçok değerli madeni olmasına rağmen istatistiklere göre Afrika neden dünyanın en aç kıtasıdır? Bu durum benzeri şekilde dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Dünya her geçen gün bu zihniyetin vahşiliğiyle savaşlar görmekte, silah ticareti uğruna devletler harabeye dönmekte. Yani paraya aşık Avrupa’nın para için insanlığın ölümünü hiçe saydığı bir süreç yaşanmakta, dün ve bugün olduğu yarın da olacağı gibi. Peki dünyayı bu kadar yaşanmaz hale getirmeye değer mi? Mahşer Meydanı’nda bunun hesabı nasıl verilir? Sınırsız olan ebedi hayata göre, bir nefes uzunluğu kadar olmayan bu fani hayatı hiç bitmeyecek gibi sahiplenmek doğru mudur? Aslında cevap çok kolay, elbette değmez bu dünyaya aldanmaya fakat gözü dönmüş Batı bunu idrak edemiyor. Aklıyla; tekniğin, bilimin sınırlarını aşıyor fakat bir türlü Mevla’ya ulaşamıyor. Çünkü salt akıl yetmiyor ulaşmaya, mana olmadan madde sadece aldatıyor. Bu gidiş, insanlığını kaybetmiş Avrupa için asla olumlu sonuçlar doğurmayacaktır, hesap herkes için olacak ve Allah’ın adaleti ise asla şaşmayacaktır!

Gelelim bizdeki Avrupa hayranlarına! Osmanlı son dönemlerinde toprak kaybı yaşamış, devlet düzeninde bozulmalar meydana gelmiş. Aynı dönemde Avrupa’da ise modernleşme, sanayileşme, zenginleşme görülmüştür. Bu durum Osmanlı’da, Avrupa’ya öğrenci gönderme ve oradaki gelişmeyi yerinde görüp bize uyarlama isteği oluşturmuştur. Bunun gereği olarak da özellikle Cennet Mekan II. Abdülhamid Han tarafından vatan-millet sevdasına dayalı bir hedef için Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş, birtakım aydınların(!) da gönderilmesi uygun görülmüştür. Bu kadar iyi niyetli hamleler maalesef tam tersi karşılık bulmuş, sözde aydınlarımız ve ilim için gönderdiğimiz öğrencilerimiz ilim ve fen yerine kokuşmuş Avrupa’nın zevk ve eğlencelerinin esiri olmuş, asimile olmaktan zerre kadar haya etmemişlerdir! Döndüklerinde ise bizi biz yapan değerlerimizden nefret edecek kadar haysiyetsizleşmiş ve yanlış Batılılaşmanın temelini atmışlardır. Maddi kazanç amaçlı bu düşünce, gidenlerin nefsani isteklerinde boğulmuş ve ölü doğmuştur, haliyle istenen kazanç elde edilemediği gibi, kapıp getirdikleri virüs maneviyatımızı da zehirlemiş ve maalesef bin yıldır Batının bize yapamadığı bozulma, kendi elimizle kendimize enjekte ettiğimiz zehirle gerçekleşmiştir. Yine maalesef bu zehrin çok bariz bir biçimde bugünkü nesillerimizi de mahvettiğini üzülerek izliyoruz. Ortaya çıkan tablo şudur: Maddiyatını, maneviyatla destekleyemeyen bir Avrupa, özü maneviyatla dolu olmasına rağmen iğrenç bir maddiyatla çepeçevre kuşatılan biz! Şu bir gerçek ki Avrupa, mananın dışında kalmış tek dişli bir canavardır ve yok olmaya mahkumdur. Biz ise özü maneviyatla yoğrulmuş, maddiyatın pençesiyle kan kaybetmiş, yorgun düşmüş bir yiğidiz ve yiğit, düştüğü yerden kalkar. Unutmayalım ki 15 Temmuz ile birlikte yattığımız yerden silkindik şöyle bir tozumuzu, toprağımızı attık. Kudüs’ün işgal tarihi olan 15 Temmuz hain kalkışmasına, Cennet Mekan dedemiz Yavuz Sultan Selim Han’ın 24 Ağustos’ta Suriye’ye girmesinin yıldönümünde “Fırat Kalkanı” operasyonunu başlatarak karşılık verdik ve Suriye’deki mazlumların imdadına koştuk! 

Özetle; 15 Temmuz’dan sonra devlet-millet el ele vererek manamıza yani özümüze dönüp gereksiz maddeden kurtulmamızın, yeniden o izzetli günlerimize dönmemizin adımını attık inşallah!

 

Yazar: Yıldırım Karagöl

 

Cuma, 01 Aralık 2017 00:04

DİL ve AFETLERİ 'ÖVMEK'

Dil ve Afetleri Övmek

Dil ve Afetleri 'Övmek' - Şeb-i Vuslat

Sayı : 117 - Eylül 2017

 

Dil ve Afetleri 'Övmek'

 

Övmek, bazı durumlarda yasaklanmıştır. Kötülemek ise gıybet yapmak ve aleyhte hareket etmektir. Övgüde bulunmanın altı afeti vardır. Bunlardan dört tanesi övende, iki tanesi de övülende meydana gelir.

 

Övenin Başına Gelen Afetler

1. Öven kişi bazen haddi aşıp yalana düşer. Bu konuda Halid b. Ma’dan şöyle demiştir: “Halkın huzurunda, bir idareciyi ya da herhangi birini, taşımadığı vasıflarla öven kişiyi Allah (cc), kıyamet gününde dilini sürçerek diriltir.”

2. Öven kişi bazen gösterişe girer. O bu övgü ile sevgisini ortaya koyar; fakat bazen içinde övdüğü kimseye karşı bir sevgi bulunmaz ve bütün söylediklerine inanmaz. Böylelikle hem gösterişe girmiş hem de münafıklık yapmış olur.

3. Öven kişi bazen tam manasıyla bilmediği şeylerden bahseder. Onları bilmesine imkân da yoktur; böylece bilmediği bir konuda konuşmuş olur. Rivayet edildiğine göre, adamın biri Allah Rasulü’nün (sav) huzurunda birini övdü. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (sav), adamı şöyle uyardı: “Vay sana! Arkadaşının boynunu vurdun. Eğer bu söylediklerini işitseydi iflah olmazdı. Sizden biriniz kardeşini övmek istiyorsa, ‘Falan kişiyi (şöyle) zannediyorum. Allah katında kimseyi temize çıkarmam. Onu bilen Allah’tır.’ desin. Bunu da o kimseyi gerçekten bu halde düşünüyorsa söylesin.”

Bu afet, karşıdaki insanı ancak bir delille anlaşılabilecek olan sıfatlarla övmede meydana gelir. Mesela, o muttaki biridir, vera sahibidir, zâhiddir, hayırlı biridir şeklindeki övgüler böyledir. Zira bu ahlâklar kesin olarak bilinmeden o kişi övülmez.
“Ben onu gece namazı kılarken, sadaka verirken, hac yaparken gördüm...”gibi ifadeler kullanılabilir, çünkü bunlarda kesinlik vardır.

“O, adalet sahibidir, rıza ehlidir...”gibi ifadeler kullanmak da sakıncalıdır. Çünkü adalet ve rıza gizli kavramlardır, onların bir insanda bulunması konusunda kesin konuşmak doğru değildir. Ancak onlar tecrübe edilip görüldükten sonra söylenebilir.

Hz. Ömer (ra), bir adamın birini övdüğünü işitince ona, “Onunla yolculuk yaptın mı?” diye sordu. Adam, “Hayır, yapmadım” dedi. Hz. Ömer (ra), “Onunla alışveriş yaptın mı?” diye sordu. Adam, “Hayır, yapmadım” dedi. Hz. Ömer (ra), “Sabah akşam onun komşusu musun?” diye sordu. Adam, “Hayır değilim” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Vallahi! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki sen o adamı tanımıyorsun” dedi.

4. Bazen övülen şahıs zalim ya da fâsık olup bu övgüden dolayı sevinir, içi ferahlar. Bu caiz değildir. Bu konuda Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Fâsık övüldüğü zaman, Allah gazaplanır.”

Hasan-ı Basri (ra) şöyle demiştir: “Zalimin uzun yaşaması için dua eden, yeryüzünde Allah’a (cc) isyan edilmesini istiyor demektir.” Zalim, fâsık bir kimsedir; onu överek sevindirmek değil, kınayarak kederlendirmek lazımdır.

 

Övülenin Başına Gelen Afetler

1. Övgü, övülen şahsı kibre sokar, kendini beğendirir. Bunlar da insanı helak eden şeylerdir. Hasan-ı Basri (ra) şöyle anlatmıştır: Bir gün Hz. Ömer’in (ra) huzurunda insanlar toplanmış oturuyorlardı. Hz. Ömer’in yanında deriden yapılmış bir kamçısı vardı. O sırada Cârûd b. Münzir çıkageldi. Adamın biri onun hakkında, “Bu, Rebîa kabilesinin efendisidir” dedi. Bu övgüyü Hz. Ömer (ra), yanındakiler ve Cârûd b. Münzir’in kendisi işitti. Cârûd, Hz. Ömer’e (ra) yaklaştığı bir sırada, Hz. Ömer ona kamçısıyla hafiften vurdu. Cârûd b. Münzir, “Ey müminlerin emiri, ne oldu ki bana vurdun!” dedi. Hz. Ömer de (ra), “Aramızda bir şey yok. Adamın dediğini duymadın mı?” dedi. Cârûd b. Münzir, “Duydum” deyince, Hz. Ömer (ra), “Senin kalbinde bir gurur meydana gelmesinden korktum. Bunun için başını eğmek istedim” dedi.

2. Kişi hayırla övüldüğü zaman sevinir, tembelleşir ve kendi nefsinden memnun olur. Nefsinden memnun olanın çalışması azalır. Çalışıp gayret eden ancak nefsini noksan görendir. İnsanlar ona övgü yağdırdığında ise olgunlaştığını zanneder. Bundan dolayı Allah Rasulü (sav), övgüde bulunan birini gördüğünde, “Arkadaşının boynunu vurdun, eğer bu söylediklerini işitirse iflah olmaz” buyurarak adamı ikaz etmiştir.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Kardeşini yüzüne karşı övdüğün zaman sanki boğazına keskin bıçağı çalmış olursun.” Yine Allah Rasulü (sav), öven birini gördüğünde ona, “Adamı boğazladın; Allah da seni boğazlasın” buyurmuştur.

Mutarrif (ra) der ki: “Duyduğum her övgü ve sena neticesinde kendi nefsimi alçaltırdım (kendime pay biçmezdim)”

Ziyâd b. Ebu Müslim şöyle demiştir: “Kendisine yönelik övgü ve sena duyan kişiye şeytan görünür (onu aldatmaya çalışır), fakat mümin kendisini hesaba çekerek bu tehlikeden kurtulur.”

Mutarrif ve Ziyâd’ın açıklamalarını İbnü’l-Mübârek şöyle değerlendirir: “İkisinin de açıklaması yerindedir. Ziyad’ın anlattığı umum insanların kalbi durumudur. Mutarrif’ın anlattığı ise, seçilmiş kulların kalbi durumudur.”

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Bir adamın keskin bir bıçakla birinin üzerine yürümesi, onu yüzüne karşı övmesinden daha hayırlıdır.”

Hz. Ömer (ra) “Övmek, insanı boğazlamaktır” demiştir. Bu benzetmenin sebebi şudur: Boğazlanan kişi artık bir amel işleyemediği gibi, övülen kişi de övülmenin etkisiyle gevşer ve amel yapmaz.

Şöyle de denilebilir: Övmek, kibir ve kendini beğenmeyi meydana getirir. Boğazlamak, kişinin dünya hayatını bitirdiği gibi, övmek de onun manevi hayatını bitirir. Bu sebeplerden ötürü övmek, boğazlamaya benzetilmiştir.

 

Övgünün Caiz Olduğu Yerler

Öven ya da övülen kişi, buraya kadar anlattığımız tehlikelerden korunmuşsa o zaman övmenin bir sakıncası yoktur. Hatta bazen bu güzel karşılanır. Bundan dolayı Rasul-i Ekrem (sav), ashabını övmüş ve Hz. Ebu Bekir için şöyle buyurmuştur: “Ebu Bekir’in imanı bütün âlemin imanıyla tartılsaydı, onun imanı ağır gelirdi.”

Rasulullah Efendimiz (sav), Hz. Ömer hakkında da şöyle buyurmuştur: “Ey Ömer, eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, sen gönderilirdin.”

Bunlardan daha büyük bir övgü olabilir mi? Rasul-i Ekrem (sav) bunları, doğru olarak ve basiretle söylemiştir. Bu övgüler onlara bir zarar vermemiştir; çünkü sahabeler bu övgülerle kibre, kendini beğenmeye ve tembelliğe düşmeyecek kadar yücedirler.

 

Kişinin Kendini Övmesi

Kişinin kendi nefsini övmesi de çirkin bir davranıştır. Çünkü onda kibir ve böbürlenmek vardır. Bu konuda Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben, bütün insanların efendisiyim. Bunda övünmek yok!” Yani ben bunu övünmek için söylemiyorum.

İnsanlar ise böbürlenmek için kendilerini överler. Hâlbuki Allah Rasulü’nün (sav) övünmesi, yüce Allah (cc) ile ve O’na olan yakınlığı iledir; yoksa bir insan olması ve bütün insanların önünde bulunması sebebiyle değildir. Bu aynen şuna benzer: Bir hükümdarın huzurunda güzel bir kabul gören kimse, padişahın onu huzuruna kabul etmesiyle övünür ve bununla sevinir; yoksa bu övünç padişahın onu halktan bazılarının önüne almasıyla değildir.

Artık sen bu anlatılanlara bakarak, övmenin kötülendiği yerlerle kötülenmediği yerleri ayırt edebilirsin. Allah Rasulü (sav), sahabelerin vefat eden birini hayırla andıklarını ve övdüklerini işitince, “(Ona cennet) vacip oldu” buyurmuştur.

Mücahid (ra) şöyle anlatır: “Âdemoğlundan hiçbir zaman ayrılmayan melekler vardır. Müslüman biri, müslüman kardeşini hayırla anınca melekler ona, “Sana da aynısı verildi” derler. Kötülükle andığı zaman ise melekler ona, “Ey ayıpları örtülü olan âdemoğlu! Nefsine acı, ayıplarını örten Allah’a hamd et” derler.

 

Övülenin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar

Şunu iyi bil ki, övülen kişi, kibirden, kendini beğenmişlikten ve tembellikten şiddetle kaçınma gayretinde olmalıdır. Bunlardan ancak, nefsini gerçek manada bilen kurtulur. İnsan son nefesin tehlikelerini, riyanın inceliklerini, amellerin afetini düşünmeli ve boş övgülere aldanmamalıdır. Biri kendisini övünce, öven kişinin bilmediği fakat kendisinde mevcut bütün eksiklerini hatırlamalı, eğer içinden ve aklından geçenleri öven kişi bilseydi övmeden vazgeçeceğini düşünmelidir. Ayrıca kendisini öven kişiye tepki göstererek engel olmalı, övgüden hoşlanmadığını açıkça belirtmelidir. Bu konuda Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: “Övenlerin yüzlerine toprak saçın.”

Süfyân b. Uyeyne (ra) der ki: “Nefsini bilene övgü zarar vermez.” Salih zatlardan biri övüldüğü zaman şöyle demiştir: “Allah’ım! Bunlar beni tanımıyorlar; beni gerçek olarak sen tanıyorsun.”

Hz. Ali (ra), övüldüğü zaman şöyle derdi: “Allah’ım! Bu kullarının bilmediği günahlarımı bağışla. Onların söyledikleriyle de beni cezalandırma. Beni, onların zannettiklerinden daha hayırlı eyle.”

Adamın biri Hz. Ömer’i (ra) övünce onu şöyle uyarmıştır: “Beni ve kendini helak etmek mi istiyorsun?”

Bir adam Hz. Ali’yi (ra) övmüştü. Sonra da bu adamın Hz. Ali’nin (ra) aleyhinde bulunduğu haberi ulaşınca ona, “Ben, övdüğünden daha düşük, içinden geçirdiklerinden daha üstünüm” demiştir.

Rabbim (cc) yar ve yardımcımız olsun, amin.

 

Kaynakça:
Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazali, Semerkand Yayınları, 2011.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

Peygamber Olup Olmadığından 2

Peygamber Olup Olmadığında İhtilaf Bulunan Kimseler -2 - Mine Şimşek

Sayı : 117 - Eylül 2017

 

Peygamber Olup Olmadığında İhtilaf Bulunan Kimseler -2

 

Lokman (as) ve Kısaca Hayatı:

Kuran’ı Kerim’in otuz birinci suresine kendi ismi verilmiştir. Arabistan’ın umman tarafında yaşadığı, kendisine hikmet verilip, Davud (as) ile görüşüp ondan ilim öğrendiğini, Davud’a (as) peygamberlik bildirilmeden önce kadı olduğu, İsrailoğullarına fetva verdiği Davud’a (as) peygamberlik bildirildikten sonra da fetva vermeyi bırakıp Davud peygamberin sohbetlerine devam ettiği rivayet edilmektedir.

Birkaç ayeti Kerime’de Cenabı Hak (cc): “Andolsun ki biz Lokmana (Allaha şükretmesi için) hikmet verdik. Şükrederse ancak kendi faidesi için şükretmiş olur. Kimde (isyan ve itaatsizlikle) nankörlük ederse şüphesiz ki Allah ganidir hem de övülmeye layıktır.” (Lokman 12)

“Hani Lokman oğluna öğüt vererek: “Ey yavrucuğum! Allah’a ortak koşma çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür. Yavrucuğum! Şüphesiz ki yapılan iyilik ve kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olsa hem de kaya içinde veya göklerde yahut yer içinde bile olsa Allah onu getirir ve karşılığını verir. Çünkü Allah latiftir.” buyrulmaktadır. (Lokman 13-16)

Lokman hekime sen bu hale nasıl geldin dediklerinde: “Doğru sözlü olmak, emaneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle.“ cevabını vermiştir. Hikmetli sözleri arasında şunlar vardır: “Dört zaman da dört şeyi korumak gerekir.” 

1) Namazda, gönlü. 

2) Halk arasında, dili.

3) Yiyip içmede, boğazı.

4) Bir kimsenin evine girince, gözü.

“İki şey akıldan hiçbir zaman çıkarılmamalıdır. Allah’ü Teala ve ölüm.”

Oğluna nasihatları şunlardır:

“Ey oğlum! Dünya derin deniz gibidir çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, halin tevekkül olsun. Umulur ki kurtulursun.” 

“Ey oğlum! Âlimlere karşı öğünme. Akılsızlarla inatlaşma. Gösteriş yapmak için ilim öğrenme. İhtiyacım yok diyerek de ilmi terk etme.” “Ey oğlum! Allahü Teala’yı hatırlatan insanları görürsen onlarla otur. Âlim olsan da ilmin faydasını görürsün. Sen ehli isen sana öğretirler. Allahü Teala onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır.” “Allahü Teala’yı zikretmeyenleri görürsen onlardan uzak dur. Ey oğul! Kötü huydan ve gönül dağınıklığından sakın.” “Sakın sabırsız olma yoksa arkadaş bulamazsın.” “Sıkıntılara katlan ve yalandan sakın bununla hayanı değerini ve makamını kaybedersin.” “Kazaya razı ol ve Allah’ü Teala’nın sana verdiği rızka kanaat et.” “Ey oğul! Tevbeyi yarına bırakma çünkü ölüm ansızın gelebilir.” “Sükut etmekle pişman olmazsın, söz gümüş ise sükut altındır.” “Ey oğul! Alimlerin meclisine devam et, bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allah’ü Teala alimlerin meclisindeki hikmet nuru ile de müminlerin kalbini aydınlatır. Ey oğul! Merhamet eden merhamet bulur, sükut eden selamete erer, hayır söz söyleyen kâr eder, kötü konuşan günahkar olur, diline hakim olmayan pişman olur.“ buyurmuştur.

 

Zülkarneyn (as) ve Kısaca Hayatı:

Kur’an-ı Kerim’de Zülkar-neyn’den (as) Cenabı Hak (cc) övgüyle bahsetmiştir. Hazreti Zülkarneyn üstün yeteneklere geniş ve kudret imkanlara sahip, bilgili, dünya corafyasının bir kısmını bilen ve ilahi yardıma mazhar olan bir kişi olup ahiret gününe kesin iman eden iyi ahlaklı bir zâttır. Zülkarneyn ismi (perçem, tepe, zaman) manalarına gelen dünyayı çokça dolaşması ayrıca saçının iki yanında örgülü olması, nuru, şafaati dolayısıyla bu lakabı almıştır. Bazı âlimlerin rivayetlerine göre Yahudilerden birkaç kişi peygamberimizin yanına gelerek Zülkarneyn’in kim olduğunu sormuşlardır, bunun üzerine ayet nazil olmuştur.

Ayeti kerime’de: “Ey Muhammed! Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir hatıra okuyacağım. Biz yeryüzünde onun için sağlam bir mekan ve orada istediği gibi hareket edeceği yönetim hürriyeti hazırladık. Ve kendisine (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep verdik. (Ulaşmak istediği her şeye ulaşmanın yolunu aracı verdik.) O da kendisini (batıl ülkelere ulaştıracak) bir yol tuttu...” (Kehf 18-83-98) buyrulmuştur.

İsimlerini bilip bilmediğimiz her ne kadar peygamberler dünyayı şereflendirmiş yaşamış ise Rabbim hepsinden razı olsun, zerreler adedince rahmet olsun.

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Cuma, 01 Aralık 2017 00:00

GÖNÜLLERİN NEŞESİ SOHBET

Gönüllerin Neşesi Sohbet

Gönüllerin Neşesi Sohbet - Gönül Pınarından

Sayı : 117 - Eylül 2017

 

Gönüllerin Neşesi Sohbet

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Allah’ın (cc) salat ve selamı Efendimiz Hz. Muhammed’e (sav), âline ve ashabına olsun 

Sahabe-i kiram (r.anhum), Allah Rasulü (sav) ile sohbet ve beraberlikleri ile öyle bir fazilet ele geçirmişler ki kendilerinden sonra gelen en büyük âlimleri, arifleri fazilette geçmişlerdir. Onlar bu fazileti çok amelleri ve yüksek ilimleri ile değil, alemlere rahmet olan Yüce Peygamberimiz’in (sav) saadetli sohbet ve nazarlarıyla şereflenerek elde etmişlerdir. Kendilerinden sonra gelenler, ne kadar salih amel yapsalar, ilim elde etseler, onların elde ettiği bu fazileti ele geçiremezler.  

Peki sohbet nedir? Sohbet dünyada insana verilen belki en büyük manevi nimettir . Sohbet, işlediği konuyu her yönüyle ele alıp ihtiyacı gideren bir gıdadır. Aklı ve kalbi doyurucu özellikte bir derlemenin bulunduğu hissiyat yoğunluğudur sohbet. Bir şeyin tadını alan kişi ondan asla vazgeçmez, adeta “Ab-ı hayat”tır sohbet. Tertemiz su, bir göze misalidir sohbet. Bu hayat suyunun müminin hayatında, benliğinde yer alması insana verilen belki en büyük zenginliktir; çünkü bir taraftan da içtikçe çoğalan artan bir zenginliktir. 

Her canlı sudan yaratılmıştır. İnsan damla damla bir deryaya dönüşmüş varlıktır. Su daima kendinden çok olana akar. Cenabı Hakk’ın insanı cennette yaratması, dünyaya göndermesi ve tekrar O’na dönüş macerası bir sohbetle başlar, bize sohbetle hissettirilir. O macera aslında bizi sevgiliye götüren bir akıştır. Dudaktan kalbe dökülen her söz, vücut dilinden başlayıp hal alemine yönelen özdür sohbet. O öz ki şimdiye kadar vücudun içinde okunmayı bekleyen ve gıdasını bekleyen öz… İnsanın yeme, içme gibi maddi yapısına ait rızık; el, ayak gibi görünen organların hareket ve çabasıyla sağlanır. İnsanın görünmeyen-manevi tarafına ait rızık ise, kalbin hareketi ve çabasıyla elde edilir. İşte bu da özün-sırrın rızkıdır. Bedenin içerisinde yer alıp elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz ancak varlığını inkar edemediğimiz kısaca bizi biz yapan beden zarfının içinde okunmayı bekleyen bir mektuptur sohbet. Şimdiye kadar kendine yabancı hallerle sıkılan ruh rahat eder o sohbette hatta rahat ötesi o diyarın sakinleri içerisinde şendir, bahtiyardır artık. Bize kim olduğumuzu, kim tarafından bu aleme gönderildiğimizi ve görevlerimizin neler olduğunu anlatan büyük bir aşk deryasıdır sohbet. O deryanın sakinleri aşk deryasının kapısını çalmış, aşka garkolmuş. Ah o deryadan bir girebilsek içeri… Yüzlerce yıldır aşıkları besleyen aşk deryası sohbet için büyüklerimiz neler söylemişler:

 

Abdülkadir Geylânî (ks) (11. yy):

“Kişinin kardeşleriyle sohbeti, kardeşlerini kendine tercih etmek, cömertlik ve mertlik göstermek, onları bağışlamak ve hizmet şartıyla… Yani hiç kimse üzerinde hak iddia etmeden, hiç kimseden hak istemeden ve herkesin üzerinde hakkı olduğunu düşünerek onlarla bir arada bulunmak demektir.

Dedikleri ve yaptıkları şeylerde onlara uygun tavır göstermek, kendi aleyhine de olsa daima onlarla birlikte bulunmak, sufi kardeşleriyle sohbet etmenin edeplerindendir.

Onların lehinde mazeret gösterir, onları mazur görür. Onlara muhalefet etmeyi, onlardan uzaklaşmayı, onlarla mücadele etmeyi ve sert davranmayı terk eder. Ayıplarını görmezden gelir.

Kardeşlerinin kalplerindeki sevgiyi kaybetmemeli ve onların istemedikleri şeyleri yapmaktan daima kaçınmalıdır.

Kardeşlerden biri ona gücenecek olsa, dargınlığının sona ermesi için ona iyi davranmalı, dargınlığı bitmediği takdirde bu dargınlık sona erinceye kadar ona ihsanını artırmalı ve iyi davranışını devam ettirmelidir.”

 

Şehabeddin Sühreverdî (ks) (12. yy):

“Sohbet, insanın iç aleminin gözeneklerini açar. Sohbetle insan, hadiselerin hakikatini kavrar.

Belanın ne olduğunu ona uğrayan bilir, denmiştir. İnsanın iç dünyasının kuvvet kazanması, ilminin sağlam olmasıyla mümkün olur. Sadakatinin kuvvet kazanması ise, onun bir takım bela ve musibetlerle karşılaşması ve hadiselerden imanla çıkmasıyla mümkün olur.

Bütün bunlar sohbetle, dostlukla, dayanışma ve yardımlaşma ile meydana gelir. Bunlarla gönlün kuvvetleri güç kazanır, ruhlar huzur ve sükun bulur. Allah’a yönelmenin yolunu bulur ve O’na yönelir.

Bunun örneği seslerde görülür. Sesler bir araya gelip birleşince daha gür olarak çıkar ve etraftaki engelleri aşar ve yayılır.”

 

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî (ks) (19. yy):

“Sohbetin üç faydası vardır:

Birincisi; kişi, hayır ehli kişilerle sohbette bulunur, Hak yolcusunu eski haline dönmekten ve tembellikten alıkoyar, onu kötülük işlemekten uzaklaştırır. Kötülüklerden uzaklaşmak onu kötülük işlemekten kurtarır. İtaate yakın olmak ise nefse hakim olmaya götürür. Böylece, sohbetin bereketi ve ruhaniyetin kuvveti, Hak yolcusunun işlerini kolaylaştırır.

İkincisi; kalplerin anlaşılması sadece sohbetle mümkün olur. Sohbetin tadını alan ve sohbetle hallenen kimseye başkaları tesir edemez. Huy, farkına varmadan diğer huyun tesiri altında kalır. Kişi dostunun dini üzeredir, “Mümin müminin aynasıdır.” Aynada görülenler, o aynaya bakanların da görüntüsüdür. Bunun için Şazelî ve Nakşibendîler sohbete çok önem verirler. Biliniz ki, iki kişi arasında sohbeti çeken şey, ortak hisler ve mensubiyettir. İnsanların bazıları kendilerini bazı insanlara yakın hissederler. Yani her topluluk kendisine bir sohbet halkası kurar.

Üçüncüsü, Hak yolcusu kendi nefsiyle de imtihan edilmektedir. Kendi başına kaldığı zaman şeytanın bir takım hayal, kuruntu ve bâtıl itikatlarla onu kandırması çok kolay olur. Bu kandırma yolları bozuk düşünceler, tembellik, hile, kudret, din dışılık, istidraç türü şeyler de olabilir. Şeytan, bütün bunları kişinin önüne atarak, bunları ona doğruymuş gibi gösterebilir. Bunun içindir ki, Hak yolcusunun mutlaka bir mürşidi olmalıdır. Ancak o zaman bu düşük hallerden kurtulup doğruyu bulabilir.”Bugün aşk deryasından inciler-hikmetler dağıtan, akılları ve gönülleri doyuran Hace Hazretleri (ksa) de bir şiirinde bu durumu şöyle dile getirir:

 

Allah için davet eder,
Olman için himmet eder,
Bulman için gayret eder,
Davet eder, davet eder.

Ol yar ile yar olmaya,
Mahfice tenha durmaya,
Gönüle sultan olmaya,
Davet eder, davet eder.

 

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor: “Beşikten mezara kadar ilmi taleb ediniz.” Siz bilgiye beşikten mezara kadar muhtaçsınız ona uyun; çünkü sonra ona aşık olacaksınız… 

İşte insan sohbetlere devam ede ede bilmediklerini öğreniyor, öğrendikçe Cenabı Hakk’ı tanımaya başlıyor. Yaşadığımız bir gerçek şudur: Sohbetlere gelirsek bütün sorunlarımız, dertlerimiz çözülecek. Sonra bu sohbetlere aşık olacağız. Bizi Allah’a yaklaştıracak şey ise aşktır. 

Hâce Hazretleri’nin (ksa) “Gönül Sohbetleri ve Saadet Vesileleri” adlı eserinin ön sözünde bulunan: “Asırlar önceki sohbetler Peygamber mektebinin kutlu dersleri… Yıllar, asırlar geçse de hikmetini kaybetmeyen pınar… Ab-ı hayat fışkırır sohbet pınarından. Bu öyle bir pınardır ki, içenleri nura gark eder. Akıllar, kalpler bu nurla aydınlanır. Sohbetin nurlandırdığı bu insanlar gökteki yıldız olurlar. Kendilerinden sonra gelecek olan kuşaklara ışık olur, yön olur, ufuk olurlar… Bunu en güzel ashabta görebiliyoruz. Ashab sohbetleşenler anlamında… Tüm çağların o en kutlu insanları bu isimle anıldılar… Onlar Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) sohbet arkadaşıydı. Sohbetle yetiştiler, kemal buldular… Kendilerinden sonra gelenleri de sohbetle yetiştirdiler… Önceleri ilim sadırdan sadıra (gönülden gönüle) nakledildi, sonra sadırdan satıra, gönülden satıra aktarıldı. İşte bugünde ab-ı hayat fışkıran sohbetler oradan beslenen ve kana kana içen bir gönülden aktarılmaktadır.” ifadeleri konuyu güzel özetler. 

Sohbetler insanda çok farklı pencereler açar. Bir yönüyle sohbet insana ezbere yaptığı şeyleri bozdurur… Bir müslüman için en büyük saadet güzel bir kul olabilmektir. Bu sohbetler insana nakış nakış işlenir. Aslında insan çok güzel bir eserdir. İşlene işlene bu eser/nakış ortaya çıkar, ama mutlaka bu işi bir öğreticiden öğrenmesi gerekir. Şimdi baktığımızda elimizde bir kanaviçe işlediğimizi düşünelim… Onu en ince ayrıntısına kadar ustasından öğreniyoruz değil mi? Ki bu bir fani olan şeydir. Sohbet ise gönüllerin anlayış ile idrak ile Hakk’a yönelmesidir, bu şuurun ortaya çıkarılmasıdır. Cenabı Hak bunu hepimize kolaylaştırsın.

 

Yazar:  Gönül Pınarından

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort