JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 01 Kasım 2017 20:52

SİZE BENİM KARŞIMDA BAĞIRMA GÜCÜ VEREN…

kalıcı olanı geçici olana tercih ediniz

Size Benim Karşımda Bağırma Gücü Veren... - Sâlik-i İrfân

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

Size Benim Karşımda Bağırma Gücü Veren...

 

Hamdolsun alemlerin Rabbi olan Allahımıza… Mahlukatın nefesleri adedince Mevlamıza şükürler olsun ki insan olarak yaratılmışız, ümmeti Muhammed kılınmışız, Hacegan yolu nispetine ulaştırılmışız. Hamdu senalar olsun. 

Ahir zaman ümmetiyiz. Ümmetin okyanusta fırtınaya yakalanmış bir tekne gibi sarsıntılar yaşadığı bir zamanda, Hacegan nisbeti içerisinde, denizde ada gibi, çölde vaha gibi muhafaza edilişimize ne kadar şükretsek azdır.

Bin el bir baş içindir, denilmiş. Türkiye bütün İslam coğrafyaları içinde baş gibidir. 100 yıl öncesine kadar bütün mazlum müslüman milletler için akıl olan, kalp olan, bir sığınak-bir barınak olan bu millet aslî konumuna yükseliyor. Kalbi selim ve aklı selim bizlerde öne çıkarsa -ki bu süreçteyiz- Mevlamızın lütfu keremi bu millet aslına dönecek, layık olduğu “Hakk’a kulluk gâvura beylik” noktasına gelecek. 

Bu satırları karaladığımız saatlerde Ebu Bekir Sifil Hoca ile Taslaman’ın tartışmaları bir TV’de devam etmekteydi. Kişisel olarak, İslami ilimlerde Türkçe meal ve Türkçe hadis metinlerini anlama seviyesinde bile problemli bir felsefeci ile tartışmayı doğru bulmamakla beraber bu tartışmalar bir gerçeğe işaret ediyor: Doğum sancısı. 

Bu fikir tartışmaları bağlamında Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kısa özgeçmişine bakıldığında; bu milletin, İslam’ın ehli sünnet yorumunun ve tasavvuf anlayışının kalesi olduğu görülecektir. Türklerin İslamlaşmasının başladığı 10. yüzyıldan itibaren genel seyire bir göz atarsak -bir rivayet- Efendimiz’i (sav) rüyasında görerek müslüman olan ve müşrik amcasını tahttan indirerek İslamiyeti yayan Abdülkerim Saltuk Buğra Han (v. 955)… İmamı Azam neslinden büyük veli Yusuf Hemedani hz. (v. 1140)… Pir-i Türkistan denilen, Divanı Hikmet adlı eserindeki hikmetli şiirleri ile tanınan Orta Asya’nın İslamlaşmasında büyük emeği geçen Ahmet Yesevi hazretleri (v.1166)… 1200-1300’lü yıllarda Tapduk Emre, Mevlana, Yunus Emre… Osmanlı’nın manevi mimari Şeyh Edebali (v. 1326)… Hacı Bayram Veli hz. (v.1429) ve Sultan Fatih’in mürşidi Akşemsettin hz. (v.1459)… Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) müjdesi İstanbul’un fethedilmesine… Sultan Yavuz ile Mekke-Medine’nin “hadimi” olunmasına… Son Sultan Abdülhamid Han liderliğinde bâtıl-Batı ile yapılan mücadeleye bakıldığında Hak cephesinde hep ehli sünnet yorumu vardır, hep tasavvuf anlayışı vardır. İsmet Özel’in “Gâvurla mücadele eden müslümana Türk denir.” ifadesi bu durumun bir özetidir diye düşünüyoruz.

Ebubekir Sifil hocanın yerinde tespitiyle Kur’an-ı Kerim ve sünnet-hadis tartışmaları yeni değildir. Müsteşrikler İslam dünyasının aklında ve dolayısıyla kalbinde parçalanmayı gerçekleştirmek için Efendimiz (sav) hakkında, hadisler hakkında, sahabe efendilerimiz hakkında -bu ara özellikle Ebu Hureyre (ra) hakkında- birçok mesnetsiz iddia ve iftiralarda bulunmuşlardır. Alimlerimiz hamdolsun bunlara gereken cevabı vermişlerdir; fakat işin özünde bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış durumuna da düşülmemelidir. Çünkü görülüyor ki karşı tarafın amacı üzüm yemek değildir. Hele Efendimiz’e (sav), Sahabe-i Kirâm efendilerimize edepsizlik yapılmasına müsaade edilmemelidir. Sözde Kur’an’ı esas alıp hadisleri reddedenlere, Nisa Suresi 150-151. ayeti kerimelerinden ne anladıklarını sormak gerekir: “…Allah ile peygamberleri arasını ayırmak isteyenler; bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ederiz, diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler… İşte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kafirlere ağır bir azap hazırlamışızdır.” 

İmtihan dünyasındayız, bir arınma sürecindeyiz. Samimi bir şekilde kendinde ve toplumda Hakk’ın rızasını esas alan insanlar doğruya erişecektir; çünkü Mevlamızın vaadi var: “Biz uğrumuzda mücahede-mücadele edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (Ankebut 69)

Bizler Kur’anı Kerim müfredatının en güzel muallimi olarak Efendimiz’i (sav) ve O’nun en güzel talebeleri olarak sahabeyi kirâm hazeratını başımızın tacı biliyoruz. Hz Osman (ra) efendimizin hayatından nakillerle dersler-ibretler almaya devam ediyoruz: 

Abdullah bin Ömer bin Eban el-Ca’fi şöyle söylemiştir. Dayım Hüseyin el-Ca’fi bana: “Oğlum biliyor musun Osman neden zinnureyn olarak isimlendirilmiştir?” Ben de bilmiyorum, dedim. O şöyle söyledi: “Hz.Adem’in yaratılışından kıyamete kadar Osman’dan başka hiç kimse bir Peygamberin iki kızıyla evlenmemiştir, işte bundan dolayı ona zinnureyn denir.” 

Hz. Osman efendimiz cahiliye döneminde bile gençlerin şarkı ve oyun meclislerine katılmadı. Elbiselerine ise son derece özen gösterirdi. O şöyle dedi: “Hz. Peygambere biat ettikten sonra sağ elimle hiçbir zaman avret yerime dokunmadım. Cahiliye döneminde ve İslamdan sonra şarap içmedim, zina etmedim. (Hilyetül Evliya c.1 s.60)

Abdurrahman bin Osman el-Kureyşi şöyle rivayet eder: Bir gün Rasulullah (sav) kızı Rukiye’nin yanına girdi ve onun Hazreti Osman’ın başını yıkadığını gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Yavrucuğum, Osman’a iyi davran çünkü ashabım içinde ahlak yönünden bana en çok benzeyen odur.” (Heysemi Mecma 9, 81) 

Kur’an okumayı çok seven Hz. Osman efendimiz şöyle söylemiştir: “Kalplerimiz temiz olsaydı Allah’ın kelamına doyamazdık.” (El-Bidaye ve’n Nihaye c.7 s. 225) 

Osman efendimiz şöyle buyurur: Bana dünyada üç şey sevdirildi: Açları doyurmak, ihtiyacı olanları giydirmek ve Kur’an okumak. (İrşadül-ibad s.77)

Ashaba Hazreti Osman şöyle buyurur: Dört davranış vardır ki bunlar dışarıdan görünümleri itibariyle fazilet, iç yapıları itibariyle görev ve zorunluluktur. İyi kullarla beraber olmak bir fazilet onlara uymak görevdir. Kur’an okumak fazilet onunla amel etmek görevdir. Kabirleri ziyaret fazilet ölüme hazırlanmak görevdir. Hastayı ziyaret fazilet vasiyet hazırlamak görevdir. (İrşadül ibad s.90)

Hz.Osman’ın gece namazında 1 rekatta Kur’an’ı baştan sona okuyup bitirdiği ve o gece başka namaz kılmadığı eşinden rivayet edilir. (El-Hilafet-ür Raşide s.397) 

Ebu Musa şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber ile beraberdik. O sırada birisi geldi ve içeriye girmek için izin istedi. Rasulullah Efendimiz “Kapıyı aç ve onu cennetle müjdele!” buyurdu. Kapıyı açtım, gelen Hazreti Ebu Bekir’di. Ona Rasulullah’ın verdiği müjdeyi bildirdim. Allah’a hamd etti. Sonra başka biri geldi, içeri girmek için izin istedi. Rasulullah “Kapıyı aç ve onu cennetle müjdele!” buyurdu. Gelen Hz. Ömer’di. Ona Rasulullah’ın verdiği müjdeyi bildirdim. Allah’a hamd etti. Ardından başka biri geldi, içeri girmek için izin istedi. Rasulullah “Kapıyı aç ve başına gelen musibetler sebebiyle onu cennetle müjdele!” buyurdu. Gelen Hazreti Osman’dı. Ona Rasulullah’ın verdiği müjdeyi ilettim. Allah’a hamd etti. “Tek yardımcımız Allah’tır.” dedi. (Şerh-ün Nevevi c. 15 s.181)

İbn Ömer anlatıyor: Rasulullah bir fitneyi haber veriyordu ki o sırada oradan bir kişi geçti. O kimse geçerken Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “O gün bu kişi mazlum olarak öldürülür.” Baktım ki oradan geçen kişi Hazreti Osman’dı. (Fezail-üs Sahabe 1,604) 

İbn Abbas şöyle diyordu: Halife Ebu Bekir zamanında kıtlık nedeniyle Osman tüm Medine halkına infakta bulundu. O gece Rasulullah Efendimiz’i rüyamda gördüm. Alalı bir devenin üzerinde idi. Üzerinde nurdan bir giysi, ayağında nurdan bir ayakkabı, elinde nurdan bir asa vardı ve acele ediyordu. Dedim ki “Ey Allah’ın Peygamberi seni ve sohbetini çok özledim, nereye gidiyorsun?” Dedi ki “Ey İbn Abbas! Osman büyük bir sadaka verdi ve Allah da bu sadakayı kabul edip onu cennette evlendirdi. Biz de düğününe davet edildik.” (Er-Rika vel-Beka s.190)

Hazreti Osman efendimiz müslüman olduktan sonra Allah rızası için her cuma bir köle azat etmekteydi. Yaklaşık 2400 köleyi Allah rızası için azad etmiştir. (Sahih-ut Tevsik s.44) 

Hz. Osman Hicri 26 senesinde etrafındaki arsaları satın alarak Mescidi Nebi’yi genişletti. Topraklarını vermek istemeyen arsa sahipleri halifeye karşı çıkıp ona bağırmaya kalktılar. Hz. Osman onlara şöyle dedi: “Size benim karşımda bağırma gücü veren yumuşaklığımdır; şayet Halife Ömer olsaydı onun karşısında böyle bağıramazdınız.” (Tarihi Taberi c.5, s.150)

Hz. Osman efendimiz haftada bir hatim yapar, cuma günü başlayıp perşembe günü bitirirdi. Çokça oruç tutar, gecenin büyük bölümünü namazla İhya ederdi. (Safvetü’t Safve c.1 s.302)

Cenabı Hak bizi Osman efendimize bağışlasın. Bugün Allah için üç kuruş bağışta bulunamayıp bir de Osman efendimize dil uzatanlardan bizi uzak eylesin. Osman efendimiz ve bütün sahabe efendilerimiz başımızın tacıdır, Cenabı Mevla bu iman üzere ölebilmeyi bizlere lütfeylesin…

Amin velhamdu lillahi Rabbil alemin.

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Yeryüzünün Öğretmeni

Yeryüzünün Öğretmeni Olabilmek İçin Gökyüzünün Öğrencisi Olmak Lazım - Veysel Özsalman

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

Yeryüzünün Öğretmeni Olabilmek İçin Gökyüzünün Öğrencisi Olmak Lazım

 

Öğrenme ve öğrendiklerini başkalarına aktarabilme kabiliyeti Hz. Mevla tarafından insanoğluna verilmiş ve onu bütün mevcudat içerisinde farklı hatta diğerlerine amir olacak şekilde üst mertebelere ulaştıran bir lütuftur. Alaka ve gayreti nispetince herkes öğrenme ve daha sonra öğretme faaliyetlerinden müstefit olabilir.

Bugün her ne kadar çerçevesi çizilmiş ve artık meslek haline gelmiş olsa da öğrenme ve öğretmeye zaman, mekân ve miktar bakımından hudut çekilemeyeceği de herkesin kabulüdür. Nasıl ki talebe ile muallim arasında mektepte vuku bulan hadiseye tedrisat, bugünkü adıyla öğretim diyorsak, anne ile evladı, usta ile çırağı, komutan ile acemi er arasındaki bilgi akışı da böyle değerlendirilebilir. 

Öğretim faaliyeti bazen bir peygamberin ümmetini, hatta Efendimiz’in (sav) bütün insanlığı, irşat etme vazifesi gibi azami boyutlarda olabileceği gibi buna kıyasla bir annenin çocuğuna en temel hususları öğretme sorumluluğu gibi asgari boyutlarda da olabilir. 

Öğretme vazifesinin çoğu zaman bir insan tarafından yerine getirilmesinin yanı sıra bazen şuursuz diye baktığımız diğer canlılar hatta zaman zaman cansız varlıklar bile öğretici mahiyette olabilir. Bu manada “hakiki mürit taşa baksa irşad olur” denilmiştir.

Fıtratında bulunan bu öğrenme kabiliyet ve arzusu insanı diğer varlıklar karşısında üst mertebelere çıkmasına vesile olsa da öğrenilenlerin mahiyetine bağlı olarak daha aşağı seviyelere düşmesine de sebep olabilmektedir. Çünkü insanın değer kazanmasına vesile olan bütün güzel hasletler gibi onu aşağılara çeken bütün menfi hususiyetlerde öğrenme yoluyla kazanılır. “Her doğanın İslam fıtratı üzerine doğması” ve sonra müspet yahut menfi olacak olanın olması bu durumu açıklamaktadır.

Her gün giderek artan ve bizleri sürekli daha fazla huzursuz eden sıkıntılarımızın kaynaklandığı nokta da burasıdır. Bizleri rahatsız eden içtimai çöküntünün temelinde hepimizin bildiği, kabul ettiği ama buna rağmen ihmal ettiği, sonrasında da “bize ne oldu da böyle olduk” diye sormaktan kendimizi alamadığımız meselelerin kökü buraya uzanmaktadır. Eğer hayat baştan sona bir öğrenme ve öğrendiklerini hareketlere aksettirme vetiresi ise, -ki biz “müminin hayatı talim, tatbik ve tebliğden ibarettir” düsturunu benimsiyoruz, evvela şu soruların cevabını vermemiz icap eder: Ne öğrendik? Kimden öğrendik?

Bahsettiğimiz ve edemediğimiz bütün “öğreticiler” kadrosu, yani ana babalar, iş verenler, imamlar, öğretmenler ve diğerleri, bize hangi müfredatı hangi usullerle tatbik ettiler? İşte bu sorunun cevabı ile “bize ne oldu da böyle olduk” sorusunun cevabı neredeyse birbirinin aynısıdır.

Maalesef biri karnında diğeri kucağında iki çocuğuyla birlikte katledilen, savaşın yaşattığı bütün olumsuzlukları geride bırakmaya çalışırken daha vahşi ve aşağılık bir muameleye maruz kalan masumların ardından, gündemimizde üst sıralara alabildiğimiz bu sorunun asıl muhatabı bahsettiğimiz öğreticiler kadrosudur.

Evde anne, okulda öğretmen, camide imam, askerde komutan, iş yerinde usta ve daha birçok yerde birçoklarının elinde yetişen ama kimsenin ruhlarına dokunamadığı nesiller… Beşikten mezara kadar her safhası akla vurgu yapan, tabiatı, insanı ve bu ikisinin birbirleriyle olan ilişkilerini adeta bir makine gibi anlamaya, anlatmaya çalışan bir dünya görüşü ve bu dünya görüşüne dayanan baştan sona kaba, katı, değerlerimize yabancı ve neresinden tutarsak tutalım elde kalan bir tedrisat…En temel ve insani meseleleri dahi vahşilerin bile reddedeceği bir anlayışla önümüze koyan bir öğretim faaliyeti… 

Basit bir misal verecek olursak bugün lise seviyesindeki talebelere “ekonominin” ne olduğu anlatılmaya çalışılırken ders kitabının, hocasının ve tabii ki modern dünyanın kabul ettiği en basit tanım şudur: “Ekonomi, sınırsız insan ihtiyaçları karşısında sınırlı olan kaynakları en iyi şekilde kullanmanın bilimidir.” Burada insanı dehşete düşüren şey “ihtiyaçların sınırsız” kabul edilmesidir. Bunu öğrenen bir nesilden daha sonra diğer insanları, tabiatı ve değerleri tahrip etmemesini nasıl bekleyebiliriz. Her şeye ihtiyacı ve hakkı olduğunu düşünen bireyler yetiştirip sonra “Bize ne oldu da böyle olduk?” diye sormanın akıl ve mantığa uyan bir tarafı yoktur.

Yine farklı bir derste “özgürlüğü” tanımlarken “bir başkasının sınırlarını çiğnemeden her istediğini yapabilmek” ifadesi kullanılmaktadır. Peki bu “başkası” diye ifade edilen kimdir? Nedir? Onun sınırları nerede başlar? Nerede biter? Bu sorulara cevap verip açıklık getirmeden, sınırları muallak bir özgürlük alanı tarif edilen gençlerden, ileride nerede durması gerektiğini bilmesini istemek onlara yapılmış bir haksızlık değil midir?

Sayısını çoğaltabileceğimiz ve hayatın her safhasından bulup getirebileceğimiz bu misaller karşısında tedbirler evvela “öğreticiler kadrosu” dediğimiz ve bir insanın yetiştirilmesinde pay sahibi olan herkes tarafından alınmalıdır. Bu kadronun tümü kendi müfredatlarını gözden geçirerek aslında doğru bildiğimiz yanlışları ayıklamakla işe başlamalıdır. 

Usta çırağına ücretini verirken “… size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin.” (Bakara 172) ikazını hatırlatsa, komutan silah kullanmayı öğrettiği askere “…attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı…” (Enfal 17) ayetini hatırlatsa, muallim talebeye okuttuğu dersin ardından “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9) beyanını paylaşsa ve bunları beraberce tahlil edebilseler cemiyetin çehresi şüphesiz şimdikinden daha müspet bir hale bürünürdü.

Bilge Kral namıyla bilinen Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.” sözü bahsettiğimiz durumu ne güzel özetlemektedir. Çünkü bize yüzünü semaya dönmüş ve elindeki malzemeyi hakikat mayası ile mayalamış kişilerin rehber olabileceğini söylemektedir. 

O halde bize düşen hasbelkader hayatın bir safhasında herhangi bir sıfatla öğreten konumunda bulunuyorsak, elimizdeki en ufak bilgi kırıntısını bile hakikat ölçüsüyle ölçmek ve muhatabına bu şekilde sunmak için gayret sarf etmektir. Bu da ancak kendimize gökyüzünün öğrencisi olmuş öğretmenleri bulmakla mümkündür.

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

Çarşamba, 01 Kasım 2017 20:10

VEREN EL, ALAN ELDEN ÜSTÜNDÜR

Veren El Alan Elden Üstündür

Veren El, Alan Elden Üstündür - Yusuf-i Kenan

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

Veren El, Alan Elden Üstündür

 

Veren el, yoktan var ederek, almadan veren, karşılıksız veren, daima veren, kafir, Müslüman, hayvanat, nebatat herkese ve her şeye sürekli veren el, sonsuz hazine sahibi Cenab-ı Allah’tır (cc) şüphesiz. Allah’ın (cc) ahlakıyla ahlaklanma sorumluluğundaki müslüman da Allah’ın kendisine verdiğinden vererek; dağıtarak, paylaşıp bölüşerek manen ve ruhen yücelecektir. Kuran’ın ifadesiyle “infak” (Allah’ın verdiğinden Allah rızası için dağıtmak) en yüce bir insan davranışıdır bu sebeple. Dünya malına, dolayısıyla dünyaya bağlılık hastalığına yakalanmaya karşı da koruyucu niteliğindedir.

Şu ya da bu sebeple çalışamayana, yaşlıya, kimsesiz yoksula, yetime, mazlum ve mağdura, hısım ve akrabaya, konu komşuya sende olandan, Allah’ın (cc) sana verdiğinden vermek, gerçekte Allah’ın vermesidir. Allah (cc), seni bu güzel işe memur etmiş, açı doyurup yoksulu giydirme işine, yetimin başını okşayıp yüzünü gülücüklere boğma mutluluğuna seni vesile etmekle sana iltifat edip yüceltmiştir. “Veren el” gerçekte “Verdiren elin” bir uzantısına dönüşmüştür adeta. İşte “veren el” bu sebeple alan elden üstündür. 

Rabbimiz Allah (cc); Cevad’dır, Vehhab’tır, Kerim’dir; cömerttir, verendir, kerem sahibidir. Hayır yolunda cömertliği, vermeyi ve kerem sahibi olmayı sever. Veren kimse Allah’ın keremine ve cömertliğine mazhar olmuştur. 

Kur’an birçok ayetiyle vermeyi ve üstelik en iyisinden vermeyi teşvik ettiği gibi, Peygamber Efendimiz (sav) adeta bir cömertlik ve kerem abidesiydi. Ashab-ı Kiram da vermek konusunda birbirleriyle yarışırlardı. Vermemek ve tutmak ashabın indinde hiçbir şekilde rağbet görmezdi.

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Al-i İmran 92) “O takva sahipleri bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah, iyilik edenleri sever.” (Al-i İmran 134) ayetleriyle vermeyi emreden bir Kur’an’ın kendisine nazil olduğu Peygamber Efendimiz (sav) verme konusunda insanların en üstünüydü.

Bir gün adamın biri Peygamber Efendimiz’e (sav) gelip ondan yardım istedi. Peygamber Efendimiz (sav) o an mübarek elinde ne varsa verdikten sonra: “Şu an bu kadar verebiliyorum. Fakat sen git, benim adıma ihtiyacın olan şeyleri satın al, Allah bana verdiği zaman ben senin oralara yaptığın borcu öderim.” buyurdu.

Hazret-i Ömer (ra): “Ya Rasulallah; Ona verebildiğini verdin. Allah sana gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmemiştir. Kendini neden borca sokuyorsun?” dedi. Hazret-i Ömer’in (ra) bu sözünden Peygamber Efendimiz’in (sav) hoşlanmadığını gören ensardan bir zat: “Ver Ya Rasulallah! Allah seni darda bırakmayacaktır.” dedi. Peygamber Efendimiz (sav) bu sözden hoşlandı ve: “İşte ben bununla emrolundum.” buyurdu. (Hayatü’s Sahabe, 2/12) Gönül ehli Allah dostları buyurmuşlar ki; “Sadece Allah yolunda harcanan mal, kendi malımız olur. Verdiğimiz mal bizim, aldığımız bizim değildir.” Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur; “Ya Âişe, kurbanın etini ne yaptın?”

Ya Rasulallah, hepsini dağıttım, sadece iki kürek bize kaldı.

Rasulullah (sav): “Ya Âişe, demek ki, iki kürek hariç hepsi bize kaldı.”

Hocasını çok seven zengin bir tüccar talebe, muhtaçlara yardım etmenin daha tam şuurunda değilmiş. Mürşid-i kâmil olan hocası ona acıyıp, bu durumdan kurtulması için der ki: “Hayatımda çok cimri gördüm, ama senin gibisini görmedim.” 

Talebe şaşırır, rengi sararıp solar: “Ben ne yaptım efendim!” der. 

Cevaben; “Bak, yüce Allah seni ne güzel yaratmış. Senin gibi binlerce insan şu an hastanelerde, acı içindedir. Sen, ne hastanedesin, ne de hapishanedesin. Gözün, kulağın, her uzvun yerli yerinde. Bunları sana kim verdi?

Elbette Allahu Teala verdi efendim. Şeklinde tereddütsüzce cevap verir.

Peki, seni yoktan var eden, her an seni koruyan, gözeten, iman veren, büyükleri tanıtan, daha sayamadığımız nice türlü, türlü nimetler ihsan eden Allahu Teala’ya ne verdin?

Allahu Teala’ya ne verilir ki efendim?

Rabbimiz ahirette, bir kula, (Ben açtım, bana ekmek vermedin, beni doyurmadın?) buyuracak. Kul; (Ya Rabbi seni nasıl doyurabilirim?) diyecek, (Fakirleri doyursaydın, beni doyurmuş olacaktın yani rızamı kazanacaktın.) Yine (Ben hastaydım, beni ziyaret etmedin) buyuracak. (Ya Rabbi seni nasıl ziyaret edebilirim!) denince de, (Hasta kullarımı ziyaret etseydin, benim rızamı orada bulacaktın.) buyuracak. Sen onun kullarına bir şey vermezsen, ahirete nasıl gideceksin, onun huzuruna ne yüzle çıkacaksın? O sana her şeyi verdi, sen ise, bütün bu lütuflarına karşı elini sıkıyor, Allah’a vermemekte ısrarlısın. İnsanların bid’at ve küfür içinde yüzdükleri bir zamanda, ehl-i sünnet alimlerinin kitaplarından kaç tane alıp dağıttın veya dağıtılmasına sebep oldun?

Bu kadar söz ve nasihate cevaben Efendim mesele anlaşılmıştır diyerek talebesi eline geçenleri Allah yolunda harcar, hocasının yanına geldiğinde, boş ceplerini gösterir, (Hepsini verdim efendim) der.

Bu belki bir darbi meseldir belki ama içerisinde geçen her bir ifade hakikatten ibarettir. İnfak her zaman maddiyattan ibaret değildir. Önemli olan insanın Rabbinin emir ve yasaklarını öncelikli tutmasıdır. Ve tabi ki bu önceliklere göre de nefsinin heva ve isteklerini dizginlemesidir. Bir insana güler yüzlü muamele etme, hal ve hatır sorma, sıkıntısını paylaşma, yükünün ucundan tutma, ilim öğretme, kendi yediğinden hanımına bizzat kendi eliyle yedirme, çoluk çocuğuna harcadıkları ve bunun gibi pek çok diğer ameller de birer sadaka niteliği taşır. Çünkü bunların hepsinde de kardeşin bildiğin bir diğer mümin kulun nefsini sırf Allah rızası için kendi nefsine tercih etme anlayışı vardır. 

İfade edildiği gibi sadaka deyince akıllara sadece maddi yardım gelmemelidir. Sadakayı maddiyat ile sınırlı tutmak işin hakikatini ikinci plana itecektir. Oysaki sadaka, sadece para vermek değil. Her hayırlı iş aynı zamanda sadaka yerine geçmektedir. Güzel bir söz, selam verme, yolunu kaybetmişe yol gösterme, çevreyi temiz tutma, dert dinleme, kötülükten sakınma, her bir hamd ve tekbir birer sadakadır.

Kuran’da Rabbimiz Allah’ın en büyük hatırlatmalarından olan ölüm eğer anlayabilirsek en büyük nasihattir. Hepimiz bir gün öleceğimizi biliriz ama pek çoğumuz zamanında bu gerçeği tam manasıyla idrak edemeyiz. Herhangi bir soruya verilen evet/hayır cevabı kadar neredeyse sıradan bir etki etki oluşturur. Ömrümüz ne kadar ise, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi; çalışır, didinir dururuz. Okulumuza, işimize… İyi bir okul için, iyi bir iş için, daha çok para kazanmak için, o ayı daha rahat geçirmek için, çocukların masraflarını karşılamak için. Stresler doludur hayatımız. Hep daha zengin olmanın hayalini kurar, daha da çok şey satın almak, dünyevi hırs ve arzuları yerine getirmek için nelere katlanmayız ki.

Kur’an’da Rabbimizin hatırlatıp, biz insanların çok kere unuttuğu bir şeydir, ölüm. Her ne kadar çok şey satın alsa da, ölüm karşısında satın alabileceği bir kaçış yoktur insanın. Sadece maddiyat zaten yetmez insana. Hastalık karşısında, yataklara düştüğünde, kasları ağrıdığında, yaşlandığında, beli büküldüğünde, eklemleri yavaşladığında, uykusuz kaldığında, başı ağrıdığında İnsanın ayakta kalmak için ihtiyaç duyduğu duygular vardır. “Sevilmek”. Dünyalık makamının kapısındaki unvandan ötürü ceket iliklenilen bir saygıya değil, samimi bir sevgiye hasreti vardır insanın. Fotoğraflarını paylaştığında diğerlerine nispet olsunlara değil, sıkışıp kaldığında bir dost muhabbetine, içten gülmelere, neşeye ihtiyacı vardır.

Maddiyat, elbette ki pek çok şeye yetmez. Ölüme karşı durmaya ise hiç yetmez. Huzura ihtiyacı vardır insanın. Stresli kalabalıklar kafasına üşüştüğünde, uzaklaşmalara ihtiyacı vardır. İnsan ne kadar çok kazansa da, ne satın alsa da, parasıyla ne kadar güven sağlamaya çalışsa da en sonu nihai ölümdür dünya yaşamının. Birkaç senelik gençliğini zengini de fakiri de depresyonunda, kendini uyuşturmada harcarken yirmi beşinde, kırk beşinde….Ölüm vardır. Çünkü “beyin” öyle bir şeydir ki bir kere düğüm olduğunda, kalp acıdığında; insan sıkışıp kalır, alanları daralır.

Kur’an, insana ibret olsun diye acziyeti de hatırlatır. Ebedi saadetin şaşmaz gerçeği ölüm ile başlıyor ise, bunun hazırlığı gerekmez mi? Aklı başında her insanın yapması gereken şey Rabbimiz Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına göre yaşamaktır. İnsanı dünyada da ukbada da huzura kavuşturacak şey insanlara faydalı olabilmektir. Bu bazen bir tebessümü esirgememekle, bazen birisinin yüküne ortak olmakla, bazen, birisinin derdini dinlemekle, bazen ise maddi parasal destek ile olur. İşin özü bize verilen nimetleri meşru ölçüler içerisinde başka kardeşlerimiz ile de paylaşabilmektir. Çünkü insan fıtraten saklayarak değil kendisine nasip olan nimetleri dağıtarak, paylaşarak mutlu olur.

 

Yazar: Yusuf-i Kenan

 

Çarşamba, 01 Kasım 2017 19:57

İSLAM - İMAN - İHSAN

İslam İman İhsan

İslam - İman - İhsan - Yusuf Fuad

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

İslam - İman - İhsan

 

Yazımızda İmam Kurtubî’nin, “sünnetin esası” denilmeye layık olduğunu bildirdiği ve “Cibril Hadisi” diye maruf olan bir rivayeti ele almaya çalışacağız. İmam Müslim’in kitabına aldığı metin şu şekildedir:

عَنْ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ  قال : بَيْنَمَا نَحْنُ جُلُوسٌ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ  ذَاتَ يَوْمٍ إِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَاب شَدِيدُ سَوَادِ الشَّعَرِ ,لاَ يُرَى عَلَيْهِ أَثَرُ السَّفَرِ, وَلاَ يَعْرِفُهُ مِنَّا أَحَدٌ, حَتَّى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ  عليه وسلم فَأَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ إِلَى رُكْبَتَيْهِ, وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلَى فَخِذَيْهِ وَقال : يَا مُحَمَّدُ أَخْبِرْنِي عَنِ الإسلام ؟ فَقال رَسُولُ اللَّهِ : الإسلام أن تَشْهَد َأن لاَ إِلَهَ إلا اللَّه, وَأن مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ, وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ, وَتُؤْتِيَ الزَّكَاة, وَتَصُومَ رمضان, وَتَحُجَّ الْبَيْتَ إن اسْتَطَعْتَ إِلَيْهِ سَبِيلاً. قال : صَدَقْتَ. قال: فَعَجِبْنَا لَهُ يَسْأَلُهُ وَيُصَدِّقُهُ! قال : فَأَخْبِرْنِي عَنِ الإيمان؟ قال :أن تُؤْمِنَ بِاللَّهِ, وَمَلاَئِكَتِهِ, وَكُتُبِهِ, وَرُسُلِهِ, وَالْيَوْمِ الآخرِ ,وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ. قال : صَدَقْتَ. قال : فَأَخْبِرْنِي عَنِ الإحسان ؟ قال : أن تَعْبُدَ اللَّهَ كأنكَ تَرَاهُ, فَإن لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإنهُ يَرَاكَ. قال : فَأَخْبِرْنِي عَنِ السَّاعَةِ؟ قال : مَا الْمَسْئُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ. قال : فَأَخْبِرْنِي عَنْ أَمَارَاتِهَا؟ قال : أن تَلِدَ الأمة رَبَّتَهَا, وَإن تَرَى الْحُفَاةَ الْعُرَاةَ الْعَالَةَ رِعَاءَ الشَّاءِ يَتَطَاوَلُونَ فِي البنيان. ثُمَّ انطلق, فَلَبِثْتُ مَلِيًّا, ثُمَّ قال : يَا عُمَرُ أَتَدْرِي مَنِ السَّائِلُ ؟ قُلْتُ : اَللَّهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ. قال : فَإنهُ جِبْرِيلُ أَتَاكُمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينَكُمْ .

Ömer ibn Hattâb (ra) şöyle demiştir: Bir gün Rasulullah’ın (sav) yanında bulunduğumuz sırada elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk belirtisi olmayan ve kimsenin de tanımadığı bir adam çıkageldi. Rasulullah’ın (sav) karşısına oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini uyluklarına koydu ve şöyle dedi:

“Ey Muhammed bana İslam’dan haber ver?” Rasulullah (sav) cevap olarak şöyle dedi: “İslam: Allah’tan başka gerçek İlah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yeterse haccetmendir.” Adam: “Doğru söyledin!” dedi. Onun hem sorup hem de cevabı tasdik etmesine şaşırdık.

Adam: “Şimdi de iman nedir onu bana anlat?” dedi. Rasulullah (sav) da: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin hayır ve şerrine de iman etmendir.” buyurdu. Adam tekrar: “Doğru söylüyorsun!” diye tasdik etti ve: “Peki ihsan nedir onu da anlat?” deyince. Rasulullah (sav) de: “İhsan: Allah’ı görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Eğer sen O’nu görmüyorsan O seni görüyor!” buyurdu. Adam yine: “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamberimiz de: “Kendisine soru sorulan bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevabını verdi. Adam: “O halde alametlerini söyle.” dedi. Rasulullah (sav) da: “Annelerin kendilerine cariye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak başı çıplak yoksul koyun çobanlarının yüksek ve mükemmel binaları yükseltmekte birbirleriyle yarışmalarıdır.” buyurdu. Adam da sessizce çekip gitti.

Ben de bir müddet durakaldım. Daha sonra Peygamber: “Ey Ömer soru soran kimdi biliyor musun?” buyurdu. Ben: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dedim. Rasulullah da: “O Cebrâil idi, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurdu. (Müslim, İman 1) 

Açıklama

Öncelikle Hz. Cebrail’in (as) farklı bir surette gelip Hz. Peygamber’in yanına iyice sokulması, talebe gibi soru sorup hoca gibi cevapları doğrulaması oradaki müslümanların dikkatlerini tam olarak çekmek, öğrenimlerini kolaylaştırmak içindir. Yine Allah Rasulü’ne hitap ederken direk isim kullanması aralarındaki kurbiyet sebebiyle olabilir. 

Sorduğu soruların genel meselelerle ilgili olması, kişinin dünya ve ahiretini ilgilendiren konuları ele alması ise yine ashaba bir usul öğretme amacı taşır. Kainatın Efendisi tarafından verilen cevapların ise dinin esaslarını muhtevi olması hadisin niçin bu kadar önem kazandığını göstermektedir. 

Yine iman nedir sorusuna verilen cevapta kader hususunun vurgulu bir şekilde zikredilmesi, sonraki zamanlarda bu konuda ortaya çıkacak ihtilaflara işaret etmektedir.

Rasul-u zîşan Efendimiz’in kısa ve gayet öz bir şekilde yaptığı ihsan tanımı ise müslüman kişide hayatının her anının ilahi bir denetim altında bulunduğu anlayışını oluşturacaktır. Murakabe olarak da tanımlanabilecek olan bu husus bir anlamda salih amelin de ölçüsüdür. 

Kıyametin zamanı sorusuna verilen cevapta ise ümmete “Bilmiyorum!” demenin yadırganacak bir şey olmadığı öğretilmektedir. Nitekim bir kelam-ı kibarda da “Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.” denilmiştir.

“Size dininizi öğretmek için gelmişti.” ifadesi ise yerinde soru sormanın bir çeşit öğretim anlamı taşıdığını göstermektedir.

 

Yazar: Yusuf Fuad

 

Çarşamba, 01 Kasım 2017 19:48

KATAR KRİZİ

Katar Krizi

Katar Krizi - İrfan Aydın

Sayı : 116 - Ağustos 2017

 

Katar Krizi

 

Haziran ayı başlarında Suudi Arabistan önderliğinde ki dört ülke Katara teröre destek vermek bahanesi ile ambargo kararı aldı. Bu dört ülke Suudi Arabistan Bahreyn birleşik arap emirlikleri ve mısır oldu. ABD başkanı Trump’ın Suudi ziyaretinden hemen sonra başlayan ambargo kararı zamanlama itibari ile manidardı. Birdenbire ortaya çıkan bu kriz Türkiye de dahil bir çok ülkeyi etkiledi. Bu nedenle başta Kuveyt ve Türkiye olmak üzere bir çok ülke arabuluculuk faaliyetleri yaptı. İçinde bulunduğumuz günlerde Katar’ın ve müttefiklerinin yaptığı akıllı hamlelerle hadise hızını kaybetmeye başladı. Belki de bu yazının yayınlandığı günlerde tamamen çözülmüş ve gündemden çıkmış olur. 

Temmuz ayı ortalarında ise Siyonist İsrail Mescidi Aksa’da silah taşıdıkları bahanesi ile üç Filistinli genci öldürmüş ve Mescid-i Aksa yı ibadetlere kapatmıştır. Daha son x-ray chazları koyarak giriş çıkışlara müsaade etmiştir. Buna tepki gösteren müslümanlar içeri girmeyerek namazlarını dışarıda kılmışlardır. Bu oylaylar esnasında 1967 yılından beri ilk defa Mescid-i Aksada cum namazı kılınamamıştır. Hadiselerin dozajı her geçen gün artmaktadır. Dünya müslümanları yaptıkları protestolarla olayalara tepki vermiştir. Her fırsatta müslümanları öldüren evlerini yıkan onlara ambargo uygulyan İsrail dünya müslümanların bölünmüşlüğünden güç almaktadır. Rabbimizden niyazımız İsrailin yaptığı zulümlerde boğulması ve müslümanlarında içinde bulundukları gafletten bir an evvel uyanmalarıdır.

Evet ülkemiz belirgin olarak gezi olaylarından başlayarak 15 temmuza kadar bir çok saldırıya maruz kaldı. Bazen PKK ile bazen FETÖ ile bazen de ekonomi üzerinden saldırdılar. Sürekli gelen bu saldırılar içeride artık zeminini kaybetmeye başlamış, milletimiz ve devletimiz saldırıları daha profesyonelce karşılamaya başlamıştır. Artık iç argümanları azalan küresel güçler dış saldırılara önem vermeye başlamıştır. Bunun neticesi olarak Suriye’de bizi batağa çekmeye çalışmaktadırlar. Irak’ta ise hemen yanı başımızda kurulacak bir Peşmerge devleti ile tansiyonu yükseltmeye çalışmaktadırlar. Öte yandan Türkiye’yi son yıllarda yapılan dev projelerde finansal olarak destekleyen Katar ile de vurmak istemektedirler. 

Katar saldırısı basit bir hadise değildir. Katar sürekli olarak Türkiye’ye finans aktarmaktadır. Birçok şirketi satın alarak borsada yer almaktadır. Ayrıca Türkiye’deki finans kurumları üzerinden üçüncü havalimanı gibi üçüncü köprü gibi birçok projenin hayata geçmesinde etkili olmuştur. İşin bir de askeri boyutu var bizim ortadoğuda ki ilk ciddi üssümüz Katar’da kurulmuştur. Geçtiğimiz günlerde yapılan asker ve zırhlı araç takviyeleri ile daha da güçlenen askeri üssümüz gelecekte bölgenin barışının en önemli unsurlarından biri olacak gibi gözükmektedir.

İşin bir de enerji boyutu var. Katar dünyanın bir numaralı LNG üretici ve satıcısıdır. ABD önümüzdeki on yılda kaya gazı ile katara rakip olmak istemektedir. Katarın ambargo sonunda diz çökmesi halinde LNG (Sıvılaştırılmış doğalgaz) satışlarında düşme yaşanabilir bu da ABD nin işini kolaylaştırır. Suriye savaşının da bir nedeni Katar’dan gelecek Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya gidecek gaz hattı projesidir. Bu nedenle Katar enerji denkleminden çıkartılmak istenmektedir.

Türkiye’nin Katar’la dayanışması bölgenin istikrarı ve diğer İslam ülkeleri için bir örneklik teşkil etmektedir. Türkiye Katar, Türkiye Somali, Türkiye Pakistan ve Afganistan dayanışmaları gelecek için ümit vaat etmektedir. Suriye ve Irak krizlerinin de çözülmesi ile birlikte müslüman ülkelerin birliği ve dayanışması açısından önemli bir mesafeler katedilmiş olacaktır. Kafkaslarda Azerbeycan ve Gürcistan ile bir çok proje hayata geçirilmiş ve Kafkasya orta asyanın kapısı olma durumuna gelmiştir. Balkanlarda ise başta Bosna hersek ve Makedonya olmak üzere birçok balkan ülkesi ile dayanışma içerisine girilmiştir. Hatta halk bankasına yapılan saldırıların bir sebebi de balkan ülkelerinde bir çok şube açmasıdır. 

Bu mesele bize bir kez daha göstermiştir ki hala suud önderliğinde birçok İslam ülkesinin halkına dayanan hiçbir gücü yoktur. ABD istedi diye başka bir İslam ülkesine saldırabilmektedirler… Halkına rağmen iktidarda duran bu yönetimler çürük bir dal gbidirler. Bundan dolayı batılılar ne isterse hemen yapmaktadırlar. Sonra da müslümanların gözlerinin içine bakarak müslümanlar kardeştir diye yalan söylemektedirler.

Mısır’daki darbeye destek veren Yemen’e ve Bahreyn’e hemen müdahale eden Suudi yönetimi bize bir kez daha göstermiştir ki müslümanların Suud’a rağmen çok acil bir İslam birliğine ihtiyaçları vardır. Müslümanlar bir an evvel bir araya gelip Kutsal beldelerimiz olan Mekke, Medine ve Kudüs’e sahip çıkmalıdırlar. 

Bu hadise üzerine birçok şey söylenebilir fakat bizim için önemli olan önce rab bimize kulluğumuzdur. Sonra Rasulü’ne (sav) ittibamızdır. Daha sonra varislerine uymamızdır. Kur’an ve sünnet üzere yaşayıp ehli sünnet akidesinden bir an bile ayrılmamaktır.

Elbette ki bugün Suud’un baskısı altındaki Mekke-i Mükerreme’ye Medine-i Münevvere’ye güneş tam anlamı ile doğacaktır. Peygamber şehrinde insanlar diledikleri gibi sahih ibadetleri yapabileceklerdir. Hiçbir kimseden korkmadan Yemen’den Mekke’ye oradan da İstanbul’a ve diğer İslam beldelerine korkmadan gideceklerdir. Rabbimiz bize bu günleri en kısa zamanda göstersin.

Amin.

 

Yazar: İrfan Aydın

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort