JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Eylül 2017 13:53

NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR?

Nerede O Eski Ramazanlar

Nerede O Eski Ramazanlar? - Veysel Özsalman

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Nerede O Eski Ramazanlar?

 

Bazı ifadelerin sürekli tekrarlanması, nesilden nesle aktarılıp büyük küçük herkesin dilinde dolanması hiç yadırganmazken, bazı ifadeler de her işitildiğinde insanı hafakanların basmasına vesile olur. İlk olarak bahsettiğimiz ifadeleri ikinci sırada zikrettiklerimizden ayrı bir yere koymamıza sebep olan en büyük fark, onların çoğu zaman mübalağa ve mecaz vasıtasıyla dahi olsa bir hakikate işaret ediyor olmasıdır. Bir milletin tarih boyunca kazandığı tecrübe ve ahlakından süzerek elde ettiği darbımeselleri, vecizeleri birinci zümreye dâhil edecek olursak, tıpkı yazımıza başlık olan ifade ve onun gibi neye işaret ettiği belli olmayan diğerleri tezat teşkil eden kümeyi kendiliğinden meydana getirecektir.

Bugün -istisnalar hesaba katılmadığında- “orta yaş” diye adlandırılanlar listesinde kaydı bulunanlarınki de dâhil olmak üzere, “Nerede o eski ramazanlar!” şekildeki bütün hayıflanmalar sadece meseleyi iki kat daha komik hale getirmektedir. Çünkü bu ifadenin ne isabet ettiği bir hakikat ne de kendisini anlaşılır kılan bir ölçüsü vardır. Kabaca bir hesapla şimdiden başlayarak üç beş senelik dilimler halinde geçmişe göz attığımızda tam olarak iştiyak duyulan, hasreti çekilen devrenin hangisi olduğu bir muammadır. Yahut yine aynı hesapla taksim ettiğimiz zamanın hangi cüzünün hangi sebeple diğerlerine üstün gelerek iltifata mazhar olduğu da anlaşılamamaktadır? 

Ağız alışkanlığı olarak muhtelif hadiseler için kullandığımız bir söz kalıbının ramazan ayına intibak ettirilmiş haliyle “Nerde o eski ramazanlar!” diyerek belirttiği teessüfü ciddiye alarak, cemiyet nazarında geçmiş ramazanları titiz bir incelemeye tabi tutsak, şimdikiyle eski ramazanlar arasında hakikaten bir fark bulabilir miyiz? Yahut bir fark bulabilmek için zamanda ne kadar geriye gitmemiz icap eder?

Artık yaşı kemale ermiş olanlarla birlikte çağın debdebe ve efsununa kendisini kaptırmamış olanları bahis dışında bırakırsak, “Nerede o eski ramazanlar!” diye iç çekenlerin iştiyak duyduğu şeyin, herhalde çocukluk ve gençlik hatıralarıyla basit bir sıla hasretinden ibaret olduğu anlaşılacaktır. 

Diğer taraftan eğer bu söz ile paylaşmak, kardeşlik, zengin fakir herkesin bir sofraya oturması, fukaranın esnaftaki hesabının tanımadığı hayırseverler tarafından kapatılması, bir aylığına da olsa şahsi ve içtimai hareketlerin gözden geçirilmesi gibi hususlar kastediliyorsa, işte o ramazanların izini bulmak için bir hayli geriye gitmek gerekecektir.

Cemiyet hayatının çeyrek asırlık son devresini ele alacak olsak her biri diğerinin aynısı, basmakalıp davranış ve anlayışlarla geçirilmeye çalışan ramazanlarla karşı karşıya kalırız. Mesela diğer zamanlarda reklam filmlerinde “çıplaklar kampı” kaçkınlarının oynadığı yiyecek ve içecekler nasıl oluyorsa ramazanla birlikte birden “iftar sofrasının vazgeçilmezi” kisvesine bürünür. Bütün bir sene boyunca kızağa çekilmiş olanlarla birlikte meydanı hiç boş bırakmayan akademisyenler ramazan temalı en ilginç konularıyla gündemin ortasına oturur. Yine bütün sezon boyunca kanalların dizilerden, evlenme programlarımdan geçilmeyen yayın akışı geceli gündüzlü sahur ve iftar programlarıyla dolup taşar. Belediyeler sene boyunca peyderpey yaptığı lüzumsuz etkinliklerini bu sefer ramazan geldiği için topluca tatbik etmeye kalkar…

Neredeyse ömründeki bütün rama- zanları yukarıda bahsettiğimiz ve daha birçoğundan bahsedemediğimiz ve artık ne yazık ki ramazanın rutin işleri haline gelmiş zırvalarla geçiren fertlerin, özlemle bahsettiği bir ramazan kulağa garip gelmektedir. Elbette ramazanda yenilen pide, içilen şerbet ve misafirlere gösterilen hürmet eskisi ayarında olmayıp onu aratır vaziyete gelmiş olabilir. Ancak ramazanı sadece bunlara irca ederek bu ibadetin hayata katmak istediklerini, yani onun “ruhunu” göremeyerek “Nerede o eski ramazanlar!” diye sızlanmanın elbette bir manası yoktur. Ama biliyoruz ki bu hayıflanma ne sadece yeme içme arzusunun neticesi ne de tatlı gençlik hatıralarına duyulan hasretin dile gelmiş hali değildir. Bu büyük ihtimalle kuvvetlice esmeye başlayan manevi rüzgârların “Bir şeyler eksik!” diye kulağımıza fısıldayarak bizi mecbur bıraktığı arayıştır.

İşte bu arayıştır ki cevabı ancak her sual ve müşkülümüze olduğu gibi en belirgin hatlarıyla asrı saadete yani Peygamber Efendimiz (sav) ve O’nun güzide sahabilerinin hayatına bakılarak verilebilir. Zahirde her şey tamam, çok şükür bütün imkânlar yerindeyken hâlâ bir mahrumiyet hissi duymanın ve bunun sebebini maddi unsurlarda aramanın manası yoktur. O halde yapılacak en faydalı davranış kaynağa yönelmek ve asıl eksik olanı aramaktır. Çünkü onların örnek hayatı bize kaybettiğimiz anlayışı yeniden kazandıracak misallerle doludur. 

Her şeyden önce onlar ibadetleri bir külfet olarak değil elbette ki bir rahmet olarak idrak etmişlerdi ve bu şuuru evlatlarına da aşılama gayreti içerisindeydiler. Bugün birçoklarının yaptığı gibi akıl baliğ olmuş çocuklarını dahi “dayanamaz” diyerek sahte ve beyhude bir tavırla, kendilerince, menfi durumlardan muhafaza etmeye çalışmak yerine, asıl esirgeyici olan Mevla Hazretleri’nin buyruğuna uyarak yavrularını bedenen ve ruhen sakınıyorlardı. Mesela Hz. Ömer ramazanda sarhoş olan birisini “Yazıklar olsun sana! Bizim çocuklarımız bile oruç tutmaktadır!” diyerek azarlarken bu işin ciddiyetini belirtmektedir.

Ashâb-ı kirâm Rasulullah’a (sav): “Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorunca, Efendimiz (sav): “Ramazan ayında verilen sadaka.” buyuruyorlardı. Ebette ki bu sadaka kimin verdiği, ne kadar verdiği, kime verdiği haber bültenlerinde, gazete sayfalarında boy boy fotoğraflarla cümle aleme ilan edilen sadakalardan değildi. Bu sadaka “Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmamalı!” düsturuyla gerçekleşir ve ola ki fukaranın kalbi incinir diyerek son derece itinalı davranılırdı. 

Ramazan ayı şimdiki gibi fazla kilolardan kurtulup zayıflamaya bir vesile olarak yemeden içmeden kesilmek değil de, bütün azalarıyla çirkinliklerden “imsak” etmenin ve bunu ömrün tamamına tatbik etmenin vesilesi kılınmaya çalışılırdı. Nitekim bu hususta Efendimiz (sav): “Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver ya da çatarsa, ‘ben oruçluyum’ desin.” buyurmuşlardır. Yine aynı hususa başka bir hadisi şeriflerinde “Kim yalan konuş- mayı ve yalan dolan iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez.” diye- rek dikkat çekmiş- lerdir.

Rasulullah (sav): “Kim, inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini ihya ederse, geçmiş günahları affolunur.” buyurmuştur. Bunun üzerine ashâb-ı güzîn ramazan gecelerini ibadetle ihya etmeye ehemmiyet göstermişlerdi. Her sene tekrar verilen televizyon dizilerini ibadet şevkiyle seyretmenin, kanalı değiştirdiğimizde yahut televizyonu kapattığımızda günaha giriyormuş hissi verecek şekilde pazarlanan “ramazan özel” programlarının, belediyelerin tertiplediği ramazan eğlencelerinin bu geceleri ihya edecek ibadetler arasında olmadığını söylemeye herhalde lüzum yoktur.

Şimdi Resûlullah (sav) ve O’nun ashabının hayatlarını ölçü edinerek kendimize “Nerede o eski ramazanlar?” diye soracak olursak manalı, faydalı ve cevabı gayet net şekilde ortada olan bir soru sormuş oluruz. Cenabı Hak bizleri noksanlarımızın madde değil ruh planında olduğunu fark edip bunları sahih kaynaklarından ikmal edebileceğimiz ramazanlara eriştirsin. Amin...

 

Yazar: Veysel Özsalman

 

Cuma, 01 Eylül 2017 12:28

SÜNNETE RİAYET

Sünnete Riayet

Sünnete Riayet - Yusuf Fuad

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Sünnete Riayet

 

Sünnet; “Hz. Nebi (sav) tarafından söylenen bir söz, yapılan bir fiil ya da verilen bir onay” şeklinde tanımlanmaktadır ulemâ-ı hadis tarafından. Tarifteki “onay” sözünün Arapçadaki karşılığı “takrir” kelimesidir. Bu terimle anlatılmak istenen, ashabın herhangi bir fiili/sözü karşısında Efendimiz’in (sav) bunu ya sarahaten ya da menfi bir söz sarf etmeyerek zımnen onaylaması manasındadır. 

Kainatın Efendisi’nin (sav) insanlara rahmet olarak irsal buyrulduğu ve Allah’a itaatin de yine O’na itaatten geçtiği göz önüne alındığında; müslümana düşen canla başla Allah Rasulü’nün emirlerine itaat, efâline de ittiba etmeye gayret etmektir. Biz de yazımızda imkan dâhilinde bu konuya değinmeye çalıştık. Allah müstefid eylesin…

Fahr-i Kainat’a (sav) ittibayı, itaati emreden ayetlerin hepsini burada zikretme imkanımız yok. Zaten yazımızda, daha çok hadisi şerifler çerçevesinde meseleyi ele almaya çalışacağımızdan bir giriş mahiyetinde meseleyi gayet açık bir şekilde ortaya koyan Nur Suresi’nden bir ayetle iftitah yapalım:

اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَاۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللّٰهَ وَيَتَّقْهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَٓائِزُون

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasulü’ne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik!’ demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah’a ve Rasulü’ne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte onlar asıl kazananlardır.” (Nur 51-52)

Konuyla İlgili Hadisi Şerifler:

عَنْ اَبِى هُرَيْرَةَ  عَنِ النَّبِىِّ  قال: دَعُونِى مَا تَرَكْتُكُمْ إنما اَهْلَكَ مَنْ كان قَبْلَكُمْ كَثْرَةُ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلاَفُهُمْ عَلَى أنبِيَائِهِمْ ! فَإذا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَىْءٍ فَاجْتَنِبُوهُ وَإذا أمرتُكُمْ بِأمر فَأْتُوا مِنْهُ مَااسْتَطَعْتُمْ

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ben size herhangi bir şeyi emredip yasaklamadığım sürece beni kendi halime bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşa etmeleri helak etmiştir. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle kaçınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu gücünüz yettiğince yerine getiriniz.” (Buhari, İtisam 2)

عَنْ اَبِى نَجِيحِ الْعِرْبَاضِ بْنِ سَارِيَةَ  قال : وَعَظَنَا رَسُولُ الله  مَوْعِظَةً بَلِيغَةً ذَرَفَتْ مِنْهَا الْعُيُونُ وَوَجِلَتْ مِنْهَا الْقُلُوبُ فَقُلْنَا : يَا رَسُولَ اللَّهِ كان مَوْعِظَةُ مُوَدِّعٍ فَاَوْصِنَا. فَقال : أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللَّهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإن تَأمر عَلَيْكُمْ عَبْدٌ حَبَشِيٌّ فَإنهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ بَعْدِي فَسَيَرَى اخْتِلاَفًا كَثِيرًا فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الْمَهْدِيِّينَ الرَّاشِدِينَ وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الأمُور فَإن كُلَّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَةٌ وَكُلَّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ.

Ebu Necih İrbâz İbn-i Sariye (ra) şöyle demiştir: Rasulullah (sav) gözleri yaşartan, kalpleri ürperten çok tesirli bir konuşma yaptı. “Ey Allah’ın Rasulü! Bu nasihat sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bizlere tavsiyede bulununuz!” dedik. Bunun üzerine:

“Allahtan korkmanızı, başınızda Habeşli, simsiyah bir köle bile olsa onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra içinizde hayatta kalanlar pek çok ihtilaflar göreceklerdir. O zaman sizin yapacağınız benim sünnetim ve doğru yolda olan hulefa-i raşidînin sünnetine sarılmaktır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bidatlerden şiddetle sakınınız. Çünkü her bidat bir sapıklıktır.” (Ebu Davud, Sünnet, 5)

عَنْ أبي هُرَيْرَةَ  أن رَسُولَ اللَّهِ  قال : كُلُّ أُمَّتِي يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ إلا مَنْ أَبَى. قالوا : يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَنْ يَأْبَى؟ قال : مَنْ أَطَاعَنِي دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ عَصَاني فَقَدْ أَبَى 

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav): “Yüz çevirenler dışında ümmetimin hepsi cennete girerler!” buyurdu. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın elçisi cennete girmeyi kim istemez ki?” denildi. Nebi (as) de şöyle cevap verdi: “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı gelenler de cenneti istememiş demektir.” buyurdu. (Buhari, İtisam, 2)

عَنْ اَبِى إِيَاسِ  أن رَجُلاً أَكَلَ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ  بِشِمَالِه.ِ فَقال : كُلْ بِيَمِينِكَ. قال : لاَ أَسْتَطِيعُ. قال : لاَ اسْتَطَعْتَ! مَا مَنَعَهُ إلا الْكِبْرُ قال : فَمَا رَفَعَهَا إِلَى فِيهِ

Ebu İyas’ın (ra) naklettiğine göre bir adam Rasulullah’ın (sav) yanında sol eliyle yemek yedi. Hz. Nebi (sav) adama: “Sağ elinle ye!” buyurdu. Adamın “Yapamıyorum.” demesi üzerine Nebi (sav): “Yapamaz ol!” diye beddua etti. Çünkü adamın Rasulullah’ın emrine karşı çıkması kibri sebebiyleydi. Bu beddua üzerine elini ağzına götüremez oldu. (Müslim, Eşribe, 107)

 

Yazar: Yusuf Fuad

 

Cuma, 01 Eylül 2017 12:17

TASAVVUFSUZ İSLAM'IN SONUÇLARI

Tasavvufsuz İslamın Sonuçları

Tasavvufsuz İslam'ın Sonuçları - İrfan Aydın

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Tasavvufsuz İslam'ın Sonuçları

 

İslam dünyası uzunca bir zamandır terörle ve iç kargaşalarla anılır oldu. Sürekli istikrarsız hükümetler halkına zulmeden iktidarlar bir birbirlerini bir kaşık suda boğmaya çalışan gruplar. Barış dini İslam ile radikalizm ve terör sürekli yan yana anılmaktadır. Bunun bir çok sebepleri olmakla birlikte tarihsel bir derinliği vardır. Özellikle on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında Ortadoğu ve İslam dünyası yeni bir şekil alırken veya aldırılırken böyle bir dizayn yapıldı. 

Müslüman olmak isteyenlere veya müslüman halklara iki seçenek sunuldu. Birincisi İslamın radikal bir yorumu diğeri ise ılımlı denilen yorumu. Ya şiddet yanlısı olacaksınız ya da ılımlı ve vurdumduymaz olacaksınız, bu ikisinin dışında bir seçenek bırakılmadı. İtidal yolu olan vasat ümmet karakterini en iyi şekilde ortaya koyan Ehli Sünnet yolu tamamen kapatıldı. Bunun neticesinde bir tarafta modern Selefilik, Vahhabilik gibi gruplar ve anlayışlar diğer tarafta ise Fetö gibi anlayışlar ve gruplar ortaya çıkartıldı. 

Diğer yandan bu iki yoruma karşı daha çok Batı özentisi içindeki gruplara da dinde reform önerileri sunularak tamamen amelsiz, fikirde kalan dini anlayışlar ortaya çıkartıldı. Bunun neticesinde mezhepsizlik, mealcilik, hadis ve sünnet tanımamazlık, “Bize Kur’an yeter!” anlayış ve söylemleri ortaya atıldı. 

Bütün bu anlayışlar Londra’da, Paris’te ve Berlin’deki şarkiyat enstitülerinde yer alan müsteşrikler tarafından laboratuvar çalışmaları sonucu ortaya çıkartılıyor ve İslam dünyasına ihraç ediliyordu. Sahada bu çalışmaları yapan binlerce oryantalist ve ajan çalışıyordu. Zaten Batının ilerleyişi karşısında şaşkına dönmüş İslam dünyasında da bu projelerin alıcısı boldu. 

Batılı oryantalistler amaçlarına ulaşmak için Kur’an etrafında birleşmek gerektiğini, diğer mevzuların terk edilmesi gerektiğini ve ancak bu şekilde Batı karşısında kaybettiğimiz üstünlüğümüzü tekrar ka-zanabileceğimiz düşüncesini yayıyordu. Burada en önemli saldırı merkezi İslam ve insan arasındaki bağa olmaktaydı. İslam’ı yaşayan, örnek şahsiyetlerin elinden kendilerince kurtarıp tamamen sanal bir hale getirmeye çalışıyorlardı. Bunun için İslam dünyasından devşirdikleri, tamamen Batı hayranı olmuş kimseleri kullanıyorlardı. Bu düşünceler İslam dünyasında bir sele dönüşmüştü. Bu öyle bir seldi ki kimse bunun karşısında duramıyordu. Bediüzzaman’ın da buyurduğu gibi değme alimler bu sel karşısında tutunamıyor, ayakları kayıyordu. 

Evet, yirminci yüzyılın başlarında iyice şiddetlenen bu sel milyonların gönlündeki imana şüphe tohumları ekiyordu. Değme alimler bu sel karşısında tutunamıyordu. Ancak gönülden bir kamile bağlanmış ve o kamilin bağlı olduğu silsile vasıtası ile Peygamberimiz’le kopmak bilmeyen bir sağlamlıkta irtibat sağlamış kişiler ayakta kalabiliyordu. Bundan dolayı en şiddetli saldırılar tasavvuf üzerinde yoğunlaştı. Dikkat edilirse Selefilik olsun, Vahabilik olsun ve diğer mezhepsizlik hastalığına tutulan kişiler olsun, hepsinde ortak görüş tasavvuf karşıtlığıdır. Modern manada ortaya çıkmış uluslararası grup ve cemaatlerin liderleri kurucuları bir tasavvuf geleneğinden gelmelerine ve bir şeyhten el almalarına rağmen kurdukları cemaatlerde tasavvufa yer vermediler. Artık yeni dünyada tasavvufun yerinin olmadığına inandırılmışlardı. Tabi bunda tarikatlerin bir çoğunun bozulmuş olmasının etkisi de vardı fakat o dönemde bozulan bir çok müessese yeniden ihya edilirken tasavvuf neşvesinin kapatılması yoluna gidildi.

Evet, yirminci yüzyılda ortaya çıkan İslami akımlar tasavvuf geleneği ve neşvesini terk ettiler, bunun İslam dünyasında çok önemli neticeleri oldu. Özellikle radikal diyebileceğimiz çözümü tamamen şiddette gören anlayışlar İslam dünyasında hızla yayıldı. Bu zaten İslam dünyası hakkında arzuladığı algıyı oluşturmak isteyen batı dünyasının ekmeğine yağ sürdü. Müslümanları terörist olarak gösterip kendi siyasetlerini güçlendirmek isteyenler için bulunmaz bir nimetti. 

İslam’ı bir insan vücuduna benzetirsek, Nasıl ki insan beyni olmadan, kalbi olmadan yaşayamazsa; vücuda göre kalp gibi olan tasavvufun temsil ettiği değerler olmadan da yaşayamaz. Son yüzyılda İslam dünyasında yapılan da budur zaten. İslam denilen vücudun içini boşaltıp onu bir mumya gibi ayakta bırakmışlardır. Görünüşte İslam ama ifade ettiği, temsil ettiği değer tamamen başka. İçi tamamen boşaltılmış, onu ayakta tutan değerlerden mahrum bırakılmış. İçinde iman yok, içinde muhabbet yok, içinde bilgi ve hikmet yok, içinde ihlas yok…. 

Böyle bir anlayış belki kısmi olarak görülse de İslam tarihinin hiçbir döneminde bu şekilde zuhur etmedi. Hz. Ali (ra) efendimizin bir savaşta yüzüne tükürülür. O da bundan ötürü işe nefsinin karıştığını düşünür ve o düşman askerini bırakır ve neticede o asker müslüman olur. Bu kıssayı hepimiz biliriz. Bugün bu hadise adeta masal gibidir. Tasavvufun neşvesinden uzaklaşmış müslümanlar kan ve şiddetten başka hiçbir çözüm bilmemektedirler. Bugün Suriye’de çarpışan grupların ağırlığı bunlardandır. Geçmişte Bosna’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da bu savaşçı müslüman grupları görmüştük. Bu gruplar sürekli savaşacak bir yer aramakta ve batılılar da bunları temizlemek için sürekli bir cephe açmakta. Binlerce müslüman genç İslam’a hizmet edebilecekken gidip buralarda ölmekte ve öldürmekte. Batılılar bununla iki tür fayda sağlamakta; hem müslümanları kendilerince bu savaşlarda temizlemekte hem de dünya kamuoyunda müslümanları terörist olarak göstermektedir. 

Diğer yandan şiddete elverişli olmayan gruplara da ılımlı İslam safsatasını pazarlamaktadırlar. Ameri-ka’da milyonlara ulaşmış Afrika kökenli siyahi müslü-manlara Bahailik yolu açılarak bambaşka bir anlayış ortaya konmaktadır. Ortadoğu’da ve Türkiye’de Fetö okulları ile tamamen mecraından çıkmış bir anlayış pompalanmaktadır. Pakistan, Hindistan bölgesinde ise biz siyasete karışmayız diyerek müslümanların meselelerinden tamamen uzak cemaatler yaygınlaştırılmaktadır. Bu sayede zulme rıza gösteren müslüman cemaatlerin birbiriyle ülfetine engel olan müslümanları öteki olarak gören bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Kafirlere gösterdiği hoşgörüyü Müslümanlara göstermeyen bu anlayışlar islamın mücadele metodu ve sahih cihad anlayışından tamamen uzaklaşarak batılıların İslam dünyasındaki truva atına dönüşmüşlerdir.Bütün bunlar İslam’ın temiz, saf anlayışından, müessese ve insanlarından toplumun bağını kopartıp toplumu başı kesilmiş bir tavuk gibi yapmak içindir. 

Fakat her dönemde ortaya çıkan İslam dışı cereyanlara karşı kendisini ve İslam ahalisini korumayı bilmiş alim ve kamiller dimdik ayakta kalmayı başarmışlardır. Bugün artık daha iyi anlaşılmıştır ki İslam’dan tasavvufu ayırmaya çalışmanın tehlikeleri büyüktür. İnsanlar İslam’ın ve Kur’an’ın öngördüğü dengeli yaşantıyı kaybetmeye başlarsa bir türlü dengeyi kuramamakta, nerede duracağını bilememektedir. Burada en önemli denge merkezi Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’dir. O denge merkezinden uzaklaşıldığında rüzgarın önündeki yaprak misali insanlar oraya buraya savrulmaktadır. Bazen Selefilik, bazen de Fetö gibi örgüt ve anlayışlar insanları oraya buraya savurmaktadır. Müslümanlar bir gün bu fikirde, diğer gün başka bir fikirde olmaktadır.

Bu noktada en önemli nirengi noktamız, asırlardır Peygamber Efendimiz’in yolundan bir an bile ayrılmayan ve asrın en taze yorumunu Kur’an ve sünnet ışığında yapan peygamber varisleridir. Bu insanlar sayesinde İslam değişen dünyanın modern ihtiyaçları karşısında yaşama taze olarak katılmış ve yön vermiştir. Adeta peygamberimizi görürcesine yaşayan bu insanlar sayesinde İslam sürekli tazelenen gür bir ırmak gibi coştukca coşmuştur. Kitabi olan, kitaplarda kalan belli bir yüzyıla has olan fikir ve görüşler ise birikinti sular gibidir. İlk anda içilecek nitelikte olsa da sonradan zaman geçtikçe birikinti suların mikrop yuvası haline gelmesi gibi işe yaramaz hale dönüşürler. Ancak ehli ondan fikir devşirebilir, umum halka ise zarar verebilir. Ehli tasavvufun yetiştirdiği kamiller ise her dönemde taze kalmayı tazelenmeyi bilmişlerdir. Asrısaadet ortamını no frost olarak taze bir şekilde asrın vicdanına söyletmeyi bilmişlerdir. 

Bugün yaşadığımız kısırlaşma- nın ve horoz dövüşünün sebebi bu insanların azalması ve aramızdan çekilmeleridir. Günümüz insanı karşılaştığı meselelerde hemen kolayını tercih ediyor ve İslam’ın bütüncül anlayışını terk ediyorsa bunun sebebi sığ dünyalarıdır. Meseleleri derinlemesine gören ve varmış oldukları yakin sayesinde imandan ve onun gereklerinden zerre kadar şaşmayan ve taviz vermeyen bu kamillerin ender olması bu sonuçları doğurmuştur. 

Bugün yapılması gereken sığ ve dar dünyamıza İslam’ı uydurmak değildir. İslam’ın ve Kur’an’ın sonsuz derinliğine dalmak ve engin ufkuna açılmaktır. Bunun için yukarıda bahsettiğimiz kamillerin yolundan, izinden, dizinden, gözünden ve gönlünden bir karış bile ayrılmamaktır.

Vesselam.

 

Yazar: İrfan Aydın

 

Karnedeki Not

Karnedeki Notlar Anne Babanın Da Notlarıdır - Yûsuf-i Kenân

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Karnedeki Notlar Anne Babanın Da Notlarıdır

 

Çocuklarımızın okul başarıları, sadece kendilerini ve ailelerini değil, bütün bir eğitim camiasını ve ülkemizi ilgilendirmesi bakımından üzerine dikkatle eğilmemizi gerektiren bir husustur. Diğer yandan çocuklarımızın karne notlarının sadece onların eğitimdeki başarısını değil, genel olarak hepimizin bu konudaki çabalarının sonuçlarını ölçtüğünü de unutmamak gerekir.

Bugünlerde 18 milyon çocuğumuza karne verildi ya da verilecek diyoruz. Kim bilir, belki de çok daha fazlasına karne verildiği bir gündür bugün? Çocuklarımızın karnesi bizimde karnemiz değil midir? Pekiyi, iyi, orta zayıf diye okuduğumuz not dereceleri bizim de karnemizde olanlar değil midir?

Öğretmeninden karnesini alan çocuk, eve hoplaya zıplaya geliyorsa, biz de onunla hoplayıp zıplamıyor muyuz? Boynu bükük, karnesini göstermekten çekinen çocuk ile aynı hüznü yaşamıyor muyuz? Aynı hüznü ve sevinci beraberce yaşadığımız, eve gelen karnede bizim de payımız olduğundandır.

Ülkemizde karne tatillerinde eve gelen karneyi beğenmeyen ebeveynler vardır. Bu veliler bazen o kadar ileri gidiyorlar ki, komşunun çocuğu doktor olmuş, mühendis olmuş vs. sen de olacaksın, diyerek çocukların kişiliğini bozan, derin yaralar açan sözler sarf edebiliyorlar. Bu anlayış yanlış ve hatalıdır. Bu ülkede herkes doktor olamaz, olmamalıdır. Toplumları toplum yapan, toplumun farklılıklarıdır. Bunu bilmek için kehanet sahibi olmaya da gerek yoktur.

Anne babalar olarak; çocuklarımıza taşıyamayacakları yükü vermeden önce, çocuklarımız bu yükü kaldırabilirler mi, sorusunu cevaplamalıyız. Daha sonra çocuklarımıza ne verdiğimize bakmadan, çocuklarımızın getirdikleri düşük notlara bakarak onlara sitem etmeye, ceza vermeye kalkmamalıyız. Onlara belki çok şeyler vermişiz ama, asıl vermemiz gerekeni unutmuş olmamızın faturasını çocuklarımıza kesmemeliyiz.

Herkes her neredeyse, sandıkta mı yoksa tavan arasında mı; önce kendi karnesine bir göz atmalıdır. Karnesini bulamayanlar ise, gidip aynaya bakmalıdır. Çünkü ayna en doğru sözün yansımasıdır. Bir çocuk sene sonunda karnesiyle eve geldiğinde oradaki rakamların manasını iyi okumak gerekir. Çünkü oradaki değerlendirme ölçütü olarak gözüken rakamlar sadece onun başarı ya da başarısızlığını göstermez. O yüzden kendimizi de işin içine katıp, gönül rahatlığıyla “karnemizi aldık” diyebilirsek eğer, o zaman karneyi de doğru okuyabiliriz demektir artık.

Anne babalar olarak bizler, elbette ki çocukların başarılarına ortak olmayı çok severiz. 

İyi bir karne ya da başarılı bir sınav sonucunda kendi payımıza düşeni itiraz etmeden alırız.

Özel ders aldırmışızdır, oturup masaya beraber çalışmışızdır, dershanelere taşımışızdır, eve misafir bile çağırmamışızdır, dikkati dağılmasın diye yemeğini meyvesini çalışma masasına getirmişizdir. Yani söz konusu başarıysa mutlaka payımız vardır. Ama çocuk istenilen başarıyı gösteremediğinde, o zaman kaçak oynamaya başlarız. Bütün sorumluluğu çocuklara yıkarız. “Çalışmadın, oyun oynadın hep, ben sana dedim bilgisayarın başından kalk diye, günü gününe tekrar etmezsen, bol bol test çözmezsen böyle olur demedim mi?”

Bu söylenmeler o an içinizi boşaltmanızı sağlasa da pratikte hiç bir işe yaramaz.

Çocuklar söylenerek, eleştirerek, kızarak, bağırarak söylediklerimizi çoğu zaman duymaz bile. Bırakalım içselleştirmeyi, vicdani muhasebe yapmaya bile tenezzül etmez. Ayrıca

öyle bağırıp çağırarak da üzerimize düşen sorumluluktan kurtulamayız.

Eğer ortada bir başarısızlık varsa, tıpkı başarıya ortak olduğumuz gibi anne baba olarak bizlere de pay düştüğünü göz ardı edemeyiz.

Her şey bir yana, eğitim sistemi ve sınavlar üzerine söylenecek çok şey vardır elbette. Eğitim sistemi her ne kadar adı milli olsa da hakikatte milli olma çizgisinden çok uzaklarda olduğu bilinen tartışmasız bir gerçektir. Gerçek becerileri tespit etmekten uzak notlama sisteminin, birkaç saate sıkıştırılmış sınavların çocuklarımızın gerçek yeteneklerini ortaya çıkarmadığı aşikardır. 

Ama ortada bir gerçek var. Eğer çok kesin ve net bir hamleyle çocuğumuzu evde kendimiz eğitmeye karar vermeyeceksek, bu sistemin bir parçası olacağız demektir.

O yüzden sadece eleştirmek yerine, çocuklarımız için mevcut sistemde en iyi şartları sağlamak da anne babalar olarak acilen bizlere düşmektedir.

Karne günü geldiğinde neler yapılması gerektiğini bilmek önemlidir elbette ama önce biraz daha geriye gitmek gerek. Sağlam temellere oturmuş bir anne baba çocuk ilişkisi varsa eğer, bunun çocuğun okul başarısı dolayısıyla da karne günü üzerinde olumlu etkileri vardır çünkü. Çocuklarımıza belki şımarırlar korkusundan, belki de nasıl yapacağımızı bilmediğimizden sevgimizi yeterince göstermiyoruz. Ya da fark etmeden sevgimizi belli kriterlere bağlayabiliyoruz. Başarıya öyle odaklanmışız ki, sanki başarısız olunca artık sevmeyecekmişiz gibi bir mesaj verebiliyoruz çocuklara farkında olmadan. Bu gerçek değil elbette ama buna inanan bir çocuğun anne babasının sevgisini kaybetmemek adına kendini ne kadar zorlayacağını ve bu durumun çocuğu ne büyük bir strese sokacağını gözardı etmemeliyiz. Bu sebeple çocuklarımıza “her ne koşulda olursa olsun, onları desteklemek ve sevmekten vazgeçmeyeceğimiz” mesajını çok net olarak vermemiz gerekir.  

Çocuğun karnesinin iyi olmasında şunlar başlıca etkendir; en başta çalışma alışkanlığının doğru ve planlı bir şekilde kazanılması, evde ders çalışma ortamının uygun olması, sorumluluk duygusunun  yerleşmiş olması, duygusal sorunlarının yoğun olmaması.

Eğer çocuğunuz iyi karne getirmiyorsa, bu dört faktörün öncelikli olarak değerlendirilmesinde yarar vardır. Başarıyı etkileyen tek faktör zeka olmadığı için, iyi olmayan karnenin düşük zeka göstergesi olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.  Karne, çocuğun tüm performansını yansıtmaz. Yani notları çok yüksek bir çocuğa, hayatta çok başarılı olacağı söylenemez. Tersi de geçerlidir. Karnesi iyi olmayan çocuğun da yaşamında çok başarısız olacağı söylenemez. Her çocuğun başarılı olabileceği yönleri muhakkak vardır. Bu özellikleri açığa çıkarmak en başta ailenin ve tabi ki eğitim sisteminin en başta görevleri arasındadır.

Aileler bazen çocuğun notlarına göre çok katı cezalar verebiliyor ya da çocuk sınıfı geçti diye aşırı ödüllendirerek çocukta doyumsuzluk psikolojisini açığa çıkarabiliyorlar. Bu da başlı başına bir diğer sorundur. Notlar elbette ki değerlendirilebilir fakat bu durum asla abartılmamalıdır. Bir çocuğun ailesi tarafından olduğu gibi kabul edilmesi çocuk açısından çok önemlidir. Derslerindeki başarı ya da başarısızlığı ailesiyle olduğu gibi paylaşabilmek ve ailesi tarafından kabul hissini yaşamak çocuğu rahatlatır. Çocuk ailesinin sadece başarılarını kabul edeceğini düşünürse, bu durumda not düzeltme, yalan söyleme gibi dürüst olmayan yollara başvurabilir.

Eğer çocuğun sene sonunda karnesinde düşük not varsa bu hayatın sonu değildir. Sadece tedbir alınması gereken bir durum vardır. Fakat bu tedbir sadece çocuk eksenli değil, tüm aileyi kuşatacak şekilde herkesçe alınmalı ki gerçekçi hem de adaletli olabilsin. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi öncelikle dönem sonunda alınan karnenin, çocuğun karnesi olmasının yanı sıra, ailenin ve eğitim sisteminin de karnesi olduğu unutulmamalıdır. 

Her şeyden önemlisi karne notları ebeveynler ile çocuk arasındaki iletişime engel olmamalıdır. Ebeveyn çocuğun duygularını dinlemeyi, empati kurmayı beceremiyor, duyguları nedeniyle çocuğu suçluyor, çözüm üretmiyor ise çocuk sevinç ve üzüntüsünü gizleyebilir. Karnesi kötü gelen bir çocuk üzüntüsünü dışa vurduğunda karşılaştığı tepki çok önemlidir. “Üzüleceğine çalışsaydın!”, “Üzülmeyi biliyor ama çalışmayı bilmiyorsun!” gibi sözler empati ve çözüm üretmekten uzak, aynı zamanda da paylaşımı engelleyen yaklaşımlardır. Oysa çocuklar üzüntü ve sevinçlerini paylaşmak isterler. Bizlerin bazen yapay bulduğu ya da “duygu sömürüsü” diye adlandırdığımız bu duygusal tepkiler çoğu çocuk için hayli masumdur ve asla manipülasyon amacı gütmezler. Bunlar anne babalarca mutlaka doğru ve yerinde anlaşılmalıdır.

Bazen bunun tersi de olabilir çocuk başarısını da ailesiyle paylaşmak ve onlar tarafından takdir edilmeyi ister. Başarıya doymuş ailelerde ise çocuğun sevinç ve mutluluğunu paylaşma eksikliği gözlenebilir. “Zaten senin için bunlar normal şeyler!” diye söze başlayarak çocuğun başarısı ile ilgili onuru paylaşamayan, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranan bu aileler güzel, övücü bir sözü dahi adeta çok görürler. Oysa çok başarılı olsa da çocuğun güzel sözlere, onunla gururlanan bir anne babaya ihtiyacı vardır. Çocuğun kendine olan özgüveni ancak böyle sağlanır. 

Diğer taraftan her çocuğun başarısı kendi içinde değerlendirilmelidir. Dolayısıyla sadece notlara bakarak yapılan değerlendirmeler yanıltıcı olabilir. Bir çocuk için “3” almak büyük bir başarı iken başka bir çocuk için “3” almak başarısızlık olabilir. Öncelikle çocuğumuzda nasıl bir akademik başarı bekleyeceğimizi bilmeliyiz. Her çocuk kendi şartları içinde değerlendirilmelidir. Çocuğun kapasitesi, öğrenme yeteneği, öğretmenin katkısı, çocukta öğrenme ve dikkati ile ilgili bir sorun olup olmadığı hep akılda tutulmalıdır, iyi bir karne getiren çocuğumuz mutlaka bunun ödülünü almalıdır. Bu ödül mutlaka maddi olmak zorunda değildir. Şartlar uygun ise küçük bir hediye ve harçlık dahi motivasyona büyük katkı sağlayacaktır. Ancak her şeyden önemlisi güzel sözlerdir. Çocuğumuza onunla nasıl gurur duyduğumuzu mutlaka anlatmalıyız.

 

Yazar: Yûsuf-i Kenân

 

Cuma, 01 Eylül 2017 11:33

DİL ve AFETLERİ GIYBET ETMEK - 4

dedikoduculuk

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 4 - Şeb-i Vuslat

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 4

 

Dili Gıybetten Korumanın Çaresi:

Bil ki, bütün kötü huylar ancak ilim ve amel ilacıyla tedavi edilir. Her hastalığın ilacı, onu meydana getiren sebebin aksini yapmaktır. O halde hastalığın sebeplerini araştıralım. Dili gıybetten korumanın çaresi, genel ve detaylı olmak üzere iki türlüdür.

Genel Çareler

1. Allah’ın gazabından korkmak: Kişi, gıybet etmekle, Allah’ın (cc) gazabına uğrayacağını, gıybetin, kazandığı sevapları kıyamet günü yok edeceğini bilmelidir. Çünkü o gün, kişinin dünyada gıybet ettiği kimsenin şahsiyetine verdiği zarara karşılık sevapları ona verilir. Sevapları bulunmazsa, gıybet ettiği kimsenin günahlarından ona yüklenir. Bu haliyle Allah’ın (cc) gazabına uğrar. Gıybet etmek, Allah (cc) katında, ölü eti yemeye benzetilmiştir. Böylelikle günah kefesi, sevap kefesinden daha ağır bastığı için kul cehenneme girer. Öyle olur ki gıybeti yapılanın bir günahının yüklenmesiyle gıybet yapanın günah kefesi ağır basar ve cehennemlik olur. Bu durumda başına gelecek en hafif ceza muhakeme, sual, cevap ve muhasebe yapıldıktan sonra sevaplarının azaltılmasıdır. Bu konuda Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Gıybetin, kulun sevaplarını bitirmesi, ateşin kuru odunu bitirmesinden daha çabuktur.”

Şöyle anlatılır: Adamın biri Hasan-ı Basrî’ye (ra) “İşittiğime göre, benim gıybetimi yapıyormuşsun!” dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî adama: “Senin, benim yanımda sevaplarıma sahip olacak kadar kıymetin yok. (Bunun için senin gıybetini edip de sevaplarımı sana vermem)!” demiştir. İnsan, gıybet hakkında anlatılan haberlere canı gönülden inanırsa, başına gelecek tehlikelerden korkar ve kimseyi gıybet etmez.

2. Kendi nefsinin ayıbını görmek: Gıybetten kurtulmanın çarelerinden biri de kendi ayıplarıyla meşgul olmaktır. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Kusurları, kendisini başkasının kusurlarıyla uğraşmaktan alıkoyan kimseye müjdeler olsun!” Kişi kendi nefsindeki kusuru bildiği halde, kendisini bırakıp da başkasını kötülemekten utanmalıdır. Başkasının içine düşüp de kurtulamadığı acizlik, kendi içine düşüp de kurtulamadığı acizlik gibidir, diye düşünmelidir. Başkasının gıyabında yapılan ayıplama, onun fiilleri ve iradesiyle yaptıkları hakkında ise, anlatıldığı gibi mahzurları vardır. Şayet yaratılışıyla ilgili konuda ise o zaman, bedeni ayıplamak, onu Yaratan’ı ayıplamak olur; çünkü bir sanatı kötüleyen, onu yapan sanatkârı da kötülemiş olur. Adamın biri, hikmet ehlinden birine: “Ey yüzü çirkin adam!” dedi. Bilge kişi de ona: “Yüzümü yaratmak benim elimde değil ki onu güzelleştireyim!” karşılığını verdi. 

Kişi, kendi nefsinde bir ayıp görmezse Allah’a (cc) şükretsin ve gıybet gibi şeylere bulaşarak kendini ayıpların en büyüğü ile kirletmesin. Zira insanları kınamak ve gıybet ederek ölü eti yemek ayıpların en büyüğüdür. Aslında insafla bakılsa, onun kendinde ayıp olmadığını zannetmesi, nefsini tanımadığını gösterir. Bu dahi en büyük ayıplardandır.

3. Kendi gıybetinin yapılmasını istemediği gibi başkasının da gıybetini yapmamak: İnsan bilmeli ki, birinin, kendisinin gıybetini yapmasından nasıl üzüntü duyarsa, başkasının gıybetini yapmak da o kişiyi üzer. Kendi nefsi için razı olmadığı bir şeye başkası için de razı olmamalıdır. Bunlar gıybetten kurtulmanın genel çareleridir.

Detaylı Çareler

İnsan kendisini gıybete sürükleyen sebebi iyi teşhis etmelidir; çünkü bir hastalığın tedavisi, onun sebebini yok etmekle olur. Bu sebepleri yukarıda anlattık. Şimdi bunların nasıl tedavi edileceğini zikredeceğiz.

1. Öfkeyi bastırmak için yapılan gıybetin tedavisi: Kızdığı kimsenin arkasından konuşmak isteyen kişi şöyle düşünmelidir: “Ben gıybetini yaparak bu adama kızarsam, gıybet ettiğim için Allah da bana kızar; çünkü Allah bana gıybeti yasaklamıştır. Ben gıybet etmekle bu yasağı hafife almış ve ilahi gazaba uğramış olurum.” Bu konuda Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz cehennemde bir kapı vardır; oradan sadece kinini Allah’a isyan ederek teskin eden kimseler girer.”

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde de şöyle buyurur: “Her kim Rabbinden korkarsa dilini haramdan uzak tutar; onunla kinini boşaltmaz.” 

Yine Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuştur: “İntikam almaya gücü yettiği halde öfkesini tutan kişiyi Allah kıyamet günü mahlukatının önüne çıkarır ve istediği hurileri almakta onu serbest bırakır.”

Bazı peygamberlere indirilen kitaplarda şöyle geçmiştir: “Ey Ademoğlu! Kızdığın zaman beni hatırla ki ben de kızdığımda seni (rahmetimle) anayım. Helak ettiklerimle beraber seni de helak etmeyeyim.”

2. Arkadaşlara uymak için yapılan gıybetin tedavisi: Kulları memnun edeyim diye Allah’ın (cc) gazabını çekersen, bu davranışından dolayı Allahu Teala’nın (cc) sana kızacağını unutma. Mevlanın hakkını çiğneyerek, başkasını memnun etmeye nasıl razı olursun? Onları hoşnut edeyim diye Allah’ın (cc) rızasını nasıl terk edersin? Sen ancak Allah için kızabilirsin. Bu da kızdığın şahsı kötülemeyi gerektirmez. Bilakis, o adamı gıybet ederek anan arkadaşlarına Allah (cc) için kızmalısın; çünkü onlar gıybetle, en çirkin günahı işleyerek Cenabı Hakk’a (cc) isyan etmektedirler.

3. Kendini savunma için yapılan gıybetin tedavisi: Bazıları bir suçu başkasına aitmiş gibi göstererek kendisini temize çıkarmaya çalışır ve sürekli bir insanın ayıbını sayıp dökmekle uğraşır. Bunun tedavisi, insanın kesin olarak şunu bilmesidir: Yaratıcı’nın gazabına uğramak, insanların gazabına uğramaktan daha çetindir. Sen gıybet etmekle kesin olarak Allah’ın (cc) gazabına uğramış olursun fakat insanların sana kızıp kızmadığını tam bilemezsin. Sen dünyada kendi düşüncene göre nefsini temize çıkardığını düşünürsün, hâlbuki ahirette kesin olarak kendini helak edip sevaplarını yok edersin. Allah Teala (cc) gıybet edeni peşinen yermişken, sen insanların seni sevmesini ve yermemesini beklersin. Bu durum cahilliğin ve akılsızlığın ta kendisidir.

Senin mazeret olarak: “Eğer ben haram yiyorsam, falan da yiyor. Ben sultanın malını kabul ediyorsam falan da ediyor...” gibi sözlerle özür beyan etmen de cahilliktir. Çünkü sen peşinden gidilmemesi gereken kişiye uymayı bir mazeret olarak gösteriyorsun. Kim olursa olsun, Allah’ın (cc) emirlerine karşı gelene uyulmaz. Şayet birtakım insanlar ateşe atlasalar, senin de buna karşı koymaya gücün varsa, o insanlara uymazsın; uyarsan aklını yitirmiş sayılırsın. Senin kendini temize çıkarmak için söylediklerin de gıybettir, büyük günahtır. Bu şekilde (eğer ben haram yiyorsam, falan da yiyor... gibi sözlerle) özür olarak arkasına sığındığın kimseye nispet ettiğin kusurlarla iki günahı birden işlemiş olursun. Bu ise cahillik ve ahmaklıktır. Senin durumun şu koyuna benzer: Koyunun biri, bir keçi görür. Keçi kendisini dağın tepesinden aşağı doğru atar. Bunu gören koyun da aynısını yapar. Koyunun dili olsaydı herhalde şöyle bir özür ileri sürerdi: “Keçi benden daha akıllıdır. O kendini atıp helak ettiği için ben de onun yaptığını yaptım.” Elbette bunu yapanın ve söyleyenin cahilliğine gülersin. Halbuki senin durumun da aynıdır. Sen de örnek alınmaması gereken kişileri örnek alarak gıybete ve harama girmektesin. Ancak sen bu haline hiç şaşırmaz ve gülmezsin.

4. Övünmek için yapılan gıybetin tedavisi: Bazıları başkasını kötüleyip gıybetini yaparak kendi nefsini över, temize çıkarır. Bunun ilacı şudur: Şunu bil ki kendine ait anlattığın meziyetlerle insanların zihninde iyi bir insan izlenimi bıraksan bile, böyle yapmakla Allah (cc) katındaki faziletini yitirmiş olursun. İnsanlar senin başkasını ayıplayan ve karalayan biri olduğunu bildiklerinde sana hiç güvenleri kalmaz. İnsanlar yanında elde edeceğin sahte itibara karşılık Allahu Teala’nın (cc) sana sunacağı rahmeti kesin olarak kaçırmış olursun. Eğer insanlar senin faziletli biri olduğuna inansalar bile bu, Cenabı Hak (cc) katında sana hiçbir yarar sağlamaz.

5. Haset ve kıskançlıkla yapılan gıybetin tedavisi: Haset ve kıskançlık sebebiyle yapılan gıybette iki türlü azap vardır: Birincisi, kul başkasını dünya varlığı yüzünden kıskanır, elindekine kanaat etmeyip kıskançlığıyla dünyada üzüntü duyarak bir çeşit azap görür. İkincisi de, dünyadaki bu azap yanında ahirette göreceği gıybetin azabıdır. Böylece kul hem bu dünyada hem de ahirette kendini hüsrana uğratarak iki cezayı birden çekmiş olur. Gıybet ederek kıskandığı kişiyi zarara uğratacakken kendi nefsine zarar verir, sevaplarını da ona hediye eder. O zaman kendisine düşmanlık, ona dostluk yapmış olur.

Ey başkasını gıybet eden kimse! Şunu bil ki senin gıybetin ona değil, sana zarar verir. Senin sevapların ona nakledilerek ya da onun günahları sana yüklenerek ona fayda vermiş olursun. Bundan sana hiçbir fayda olmaz. Böyle yapmakla haset ve cehaleti bir arada toplamış olursun. Çoğu defa, ona beslediğin kıskançlık ve kötülük, onun değerini artırır. Bak bir şair ne diyor: “Allah bir kulunun bilinmeyen faziletini ortaya çıkarmak istediği zaman haset eden birini ona musallat eder; o, bu kimsenin güzel hallerini anlatıp durur.”

6. Eğlenmek için yapılan gıybetin tedavisi: Başkasıyla eğlenmeye gelince, bundaki maksat başkasını insanların yanında küçük düşürmektir. Bu şekilde sen Yüce Allah’ın (cc), meleklerin ve peygamberlerin katında kendini küçük düşürmüş olursun. Şayet kıyamet gününde karşılaşacağın üzüntüyü, suçu, utancı, rezilliği, alay ettiğinin günahlarının sana yüklenmesini ve bu yüzden cehenneme sevk edilmeni düşünseydin, sonuçtan korkar, arkadaşını küçük düşürmekten vazgeçerdin. 

Eğer bilirsen, asıl gülünecek durumda olan sensin. Sen alay ettiğin kimseyi dünyada küçük bir topluluk önünde küçük düşürürsün; hâlbuki kıyamet günü kendini kendi elinle bütün insanların önünde rezil edersin. Ayrıca onun günahlarını da yüklenirsin; sonra boynundan çekilerek ateşe sürüklenirsin. O gün seninle alay edilir, senin perişanlığına gülünür, böylece Allah (cc) senden o alay ettiğin kişinin intikamını alır. O mutlu olurken sen perişan bir halde ortada kalırsın. Bütün bunları düşünerek gıybeti terk edebilirsin.

7. Acıma adına yapılan gıybetin tedavisi: Aslında kardeşinin işlediği günahtan dolayı ona acıman güzel bir duygudur. Ancak senin bu durumunu şeytan kıskanır ve seni haktan saptırır. Seni onun hakkında konuşturarak, acıdığından çok daha fazla sevabın ona nakledilir. Onun günahlarını da yüklenirsin. Böylece o, acınacak durumdan çıkar, bu defa sen acınacak duruma düşersin. Hayrın silinmiş, sevapların eksilmiş olur. Bunları düşün ve gıybetten sakın.

8. Allah için kızarak yapılan gıybetin tedavisi: Allah (cc) için kızmak da güzel bir şeydir; ancak bu, gıybet etmeyi gerektirmez. Bu durumda şeytan, Allah için kızmanla elde ettiğin sevabı heba etmek için gıybeti sana tatlandırır. Böylece gıybet ederek, Allah Teala’nın gazabına uğramış olursun.

9. Hayret ve şaşkınlık için yapılan gıybetin tedavisi: Bir kusur işleyen kimsenin durumuna hayret ve şaşkınlığını ifade ederek gıybet yaptığında, aslında durumuna hayret etmelisin. Başkasının din ya da dünyası adına kendini ve ahiretini niye helak ediyorsun? Halbuki sen de dünyada sonunun ne olacağından emin değilsin. Hayret ederek kardeşinin gizli durumunu açığa çıkardığın gibi Allah da senin ayıbını ortaya çıkarır.

Bütün bu saydıklarımızın çaresi, işin aslını iyi bilmek ve bunların zararlarını tam anlamaktır. Bu da imanın bir parçasıdır. Bütün bu hususlarda imanı kuvvetli olan kimse, hiç şüphesiz dilini gıybetten korur.

Gelecek ay Rabbim (cc) izin verirse devam edeceğiz inşaallah. Rabbim yar ve yardımcımız olsun, amin.

 

Kaynakça:
Dil Belâsı, Hüccetü’l İslam İmam Gazali, Semerkand Yayınları, 2011.

 

Yazar: Şeb-i Vuslat

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort