JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 01 Eylül 2017 11:10

HATEMÜ'L ENBİYA EFENDİMİZ - 2

hatemül enbiya Efendimiz

Hatemü'l Enbiya Efendimiz - 2 - Mine Şimşek

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Hatemü'l Enbiya Efendimiz - 2

 

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuh. Cenabı Hakk’ın (cc) buyurmuş olduğu ayeti kerime ile başlayarak Peygamberimiz’in mübarek hayatlarını anlatmaya kaldığımız yerden devam edeceğiz inşaallah.

“Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse Allah onu içinde ırmaklar akan cennetlere ebedi kalmak üzere koyar ki işte büyük başarı budur.” (Nisa 13)

“Muttakilere vad edilen cennetin sıfatı şudur; içinde hiç özelliği bozulmayan sudan ırmaklar, tadı hiç değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere her an lezzet veren süzme baldan ırmaklar vardır. Hem de orada meyvelerin hepsi ve bir de Rablerinden mağfiret onlar içindir…” (Muhammed 15)

Peygamberimiz Hz Muhammed (sav) ve Kısaca Hayatı:

Kainatın Efendisi otuz beş yaşında... Bu sırada Kureyş kabilesi Kabe duvarlarını yıkıp yeniden tamir kararı vermiş idi. Yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibariyle pek sağlam olmayan bu mabedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bulunması sebebiyle de yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harap bir hale getirmişti. Kabe duvarının taşlarla örülmesi işi, kurayla kabileler arasında dörde taksim edilmiş herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örüyorlardı. Bina Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar yükselmişti, ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıkmış ve günlerce birbirleriyle konuşup tartışmışlardı. Bir gün Kureyş’in en yaşlılarından Huzeyfe b. Muğire Beni Şeybe kapısını eliyle işaret ederek ilk girecek zatı aranızda hakem yapın o kimse bu işi bir neticeye bağlasın, der. Bu teklif kabul görülür.

Artık bütün gözler Beni Şeybe kapısında idi, nihayet kapıdan bir zat belirir. Kendisine mahsus yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zatı derhal tanır ve sevinç içinde bağırırlar. “El-emin o! Muhammed o! “ Onun aramızdaki vereceği hükme razıyız diyerek böylece merak dolu gözler birden sevinç bakışlarına döner, çünkü adil karar vereceğine hepsi tereddütsüz emindir. Kalbi zihni tertemiz Efendimiz’e durumu anlatırlar ve: “Hemen bana bir örtü getiriniz!” diye buyurur. Anında getirirler, örtüyü yere serer. Peygamberimiz Hacerü’l-Esved’i bu örtünün ortasına koyar sonrada her kabileden bir kişi bunun birer köşesinden tutsun, diye buyurur ve aynen uygulanır. Hacerü’l-Esved’i örtüyle konulacak yere kadar kaldırılır, Peygamberimiz kendi mübarek eli ile yerine koyar. Bundan sonra duvarlar örülmeye başlanılır ve kısa zamanda tamamlanır.

İlk Vahiy Gelmesi:

Kainatın Efendisi kırk yaşlarında idi. Yıllardan beri devam edip gelen her senenin ramazan ayının Hira Dağı’nın tepesinde ibadet ve dua ile geçirir Hatice annemiz ise ona azık getirirdi. Sevgili Peygamberimiz (sav) Hira Dağı’na ibadete çekilmesi Hanif dini üzere ceddi İbrahim peygamberin de aynı şekilde ibadet ve taat de bulunmalarından kaynaklanıyordu. Ramazan ayının on yedinci gecesi pazartesi günü vahiy meleği Hz. Cebrail (as) en güzel bir insan suretinde görünmüş, ışıl ışıl nurlar saçarak göz kamaştıran bir aydınlık ile tatlı fakat gür bir seda ile hitap eder: “İkra! - Oku!” Efendimiz cevap verir: “Ben okuma bilmem!” Hz. Cebrail kendisini kucaklar ve sıkıp bıraktıktan sonra tekrar: “Oku!” diye seslenir. Üç kere bu hal devam eder. Daha sonra Cebrail (as) Cenabı Hak’tan (cc) aldığını Rasulü’ne teslim etmeğe geldiği Alak Suresi’ni okur. 

“Oku! Seni yaratanın adıyla oku ki o insanı pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini talim eden bol kerem ve ihsan sahibidir.” (Alak 1-5)

Artık inen ayetler Peygamberimiz’in (sav) hem diline hem kalbine yerleşmişti. İlahi vahye muhatap olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Peygamberimiz (sav) mağaradan çıkararak Mekke’ye doğru hareket eder. Yolda dağ taş ve ağaçlar “Esselamü aleyke ya Rasulallah!” diyerek onu selamlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı adeta tebrik ediyorlardı. Evine varan Peygamber Efendimiz (sav) karşılaştığı hadisenin azameti ve haşyeti karşısında kendisini karşılayan fedakar zevcesi Hatice annemize: “Beni örtünüz! Beni örtünüz!” diyebilmişti. Kırk günlük bir aradan sonra Peygamberimiz’e vahiy tekrar gelmeye başlamıştı, hadiseyi bizzat kendisi şöyle anlatır: “Bir gün giderken aniden gökyüzünde bir ses işittim başımı kaldırıp baktığımda, bana gelen meleği Cebrail yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm evime dönüp: Beni örtünüz, beni örtünüz, dedim. Bunun üzerine Yüce Allah: ‘Ey örtüye bürünen peygamber kalk da insanları uyar, Rabbinin büyüklüğünden bahset!’ ayetlerini indirdi.” (Müslim, 98) Artık vahiylerin ardı arkası kesilmemişti.

Sadık Dost Hz. Ebu Bekir (ra):

Peygamber Efendimiz’in en yakın arkadaşı, sadık dostu, Efendimiz’in tabiri ile “Eşsiz insan!” Hz. Ebubekir (ra). Cahiliye devrinde bile olsa asla putlara tapmamış, şarap içmemiştir. Peygamberimiz (sav) ile sık sık görüşür onun her buyruğuna: “O söylemiş ise doğrudur!” diyerek teslimiyetini, bağlılığını ve sevgisini belli ederdi. Ayeti kerime nazil olunca, kadınlar arasında Hz. Hatice, erkeklerde Hz. Ebu Bekir, kölelerde Zeyd, çocuklarda ilim kutbu Hz. Ali top yekün iman ederler: “Şahadet ederim ki Allahtan başka ilah yok ve Muhammed O’nun Rasulü’dür.” daha sonra sahabe efendilerimiz (r.anhum) birer birer müslüman olmuş, her türlü çilelere katlanmışlardır.

Hazreti Ebu Bekir (ra) nakleder: “Sevr mağarasında gördüm ki Allah Rasulü’nün mübarek ayakları kanamıştı ağlayarak: ‘Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasulü! Ben basit bir ferdim, ölmüşüm, kalmışım ne çıkar amma sana bir zarar erişecek olursa bütün ümmet helak olur.’ dedim. Allah Rasulü ise: ‘Mahzun olma ya Eba Bekir! Allah’ın yardımı bizimle beraberdir.’ diye buyurdu.” (İbni Kesir, 122-123-124)

Kureyş müşrikleri müslüman olanların sayılarının arttığını duyunca onlara eziyet ve işkenceler yapmaya başlamışlardı. Bir gün Ebu Talib müşrikler ile arasında konuşma geçer ve gelip yeğenine: “Evladım, Muhammedim, kendine ve ailene müthiş bir sıkıntı getirmemen için sana ricada bulunacağım bana kaldıramayacağım yükü yükleme. Kureyş büyükleri eğer davandan vazgeçmeyecek olursan aramızda kanlı bir boğuşma çıkacağını bildirdiler.” diye anlatır. Alemlerin Efendisi ise (sav): “Vallahi amca Kureyş kavmi bir elime ayı bir elime güneşi verseler dahi yine de davamdan vazgeçmem.” diye buyurmuştur. (İbni Hişam, Sıratü’l-Nebi, 278) 

Hüzün Yılı:

Ebu Talib’in vefatından üç gün sonra efendimizin pak zevcesi hazreti Hatice (r.anha) bisetin onuncu yılı ramazan ayında altmış beş yaşında iken fani dünyadan ebedi aleme göç eder. Namazını bizzat Rasulü Kibriya Efendimiz kıldırır ve Hacun kabristanına defnedilir. Hatice annemize zerreler adedince rahmet olsun. Peygamberimiz bisetin bu onuncu yılını “Senetü’l-hüzün” yani hüzün yılı olarak isimlendirir. Hazreti Hatice annemizin vefatından sonra Efendimiz’in hayatında bir boşluk meydana gelmiş ashabı güzin bu durumun farkına varınca bir gün Havle hatun Efendimiz’in huzuruna gelerek: “Ya Rasulallah! Yanınıza gelerek birden Hatice’nin boşluğunu hissettim!” der. Efendimiz ise (sav): “Evet o çoluk çocukların anası evininde görüp gözeticisi idi.” diye buyurarak aile hayatında Hz. Hatice’nin ebedi aleme irtihaliyle meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Daha sonra Efendimiz (sav), Hz. Sevde, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Zeyneb, Hz. Safiye, Hz. Ümmü Seleme vs. (ra) sırayla annelerimiz ile nikahlanmıştır. Mariye annemizden İbrahim isminde çocuğu olmuş. Diğer hanımlarından çocukları olmamıştır. Hz. İbrahim ise küçük yaşta vefat etmiştir. 

Veda Hutbesi:

Hicretin onuncu senesinde Peygamberimiz (sav) Hac niyeti ile Mekke’ye gideceğini halka ilan ettirir. Herkes bölük bölük Medine’de toplanmaya başlar. Zilhicceye beş gün kala Efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra kırk bin hacı ile Mekke’ye girer… Cuma günü arefe olduğundan Peygamberimiz bu kadar müslümanla hac yaparak tesirli bir hutbe okur:

“Ey nas! Dinleyiniz, anlayınız, biliniz ki müslümanlar hep birbirinin kardeşidir. Sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Onlar sizin haklarınıza saygı göstermelidir, siz de onlara iyi muamele etmelisiniz. Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyin, bilmiyorum belki bu yıldan sonra bir daha burada sizinle bir arada olamayacağım. Ey insanlar! Hiç şüphe yok ki siz Rabbinize kavuşacaksınız o da size amellerinizden hesap soracak. Ben size tebliğ etmiş bulunuyorum sözlerimi hatırınızda tutunuz. Size sımsıkı sarıldığınız takdirde ebediyen şaşkınlığa düşmeyeceğiniz açık bir emir halinde Allah’ın kitabını ve Peygamberi’nin sünnetini bırakıyorum!” 

Güzel ashabı şaşkın ve üzüntü içerisinde hutbeyi gözü yaşlı dinler. Efendimiz (sav) sözlerine devam eder: “Ey nas! Kıyamet gününde Muhammed size risaletini tebliğ eti mi, diye sorulur o vakit siz ne cevap verirsiniz?” diye sorar. Onlar da: “Evet tebliğ etti, şahadet ederiz!” derler. Bunun üzerine baş parmağını havaya kaldırarak üç defa: “Şahid ol Allahım! Şahid ol Allahım! Şahid ol Allahım!” diye buyurur.

Ahirete İrtihal:

Hicreti seniyyelerinin on birinci senesi sefer ayının son günlerinde idi ki sevgili Peygamberimiz (sav) şiddetli bir baş ağrısıyla hummaya tutulur. Hastalığı ağırca idi. Nebiy-yi Zişan Efendimiz hasta olmakla beraber her ezan okundukça mescidi şerife çıkıyor, ashabı kirama imam olup namaz kıldırıyordu. Fakat irtihallerine üç gün kala hastalığı artmıştı, artık mescide çıkamaz olmuştu. “Ebu Bekir’e söyleyiniz imamet etsin!” diye buyurdu. Rebiü’l-evvelin on ikinci pazartesi günü Rasul-i Ekrem Efendimiz kendisinde bir kuvvet görür Hz. Ali ile amcası Hz. Abbas’ın oğlu Fadl’ın kollarına dayanarak tekrar mescidi şerife çıkar. Fahri Alem (sav) namazdan sonra hücre-i saadetine dönüp yatağına yatar. Hastalığı ağırlaşmış artık Kadim ve Kerim mabudunun manevi huzuruna kavuşacağı zaman gelmişti. O güllerden latif olan mübarek siması bazen kızarıyor, bazen sararıyordu. Alnından ter katreleri serpiliyordu. Bir zeval vakti idi bir hidayet yıldızı gibi parlayan o güzel mübarek gözlerini semaya dikti ve: “Allahım beni refik-i alaya kavuştur!” diyerek son cümleleri ağzından çıktı, artık mukades ruhu ala-yı iliyyine uçup gitmişti.

Fatıma annemiz: “Ey benim babam! Ey Allah’ın davetine koşan babam!” diye içi yanarak ve ağlayarak konuşuyor. Aişe sıddıka validemiz ise: “Eyvah! O peygamber ki dünyaya asla iltifat etmedi, ümmetinin günahlarını düşünerek bir gece olsun döşeğinde rahat uyumadı. Müşriklerin her türlü eziyetine katlanarak asla Allah’ın rahmetinden ümidini kesmedi, yoksulları, zayıfları lütfu ihsanından mahrum bırakmadı!” diye hazin hazin ağlıyordu. Hazreti Ebu Bekir (ra) gelip hücre-i saadete girer ve sevgili Peygamberimiz’in latif cismini örten sütreyi kaldırır ve, “Senin mematın da hayatın gibi güzel!” diyerek ağlar… Peygamberimize zerreler adedince salat ve selam olsun.

Rabbim Peygamberimiz’e (sav) hakkıyla ümmet olabilmeyi, kıyamette sancağı altında toplanıp, Kevser havzından mübarek ellerinden su içebilmeyi tüm ümmetine nasip etsin. Efendimiz’in bu güzel hayatını bir hadisi şerifte buyurmuş oldukları dua ile bitirelim inşaallah: “Allahım Muhammed’e pak zevcelerine, kutlu zürriyetine ve ehli beytine rahmet kıl! Tıpkı İbrahim’e İbrahim’in kutlu zürriyetine ve ehli beytine rahmet kıldığın gibi. Sen Hamid’sin, Mecid’sin.” (Buhari 33)

 

Kaynakça:

Salih Suruç, Kainatın Efendisi
Büyük İslam İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen

 

Yazar: Mine Şimşek

 

Cuma, 01 Eylül 2017 10:55

KALBİN CANLILIĞI NE İLE?

kalp canlılığı

Kalbin Canlılığı Ne İle? - Gönül Pınarından

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Kalbin Canlılığı Ne İle?

 

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır. İslam, Kur’an ve sünnetten dolayı hamd O’nadır. Öyle bir hamd ki açık-gizli tüm nimetlerine uygun ve Zatı’nın cömertliğine ve celalinin yüceliğine yakışır. Allah’ın salatı, Efendimiz Muhammed’e (sav) O’nun aline, ashabına ve kıyamete kadar onlara uyanlara olsun ve onlara çokça selam olsun.

Kalp canlı olmasa hayat olur mu? Maddi hayat için olduğu gibi manevi hayat için de kalp diri olmalı. Müslüman bir kalbin hayat bulmasının tek ilacı ise, peygamberlerin yolunu izlemek ve onların bize miras bıraktığı insanı kamillerin peşinden gitmektir; çünkü onlar, bu kalbin dirilmesi için gayret eden gerçek uzman doktorlardır.

Kalbimizin canlı olması için önce sağlıklı olması lazımdır. Hastanın nasıl ağzının tadı olmazsa hasta kalp de hikmetten, nasihatten tad alamaz. İnsanın vücud merkezini ayakta tutan kalptir. İnsan belki hemen hissedemez fakat insanın kalbine yavaş yavaş giren gam, keder, üzüntü, kin ve nefret gibi virüsler kalbi zamanla sağlıksız hale getirir. Bu ise bedene yansır. Beden zamanla acı duymaya başlar. İşte o zaman kalbin bir manevi doktora ihtiyacı belirgin hale gelir. Doktorun teşhis ve reçetesine ihtiyacı vardır. 

Erenler gönül karanlığını gideren ilacın formülünü şu şekilde veriyor: “Tevbe kökünü istiğfar yaprağı ile karıştırıp gönül havanına koymalı, tevhid tokmağı ile dövüp insaf eleğinden eleyerek gözyaşı ile hamur etmeli, aşk ateşinde pişirip içine muhabbet-i Muhammediye balından katarak kanaat kaşığı ile gece gündüz yemeli.”

Manevi doktorun tarif buyurduğu diğer ilaçlarla da tedavi edilen kalp, şifa bulur, huzursuzluklardan kurtulur ve canlanmaya başlar. Bundan etkilenen diğer azalar da harekete geçer. Peygamber Efendimiz (sav) buyururlar: “Dikkat edin, vücudunuzda bir et parçası vardır. O ıslah olursa bütün vücud kurtulur, o fesada uğrarsa bütün vücud fesada uğrar. O et parçası kalptir.”

Kalbin canlılığı olsun; temelde canlılık, bir şeyleri hissetmek ve harekete geçmek olarak kendini gösterir. Hayat, nitelenen şeyle var olan niteliktir. Aslında hayat şuuru bize canlılığı çağrıştırır. Öyleyse her canlı şuuru, iradesi ve kudretiyle ihtiyari amel yapar. Bu şuurla hisseder ki Allah (cc) haydır. O zaman O’nun (cc) tecelli mekanı olan kalbi daima canlı tutmaya çalışır. Tecelli eden o Zat’ın nurundan dolayı nurlanmış, canlı, diri hayat dolu bir kalp olur. İşitir, görür ve akleder. Bir ilkbahar mevsimini düşünelim: Bitkilerin ilk yağan yağmurla dirilip yeşillendiği, cemrenin ayaz yemiş, o kuru-sert toprağa düştüğünü, ısıttığını tefekkür edelim. Cemrenin düştüğü o sert toprak nasıl da yumuşuyor, içinden çıkan ısı buhar olup nasıl da semaya çıkıyor, o sertlikten eser kalmayıp altından nasıl da yeşillikler çıkıyor, o kuru toprak nasıl da hayat bulup canlanıyor! İşte bu nedenledir ki çoraklaşmış kalbimizin de hayat bulması için mutlak ve mutlak bir manevi doktora ihtiyaç vardır. 

Cenabı Hak Enfal Suresi’nin 40. ayetinde buyurur: “Ey inananlar! Sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah ve Rasulü ‘ne uyun. Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.” 

Cenabı Mevla Nur Suresi’nin 35. ayetinde ise şöyle buyurur: “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili, içinde lamba bulunan kandildir. O lamba kristal bulunan bir kandildir. O lamba kristal bulunan bir fanus içindedir. O fanus sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nisbet edilemeyen bir ağaçtan, zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nura eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.”

Bu misaller kalbin canlılığına örnektir. Ayetten anladığımız bir manada yerden ve gökten asıl kastedilen insanın vücudu olsa gerek; çünkü Cenabı Hakk’ın buyurduğu üzere: “Ben, yere göğe sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine, gönlüne sığarım.” (Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, II, 255) Burdan anlıyoruz ki yerden ve arzdan kasıt insanın kalbidir. Onun nurundan ve kandillerinden misal ise onun peygamberleri ve dostları. Onlar birer fanus içinde parlayan yıldızlardır. Onların sevgisi insanın gönlüne bir girdi mi adeta bir kandil gibi insanın kalbi ve hayatı canlanıyor; buna en büyük örnek sahabe efendilerimizdir. Hz. Ebu Bekir’den, Hz. Bilal’e, Hz. Vahşi’ye ve adlarını sayamayacağımız nice sahabi efendilerimiz… Cenabı Hak hepsinden ebediyyen razı olsun… 

Sonuç olarak kalp ya manen bakımlı, canlı ve hayat dolu olur ya da çorak bir toprak olur; işi ehline-sahibine teslim etmediğimiz bir bahçe, bir tarla gibi. 

Hak Teala yar ve yardımcımız olsun, selam ve dua ile… 

Allah’a emanet olunuz.

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Cuma, 01 Eylül 2017 10:01

CENNETİN KAPISINI CÖMERTLER AÇAR

comertlik

Cennetin Kapısını Cömertler Açar - Nurten Özen

Sayı : 114 - Haziran 2017

 

Cennetin Kapısını Cömertler Açar

 

Cömertliğine sınır olmayan yüce Rabbimize sonsuz hamdu senalar, Rahmetiyle bizi saran Efendimiz’e (sav), O’nun aline ashabına ve varisi ekmellerine olsun.

Bir kavram olarak cömertlik, eldeki imkanları meşru ölçüler içinde, hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak başkalarının yararına sunma eğilimi demektir. Sehavet (cömertlik), peygamberlerin ahlakı ve kurtuluşun ana yollarından biridir. Nitekim Rasuli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: “Cömertlik, cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyaya sarkıtılmıştır.Her kim onun bir dalına tutunursa o dal onu çeker, cennete götürür.” Cebrail (as) dedi ki: O Allahu Teala (cc) buyurdu: “Zatım için razı olduğum din bu (İslam) dindir. Buna yaraşan, ancak cömertlik ve güzel ahlaktır. Gücünüz yettiği kadar, bu iki vasıf ile bu dine ikram ediniz.” Hz. Aişe annemizin rivayetinde Rasuli Ekrem Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teala bütün velilerini cömert ve güzel ahlaklı kılmıştır.” Cabir’in rivayetinde, Rasuli Ekrem’e hangi amelin daha faziletli olduğu soruldu da: “Sabır ve cömertliktir.” buyurdu.

Mikdam b. Şureyh’in babasından, onun da babasından rivayetinde dedesi Rasuli Ekrem’e: “Beni cennete koyacak bir ameli bana öğret.” deyince Rasuli Ekrem: “Bol yemek yedirmek, herkese selam vermek ve güzel konuşmak mağfireti gerektiren sebeplerdendir.” buyurdu. Ebu Hureyre’nin rivayetinde Rasuli Ekrem (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Cömertlik, cennette bir ağaçtır. Cömert olan onun bir dalını yakalamıştır. O da onu cennete götürmeden bırakmaz. Cimrilik de cehennemde bir ağaçtır. Cimri de bu ağacın dalına yapışmıştır. O dal o adamı cehenneme götürmeden bırakmaz.” Ebu Said Hudri’nin rivayetinde Rasuli Ekrem: “Allahu Teala buyuruyor ki; fazileti, kullarımın merhametli olanlarından arayınız, onlara sığınınız. Zira ben rahmetimi onlara yerleştirdim. Katı yüreklilerde fazilet aramayınız, zira onlarda da gazabımı yerleştirdim.” buyurmuştur.

İbni Abbas’ın rivayetine göre Rasuli Ekrem şöyle buyurmuştur; “Cömerdin kusuruna bakmayın. Zira o, her sürçtüğü zaman, Allahu Teala onun elinden tutar.” İbni Mesud’un rivayetine göre Efendimiz (sav): “Devenin boynuna dayanmış bıçağın kesmesinden daha suratli olan, yemek yedirenin rızkının ayağına gelmesidir. Allahu Teala yediren kimselerle meleklerine övünür.” buyurmuştur. Yine Rasuli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur. “Allah cömerttir, cömertliği ve güzel ahlakı sever, kötü ahlakı sevmez.” Enes’in (ra) rivayetinden: “Rasuli Ekrem’den İslamiyet adına ne istenirse verirdi.” İbni Ömer’in rivayetinde Rasuli Ekrem şöyle buyurmuştur: “Allahu Teala’nın birtakım kulları vardır, kamu yararına harcamak üzere onlara servet vermiştir. Bunlardan cimrilik edenler olursa, o serveti onlardan alır ve başkasına verir.”

İslam, cömertliği bir erdem olarak yüceltmekle kalmamış onu bencil duyguların aracı olmaktan çıkararak Allah rızası ve insan sevgisinden oluşan bir muhtevaya kavuşturmuştur.

Hikaye olunur ki: Adamın biri çölde yolculuk ediyordu. Gökyüzünden bir ses duydu: “Falan adamın bahçesini sula!” Başını kaldırıp baktı, gökte sadece bir bulut vardı. Evet, ses oradan geliyordu. Adam hayretler içinde kaldı ve bulutu takip etmeye başladı. Kara taşlık bir yere gelince,bulut suyunu boşalttı. Yağmur suları bir derede toplandı. Bu defa adam suyu takip etmeye başladı. Önüne bir bahçe çıktı. Adamın biri elindeki kürekle suyu oraya buraya çevirerek bahçesini suluyordu. Onunla konuşmaya karar verdi: “Kardeş adın ne?” diye sordu.Adam buluttan duyduğu adı söyledi. Sonra da: “Adımı niçin soruyorsun?” dedi. O da: “Biraz önceki yağmuru yağdıran bulut vardı ya!” diye söze başladı. “Bir kimse o buluta senin adını söyleyerek, falanın bahçesini sula, dedi. Ben de bulutun ardından giderek buraya kadar geldim. Adını da onun için soruyorum. Sen hangi davranışın sebebiyle Allah’ın bu iyiliğini elde ettin?” dedi.

Bahçe sahibi şunları söyledi: “Madem merak ediyorsun söyleyeyim; şu gördüğün bahçe ürün verince oturup hesap yaparım.Ürünün üçte birini sadaka diye dağıtırım. Üçte birini çoluk çocuğumla yerim. Üçte birini de tohumluk yaparım. İşte benim yaptığım bundan ibarettir.”

Rivayete göre Ahnef b. Kays elinde bir kuruş tutan bir adam gördü. Adama: “Bu dirhem kimindir?” diye sordu. Adam: “Benimdir.” dedi. Ahnef (ks): “Hayır, sen onu elinden çıkarmadıkça (bir hayra vermedikçe) senin olamaz!” dedi.

Atalarımız da bu gerçeği ifade etmek için: “Ne verirsen elinle, o gelir seninle.” buyurmuşlar. 

 

Şair de:

“Dediler cehennemde odun bulunmaz, yolcu yakacağını kendi götürür.

Anladım ki cennete gidenler buradan, gülünü zambağını kendi götürür.” diyor.

 

Rabbim bizi her türlü cimrilikten kurtarıp, övülen cömertliğe nail eylesin. Amin.

 

Kaynaklar: 

İhya-i Ulumiddin, İmam Gazali
Peygamberimin Sevdiği Müslüman, M. Yaşar Kandemir

 

Yazar: Nurten Özen

 

Salı, 01 Ağustos 2017 00:17

RAMAZAN ve ORUÇ

Ramazan ve Oruç

Ramazan ve Oruç - Şems-i Tâbân

Sayı : 113 - Mayıs 2017

Ramazan ve Oruç

 

İnsan, aday gösterildiği makama ulaşmaya hazır ve Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği özellikleri gerçekleştirmeye kabiliyetli yaratılmıştır. Allah Teala: 

“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi...” (Ahzab 72) buyurmuştur. İnsanoğlu, almayı kabul ettiği emanet ile aslında yüce bir görevi kabul etmiş durumdadır. Bu görev insana bir yandan içinde yaşadığı dünyadaki sorumluluklarını, maddi ve manevi bakımını, mahlukat ile olan ilişkisini mükemmelen yerine getirmesini yüklerken bir yandan da Rabbi ile olan irtibatını sağlamlaştırmasını icap ettiriyor.

Rabbi tarafından verilen bu kadar yükümlülüğü kim yerine getirecek, serzenişi insan hayatında pek de yer bulamasa gerek. Çünkü Cenab-ı Hak: “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” (Bakara 286) fermanı ile bize bunu açıklamış.

Allah Teala’nın hilafet verdiği tek varlık cinsi; insan.. Bazen çeşitli saiklerle azmi ve cesareti kırılsa da Hakk’ın layık gördüğü yerden uzaklaşsa da ümidini yitirmemeli insan. “...Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin...” (Zümer 53) Ümidi kesmemesi için hilafet makamında bulunan erbab-ı hilafete ve Rabbinin ona emrettiği rahmet vesilesi ibadetlerine dikkat etmeli.

İnsan, ruh ile bedenden ibaret.. Beden,insanı kendi merkezine çekmeye o merkezde bir hayat sürdürmeye, maddeye, dünyaya (en aşağı olana), katılığa sürüklemeye çalışır. Beden hakim olduğunda insana, artık insan nefsin isteklerinin, zevk ve tat almanın çukurlarında dolaşır ve insan onların delisi olur. Bundan sonra daha çok yiyebilmek, daha çok tüketmek için yaşar insan. Artık ibadet, Allah’ı zikretmek, bedenin zevklerinin peşinden koşana ağır gelir ve onları yük gibi hisseder.

Bu ise emaneti yüklenen insana yakışmayan bir durum: “İnkâr edenler ise dünyada zevklenmeye bakarlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların kalacakları yer ateştir.” (Muhammed 12)

Beden insanı nasıl kendi yapısına çağırıyorsa ruh da insanı kendi aslına ve özüne davet eder. Ona aday gösterildiği makamını, yaratılış amacını ve görevlerini hatırlatır. İnsanı katı ve ağır maddeciliğe isyan etmeye, hafiflemeye, altın kafesinden, dünyanın ağırlığından kurtarmaya çağırır. Senede bir ay da olsa insanı yemekten, içmekten kurtulmaya tüm bolluğuna rağmen aç ve susuz kalmaya üstüne üstlük bu durumdan ulvi lezzetler tatmaya davet eder. Ruh, insanı Allah’ın davet ettiği şeyden hoşlanır ve on açağırır.

Aslında bedenin de ruhun da rahat ve huzur bulması insanın Allah’a kulluğu nisbetindedir. Bir başka deyişle Allah Teala’nın bize emrettiklerini yapmak ve yasaklarından kaçınmak, Allah’a yakınlık kesbettiren her şey dünya ve ahiret hayatında huzura kavuşmayı ve her ikisinde de “hasene”yi elde etmeyi beraberinde getirir. Ruhun arzuladığı, bedenin rahatladığı günlere Ramazan-ı şerife ve oruca yaklaşıyoruz. Rabbimiz (cc) bize bir kere daha fırsat verecek inşaallah.

Ramazan-ı şerife hazırlık olsun diye öncesinde Receb ve Şaban aylarını mübarek kılmış Allah Teala. Biz de kutlu bir aya yaklaşmanın, içinde bulunan rahmet vesilelerinden istifadenin heyecanını taşımalıyız. Çünkü yaklaşan rahmet mevsiminde bizi özümüze döndürebilecek, ruhumuzu ve bedenimizi bir ömür boyu huzura vardıracak imkanlar mevcut. Hakkıyla değerlendirebilirsek ne mutlu. Bu imkanlardan birisi “Oruç”..

İmam Gazalî (ks) şöyle diyor: “Orucun amacı; olabildiğince melekleri taklid ederek, insanın arzu ve isteklerden elini eteğini çekmesidir. İnsan, her ne zaman arzularına galip gelirse o zaman en yüce makamlara erer ve adeta melekleşir.”

İbn Kayyım (r.aleyh) da bu konuda şöyle der: “Oruçtan amaçlanan şey; insanın, nefsin arzu ve alışkanlıklarının işkencesinden, eziyetinden kurtulabilmesidir. Orucun hedefi, insanın şeytana yolları dar etmesi, ahiret ve dünyasına zarar veren şeylerden organlarını, elini ayağını engellemesidir.” 

Kalbin ıslahı, manevi huzura bağlıdır. Fazla miktarda yeme, içme, insanlarla aşırı derecede içli dışlı olma, her zaman onlarla buluşma ve gerektiğinde fazla konuşma iç huzura zarar verir. Böylece insan Allah’tan koparak şaşkın şaşkın dolaşmaya başlar. Bu yüzden Allah kullarına merhamet etmiş ve orucu farz kılmıştır.

Oruç hicri ikinci yılda farz kılınmıştır. Yani müslümanların üzerinden şiddetin ve sıkıntıların dağıldığı, zorluk ve çaresizlik döneminin sona erdiği, müslümanların Medine’de rahat bir nefes aldığı, hayatlarını huzur içinde geçirmeye başladığı bir zamanda farz kılınmıştır. Bir başka deyişle tevhid inancını gönüllerine tam anlamıyla oturtmuş olan müminler namaz ibadetiyle yoğrulunca insanın ruh ve bedenine yönelik diğer bir ibadetin vakti gelmiştir.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki takva sahibi olursunuz.” (Bakara 183)

Ayette belirtildiği üzere oruç önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. Diğer bütün dinlerde olduğu gibi semavi dinlerde de oruç vardı. Ancak bu dinlerde şekli, zamanı, anlamı, maksadı değiştirilerek oruç tahrif edilmiştir. Oruca son şeklini Allah Teala, Efendimiz’e (as) tatbik ettirerek öğretmiştir. Efendimiz (as) oruç farz kılındıktan sonra dokuz sene Ramazan ayında oruç tutmuştur. Burada şunu da belirtmek gerekir ki birtakım müslümanlar eliyle de bilerek veya bilmeyerek farklı fetvalarla orucu tahrif hareketleri günümüzde aynen devam etmektedir.

Orucun amacı insanı sebepsiz yere sıkıntıya sokmak ve insanları anlamsız bir dayanıklılık testine tabi tutmak değildir. Ayetin sonunda orucun hedefini Allah Teala bize şöyle beyan etmektedir: “Umulur ki takva sahibi olursunuz.”

Nefsin terbiyesi, gönül ıslahı ve Allah’a ibadet ile takvaya erişmek. Oruç, ahlak eğitiminin yapıldığı bir ibadettir. İnsan onunla olgunlaşır, arzu ve iradelerine gem vurmayı öğrenir. Arzuları onu yönetmez aksine o, arzularını idare eder. Peki insan düşünmeli değil mi? Sırf Rabbi emretti diye helal ve mübah olan şeyleri terk ederken hayatının bundan sonraki kısmında niçin Rabbi’nin yasak ve haram kıldıklarına meyletsin? Allah’ın emrine itaat için leziz yiyecek ve içecekleri terk edebilen insan, haram ve temiz olmayana neden yönelsin? Oruçtan kasıt da budur: Helali Allah için terk eden, O’nun hoşlanmadığından uzak durur. Kısacası helali haramı gözetmekten kasıt insanın Rabbi’ni dikkate alması, O’nu ve sevgisini gözetmesidir.

Her amelin bilinen bir karşılığı vardır. Oruç ise böyle değildir. Onun sevabını kimse bilemez. Çünkü oruç tutan kendisini tamamen Allah’a vermiştir. Karşılığını da sadece Allah Teala bilir. Nitekim kudsi bir hadiste “Ademoğlunun her ameli kendisine aittir. Ancak oruç hariç. Oruç benim içindir ve onun karşılığını ben veririm.” (İ. Hanbel, II, 266).

Allah Teala oruç ile sadece yemeyi, içmeyi ve cinsi münasebeti haram etmemiş, aksine orucun manasına aykırı olan onun hikmetlerine, manevi ve ahlaki yararlarına zarar veren her şeyi yasaklamıştır. Orucu edep ve takva ile, kalp, dil, el, göz ve diğer azaların temizliği ile tutulmasını emretmiştir. Efendimiz (as) şöyle buyuruyor: “Sizden biri oruçlu ise ne kötü söz söylesin, ne lüzumsuz boş yere konuşsun, ne de kavga gürültü çıkarsın. Eğer biri kendisine çirkin söz söyler de kavga yapmaya yeltenirse ona ‘ben oruçluyum’ desin.” (Buhari, Savm, 2)

Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Yalan söylemeyi, yalanla amel etmeyi terk etmeyen kimsenin yemeyi ve içmeyi terk etmesine Allah Teala’nın hiçbir ihtiyacı yoktur.” (Buhari, Savm, 8)

Oruçlu iken akşama kadar oruca dayanamayan iki kadın, Efendimiz’den (as) oruçlarını açmak için izin almak üzere haber gönderdiler. Rasulullah (as) onlara bir kap göndererek, ona kusmalarını emir buyurdu. Onlardan biri, verilen kaba kustu. Kap et ve kanla yarıya kadar doldu. Diğeri de aynı şekilde kusunca kap tamamen doldu. Orada bulunanlar buna hayret ettiler. Efendimiz (as) şöyle buyurdu:

“Bu ikisi oruç tutmaya başladılar. Allah’ın kendilerine helal kıldığı fiillerden kendilerini korudular. Ama Allah’ın haram kıldığı şeylerden kendilerini korumadılar. Şöyle ki, onlardan biri diğerinin yanına gelip oturdu ve diğer insanları gıybet etmeye başladılar. İşte bu, onların gıybet ederek yemiş oldukları insan etleridir.” (İ. Hanbel, V, 431)

Bütün bunlardan başka orucun amaçları göz ardı edilerek türlü türlü adet ve alışkanlıklarla Ramazan orucu zedelenmektedir. Mesela iftar yapmak ve yemek yemede o kadar aşırılık ve çeşitlilik ortaya çıktı ki, oruçtan elde edilmesi gereken manevi kazançlar, onun arındırıcı terbiye edici gücünü yok etti ve zayıflattı.

İmam Gazalî bu konuda şöyle der: “İftar zamanı helal gıda da dahi ölçülü davranmalı. Artık bir lokmaya dahi yer kalmayacak derecede yememelidir. Oruçlu kimse iftar vaktinde gün boyu yiyemediklerini hepsini birden bir öğünde yese Allah’ın düşmanına üstün gelme ve şehvetini yok etme mücadelesinde oruçtan ne fayda sağlayabilir?”

Ramazan öncesinde yiyecek hazırlıkları yapılması, başka günlerde yenilmediği kadar güzel ve nefis yemekler yenilmesi yaygın bir hale geldi. Takvanın oluşmasına yardımcı olsun diye karnın boş tutulması ve nefsin isteklerinin çiğnenmesi unutuldu.

Ramazan geceleri, günah işleme gecelerine dönüştü. Ramazan programları adı altında televizyon kanallarında, belediye meydanlarında oyun ve eğlenceler arttı. Halbuki Ramazan ayı Rabbimizden ne kadar uzaklaştığımızı bize hatırlatıp O’na yeniden dönme fırsatı sunmaktaydı. Bu halimizle geçmiş ümmetlerin orucu ve oruç zamanlarını tahrif ettikleri gibi biz de Ramazan ayını ve orucu tahrif etmiş olmuyor muyuz?

Ve unutulmaya yüz tutan ibadetlerden birisi; “itikaf”. Ramazan ayının faydalarını ziyadeleştirmek için olan itikafın hedefi, kalbin Hakk’a bağlanması, iç huzurun elde edilmesi, mahlukat ile uğraşmaktan kurtulup Yaradan’a ibadet ile meşgul olması, bütün düşüncelerin, tereddütlerin yerini Allah’ı zikretmenin ve O’na muhabbet duymanın almasıdır. Mahlukat ile ünsiyet yerine Halık’a ünsiyet oluşturmasıdır. Kabirdeki yalnızlık ve ıssızlığın anlamının öğrenilmesidir. Bir başka amacı da bin aydan yani bir ömürden daha hayırlı bir geceyi yani Kadir Gecesi’ni bulmaya yardımcı olmasıdır.

Ramazan ayını on iki ayın sultanı yapan değerlerin başında hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim’in bu ayda indirilmesidir. Ramazan ayına verilen değer Kur’an’a verilen değerdir. Kur’an’a verilen değer Allah’a verilen değerdir.

Orucuyla, hatimleriyle, teravihleriyle, iftarıyla, sahuruyla, itikafıyla, zikir ve tesbihatlarıyla, dostların Hak ve hakikate dair sohbetleriyle canımıza can katacak, kalbimizi cilalayacak, bedenimizi yenileyecek ve rahmetin esintileriyle müstefad olacağımız bir Ramazan geçirmemiz dileklerimizle...

 

Yazar: Şems-i Tâbân

 

Salı, 01 Ağustos 2017 00:15

ORUÇ RAHMET KAPISIDIR

Oruç Rahmet Kapısıdır

Oruç Rahmet Kapısıdır - Andelib

Sayı : 113 - Mayıs 2017

 

Oruç Rahmet Kapısıdır

 

Hem gündüzü sâim ol, hem geceyi kaim ol,
Rabıtanda daim ol, yalvar güzel Allah’a.

Sağlığı ganimet bil, her saati nimet bil,
Zikr ile ibadet kıl, yalvar güzel Allah’a.

Bir gün bu gözün görmez, hem kulağın işitmez,
Bu fırsat ele geçmez, yalvar güzel Allah’a.

                              Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

İnsan niçin yaratıldı? Sorsak bütün müslümanlara alacağımız cevap kulluk olur. Oysa bizden bu sorunun cevabını sözümüzle değil, yaşantımızla vermemiz istendi. Kulluk; ne yüce bir makam, ne ulvi bir değer… Değerini dünyadaki hiçbir nesne karşılayamaz. Kaşıkçı elmasını getirsen kulluğun yanında teneke parçası gibidir. İnsan, alemlerin gözbebeği… Sevildik ve yaratıldık. Özümüzdeki bu güzelliği önce şahsımızda sonra tüm alemde ortaya çıkarmanın gayesiyle var edildik. 

Kulluk, başımıza konan devlet kuşu gibidir. Müslüman oluşumuza ne kadar şükretsek azdır. Şükür değer verilen şeylere yapılır. Eğer şükrümüz azalmışsa bilelim ki, hayatımızda güzel olan şeyler değerini yitirmeye başlamıştır.

 

“Kıl beşi, bitir işi.” anlayışı yıllarca müslümanlara enjekte edilmeye çalışıldı. Bu anlayışla, kulluğumuz da içini boşalttığımız, cansız, ruhsuz, sevgisiz kuru bir beden haline geldi. Mağazalardaki cansız mankenleri düşünün, ne kadar da soğuklar… Bu kuru anlayışlar bizi sevgisizliğe, kalpsizliğe sürükledi. Oysa inancın ve ibadetlerin temelinde sevgi vardı. Sevgi yoksa iman kalpte tutunamaz. Sevgi yoksa ne kılınan namaz ne tutulan oruç ne verilen zekat ne gidilen hac insana fayda verir. Amel yapılır belki, ancak amelden istifade edilmesi gereken istifade sağlanamaz. Namaz fuhşiyattan alıkoymaz, oruç takvaya ulaştırmaz, zekat bizi temizlemez artık. 

Münafıklıktan kurtulmak için sadece ibadetler yetmiyor. Unutmayalım ki, ibni Sebeler de müslümanlar gibi ibadet ediyorlardı. Ama kalpleri İslam’la şereflenmedi. 

Bozulan, aslından uzaklaştırılan birçok şey var hayatımızda. Doğal ortamda yetişmiş bir domateste 10.000 madde olduğunu biliyor muydunuz? Bozulan, genetiğiyle oynanan, hormonlu domateslerde ise sadece domates görüntüsü vardı. Domates olmaktan çoktan uzaklaşmışlardı.

Ya insan? Her şeyin bozulduğu bir dünyada insan da aslından uzaklaşmaya başladı. Belki de en fazla bozulan da oydu… İnsan; özünü muhafaza etmek, aslını korumak istiyorsa İslam’a dört elle sarılmak zorunda. İslam kulun Rabbi tarafından eğitilmesidir. İnsanın bu eğitim sonunda kemale gelmesidir. 

Şehadet, teslimiyettir… Müslüman ismiyle şereflenmenin ilk adımı. Müslüman karanlıkları ardında bırakıp nura doğru yol almaya başlamıştır. Namaz; müthiş bir huzur hali, bitmeyen zevk… Namaz; dinin direği, müminin miracı, Peygamber Efendimiz’in (sav) göz nurudur. 

Her ibadet bir eğitimdir müslüman için. Onu aslına kavuşturan, özündeki cevheri açığa çıkaran ve onu Rabbine kul yapan muazzam bir irfan mektebidir ibadetler. 

İnsan, manasıyla meleklerden yüce bir varlık; nefsiyle hayvanlardan aşağı bir mahluktur… Oruç, insanın önce nefsaniyetini kırar. Nefsi besleyen kanallar tıkanınca insanın arzu ve heves ateşi söner. Yemek, içmek ve şehevi arzular insanı dünyaya bağlayan prangalar gibidir. Oruçla insan nefsin bu arzu ateşinden kurtulur. Peygamber Efendimiz (sav) evlenemeyen gençlere orucu tavsiye buyururlardı. 

Yemedik, içmedik, şehevi bazı şeylerden uzak durduk. Oruç sadece bu mudur? Sevgi olmayınca, ibadetin hikmeti anlaşılmayınca insana oruçtan açlık kalıyor sadece.

Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Oruçlunun iki sevinci vardır; biri iftarı anındaki sevinci, diğeri de Rabbine kavuştuğu anki sevincidir.” İftara kavuşunca müthiş bir sevinç duyuyoruz… Peki ikinci iftarı özlüyor muyuz acaba? Allah’a (cc) kavuşmanın özlemini ne kadar hissedip yaşıyoruz?

İbadetler bizi Allah’a (cc) yaklaştırsın diye emredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’i okurken Yüce Mevla ile konuştuğumuzu hissedelim. Namazlarımız miracımız olsun bizim.

Oruç tutan insan Rabbiyle beraber olduğu düşüncesini daha yoğun yaşar. Bedeni kırgınlaşınca mahzunlaşır, Allah’a olan ihtiyacını hisseder. Yemeyi, içmeyi bırakan insan gün boyu nefsin tasallutundan kurtulur. Ona manevi kapılar açılır. Orucunu değerlendirenler, bu manevi kapılardan girip Hakk’a vasıl olanlardır. Ramazan; Yüce Mevla ile en ziyade ünsiyet ettiğimiz aydır.

Oruçlu müslüman gün boyu dikkatlidir. Orucuna zarar gelmesinden korkar. Yemez, içmez, şehevi arzulardan uzak durur. Bütün uzuvları oruç tutar adeta. Gözü harama bakmaz, kulağı yanlış şeyler işitmez, dili boş ve lüzumsuz şeylerle meşgul olmaz, ayakları yanlış yerlere gitmez olur. Çarşı pazar bırakılır, camiler meskenimiz olur bu ayda. Ruhumuz özgürdür. Namaz daha zevkli kılınır, Kur’an daha coşkulu okunur bu ayda. 

Oruç, müslümanı bencillikten uzaklaştırır. Rahmetle yumuşayan gönüller, yardımlaşmayı doyasıya yaşar. Zekatlar, sadakalar kalpleri birbirine yaklaştırır bu ayda. Oruç bu yönüyle toplumu birbirine kenetleyen sosyal bir ibadettir. Zengin, fakirin halini anlar; fakir, zengine teşekkür eder.

Ramazan; rahmet ve mağfiret ayıdır. Rahmet sağanak sağanak yağar bu kutlu ayda. O rahmeti kana kana içelim, iliklerimize kadar hissedelim. O rahmetle bedenimiz, ruhumuz huzur bulsun. Şeytanların bağlandığı, nefislerin dizginlendiği bu ayda Allah’a kavuşmanın özlemini çekelim… İftarımız Rabbimiz olsun bizim. 

Allah’ım, bu rahmet ayında bizleri rızana ulaştır. Bizleri muttaki kullarından eyle. Allah’ım, ibadetlerimizi sevgiyle yapabilmeyi bizlere nasib eyle.

“Allahım! Senden; seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli kıl!”

“Allâh’ım! Beni, senin muhabbetinle ve sevgisi senin katında fayda verecek olan kimsenin muhabbetiyle rızıklandır.”

“Allahümme barik lenâ fi Recebe ve Şaban. Ve belliğnâ Ramazan! - Ey Allahım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan’a kavuştur!” Amin…

 

Yazar: Andelib

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort