JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:06

DİL ve AFETLERİ GIYBET ETMEK - 1

gıybet etmek

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 1 - Şeb-i Vuslât

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 1

 

Gıybet konusu uzundur. Öncelikle gıybetin kötülüğünü anlatan ayet ve hadisleri zikredeceğiz. Yüce Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de gıybetin kötülüğünü açıklamış ve gıybet yapanı ölü eti yiyene benzeterek şöyle buyurmuştur:

“Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz değil mi? Öyleyse gıybeti terk edin.” (Hucurât 49/12)

Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer Müslümanlara haramdır.” Gıybet namus ve şerefi de içine alır. Yüce Allah bunu, mal ve kan ile bir arada zikretmiştir. Ebu Hureyre’nin (ra) naklettiği bir hadisi şerifte Rasuli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

“Birbirinize buğzetmeyin, kin tutmayın, bazınız bazınızın gıybetini yapmasın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun!”

Câbir ve Ebu Said (ra), Allah Rasulü’nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Gıybetten sakının. Şüphesiz gıybet, zinadan daha kötüdür. Bir adam zina eder, sonra pişman olur, Allah da tevbesini kabul eder. Gıybet eden ise, gıybeti yapılan onu affetmeden günahı bağışlanmaz.”

Enes (ra) şöyle demiştir: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

“İsrâ (Mi’rac) gecesinde, tırnaklarıyla yüzlerini parçalayan bazı kavimlerin yanından geçtim. Ben, ‘Ey Cebrail! Bunlar kimdir?’ diye sordum, Cebrail, ‘Bunlar, insanların gıybetini yapan, ırzlarına dil uzatanlardı.’ dedi.”
Süleym b. Câbir (ra) şöyle anlatır:

Bir gün Allah Rasulü’nün (sav) yanına gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü. Bana faydalanacağım bir hayır öğret.” dedim. Bunun üzerine Rasulullah (sav), “Kendi kovandan, su isteyenin kabına su boşaltman ya da kardeşini güler yüzle karşılaman gibi kolay işler dahi olsa iyilikten hiçbir şeyi küçük görme. Kardeşin yanından ayrıldığında sakın gıybetini yapma” buyurdu.

Berâ b. Âzib (ra) anlatır:

Bir gün mescidde Rasuli Ekrem (sav), evlerinde oturanların da duyacağı yüksek bir sesle bize şöyle hitap etti: “Ey diliyle iman edip kalbiyle iman etmeyenler! Müslümanların gıybetini yapmayın, kusurlarını araştırmayın. Her kim kardeşinin kusurlarını araştırırsa, Allah da (cc) onun kusurlarını araştırır. Allah (cc) kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin içinde bile rezil eder.”

Allah Teala’nın (cc), Hz. Musa’ya (as) şöyle vahyettiği rivayet edilir:

“Gıybetten tevbe ederek ölen, cennete en son girecek kişidir. Gıybette ısrar ederek ölen ise, cehenneme ilk girecek kişidir.”

Enes b. Mâlik’in (ra) rivayetine göre bir gün Allah Rasulü (sav), insanlara oruç tutmalarını emretti ve “Sakın ben izin vermeden kimse orucunu açmasın!” buyurdu. İnsanlar akşama kadar oruç tuttular. Adamın biri Hz. Peygamber’e (sav) gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü! Gündüzümü oruçlu olarak geçirdim. Müsaade edersen orucumu açayım.” dedi. Rasulullah da (sav) ona izin verdi. Halk böyle gelip müsaade alarak oruçlarını açtılar. Nihayet biri geldi ve “Ey Allah’ın Rasulü! Kureyş’ten iki genç kız, gelip senden izin almaya utanıyorlar. Oruçlarını açmaya müsaade eder misin” dedi. Rasuli Ekrem (sav) o kişiden yüzünü çevirdi, cevap vermedi. Adam tekrar geldi, Rasulullah (sav) yine yüzünü çevirdi. Adam üçüncü defa gelince Rasuli Ekrem (sav), “O ikisi oruç tutmadılar. İnsanların etini yiyerek gününü geçiren kişi nasıl oruçlu olur! Git ve onlara söyle, eğer oruç tutmuşlarsa kussunlar.” buyurdu. Adam gidip emri iletti. Onlar da kustular ve her birinin ağzından pıhtılaşmış kan geldi. Adam durumu Allah Rasulü’ne (sav) bildirince, Rasulullah (sav), “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer onlar karınlarında kalsaydı cehennem ateşi ikisini de yiyecekti.” buyurdu.

Câbir b. Abdullah (ra) şöyle der:

Biz, Allah Rasulü (sav) ile beraber bir yolculuk esnasında bir kabristandan geçiyorduk. Peygamber Efendimiz (sav) iki kabrin yanına geldi ve “Bu ikisi azap görüyor. (Onlara göre) pek büyük şeyden de azap görmüyorlar. Biri insanların gıybetini yapardı. Diğeri de idrarından korunmazdı.” buyurdu. Ardından yaş bir hurma dalı istedi. Sonra onları kırarak, her parçanın bir kabre dikilmesini emretti ve “Bu dallar yaş kaldığı (ya da kurumadığı) müddetçe onların azabı hafifletilir.” buyurdu.

Rasuli Ekrem (sav), Mâize adındaki bir kadına zina suçundan recm cezası verdiğinde, adamın biri arkadaşına, “Köpeğin ölüşü gibi öldü.” dedi. Rasulullah (sav), o iki kişiyle beraber bir leşin yanında geçerlerken onlara, “Bu leşten yiyin.” buyurdu. Adamlar şaşırdılar ve “Ey Allah’ın Rasulü! Leşten mi yiyelim?” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav), “Kardeşiniz (Mâiz) hakkında konuştuklarınız bu işten daha tiksindiricidir.” buyurdu.

Sahabeler birbirlerini güler yüzle karşılar, ayrıldıklarında da arkalarından çekiştirmezlerdi. Bu davranışlarını en faziletli amel görürler, aksi durumu ise münafıkların ameli olarak değerlendirirlerdi. Ebu Hureyre (ra) der ki: “Gıybet ederek dünyada kardeşinin etini yiyene, ahirette kardeşinin eti sunulur ve ‘Diri iken etini yediğin gibi, ölüsünü de ye’ denir. O da yer, yüzünü buruşturur ve feryat eder.” Bu rivayet hadisi şerif olarak Peygamber Efendimiz’den (sav) nakledilmiştir. Rabi’ b. Sabih’ten şöyle rivayet edilir: İki adam Mescid-i Harâm’ın kapılarından birinin yanında otururken, kadınların hallerine özenip sonradan bu huyunu terk eden bir adam oradan geçer. O ikisi, geçen kişinin ardından, “Onda hâlâ kadınsı hareketlerden bir şeyler kalmış” diye konuşurlar.

Bu arada namaz için kamet getirilir, içeri girip namazlarını kılarlar. Söyledikleri sözden dolayı da canları sıkılır. Mekke müftüsü Atâ b. Ebu Rebah’ın yanına gelir ve meseleyi ona sorarlar. O da tekrar abdest alıp namazlarını kılmalarını ve eğer oruçlu iseler yeniden oruç tutmalarını emreder.”

Mücâhid (ra) şöyle demiştir: “Hümeze suresinin birinci ayetinde, ‘Vay haline’ diye zikredilen ‘Hümeze’, insanları ayıplayanlar, ‘Lümeze’ ise (gıybet ile) insanların etlerini yiyenlerdir.” Ayetin manası şöyledir: “Arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı eğlenmeyi adet edinen herkesin vay haline!” (Hümeze 104/1)

Katâde şöyle der: “Bize anlatıldığına göre kabir azabı üçe ayrılır. Üçte biri gıybetten, üçte biri dedikodudan, üçte biri de idrardan korunmamaktan meydana gelir.”

Hasan-ı Basri (ra) demiştir ki: “Vallahi gıybet, vücudu yiyen mikrobun bedeni harap etmesinden daha kısa zamanda kişinin dinini harap eder.” İbn Abbas (ra) demiştir ki: “Arkadaşlarının ayıplarını zikretmek istediğinde kendi ayıplarını hatırla.”

Ebu Hüreyre (ra) der ki: “Kardeşinizin gözündeki ufak çöpü görür, fakat kendi gözünüzdeki koca çubuğu görmezsiniz.” Hasan-ı Basri (ra) şöyle demiştir: “Ey âdemoğlu! Sende bulunan bir ayıpla başkasını ayıplamayı terk etmediğin ve o ayıbını düzeltmeye çalışmadığın müddetçe imanın hakikatine eremezsin. Bunu yaparsan o ayıbını ıslah eder, kendi nefsinin eksikleriyle uğraşırsın. Allah (cc) katında en sevimli kullar böyle kullardır.”

Rabbim izin verirse konumuza gelecek sayımızda devam edeceğiz inşaallah.

Selam ve dua ile...

 

Yazar: Şeb-i Vuslât

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:05

DOSTLUK EMEK İSTER

Dostluk Emek İster

Dostluk Emek İster - Nurten ÖZEN

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Dostluk Emek İster

 

Bizi yoktan var eden Rabbimize sonsuz hamdü senalar, dostumuz Efendimiz’e (sav) salâtu selamlar, Allah’ın (cc), Rasulü’nün kıymetli dostlarına sevgi, dua ve hürmetler olsun.

Dostluk ve arkadaşlık, toplumsal bir varlık olan insanın en önemli ihtiyacıdır. Çocukluğumuzda oyun oynarken, öğrenciliğimizde okula gidip gelirken, yolculuk yaparken hep yanımızda iyi anlaştığımız bir arkadaşımızın bulunmasını arzu ederiz. 

İnsanız; yalnız geliriz dünyaya, yalnız gideriz. Lakin yalnız yaşayamayız. Hepimiz samimi dostluklar arzu ederiz. Dost; manası kadar, söylenişi de güzel kelime… Hz. Yûnus; “Ben dost yüzü görmesem, bu gözlerim nemdir benim.” der. 

Dost kimdir, öncelikle görüldüğünde Allah’ı hatırlatandır. Dost, erimeyen ve eritmeyendir. Dostluk, dünyada başlayıp, cennette devam edendir.

Hâce Hazretleri (ksa) bize bu yolu açmıştır. Sahabe efendilerimizin (ra) “Anam babam sana feda olsun!” ifadesini bize hayatıyla tefsir buyurmuşlardır.

Aslında dostluk ancak yaşanır, anlatılmaz. Hepimiz yana yakıla dost ararız da “Biz dost olabildik mi?” diye kendimize pek sormayız.

Kindi ve İbni Miskeveyh dost kavramını: “Sen demek olan bir başkası.” şeklinde tanımlar. Aristo, “İnsan iyi durumda da, kötü durumda da dosta ihtiyaç hisseder. Kötü durumda iken dostlarının yardımına, iyi durumda iken de onların yakınlığına ve iyilikte bulunabileceği kimselere ihtiyaç duyar” der. Öyleyse dostluk, insanın her durumda aradığı şeydir. Sokrates de ”Dostluk konusunun küçük olduğunu zanneden kimsenin kendisi küçüktür. Bence dostluğun değeri ve önemi Karun’un altınlarından, kralların hazinelerinden, insanların elde etmek için yarıştıkları mücevherlerden daha büyüktür, bunlar kesinlikle dostluğa denk olmaz.” der. Bu ifadeler gerçek dostluğun insan için ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Dostluk yoldur, dost yolcu… Gönül önce yoldaş, sonra yol ister. Çağımızda insanın gerçek dostlara olan ihtiyacı, başka dönemlerde olduğundan daha fazladır. 

Tabi ki her şey gibi, dostluk da emek ister. Dost edinmenin de şartları vardır. İbni Miskeveyh bu şartları şöyle açıklar:

Bir dost edineceğimiz zaman, onun çocukluk döneminde annesi-babası, kardeşleri ve diğer yakınlarıyla ilişkisinin nasıl olduğunu öğrenmeliyiz. Annesi-babası ve yakınlarıyla ilişkisi iyi olan kimseden dostluk beklenir. Yakınlarıyla geçinemeyen başkalarıyla iyi geçinmesi zordur.

Sonra, onun senden önceki dostlarına karşı davranışlarını öğren-mende ve bunu annesi babasına karşı davranışlarıyla karşılaştırmanda yarar vardır. Önceki dostlarına ihanet eden birinin sana da ihanet etmesi doğaldır. 

Sonra, onun teşekkür etmesi gereken kimselere teşekkür edip etmediğini veya nankörlük edip etmediğini araştır. İbni Miskeveyh, dostluk ilişkilerinde bu “teşekkür niyetine sahip olmayı” o kadar önemser ki şu cümleleri oldukça dikkat çekicidir. Hiçbir şey nimeti inkar etmek kadar öç almayı gerektirmez. Bu konuda inkar kendisine hiçbir zarar vermediği halde, Allah’ın nimetlerini inkar edenler için ahirette hazırladığı cezayı düşünmek yeterlidir. Şükür kadar nimeti celbeden ve onu sağlamlaştıran bir şey yoktur. Öyleyse dostluk yapacağın kimselerde bu özelliğin bulunup bulunmadığına dikkat et.

Ayrıca arkadaşlık yapacağın kişinin rahatına düşkün olup olmadığını, maddi konuları aşırı derecede önemseyip önemsemediğini öğrenmede yarar vardır. Çünkü rahatına düşkün olan kimse kolay kolay başkası için zahmete katlanmaz. Maddi konuları aşırı derecede önemseyen kimsenin de dostluğu, çıkar ve menfaate dayalı olur.

Yine onun başkanlığı (riyaset) ve üstünlüğü sevip sevmediğine dikkat et. Başkanlığı ve üstünlüğü seven kimse, hep önde olmak, üstün olmak ve dediklerini yaptırmak ister. Böyle bir arkadaşlık ise dostlukta karşılıklı sevgi, saygı ve fedakarlığa ters düşer.

Yolculuk, komşuluk, alışveriş yapılmadan tam bir tanıma olmaz. Dostla- rımızın güzel ahlaklı kimseler olmasına dikkat etmeliyiz. Atasözlerimiz, dostluğun ve arkadaşlığın önemini ne güzel vurgular. Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim, üzüm üzüme baka kararır...

Dostluğun yegane numunesi Efendimiz (sav) dostluk konusunu güzel bir örnekle şöyle izah buyurmuştur: “İyi insanla arkadaşlık eden, güzel koku satıcısının yanında duran kimse gibidir. Güzel koku satan her durumda yararlıdır. Ya ondan koku satın alırsın ya da o kendisi sana ikram eder. Kötü arkadaş ise körük çeken kimseye benzer. Ya körükten çıkan kıvılcım orada bulunanın elbisesini yakar ya da en azından körüğün kokusu üzerine siner.”

Her şey aslına meyleder. Dost bulmak için dost olmalıyız, iyilerle olmak için iyi hale sahip olmalıyız. Kusursuz dost arayan elbette dostsuz kalır. Dostluk örtücü olmayı, fedakar olmayı, tamamlayıcı olmayı gerektirir. Dostluk, iki gönül arasında akan nehir gibidir; gittiği yeri de temizler, geldiği yeri de…

Söze başlarken dostu an dediler
Onu anan söze inci mercan dediler
Gül yüzün görüp hüsnü an dediler
Korkma! Dur yolunda ver can dediler…

Rabbim bizleri gerçek dost eylesin, dostlarına bende eylesin…

Amin.

 

Yazar: Nurten ÖZEN

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:03

GELİN BAYRAMA BAYRAMA!

gelin bayrama bayrama

Gelin Bayrama Bayrama! - Mine ŞİMŞEK

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Gelin Bayrama Bayrama!

 

“Allah bizi affeylese, günahlara rahmeylese
Cümlemize berat verse, gelin bayrama bayrama!
Allahtan olsa inayet, kalplere dolsun inayet.
Rasulü der ise ümmet, gelin kervana kervana!
Masivaya tevbe edin, bir mürşide gönül verin.
Bu Yakub’a dua edin, gelin meydana meydana.”

Yakub Haşimi

 

Cenabı Allah’ın (cc) rahmeti bereketi selameti hepimizin üzerine olsun. Tüm ümmeti bir araya toplayan, sevgiyi, muhabbeti veren Ekrem-ül Erkemin olan Allahımıza (cc) sonsuz hamdu senalar olsun. Kulu, Rasulü, Habib’i başlarımızın tacı gönüllerimizin ilacı Hz. Muhammed Efendimiz’e (sav) sonsuz salat selam olsun. Peygamberlerin güzel hayatlarını yazdıktan sonra bu ayki yazımızda son peygamber ve bizim peygamberimiz olan Hazreti Muhammed (sav) Efendimiz’in dünyayı şereflendirdiği mübarek hayatlarından ve buyurmuş oldukları hadisi şeriflerinden yazmaya çalışacağız inşaallah. İstemeyerek de olsa hata ve kusurumuz olursa Cenabı Hakk’a (cc) tevbe ve istiğfar ederek affımızı niyaz ederiz.

Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde: “İbadette öncelikle ihsana ulaşabilmek için emredildiği gibi o ibadeti yapmaya çalışmak gereklidir. Bu yüzden biz bir ibadet, bir amel yaptığımız zaman mutlak Peygamberimiz’e (sav) bakacağız. İmkan nispetinde, o nasıl yapmışsa biz de öyle yapacağız, bizim istediğimiz gibi yapmayacağız. Mesela Allahu Teala abdesti Kur’an’da bildirmiş, yüzümüzü, kollarımızı yıkamamızı, başımızı mesh etmemizi, ayaklarımızı yıkamamızı... Ama diğer ayrıntılar bize bildirilmiyor. Ağzımıza burnumuza su vermeyi, yüzümüzü yıkarken gözlerimizi iyice ovmayı, kulaklarımızı yıkayıp enseyi mesh etmeyi, kolları dirseklerden yukarı ayakları da yine topuklardan yukarı yıkamanın daha faziletli olduğunu Peygamberimiz (sav) buyuruyor. Namazın da Kur’an’da nasıl kılınacağı bildirilmemiş. Rüku ve secdeyi, Peygamber’den öğreniyoruz. Allah buyuruyor: ‘O üzerinize titrer. O (sav) tırnağınıza bir şey batmasını istemez.’ Böyle bir peygamberimiz var.” buyuruyorlar.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) bu güzel buyruğundan anlaşılıyor ki: Peygamberimiz’in güzel ahlakıyla ahlaklanırsak O’nun yaşantısını, eşlerinin yaşantısını ve buyruklarını hayatımıza uygulamaya gayret edersek, bu bizim için daha hayırlı olacaktır. Üzerimize titreyen sevgili Peygamberimiz’e (sav) ariflerin, aşıkların, Allah dostlarının dillerinden dökülen cümleler ise şunlardır: 

“Basiret erbabının en yücesi, yaradılışının dolunayı olan Hz. Muhammed, öyle bir zattır ki gökler onun dergahında bir fukaradır, yolunun tozuna müştak sarhoş bir halde dönüp durmaktadır. Güneş ile ay onun nurunun bir zerresidir, arşın kürsünün aslı da onun nurundandır. İster Allah’a yakın melekler (mukarrebun) olsun ister diğer melekler hepsi de onun nurundandır. Âlem O’nun Zatı’nın nuruyla kaybolmuştur, dünya da ahiret de O’nun yüzü suyu hürmetine devam etmektedir. Her yer O’ndan utanarak eğilip kaybolmakta, dünya ayağının tozunun kölesidir. Âlem mislini görmemiştir. Ya Rasulallah!” 

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve Kısaca Hayatı

Kur’an-ı Kerim’de isimi dört yerde “Muhammed” Bir yerde de “Ahmed” olarak geçmektedir. Kur’an’ın tümü O’na hitap eder. Künyesi “Ebul Kasım”dır. “Muhamme-dü’l-Emin” diye isimlendirilmiştir yani emin ve güvenilir. Muhammed Suresi onun mübarek ismini almıştır. “Kur’an-ı Kerim” Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’e inmiş, Miraç’da beş vakit namaz ümmetine hediye edilmiştir. Babası Abdullah, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları kolundan, annesi Amine ise Zühreoğulları kolundan olup Hz. İbrahim peygamberin büyük oğlu Hz. İsmail’in neslindendir. Soyu çok temizdir.

Bir hadisi şerifte Peygamberimiz (sav): “Ben devirden devire (nesilden nesile) seçilerek intikal eden ademoğulları soylarının en temizinden geldim. Sonunda içinde bulunduğum Haşimoğulları ailesinden neşet ettim.” (İbn Kesir, 2 255-256) “Allah Beni daima helal babaların sülbünden, temiz anaların rahmine naklederek sonunda babamla annemden izhar etti. Âdem’den anne babama gelinceye kadar ki nesebim içinde nikahsız birleşen olmamıştır.” buyurmuştur. (Buhari, 4-166)

Ayeti kerimede Cenabı Hak (cc): “Muhammed Allah’ın elçisidir, beraberinde bulunanlarda kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükuya varırken secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler, yüzlerinde secdelerin eserlerinden (meydana gelen) nişanları vardır...” (Fetih 29)

“Ey Rasulüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayandır, Gafurdur, Rahimdir.” (Âl-i İmran 31)

“Ey Muhammed! Biz seni alemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)buyurmuştur.

 

Dünyayı Şereflendirmeleri: 

Yeryüzü saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “Tevhid” inancından mahrumdu. Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun, ve simalar mahzundu. Bu cehalete bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi. Bütün bunlara son verecek bir zatı şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti. 

 

Tarih:

571 Nisan ayının yirmisi, fil vakasından elli veya elli beş gece sonra, kameri aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi Mekke’de mütevazı bir ev, günlerden pazartesi vakit, vakitlerin sultanı, seher vakti. Bu mütevazı evde ve bu eşsiz vakitte muazzam bir hadise vuku bulur. Kainatın efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) dünyayı şereflendirmişti. Alem sanki bir anda sürura gark oldu, karanlıklar anında nurlanıverdi. Kainat sevinç ve heyecan içinde adeta: “Doğdu ol saatte sultan-ı din\Nura gark oldu semavatü zemin” diye haykırdı. 

Selam sana gönül mumları yandı, dağlar sıralandı, secdeye vardı.
Seninle kainat nura boyandı, adı güzel kendi kendi güzel Muhammed 

(Yunus Emre)

Eşsiz şerefe mazhar kılınan Hz. Amine annemiz (Allah ondan razı olsun) mesut anı şöyle anlatır: Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zat çıkıp dedi ki: “Ya Amine! Bil ki sen âlemlerin hayrına hamilesin doğurunca ismini “Muhammed” koy ve halini hiç kimseye açma.” 

Derken doğum zamanı gelmişti, evdeydim, yalnızdım. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi, korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim, bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım, bana bir ak kase içinde şerbet sunuyorlar. Kaseyi dikip içer içmez beni bir nur sardı. Ve Muhammed (sav) dünyaya geldi, baktım secdede parmağını da göğe kaldırmış.”

 

Peygamberimiz’in Sütanneye Verilmesi: 

Bahtiyar anne Hz. Amine şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzire-bilmişti. Bundan sonra Süveybe hatun Kainatın Efendisi’ne sütanne olurlar. Süveybe hatun, daha öncede Hz. Hamza’yı emzirmiş, böylece Efendimiz muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağı da vardır. Mekke’nin havası sıcak olduğundan çocukların sıhhatli büyümelerine el verişli değildi. Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temiz, iklim iyi idi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Kureyş halkı Mekke’nin dışında sütannenin yanında yetişmelerini adet haline getirmişlerdi. O zamanda iffeti, temizliği, hilmi ve hayası yüksek, ahlak ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış “Halime” isminde bir kadın vardı. Kocası Haris ile birlikte nöbetleşerek yaşlı ve zayıf bir merkebe bindiklerinden kafileden geri kalmışlardı, bir ara Kainatın Efendisi’nin dedesi ile karşılaşırlar, araların da şu konuşma geçer. 

Abdulmüttalib: “Sen nerelisin?” der. Kadın: “Beni Sad Kabilesi’nin kadınlarından.” “Adın nedir?” diye sordu. “Halime” diye cevap verdi. Abdulmuttalib: “Ey Halime, yanımda yetim bir yavru var süt annelik yaparmısın? belki onun yüzünden bolluk ve berekete erersin.” der. Halime annemiz (Allah ondan razı olsun) teklifi seve seve kabul eder. 

Âlemlerin Efendisi altı yaşına kadar Halime annemizin yanında kalırlar. Günlerden bir gün nasılsa Halime annemizin dalgın bir zamanda Peygamberimiz (sav) Halime annemizin kızı ile öğle sıcağında kuzuların yanına gitmişlerdi. Dönüşte kızı Şeyma’ya: “Niçin böyle güneşin şiddetli zamanında dışarı çıkıyorsunuz.” demiş, Şeyma da: “Biz sıcak görmedik kardeşimin başı ucunda bir bulut dolaşıyor, o nereye giderse bulut da beraber gidiyor, bir yerde durursak duruyor. Biz buraya hep gölgelikte geldik.” diye cevap vermiştir.

 

Şakkı Sadr Hadisesi: 

Bu hadisenin Peygamberimiz dört-beş yaşlarında iken vuku bulduğu rivayet edilir. Halime annemiz şöyle anlatır: Allah’ın Rasul’ü (sav) süt kardeşi Abdullah ile birlikte evlerimizin arkasında küçük kuzularımızın yanında bulundukları sırada süt kardeşi Abdullah telaş ve heyecanla koşarak bize geldi, bana ve babasına: “Üzerlerinde ak elbise bulunan iki adam Kureyşi kardeşimi tutup yere yatırdılar, karnını yardılar.” dedi. Ben ve babası ona doğru vardık, kendisini ayakta, yüzü sararmış bir halde bulduk. Ben hemen tutup bağrıma bastım, babası da kucakladı. ”Sana ne oldu yavrucuğum, diye sorduk:“ Üzerlerinde ak elbise bulunan iki adam içi kar ile dolu altından bir leğen ile yanıma geldi, beni tutup karnımı yardılar, kalbimi çıkardılar. Sonra onu yardılar, içinden kara, pıhtılaşmış bir kan parçası çıkarıp attılar. Sonra kalbimi ve karnımı o kar ile iyice yıkayıp temizlediler.” diye anlattı. (Tabakat, 112) (Taberi, 128) 

Âlemlerin efendisi altı yaşlarına kadar Halime annemizin yanında kaldı. Halime annemiz Efendimiz’in (sav) başına herhangi bir şey gelmesinden korktuğu için ondan ayrılmayı istemese de süt yavrusunu muhterem validesi Hz. Amine’ye götürür.

Amine annemiz ise oğlunu alıp Medine’ye götürür. Orada dayızadeleri olan Neccaroğulları yanlarında bir süre kaldıktan sonra geri dönmeye karar verirler. Henüz yolu yarılamışlardı ki Hz. Amine aniden rahatsızlanır. Efendimiz ile Ümmü eymeni bir telaş kaplar, gittikçe şiddeti artınca dizlerinde derman kalmaz ve aniden yere yıkılıverir. Ebva köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklarlar. Hz. Amine yerde halsiz bir şekilde, hastalığının şiddetinden ter döküyor, bir ara gözünü aralıyarak “su” dediği işitilir. Peygamberimiz (sav) yay gibi yerinden fırlayarak aziz annesine suyu yetiştirir. Hz. Amine suyu içer ciğer paresi yavrusunu elini tutar. Efendimiz’in (sav) ise mübarek gözlerinden akan yaşlar nisan yağmuru gibi annesinin omuzlarına düşüyor ve üzülüyordu. Son olarak güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne ayrılık hasretiyle bakarak dilinden şu cümleler dökülür: 

“Allah’ın yardım ve ihsanıyla yüz deve karşılığında kurtulan zatın oğlu! Allah seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gördüklerim doğru ise, sen Celal ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından ademoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Her yaşayan ölür her yeni eskir, her şey fanidir gider…” 

Bu sözlerden sonra Hz. Amine, ruhunu Allah’a teslim eder. 

Allah, Amine annemize zerreler adedince rahmet eylesin. 

(Devam edeceğiz inşaallah...)

 

Yazar: Mine ŞİMŞEK

 

Perşembe, 01 Haziran 2017 00:02

GÖNÜL ANAHTARI

gönül anahtarı

Gönül Anahtarı - Gönül Pınarından

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Gönül Anahtarı

 

Bize bunca nimetleri bahşeden yüce Mevlamıza (cc) hamdu senalar olsun, sonsuz şükürler olsun.

 

Her şey değerini ait olduğu yerden alır. Gönül de değerini sahibinden alır. Gönlümüzün sahibi kim acaba? 

Gönül bazen sevgiyle dolar, mutlu olur. Yeter ki sahibi orada olsun. Gönül sahibinin sevgisini, özlemini, hasretini, vefasını, muhabbetini, aşkını, sevdasını gönlüne nakşedebilsin. Sevgi sayesinde o saflığı, temizliği temsil eden gönlünden doğan duygularla, o sevgilerle gönlünü süslesin. 

Sevgi sırlarının mahzeni gönüldür. O mahzenin anahtarı sendedir. Gizli haller sende vardır. Hazineleri başka yerde aramaktan vazgeçmek lazım, aradığımız her şey aslında bizde saklıdır. Yunus Emre Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Bir ben vardır bende, benden içeri.”

Varsam eşiğine yüzümü sürsem,
Mekandasın, zamandasın, andasın,
Kabul etsen gönül bahçene bir daha girsem,
Gönlümdesin, ruhumdasın, sırdasın.

“Gönüldedir sırrı Yezdan” buyurmuşlar. Sır; açıklanması istenmeyen, başkaları tarafından bilinmeyen bir bilgidir. Sır, gizlilik içinde gizliliktir. İşte insanda “sır taşıma” özelliği mevcuttur. Bu sırrın kaynağı Cenabı Hak’tır. Gönülde yer alan bu sır, Peygamber (sav) ve O’nun kâmil varisleri tarafından taşınmaktadır. Gönülde yer alan bu sırrın ana kapısı ise insanı kâmillerin gönlüdür. O kapının eşiğine gelip iman anahtarı ile açmak gerekir. Fakat anahtarın dişlerine dikkat etmek lazımdır. Bu iman anahtarının dişleri sevgi, gayret, teslimiyet, edep… Bu dişlere çok dikkat gerekir. O zaman insan Cenabı Hakk’a firar eder, kurtulur. Allah’a firar ise insanı kâmillerin meclislerinde bulunmaktır. Sahabe efendilerimiz, Peygamber Efendimiz’in (sav) yanında iman ve sevgiyi tattılar. Kalpleri o kadar iman ve sevgiyle doldu ki başka sevgilere yer bırakmadılar.

Gönüller özünü gözler, özünse gönülleri,
Niçinse bilinmez, bu devri alem,
Cesaret mi yoksa ne? Utanır sahiplenemem,
Halık O, Hüda O…

Hâcegân yolunun esaslarından olan nigah-daşt, Allah’a (cc) sığınmaktır. Bütün havatırdan, vesveseden, kötülüklerden Allah’a sığınmak… Huzuru muhafaza etmektir. O zaman gönlümüzün eğitim kaynağı Hâcegân yolu olsa gerek, gönlümüzün anahtarı Hâcegân yolu olsa gerek. 

Hâcegân yolu insanı Rabbine ulaştıracak bir eğitim mektebidir. Daha ilk başta insanın nefesine (huş-der-dem), yürüyüşüne (nazar-ber-kadem), oturmasına (halvet-der-encümen), yolculuğuna (sefer-der-vatan) dikkat etmesi istenir. Bu ise en büyük nimettir.

İnsanoğluna hem maddi hem de manevi nimet verilmiştir. En önemli olanı ise manevi nimettir. İşte Hâcegân yolu bizim için en büyük manevi nimettir.

İnsanda mutlak bir hazine vardır. Hâcegân yolu insanın kendindeki bu hazineyi bulmasını ve çıkarmasını sağlar. İnsan kendinde olan hazinenin değerini bilip o hazineyi açığa çıkarmalıdır. 

İnsanın gönlü işlenmeyen, gerekli dü-zenlemeler ve bakımlar yapılmayan araziler gibidir. Verimli olsa da faydalanılamaz. İşte iman bir hazinedir. Gönülde işleyemezsek kullanamayız… 

Hâcegân yolu bize bu hazineyi nasıl kullanacağımızı öğretir. Altın gibi, elmas gibi değerli madenlerin diğer taşlardan ayrılmasını ve değerinin bilinmesini sağlar. İnsanın gönlünü müsait bir hale getirir. Gönlü tamamen sürülmüş, havalandırılmış verimli hale gelmiş bir toprak yapar. Hâcegân yolunda insanın gönlü hallaç pamuğu gibi yumuşak olur. Aşkı tadar ve o sevgiyle ümit ederek Hakk’ın merhametinin genişliğini hissetmeye başlar. 

“Estağfirullah el-azim” diyerek kazdığı gönüle, “La ilahe illallah” deyip onun tek ve bir olduğu tohumlarını ekmeye başlar. Ne kadar derine inerse o kadar münbit olur. O tohumu, o kelime-i tevhidi adeta böyle gönlünün derinliklerine darbederek, gözyaşı ile birlikte “Sen benim sahibimsin, Halıkımsın, Rabbimsin… Benim sahibim sensin…” diyerek bütün iştahıyla yalvarır. “La ilahe illallah” deyip tohumu ektikten sonra çok kuvvetli nisan yağmuru gibi derinlikleri etkileyecek bir yağmur mesabesinde “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed” dese Peygamber Efendimiz’e selatü selam getirerek ektiği tohumu rahmet, muhabbet, ülfet, ünsiyet yağmurlarıyla sulasa… 

İşte bunu öğretir Hâcegân yolu. Böyle bir insan o zaman hangi kapıları açmaz ki? Ne ister de olmaz ki? İşte o zaman hakikat rahına yürür, rahiaşkta yürür. Ne güzel bir yürüyüş olur bu.

Hâcegân yolu o muazzam gönlü tanıtmaya çalışır; çünkü her şey orada olup bitiyor. Hâcegân eğitiminden geçen Cenabı Hakk’a (cc) yakın olacağı yeri bilir. Bundan sonrası anlatılmaz yaşanır. 

Rabbim bir an olsun bizi nefsimizle baş başa bırakma…

Sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir…

Aşkın câmesinden bir kez nûş eden,
Bî-karar bulup geçer serinden,
Ayrılsa bir lahza dost cemalinden,
Sitemkâr olup o demde yanar felekler.
Hâce Hazretleri (ks)

Selam ve dua ile…

 

Yazar: Gönül Pınarından

 

Kötülükle Mücadele

Kötülükle Mücadelenin En Etkili Yolu İyilikleri Çoğaltmaktır - Şura OĞUZ

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Kötülükle Mücadelenin En Etkili Yolu İyilikleri Çoğaltmaktır

 

Geçmişten günümüze gelişen, dünya düzen- leri içinde; olgular, kavramlar, gelenekler hep değişegelmiştir. Yalnız İslam dininde “iyi ve kötü” her devirde aynı şekilde tanımlanmıştır. Yani İslam dini “iyi” gördüğünü her zaman iyi görmüş; “kötü” gördüğünü her zaman kötü olarak değerlendirmiştir. Âdem’den (as) günümüze bu böyledir ve kıyamete kadar böyle olacaktır. Allah Teala iyiliklerin ve kötülüklerin isimlerini, sınırlarını en başından belirlemiş ve kullarına bunları çeşitli yollarla öğretmek istemiştir. İnsanların bir kısmı bu davete kulak verip sımsıkı tutunurken bir kısmı ise duymuş fakat itaat etmemiş daha büyük bir kısmı ise duyduğu halde inkar etmiştir. Buna rağmen Cenabı Hak iyiliği, sevdiği kullar aracılığı ile hep yaşatmıştır. 

İyilik ve kötülük her ne kadar sözlüklerde tanımlansa da müslüman bir kul için bu kavramlar manalarını Hak’tan alır. Bir kısım fiillerin küresel olarak ittifak edildiği iyilik ve kötülük sınıflandırmaları mevcut ise de bizim bu manada ölçümüz Allahımızın bize yaptığı sınıflandırma ve tanımlamadır. İylik; Allahu Teala’nın hoşnut olduğu, kulları için murad ettiği, çoğaltılmasını istediği ve emrettiği şeylerdir. Bu kimi zaman emre uymak olur, kimi zaman yasaklanılanı terk etmek olur. Fakat ölçü her halükarda Cenabı Hak’tır... O’nun (cc) bizim için uygun görmediği, yaklaşmamızı istemediği, hoşnut olmadığı her şey de “kötülüktür”. 

Mücadele kavramı ise herhangi bir amaca erişmek, birşeye karşı koyabilmek için bir kişi veya topluluğun güçlü, sürekli çabası manasına gelmektedir. Mü’min için mücadele hep Hak içindir... Mücadele Hakk’ın rızasının olmadığı güç, hareket, olgu ve akımlara karşı olmalıdır. Mü’min bu mücadelede hep Hakk’ın tarafında olmak zorundadır.

Mücadele denilince akla sadece top, tüfek, silah, kaba kuvvet gelmemelidir. İnsanın bu manada en büyük mücadele şekli, fikri iledir. Çünkü insan kabul etmediği bir fikri hayatına hakkıyla geçiremez. Mü’min kişi fikri ve kalbi ile hakkı görüp ittiba eder; ameliyle, ahlakıyla, salih/saliha yaşantısıyla Hak uğruna batıl ile mücadelesine başlar. Bu mücadelede insan için en büyük düşman kendi nefsidir...

İlk insan Âdem’den (as) beri iyilik ve kötülüğün mücadelesi hep vardı. İyilik ve kötülüğün arasındaki bu münasebet, insanın kendisiyle, iki insanın birbiriyle, insanın yaratılmış her varlık ile hatta grup, kabile ve devlet ilişkileri ile olan hayatlarından günümüze kadar gelmiştir. Peki, İslam’ın iyilik ve kötülük adına bizden istediği nedir? Bu sorunun cevabını bize Yüce Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de kendi kelamıyla vermektedir. Bu emirler;

“Erkek ve kadın bütün mü’minler birbirlerinin velileridir. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirirler. Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü Allah Aziz’dir Hakim’dir.” (Tevbe 71)

“Onlar eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek, namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin sonu sırf Allah’a aittir.” (Hacc/41)

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran/104)

Ayetlerde bulunan iyiliği emredip kötülüğü men etmek, evvela insanın içinde bulunması gereken mücadelesidir. Cenabı Hak bu ayetlerle mü’min kulundan muradını buyuruyor. Peki insan bu emre itaate nereden başlamalı? Bu soruya hiç düşünmeden “kendi nefsinden başlamalı” cevabını verebiliriz. İnsan öncelikle kendi kötülüklerini düzeltirse bir mum gibi etrafına bu güzelliğin nuru yayılacaktır. İnsan çevresindeki olumsuzluk ve kötülüklere takılmaktan ziyade, kendi kötülükleri ile mücadele edip iyiliklerini çoğaltmaya başlamalı ve bununla meşgul olmalıdır. Çünkü kendi üzerinde artırdığı her bir güzellik, bir ya da bir çok kötülüğün zulmetinin sönmesine sebep olacaktır. Rabbimizin ayetinde buyurduğu: “De ki; Hak geldi batıl zail oldu. Muhakkak batıl yok olacaktır.” fehvasınca kendi ahlakımız, yaşantımız, imanımız üzerinde düzelttiğimiz her bir güzelliğin nuru, sahip olduğumuz her bir kötü ahlakın karanlığını Rabbimizin izniyle aydınlatacaktır.

Yazımızın başında da dediğimiz gibi kötülükle mücadelenin en etkili yolu iyilikleri çoğaltmaktır. Çünkü her bir kareyi, anı, boşluğu iyilikle donattığımızda batıl orada barınamayacaktır. Biz bu şekilde güzellikleri çoğalttıkça şeytan, insî/cinnî şerli güçler ve onların zulmeti bizimle olamayacaklardır. Şer yerini hayra, nura bırakacaktır. Bunun gibi insan çevresinde çoğalttığı, yaşattığı her güzellik ile aslında sadece kendisi için değil ümmet için hayır kapılarını açmış olacaktır. Çünkü Hz. Muammed’in (sav) ümmeti olarak yaptığımız her hayır aslında ümmetin hayrınadır. Yine ayetin devamında gelen “Muhakkak batıl yok olacaktır.” ifadesi Rabbimizin bize müjdesidir. Batıl gerçek olmadığından yok olmaya, yeri hak ile dolduğunda kaybolmaya, yitip gitmeye mahkumdur. Ta ki mü’minler o hayrı devam ettirsin, çoğaltsın… Cahiliye toplumunda dünyaya gelen Efendimiz’in (sav) Hakk’tan getirdiği her bir güzellik sayısız kötülüğü zail etmiştir. Sahabe efendilerimiz de bu güzellikleri uygulayıp çoğaltarak batıl ile mücadelelerine devam etmişler ve ömürlerinin sonuna kadar devam ettirdikleri bu mücadelenin galibi olmuşlardır. Rabbimiz bizlere de bu uğurda yaşayıp can verebilmeyi kolaylaştırsın, lütfeylesin…

 

Yazar: Şura OĞUZ

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort