JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cumartesi, 06 May 2017 09:06

BİR BAYRAK RÜZGÂR BEKLİYOR

sehit tepesi

Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor - Andelib

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor

 

Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor!
Ve bir bayrak dalgalanmak için;
Rüzgâr bekliyor! 

Arif Nihat Asya

Bayrak sembol, bayrak simge… Yeri gelmiş bir milleti temsil etmiş. Yeri gelmiş bir medeniyet sembolü olmuş. Bir ümmet bayrakla simgelenmiş. Bayrak, kutsal bir emanettir bizim için. Kâbe’nin örtüsü nasılsa öyle. Bacımın başörtüsünden farkı yok. 

Hilal; İslam medeniyetinin simgesi… Karanlıktan aydınlığa gidiştir. Hilal, zifiri karanlık geceyi aydınlatan ışıktır. İslam yeryüzünü aydınlatan bir nurdur. Eğer karanlıksa dünyamız bilin ki İslam’ın nurunun olmayışındandır. İslam’ın nuru müslümanlarla parlayacak. Neredesiniz ey müslümanlar? İslam bayrağı dalgalanmak için rüzgâr bekliyor. 

Kafirler İslam’dan her zaman rahatsız olmuştur. Onlara dinlerinin çarpıklığını anlatan Hz. İbrahim’i -bir kişiyi- yakmak için kocaman ateş yaktılar. Korktukları onun imanıydı. O’nun Rabbinden korktular. Firavun tahtını bir çocuktan korumak için binlerce çocuk katletti. Ebrehe Kâbe’yi yıkmaya fil ordusuyla geldi. Kafirler ne de korkakmış meğer. 

Yarasalar aydınlığa tahammül edemezler. İlk zamanlardan beri İslam’ın nurunu söndürmeye çalıştılar. Ama bilmiyorlar ki: “Allah’ın nurunu söndüremezler.”

İslam’ın ilk dönemlerinde işkenceler artınca bir avuç müslüman Habeşistan’a göç etti. Onları geri almak için Mekkeliler bir heyet gönderdi. Habeş Kralı Necaşi ve heyetin önünde Cafer bin Ebu Talib onlara şöyle seslendi:

“Ey hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik. Ağaçtan ve taştan yapılmış putlara tapar, kendiliğinden ölmüş hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, insanlık dışı bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilenmez, komşu hakkı tanımazdık. Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı ezer, zenginlerimiz fakirlerin sırtından geçinirdi. Hak hukuk nedir bilinmezdi.

Biz bu halde iken Allah, bizim içimizden asil soylu, doğru, güvenilir, iffetli olarak bildiğimiz birini peygamber olarak gönderdi. O bizi bir olan Allah’a inanmaya ve yalnızca O’na ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızdan miras kalan putlara tapmaktan bizleri kurtardı. Doğru söylemeyi, emanete riayet etmeyi, akrabalarla iyi geçinmeyi, komşuları gözetmeyi emretti. Bütün kötülük ve günahları, kan dökmeyi, yalancı şahitlik yapmayı, yetim malı yemeyi ve namuslu kadınlara iftira etmeyi ise yasakladı. Biz de O’nu doğruladık ve O’na iman ettik...”

İslam’dan önce ve İslam’dan sonra… İslam, nur; İslam, barış; İslam, esenlik; İslam, huzur… İnsan ancak İslam’da kendi değerini bulabilir. Batılıların anlattığı hümanist masallarına aldanmayın siz. Onların çarkına uyarsanız sorun yok. Çarklarına uymadığınız zaman karşınızda hümanist canavarlar görürsünüz.

İslam en güzel değerleri içinde barındırır. Birileri yıllarca bu güzellikleri bozmaya, değiştirmeye çalıştıysa da Allah (cc) dinini muhafaza etti. Kur’an önümüzde rehberdi, Peygamber Efendimiz (sav) bize en güzel örnekti. Evliyalar, alimler, salihler… yolumuzun kandilleriydiler.

Müslüman sadece kendini değiştirmekle kalmaz, çevresine de İslam’ı taşımanın gayretindedir. Gittiği yerlerde önce hep gönüller fethedilmiştir. İslam’ın sancağı nereye ulaşmışsa oralar yıllar geçse de İslam’ın güzelliklerini unutamamışlar ve o günlerin özlemini çekmişlerdir.

Bir tarih profesörü, katıldığı televizyon programında Bosna’da yaşanılan bir olayı naklederken engel olamadığı gözyaşlarıyla sloganlaşacak bir söz söylemişti: “Tarih bizi çağırıyor.” 

Dünya İslam’a hasret; İslam’ın huzuruna, emanına hasret… Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonraki yüzyıla bakın… İki cihan harbinde milyonlarca insan öldürüldü. Atom bombalarıyla şehirler yok edildi. 

Kendilerinden beş on kişinin ölümünü acıklı hikayelerle, müziklerle süsleyip dünyayı ağlatanlar, binlerce müslümanın öldürülmesini kayıtsız kalarak seyretmektedir. Müslümanlar acı feryatlarını işitecek bir ses beklemektedir. 

“Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” diyor şair Arif Nihat Asya. Türkiye dünyaya huzur getirecek bu bayrağı dalgalandıracak rüzgâr olma yolunda ilerliyor. Geçmişinden aldığı mirasla müslümanlara umut olmaya başladı artık. Mazlumların, gariplerin gözü kulağı Türkiye’de. 

Son dönemlerde ülke olarak o kadar tehlike atlattık ki, o mazlumların duası ve Allah’ın (cc) yardımı olmasa bu badireleri atlatamazdık. 

15 Temmuz son dönemlerin gördüğü en büyük destanlardan biridir. Allah’ın kalplere verdiği cesaretle silahların, tankların karşısına çıkan koca yürekli milletimizin destanıdır.

Bu koca yürekli milletim, milyonlarca insanı din ve ırk ayrımı gözetmeksizin ülkesinde barındırmaktadır. Bizler öyle bir medeniyetin temsilcileriyiz ki, gönlümüz bütün insanlığa açıktır. Bizler Ensarın torunlarıyız… Yurdumuz, gönlümüz sımsıcak olsun kardeşlerimize. Solmuş bedenler, yürekler yeniden hayat bulsun bizimle. 

“Tarih bizi çağırıyor.” Küllerimizden silkinelim ki özümüzdeki İslam alevi, iman alevi yeniden ateşlensin.

Sen koskoca bir medeniyetin mirasçısısın. Sen İslam sancağını dalgalandıran rüzgârsın. Sen mazlumun umudu, zalimin kabusu…

Sen üzerindeki külleri atıp diril ki, tüm insanlık kurtulsun. 

Sen korkma kardeşim. Hak bildiğin yolda gidersen bil ki Allah (cc) yanındadır. Ve O’nun her şeye gücü yeter. 

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsa,
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!

Mehmet Akif Ersoy

Ya Rabbi, bizleri senin yolundan ayırma! Millet olarak senin dinine hizmet edebilmeyi bizlere nasib eyle!

Amin…

 

Yazar: Andelib

 

şangay mı İslam birliği mi

Şangay mı Yoksa İslam Birliği mi - 2 - İrfan AYDIN

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Şangay mı Yoksa İslam Birliği mi - 2

 

Bismillahirrahmanirrahim...

Salat ve selam alemlere rahmet olarak gelen Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz’in, daha sonra diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashab-ı kiramın, sadat-ı kiram efendilerimizin mübarek ruhlarına olsun. 

Sürekli devinim içerisinde olan coğrafyamızda her gün yeni olaylarla karşılaşıyoruz. Yarının ne getirip götüreceğini keşfetmek tam olarak mümkün değil. Bazen iç dinamikler ve hadiseler bizi bir yere sürüklüyor bazen de dış hadiseler ve dinamikler bizi bir yerlere sürüklüyor. Bir sabah uyandığınızda kendinizi yepyeni bir gündemin içerisinde bulabiliyorsunuz. Hiç ummadığınız bir anda dışarıdan ya da içeriden bir hadise gündemimize bomba gibi düşebiliyor. Bir gün bir intihar saldırısıyla sarsılıyorsunuz başka bir gün başka birisinin insanları silahla taraması karşısında altüst olabiliyorsunuz. Bir gün bir grup saldırıyor diğer gün başka bir grup, sonra üçüncüsü geliyor fakat hedef hep aynı ülkenin istiklali ve istikrarı. Ne kadar farklı yönden gelirlerse gelsinler oluşturmaya çalıştıkları algı hep aynı. Ne kadar farklı yönden saldırırlarsa saldırsınlar planlayanlar ve yönetenler aynı. 

Evet, Türkiye’nin istiklal ve istikbal mücadelesinden bahsediyoruz. Türkiye’ye karşı birleşmiş ve şerleşmiş milletlerin saldırısından bahsediyoruz. Türkiye’nin “II. Kurtuluş Savaşı”ndan bahsediyoruz. Türkiye bölgesinde tarihinden aldığı cesaret ve birikimle oyun kurmaya başlayınca dost gibi gözüken batılı ülkeler bir bir, bazen de topluca saldırmaya başladılar. Esasen biz savunmada kaldıkça sürekli üzerimize gelmeye başlamışlar ve biz de bunun üzerine mecburen atak oynamak zorunda kaldık. 

Önceki yazımızda da belirttiğimiz üzere Osmanlısız geçen yüz yıllık düzensizlik artık daha fazla yürütülemeyerek çatırdamaya başlamış ve yeni düzen arayışına yerini bırakmıştır. Bu bağlamda ülkemiz tarihi misyonuna yavaş yavaş dönmeye başlamıştır. Olaylar ve hadiseler bizi tarihteki yerimize doğru sürüklemektedir. Bu biz istesek de istemesek de böyledir. Görünen odur ki bundan kaçış şansımız da yoktur. Bütün emareler bizim tarihsel yerimiz olan İslam aleminin liderliğine doğru sürüklendiğimizi gösteriyor. Artık bu saatten sonra kolay kolay geri dönüş gözükmemektedir. O zaman kontrolsüzce sürüklenmek yerine geleceğimiz noktaya ciddi bir planlama yaparak gelmemiz daha mantıklı olur. Önceki yazımızın sonuç kısmında da belirttiğimiz gibi milli eğitimimizi, savunma sanayimizi ve askeri yapılanmamızı, ekonomimizi, idari yapılanmamızı hep bu saik gereğince düzenlemeliyiz. 

Evet henüz tam olarak gelişmiş bir ülke değiliz. Kendimize yetecek kadar yer altı ve yer üstü kaynakları harekete geçiremedik. Tek başımıza da bu işi başarmamız çok zor gibi gözüküyor. İslam birliği kurulana kadar başka ülkelerle dayanışmaya girip ekonomik, siyasi ve askeri olarak güç toplamalıyız. 

Yeni dünya düzensizliği öyle bir noktaya gelmiştir ki Türkiye nereye doğru hareket ederse dünyanın dengelerini değiştirmektedir. Türkiye terazinin öyle bir yerinde durmaktadır ki Batı’ya yönelse Batı güçlenmekte, Doğuya yönelse Doğu güçlenmekte. Bu nedenle ne Batı ne de Doğu Türkiye’den vazgeçememekte. İslam dünyasındaki halkların beklentisi ise Türkiye’nin İslam alemine liderlik etmesidir. Türkiye bütün bu beklentileri dikkate almalı ve gereken planlamayı ona göre yapmalıdır.

Evet önümüzdeki seçenekleri incelemeye başlayalım…

Şangay İşbirliği Örgütü 

Şangay Paktı adını teşkilâtın ilk toplandığı yerden -Şangay- almaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın 1996 yılında oluşturdukları yapılanma Şangay Beşlisi olarak anılıyordu. Bu örgüt 2001’de Özbekistan’ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarttı.

Çin’in Girişimleri

Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) ortaya çıkmasının ardında, Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) girişimleri önemli rol oynamıştır. 1990’lı yılların başında Çin’in bölgeye olan ilgisinin ardındaki faktörler şunlardır: 

Sınır güvenliği: ÇHC sınır anlaşmazlıkları konusunda Sovyetler Birliği ile 1989 yılında görüşmelere başlamıştır. Sovyetler’in dağılması üzerine sınır bölgelerinde istikrarı sağlama amacıyla Orta Asya’da yeni kurulan cumhuriyetler ile diyaloglara devam edilmiştir.

Batı Bölgelerinin Gelişimi

Deng Xiaoping’in belirlediği reform ve dışa açılma ilkeleri doğrultusunda 1978’ten itibaren ülkenin doğu sahillerinde görülür bir gelişme kaydedilmesine rağmen, Sincan Uygur Özerk Bölgesi, İç Moğolistan, Tibet Özerk Bölgesi gibi batı bölgelerinde kayda değer bir gelişme elde edilememiştir. ÇHC Orta Asya ve Rusya ile karayolu, demiryolu bağlarını kurarak bölge ticaretini ve batı bölgelerinde ekonomik gelişiminin önünü açma çabasına girmiştir. Daha sonra 2000 yılında Devlet Konseyi tarafından resmen onaylanan Batı açılım projesi de bu doğrultuda hazırlanmıştır.

Büyüyen Enerji İhtiyacı

Ekonominin hızla büyümesi ÇHC’nin petrole olan bağımlılığını artırmış; 1993 itibariyle Çin petrol ithal eden ülke konumuna gelmiştir. Basra Körfezi bölgesine bağımlılığı azaltmak amacıyla arayışlara giren ÇHC, özellikle Rusya ve Kazakistan ile petrol boru hattı konusunda bir dizi anlaşmaya imza atmıştır.

Soğuk Savaş Sonrası Stratejik Ortam

Soğuk Savaş’ın ardından ABD’nin tek süper güç olarak sahneye çıkması üzerine ÇHC denge unsuru olarak stratejik ortaklık arayışlarına girişmiştir. 1992’de “İyi Komşuluk” politikasıyla başlayan diyalog, Nisan 1996’da ilk Şangay görüşmelerinde “Rus-Çin Stratejik Ortaklığının” ilanıyla gelişmiştir. 1997’de Jiang Zemin’in Moskova ziyareti sırasında ortak bir bildiri yayınlayan iki ülke liderleri; “Dünya’da Çok Kutupluluğun Desteklenmesi” amacını taşıdıklarını belirtmişlerdir.

Birliğin Oluşumu ve Gelişimi

26 Nisan 1996’da Şangay’da toplanan beş ülkenin Sınır Bölgelerinde Askeri Güvenin Derinleştirilmesi Anlaşması’nı imzalamasıyla Şangay Beşlisi kurulmuş oldu.

Bundan sonra Şangay Beşlisi yıllık görüşmeleri sırasıyla 1998’de Almatı’da, 1999’da Bişkek’te, 2000’de ise Duşanbe’de yapıldı.

2001 yılında ise görüşmeler ŞİÖ’nün kuruluşu ile sonuçlandı. Beş devlet ile başlayan örgütün tam üye sayısı sonra altıya ulaştı: Rusya, Çin, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan.

Haziran 2001’de üye devletler Sant Peterburg Zirvesi’nde örgütün amaç, prensip, yapı ve işleyişini belirleyen ŞİÖ Beyannamesi’ni imzaladı. Ayrıca zirvede bir Anti-terör Ajansı”nın kurulmasını öngören bir anlaşma daha imzalandı. 

ABD karşıtı ilk ciddi adım, 2005’te atılmıştır. ŞİÖ zirve toplantısında, ABD’ye Orta Asya’daki askeri varlığına son verme çağrısı yapılmıştır. Bunun üzerine, Özbekistan’daki ABD askerleri ülkeyi terk etmişlerdir.

Ağustos 2007’de ŞİÖ’ye üye altı ülke, Rusya’nın Ural Dağları’nda “Barış Misyonu 2007” adıyla ortak bir askeri tatbikat gerçekleştirdi.

Türkiye 2012’de, Şangay İşbirliği Örgütüne (ŞİÖ) diyalog ortağı olarak katıldı. Katılım sonrası kararı değerlendiren Çin’deki akademisyenler ve Rus analistler bu kararın hem ŞİÖ hem de Türkiye açısından bir devrim niteliğinde olduğunu belirttiler. 

Dünya petrol üretim ve kullanım pazarının yarısından fazlasını elinde bulunduran ve Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan’ın gözlemci olarak bulunduğu örgüt, ABD’ye karşı etkili bir kutup oluşturmaktadır. Dönemin Rusya Devlet Başkanı Putin, Şangay İşbirliği Örgütü’nün Ağustos 2007 Bişkek Zirvesi’nde: “Tek kutuplu dünya kabul edilemez.” diyerek bir anlamda birliğin misyonunu da belirtmiştir.

2007 Bişkek Zirvesi’nde, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in: “Tek kutuplu dünya kabul edilemez.” açıklaması, örgütün misyonunu özetlemektedir aslında. Çıkış noktasına baktığımızda, üye ülkelerin sınır bölgelerinde askeri güveni sağlamak gibi görünse de, birincil amaç ABD suretinde batıya karşı alternatif ve etkili blok oluşturmak, ikincil amaç ise dünya nüfusunun 1/4′ünün yaşadığı coğrafyada, en büyük güvenlik tehditleri olarak deklare ettikleri terör, ayrılıkçılık ve aşırıcılıkla mücadele adı altında bu coğrafyada yaşayan halk ve uygarlıkları dizginlemektir.

Güvenlikte İşbirliği

ŞİÖ genel sekreteri Grigory Logninov Nisan 2006’da ŞİÖ’nün askeri bir blok olma niyetinin bulunmadığını açıkladı; bununla birlikte “terör, aşırılıkçılık, ayrılıkçılık” tehdidinin artışının kapsamlı bir askeri müdahaleyi zorunlu kıldığını da belirtti. 

ŞİÖ birkaç defa ortak askeri tatbikat düzenlemiştir. İlki 2003 yılında tatbikatın ilk aşaması Kazakistan’da, ikinci aşaması ise Çin’de gerçekleştirildi.

Daha büyük kapsamlı olan Çin-Rus ortak Peace Mission 2005 Tatbikatı ise, 19 Ağustos 2005’te ŞİÖ çerçevesi dışında düzenlendi. Tatbikatların başarıyla tamamlanmasının ardından Rus yetkililer bu tür tatbikatlara gelecekte Hindistan’ın da katılacağı ve ŞİÖ’nün askeri bir nitelik kazanacağını dile getirmeye başlamıştır.

2006 ŞİÖ savunma bakanları toplantısında belirlendiği üzere, 2007’de Rusya’nın Ural Dağları yakınlarındaki Chelyabinsk Bölgesi’nde ortak askeri tatbikat düzenlenmiştir. Ekim 2007’de Tacikistan başkenti Duşanbe’de güvenlik, suç ve uyuşturucu trafiği konularında kapsamlı işbirliğine gidilmesi amacıyla ŞİÖ ile Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü arasında bir anlaşma imzalanmıştır. 

Ekonomik İşbirliği

ŞİÖ’ye devletler 2003 yılında ekonomik işbirliğini genişletme amacıyla bir çerçeve anlaşması imzalamıştır. Aynı toplantıda Çin Halk Cumhuriyeti başbakanı Wen Jiabao, bölgede ticaretin geliştirilmesi için bir an önce tedbirlerin alınmasıyla birlikte, ŞİÖ’de uzun vadede bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması hedeflenmesini önerdi. Ardından bir yıl sonra 23 Eylül 2004’te 100 maddelik bir plan imzalanmıştır. 

25 Ekim 2005, ŞİÖ Moskova zirvesinde, ŞİÖ’nün ortak enerji projelerine öncelik tanıyacağı açıklanmış, özellikle de petrol ve gaz sektörüyle ve su kaynaklarının ortak kullanımı üzerinde durulacağı belirtilmiştir. Ortak projelerin finansmanı için bir ŞİÖ Interbank’ının kurulması kabul edilmiştir. ŞİÖ İnterbank kurumunun ilk toplantısı Şubat 2006’da Pekin’de yapıldı. 30 Kasım 2006’da, Almatı’da düzenlenen ŞİÖ konferansında Rus Dışişleri bakanı ŞİÖ’nün bir “Enerji Kulübü” kurulması konusunda planlar yaptığını belirtmiştir. Bu kulüp ihtiyacı Kasım 2007 ŞİÖ zirvesinde yinelenmiş, ancak diğer üyeler tarafından pek ilgi görmemiştir. 

Kültürel İşbirliği

Kültürel işbirliği de ŞİÖ çerçevesine dahil edilmiştir. 12 Nisan 2002’de Pekin’de ŞİÖ kültür bakanları buluşması düzenlenmiş, sürekli kültürel işbirliği konusunda ortak bildiri imzalanmıştır. Kültür bakanlarının üçüncü buluşması 27-28 Nisan 2006’da Taşkent’te düzenlenmiştir. İlk defa 2005 Astana zirvesi sırasında bir ŞİÖ Sanat Festivali ve bir sergi düzenlenmiştir. Kazakistan aynı zamanda 2008 yılında bir halk dansları festivali düzenlenmesini önermiştir. 

Organizasyon Yapısı

Güvenlik, ekonomi ve kültür alanlarında işbirliği öngören Şangay İşbirliği Örgütü’nde 7 ana organ faaliyet göstermekte ve örgütün işleyişini sağlamaktadır. Bunlar:

Devlet Başkanları Konseyi, Hükümet Başkanları Konseyi, Dışişleri Bakanları Konseyi, Ulusal Koordinatörler Konseyi, Temsilcilikler Konseyi, Sekretarya, Bölgesel Anti-Terör Ajansı olarak sıralanabilir.

Organizasyonun en üstünde yer alan Devlet Başkanları Konseyi yılda bir kez toplanan ve devlet başkanlarının katıldığı en üst düzeyli ve nihai karar mekanizmasıdır. Diğer konseyler önceden istişare ettikleri önemli meseleleri karara bağlanması için Devlet Başkanları Konseyi’ne havale etmektedir.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

doğru yol

Yahudileri Kızdırdık Demek ki Doğru Yoldayız! - Sâlik-i İrfan

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Yahudileri Kızdırdık Demek ki Doğru Yoldayız!

 

Hamd olsun alemlerin Rabbi olan Allahımıza. Yaratan, yaşatan, rızık verici ve bunca gafletimize rağmen nimetlerini üzerimizden esirgemeyen güzel Allahımıza sonsuz hamd ve senalar olsun.

Sahibimiz, Efendimiz, Peygamberimiz… Mevlamızın en güzel hediyesi… Cenabı Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa Efendimiz hazretlerine binler salat ve selam olsun.

Evet, mücadele devam ediyor. Millet olarak kimi acılarla muhatap oluyoruz. Bölücü-ırkçı PKK bir taraftan, bir taraftan hala FETÖ mücadelesi, bir de DEAŞ teröristleri… 

Büyüğümüz Hâce Hazretleri (ksa), Cenabı Hakk’ın bir topluma nusret etmesinin o toplumda hak ve batılın ayrışmasına bağlı olduğuna işaret etmişlerdi bir sohbetlerinde. Bugün bu süreçteyiz. Bu terörün adı, görünümü ne olursa olsun; bunların maşa olduğu ve arkalarında ABD-İngiliz-İsrail (Bermuda Şeytan Üçgeni) olduğunu diğer Batı ülkelerinin yine bunların etrafındaki ölü yiyiciler oldukları görülüyor.

I.Dünya Savaşı’nda yaklaşık 17 milyon, II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon kadar insanın ölümüne yol açan Batı, Suriye topraklarını paylaşmak için 63 ülke olarak Suriye’de. Kimi zaman ABD-Rus, kimi zaman ABD-Almanya kapışması gibi görülse de arka plandaki İngiliz-Yahudi işbirliğinin Ortadoğu ve İslam toprakları üzerindeki emelleri artık açıkça görülmekte. Teröristbaşı Öcalan bile “Senaryoyu İngilizler yazar, Amerikalılar oynar.” diyerek görebildiği kadar oyunu tahlil etmektedir.

Arabistanlı Lawrenc’lerin Osmanlı’dan kopardığı Arap toprakları kan ağlıyor. Irak’ta, Suriye’de devlet yok. Suud güneyden Şia kuşatması altında. DEAŞ denilen müslüman kılıklı teröristler İsrail’e bir kez bile laf etmezken Suud’u tehdit ederek Kabe’yi yıkmaktan söz edebilmekte. DEAŞ militanlarının İsrail hastanelerinde tedavi edildiği gerçeği, insanlığını tamamen kaybetmemiş birçok Batılı tarafından açıkca dile getiriliyor. İsrail açıkça Suriye’deki kaosun kendilerine yaradığını söyleyebiliyor. (Ordo ab chaos.) Önce kaos sonra düzen. Sömürü düzenleri için ne gerekiyorsa terör, darbe, siyasi suikastler, doların yükseltilmesi… kısaca kaos; sonra yola getirilmiş(!) siyasilerle yeni düzen.

Sonuçta İslam dünyası da Batılılar da Kıyamet Savaşı’nın Suriye-Irak topraklarında yaşanacağını biliyor. Her şey bu yüzyılda olacak. Allah’ın izni, lütfu keremiyle İslam’ın yükselişine şahitlik ediyoruz. Bâtılı temsil eden Batı yenilecek; ikinci asr-ı saadet dönemi yaşanacak. Ve sonra tekrar küfür dönemi ve Hz. Mehdi’nin gelişi… Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) müjdesi, evliyaların işaretleri hep bu yönde. Cenabı Mevlamız o günleri bize göstersin. Ümmetin birlik beraberlik içerisinde, izzet ve azamet günlerine bizleri eriştirsin. O günleri görmeden ruhumuzu almasın. (Amin)

Biz bu satırları yazarken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasından şu cümleler haberlere yansıyordu: 

“Türkiye yeni bir İstiklal Mücadelesi içindedir! 2013 yılından bu yana ardı ardına yaşadığımız hadiseler göstermektedir ki Türkiye yeni bir istiklal mücadelesi içindedir. Bu defa muhatabımız, kendi isimleri ve askeriyle karşımıza çıkan düşmanlar değil, onlar veya onların kullandıkları maşalar olan terör örgütleridir. İsimlerinin, söylemlerinin farklı olduğuna bakmayın. PKK, DEAŞ, FETÖ, YPG, DHKP-C ve diğerlerinin hepsi de aynı senaryonun oyuncularıdır. 

Biz Hakkari’ye havalimanı yapıyoruz, adam gidiyor havalimanını vuruyor. Ben şimdi buradan bütün terör örgütlerine açıkça meydan okuyorum: Elinizden geleni ardınıza koymayın. 

Bize göre “Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır / Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır…”

Bunları söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisine ve dolayısıyla bu millete Hakk’ın yardımını, evliyalar himmetini hangi oranda görüyor bilmiyoruz ama Sezai Karakoç’tan yaptığı alıntı bu gerçeğe işaret ediyor. “… Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır.”

Son günlerde özellikle ekonomik terörle muhatabız. 15 Temmuz’da yapamadıklarını Kayseri, Beşiktaş, Reina’da devam ettirmeye çalışanlar ekonomiyi darboğaza sokmaya çalışıyorlar. Bu durum aslında Mevlamızın bir terbiye yöntemi. Bir toplumun Hakk’a dönmesi, aslını bulması ve gavurla mücadeleye başlaması için yaşanan bir süreç. 

Hz. Osman (ra) efendimizin hicret sonrası hayatından paylaşımlarda bulunurken Medine’de ticareti elinde bulunduran Yahudilerin (aynen bugün olduğu gibi) müslümanların ticaretini nasıl boğmaya çalıştıkları bölümüne gelmiştik. Efendimiz (sav) ve sahabe hayatı konusunda güzel çalışmaları olan Muhammed Emin Yıldırım’ın Osman efendimiz ve Medine ticareti ile ilgili yazısından alıntıyı ibretle okuyoruz:

“(Hicretten sonra) Hz. Osman’ın aktif olarak işin içinde bulunduğu bir mesele de Medine Çarşısı’nın tesisi idi. Hicretin ilk günlerinde Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı. Bunlar; Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza idi. Bu üç kabile adeta şehrin ticaretini ellerinde paylaştırmış bir halde idiler. Benû Kaynuka isminden de anlaşılacağı üzere kuyumculuk ile uğraşırlardı. Bunlar genellikle altın ticareti yapar ama bunun da ötesinde tefecilikle uğraşırlardı. Çok yüksek faizlerle özellikle Araplara borç para verir ve onları bir ömür sömürürlerdi. Benû Kaynuka’nın yaptıkları iş, bugünün lisanı ile konuşursak bir yönü ile para borsasını ellerinde tutmak ve bu borsayı lehlerinde kullanmaktı.

İkinci büyük kabile olan Benû Nadir’e gelince, onlar ise tarım ile uğraşırdı. Özellikle Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yaparlardı. Büyük hurma bahçelerinin sahipleri olarak o gün bile dışarıya ihracat edecek düzeyde bir pazar oluşturmuşlardı.

Benû Kurayza’ya gelince bunlar ise debbağdılar; yani deri üretimi ve işletimi yaparlardı. Onlar bu alanda o kadar kendilerini geliştirmişlerdi ki, başta çizme olmak üzere birçok mamulün üretimi ile uğraşırlardı. Bunlar da ürettikleri bu deri ürünlerini hem Medine pazarına, hem de başka yerlere satarlardı.

Yahudiler bu üç farklı alanda ticareti ellerinde tutukları için, ticari sahada da söz onlarındı. Onlar pazarın kurallarını koyar, fiyatları belirler; tabi ki şartları hep kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı. O gün için Medine’de insanların ticaret yaptıkları dört büyük çarşı vardı. Bu çarşıların ya da pazarların tüm ipleri de Yahudilerin ellerinde idi. Mesela; oradaki dükkanların en işlek olanlarını ellerinde tutar, işe yaramaz kıyıda köşede olanları ise Araplara yüksek paralarla kiraya verirlerdi. Pazardaki malların satış bedellerini kendi istedikleri şekilde belirler, satarken de alırken de onlar kazançlı çıkarlardı.

Efendimiz (sav), Medine pazarının bu halini çok iyi gözlemledi. Tabi sadece işin mahiyetini anlamakla kalmadı, kesinlikle bazı alternatiflerin geliştirilmesi için başta Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Ebû Talha ve Ensar içerisindeki tüccarlarla bu işin istişaresini yaptı. Efendimiz (sav), çok iyi fark etmişti ki; eğer ticaret Medine’nin var olan, o dört büyük çarşısında devam ettirilse asla ipler Yahudilerin ellerinden alınamayacaktı. Çünkü işin başında pazarın şartlarını onlar oluşturmuşlardı. Onların ellerinden bu şartları alıp, müslümanların lehlerine dönüştürmek çok da kolay değildi. 

Bu gerçeği çok iyi gözlemleyen Efendimiz, ticari sahadaki mücadeleye yeni bir pazar oluşturarak başlanması gerektiğinin kararına vardı. Bunun üzerine sahabenin içerisindeki tüccarlarla istişare ederek müslümanlara has bir çarşı oluşturmak için seferber olundu.

Tabi bu ilk çarşı öyle çok büyük ve kapsamlı değildi; Yahudilerin çarşılarına yakın Bakîyü’z-Zübeyr diye bilinen bir bölgede idi. Efendimiz, buraya büyük bir çadır kurdurarak, orasını müslümanların pazarı olarak ilan etti. Artık Müslümanlar ticaretlerini bu yeni çarşıda yapacaklardı. Çok kısa bir zaman zarfında bu çadırda kurulan çarşı, kendinden söz ettirmeye başlamıştı. Medine’de yıllardır Arapları sömürmeye alışmış Yahudiler, böyle bir gelişme karşısında büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Bir müddet bu yeni olayı sessizce ama sinsice izledikten sonra kendilerine alternatif olan bu pazarın bir an önce ortadan kaldırılması gerektiği kararına vardılar. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki müslümanlar, ticari sahada kendi ayakları üzerinde durmaya başladıkları gün, sosyal ve siyasi hayatta da bunu başaracaklar ve artık kimselere ipleri vermeden izzet ve şeref üzere yaşayacaklardı. Böyle bir durum ise elbette Yahudileri oldukça endişelendiriyordu.

Bu endişe ilerleyen günlerde büyük bir öfkeye dönüşmüştü. Yahudilerin en meşhur şair ve savaşçılarından biri olan ve ilerde müslümanlar tarafından yaptığı ihanetlerin bir karşılığı olarak öldürülecek olan Ka’b b. Eşref bir gece adamlarını da yanına alarak müslümanların pazar olarak kullandıkları bu çadırı yıkmak için harekete geçti. Onlar gecenin karanlığından istifade ederek önce çadırın iplerini keserek sonra orayı ateşe vererek bu çarşıyı yerle bir ettiler. 

Efendimiz sabahın erken saatlerinde bu durumdan haberdar olunca, herkesin öfke ile ellerini sıktıkları bir zamanda tebessüm etti. Sahabe merakla bu tebessümün sebebini sorduklarında Efendimiz: “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki onlar bu sefer daha fazla kızacaklar.” buyurdu.

Efendimiz bu olay üzerine ileride Hz. Ebu Bekir’in halife seçileceği yer olan Benû Saide Sakifesi’nin hemen yanı başında büyükçe bir arsa satın aldı. Bu arsayı kıyamete kadar müslümanlara bu iş için vakfetti. Burada kalıcı bir çarşı inşa ederek tüm müslüman tüccarları buraya davet etti ve bu çarşının kurallarını bizzat kendisi koydu. Sahabe böylece kendilerine ait oluşturulan bu çarşıda ticaretlerini devam ettirdiler. Ticaretini devam ettiren tüccarlardan bir tanesi de Hz. Osman olmuştu. O yine zekâ ve kabiliyeti ile Medine’nin en zengin tüccarlarından biri olarak adından söz ettirmişti.

Hz. Osman, helalinden kazanan ve kazancını Allah yolunda harcayan birisiydi. Onu tarih Tebûk Gazvesi günlerinde yaptığı infak ile kaydetmişti. Hz. Ebu Bekir döneminde Medine’de olan kıtlık günlerinde büyük infakı ile yazmıştı.

Hz. Osman, uzun ve bereketli hayatı ile bizlere çok şey öğreterek gitti; ama özellikle de Müslüman tüccar nasıl olunur, bunu öğretti. Onun bizim dünyamıza söylediklerini şöyle özetleyebiliriz:

1-Cennet karşılığında infak, sözünü duyduğunda az ya da çok elini cebine at ki müslüman bir tüccar olabilesin.

2-Yaptığın iş İslami bir hizmet, hayırlı bir eylem, takdir gören bir amel olsa bile israf etme ki müslüman bir tüccar olabilesin.

3-(Hududullaha) Allah’ın sınırlarına ve (Hukukullaha) Allah’ın hukukuna riayet et ki müslüman bir tüccar olabilesin.

4-Iskatını, hayırlarını ve infakını varislerine bırakmayıp kendi ellerinle ver ki müslüman bir tüccar olabilesin.

5-Küçük hesapların, biter korkusunun, korkak adımların sahibi olma ki müslüman bir tüccar olabilesin.

Allah böyle tüccarlarımızın sayısını çoğaltsın. Allah adına ve Allah namına vermenin mutluluğunu bizlere de yaşatsın. İnfak hasleti ile yüreklerimizde var olan ve her an olması imkân dâhilinde olan nifak hastalıklarımızı gidersin.”

Bu duaya biz de gönülden amin diyoruz; çünkü gavurla mücadelenin her alanda yaşandığı bu diriliş günlerinde, ümmetin Allah için canını verecek yiğitler kadar helal kazancı gözeten, zekatı-infakı önemseyen dürüst iş adamlarına da çok ihtiyacı var. Bunun için olsa gerek Efendimiz (sav): 

“Dürüst ve güvenilir tüccar; (Cennet’te) peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizi, Bûyû, 4) buyurmaktadır. 

Cenabı Mevlamız bizleri; cihadıyla, şehadetiyle ve ticaretiyle örnek olan Osman efendimize bağışlasın. Onun ahlakında olan kimseleri çoğaltsın.

Amin velhamdulillahi Rabbil alemîn...

 

Yazar: Sâlik-i İrfan

 

 hased

Hased; Yerde ve Gökte İşlenen İlk Günah - Mesud ÇINAR

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Hased; Yerde ve Gökte İşlenen İlk Günah

 

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ ابْنَيْ اٰدَمَ بِالْحَقِّۢ اِذْ قَرَّبَا قُرْبَاناً فَتُقُبِّلَ مِنْ اَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْاٰخَرِۜ قَالَ لَاَقْتُلَنَّكَۜ قَالَ اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّق۪ينَ

لَئِنْ بَسَطْتَ اِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَن۪ي مَٓا اَنَا۬ بِبَاسِطٍ يَدِيَ اِلَيْكَ 

لِاَقْتُلَكَۚ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَم۪ينَ

اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ تَبُٓوأَ بِاِثْم۪ي وَاِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ اَصْحَابِ النَّارِۚ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُا الظَّالِم۪ينَۚ

فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ اَخ۪يهِ فَقَتَلَهُ فَاَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

 

“Habibim! Onlara Âdemin iki oğlunun kıssasını hakkı ile oku: Hani onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi de ikisinden birininki kabul olunmuş, diğerininki kabul olunmamıştı. Onlardan biri (kurbanı kabul olunmayan) kardeşine: “Seni elbette öldüreceğim!” demişti (Kardeşi de şöyle) söylemişti: “Allah, ancak müttakilerin amelini kabul buyurur.” (Maide 27)

“Eğer sen, beni öldürmek için el kaldıracak olsan ben seni öldürmek için el kaldıracak değilim. Ben, Alemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım.” (Maide 28) 

“Ben, dilerim ki sen, benim günahımı ve kendi günahını yüklenip ateşe girenlerden olasın. Zalimlerin cezası budur.” (Maide 29)

“Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Maide 30)

Hiç şüphesiz mucizevi beyan (Kur’an) nuzulünün başından bu yana kendisine inananlara icaz özelliğini göstermektedir. İlahi beyanın uyarı ve hakikatlerini anlayıp o doğrultuda yaşamak her müslümana farzdır. Allah’ın (cc) Kur’an’daki anlatım çeşitlerinden önemli bir kısmı da geçmiş peygamberler, kavimler ve kişilerin kıssalarıdır. Bunlardan bir tanesi de Habil ve Kabil kıssası diye bilinen Hz. Adem’in iki oğlunun arasında geçen olayı konu edinir.

Allah (cc) bize Hz. Adem’in iki oğlu Habil ve Kabil imtihanının hakikatini ibret almamız, muttakilerin amelinden işlememiz, hasede düşmememiz ve muradı ilahiyi kabullenmemiz için bildirdi. Hani Habil ve Kabil iki kız kardeşten güzel olanına gönül bağlamışlardı da aralarındaki bu anlaşmazlığı Allah’a (cc) kurban (yakınlık) olarak arz etmişlerdi. Kendisi ile iletişime geçen hiçbir kulunu cevapsız bırakmayan Allah, kurban edilenlerden takvaya uygun olanı kabul etti, samimiyetsizlikle sunulan kurban ise kabul edilmedi. 

Kabil…

Hased, işlenen ilk günah. Nefsin en baskın hali. Muradı anlamayıp benliğin verdiği körlük, varlık davasının isyana ve inkara dönüşmesi.

Yaratanın tercihinin Habil’den yana olmasını kabullenemeyip hased, kin ve nefretinin şiddeti ile aslını unutup varlığında kaybolan Kabil’in ilk tepkisi: “Seni öldüreceğim!” oldu. Ömrü boyunca onu, doğru yoldan saptırmaya and içmiş nefsi ile şeytanını unuttu. Oysa ne de güzel vasiyet etmişti Kainatın Sultanı (sav) Enes’e (ra): “Ey oğulcuğum! Hiç kimseye kalbinde kin ve nefret hislerini duymadan sabahlayabilir ve akşamlayabilirsen; bu senin hesabını kolaylaştırır. Oğulcuğum! Bu vasiyetimi yerine getirisen senin için hiçbir şey ölümden daha sevimi olmayacaktır.” (Ebu Ya’la, Müsned, 2654)

Habil…

Takva; amacın ve gayenin sadece Allah (cc) olması. Kulun, kendi kurmuş olduğu ideallerini, yaşama şeklini, hayata bakış açısını, varını ve varlığını, arzularını ve heveslerini unutup Allah’a (cc) ulaşma yollarını bulması. Allah’ın kulu hakkındaki beklentilerini bilip o ölçüler nisbetince şekillenmesi.

Rabbi’nin ölçüsüyle şekillendi Habil. Samimiyet ile elindeki en değerli varını Hakk’a sundu, Allah (cc) bu samimiyet ve fedakarlıktan razı oldu. Kabil de kendisinin dahi beğenmediği düşük kaliteli bir bağ ekin sunarak: “Allah bunu kabul etse de etmese de ben bu evliliğe izin verecek değilim!” (İbn. Acibe, Bahru’l Medid, c. 2., s. 667) dedi. Kabilin samimiyetsiz ameli kabul edilmedi.

Hakikate teslim olmayan insan, kendisini neye ikna eder ve inandırırsa onda inat eder. Nefis yaşadığı isyan halini kendisine tabi göstererek, kendince haklı olduğu gerekçeleri sunar ve insanı Hakk’a ve hakikate karşı inkarcı kılar. 

Yeryüzünün ilk bozguncusu, kan döken ilk insan, Kabil. İçerisinde bulunduğu zulmeti (sıkıntı) kendince bertaraf etmek için, hased, kin ve nefretinin reaksiyonu ile Habil’i öldürme kastına düştü ve Habil’e: “Seni muhakkak öldüreceğim!” dedi.

Muttakilerin tavrı…

Kendisini ölümle tehdit eden birisine karşı muttaki insanın tavrı Hakk’ı göstermek oldu. Habil küfre karşı imanı, bozgunculuğa karşı ıslahı, isyana karşı itaati savundu ve cevabı: “Allah (cc) ancak takva sahibi muttakilerin amelini kabul eder.” oldu. Allah ancak gönlündeki isyanı, inkarı ve hasedi bırakıp, kendisini bütün bu rezilliklerden sakındıran, muttaki kullarının amelini kabul eder. Yani: “Senin bu isyanın bana değil Hakk’a karşı!” dedi. 

İnsan, kendisini bilmeli…

Asıl Hakimin Allah olduğunu bilmeli. Acziyetini ve fenalıklarını bilmeli. Varlığının ona sadece isyan ve inkar getireceğini bilmeli. Hz. Adem’i kabullenemeyen İblis’i, Habil’e hased eden Kabil’i, Hz. Musa’ya karşı çıkan Firavun’u, Efendimiz’i (sav) inkar eden Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri bilmeli. En baştan beri temel sıkıntı hep aynı murad-ı ilahiyi kabullenememek. 

Habil, heva ve arzusunun sarhoşluğundan rıza-yı ilahiyi inkar eden Kabil’in, ıslah yoluna gitmediğini gördü. Zalim değil mazlum olmayı seçti. Rabbine olan sevgi ve korkusu, onu bir insana zarar vermekten sakındırdı ve kardeşi Kabil’e: “Eğer sen, beni öldürmek için el kaldıracak olsan ben seni öldürmek için el kaldıracak değilim. Ben, Alemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım.” dedi.

Bu ayeti kerimede canın muhafazası hususunda çeşitli görüş farklıkları mevcut olsa da Habil’in Hakk’a ve hakikate karşı olan anlayışı unutulmamalıdır. Nitekim bir hadis-i şerifte Abdullah bin Ömer’den (ra) rivayetle Rasulullah’ın (sav) şöyle buyurduğu aktarılımıştır; “Sizden birisine ehli kıble birisi kendisini öldürmeye gelince (burada Efendimiz elini elinin üzerine koyarak) Adem’in iki çocuğunun en hayırlısı olmak zor mu geliyor? Öldürülen cennete ölen ise cehennemedir.” (İbn Ebi Şeybe, Metalibu’l-Aliye, 4420)

Efendimiz’in de işaret ettiği gibi; Habil cenneti istedi, teslimiyeti seçti, müşkilini Allah’la halletmeyi istedi. Esas kurtuluşun canını kurtarmak olmadığını biliyordu. Takvaya erenler, beddua ile de olsa nefsi adına kimseden intikam almazlar. Rahmet Peygamberi Efendimiz’in: “Allahım! Kavmimi affet onlar hakikati bilmiyorlar!” duasınca, arzuları hep kurtuluşa vesile olmaktır. Müttakilerin bütün derdi Allah’tır, başlarına gelen bütün sıkıntılarda tek yönelişleri Allah’adır. 

Habil’in Kabil’e son sözü, son uyarısı; “Ben, dilerim ki sen, benim günahımı ve kendi günahını yükleyip ateşe girenlerden olasın. Zalimlerin cezası budur.” oldu. 

Hased insanı kör eder. İçerisinde bulunduğu isyanı ve inkarı onu Hakk’a karşı esas hakikatin kendi bildiği olduğunu savunmaya iter ve bu amacı (inadı) doğrultusunda kovulanlardan, uzaklaştırılanlardan ve zalimlerden olur. 

“Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” 

İçinde bulunduğu zulmet, Kabili kardeş katili yaptı. Yeryüzünün ilk bozguncusu ve ilk kan dökeni oldu, düşmanlığın, kinin ve nefretin başlangıcı oldu.

Bir soru…

Kendi doğrularını din kabul edip Hakk’a karşı çıkanlar, Allah’ın razı olduğu mukaddes evliyaların, salihlerin seçilmişliklerini, huzur hallerini görüp hased edenler, ıslahı bırakıp toplumu fitne ve fesada itenler, müslüman kardeşinin rahatını ve huzurunu hazmedemeyenler, dara düşen müslüman toplumlara el açılıp, yardım edildiğinde ırkçılığa düşenler, “Kabil zihniyetine” sahip değiller mi? 

Cenabı Hak bizleri razı olunmuş, vuslata ermiş, Hakk’ı gösterip, hakikati nasihat eden, kurtuluş kapısı olan “Habilleşmiş” dostlarından ayırmasın.

 

Yazar: Mesud ÇINAR

 

Cumartesi, 06 May 2017 07:53

BİR NEZAKET OKULU OLARAK TASAVVUF

tasavvuf okulu

Bir Nezaket Okulu Olarak Tasavvuf - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Bir Nezaket Okulu Olarak Tasavvuf

 

Günlük hayatın bütün keşmekeş ve hengâmesini biraz olsun katlanılabilir hale getiren ve fertler arasındaki münasebetlerin niteliğini doğrudan doğruya etkileyen unsurların başında şüphesiz nezaket gelir. Merkezinde bütün tarafların kendi hesabına daima daha fazlasını talep ettiği temasların bulunduğu cemiyetin bünyesi hala yıkılmayıp ayakta durabiliyorsa bunda yapmacık da olsa nezaketin payı göz ardı edilemez.

Asla bir makine gibi katı ve değişmez kurallarla işlediğini düşünemeyeceğimiz cemiyet hayatının öyle olduğunu varsaysak bile tıpkı makinadaki dişlilerin birbirlerini aşındırarak kırıp koparmasını engelleyecek malzemelere ihtiyaç duyduğu gibi fertler arasındaki temasta da yıpranmayı en aza indirecek saygı ve nezaketin ilavesine ihtiyaç vardır.

Nezaket bazen özür dilemek bazen de teşekkür etmektir. Bazen konuşmak nezakettir bazen de susmak. Aslında her hareketin kaba ve yıkıcı sergilenme her sözün kırıcı söylenme ihtimali olduğu gibi nazik ve yapıcı olmak da tercih meselesidir. Bu manada nezaket muhatabımızın kıymetli olduğunu hal ve hareketlerimizle ona hissettirmek, karşımızdakinin üslubumuzdan rahatsız olabileceğini hatırdan çıkarmamaktır. 

Hiç kimse kendisine kaba davranılmasını itilip kakılmayı istemez. İstisnasız herkes muhataplarından nazik bir muamele ve azami saygı bekler. Sahte bile olsa nezaketin meseleleri bir noktaya kadar halledebileceği de ortadadır. Daha fazlası için ise nezaket ve samimiyetin bir bütün haline gelmesi gerekmektedir. Nezaket talep ve arzı belirli bir dengeye oturduğunda da cemiyetteki gerilimin önemli ölçüde azalacağı ortadadır.

Hal böyleyken insanların birbirinden ısrarla esirgediği nezaket, seçkinlerin kendi aralarında kullandıkları bir imtiyaz olmadığı gibi sadece insanların değil bütün mevcudatın hakkıdır. Her insan hatta her varlık yumuşak ve kibar bir muameleyi hak eder. Bizi ve bütün varlıkları bundan mahrum eden ise hırs, öfke, şehvet yahut nefsani arzulardır. 

Hatta bu hırs, şehvet veya nefsani arzular çoğu zaman nezaket maskesiyle gizlenir. Nezaket esnafın, talebenin, delikanlının elinde avını yakalamak için kullandığı bir silaha dönüşür. Esnafın müşteriye karşı nezaketi alışveriş, talebenin hocasına karşı nezaketi okul, delikanlının muhatabına karşı nezaketi hevesin bittiği noktaya kadardır. Sonrası hep kavga dövüş… Bize nezaketin böyle samimiyetten yoksun hali değil de her türlü çıkar ilişkisi tamamlandıktan sonra da devam eden bir saygı ve edep lazımdır.

Nezaketin bu türlüsünün davranışlarımıza katacağı zarafet bizi diğer yaratılmışlardan farklı ve değerli kılacaktır. Bu manada insan olarak sadece birbirimize değil bütün mevcudata topyekûn nezaket boynumuzun borcudur.

Böyle bir nezaket anlayışı elbette ki gelişigüzel değil de esaslı bir eğitimin neticesinde mümkün olacaktır. Bu insan gözüyle en basit varlıktan başlayan daha sonra en Yüce’ye yönelen ve her safhada artış göstererek zirveye ulaşan bir nezaket eğitimidir. Bahsettiğimiz eğitim canlıya, cansıza, her zaman ve mekânda saygı duymanın ve nazik olmanın eğitimidir.

Müfredatı sevgi, mükâfatı sonsuz olan bu eğitimin rehberleri peygamber varisleri Allah dostlarıdır. Bu “Yaratan’dan ötürü sevme...”nin gelişi güzel söylenmiş bir laf olmadığını aksine onun bir yaşama şekli, hayat felsefesi olduğunu gözler önüne seren, sevgi ve nezaketi yalnız insanla sınırlandırmayıp bütün cihana yayan bir eğitimdir.

Aslında yaşadığımız coğrafyanın insanı, bu millet, mevzu bahis ahlakın yabancısı değildir. Yüzlerce senelik talim ve tecrübeden süzülüp gelen halis bir ahlakla yoğrulmuş bu toprakların insanı evvelki devirlerin ihtişamlı yaşantısına dönmek için ihtiyaç duyulan malzemenin tamamına sahiptir. Ancak bize “Bir taşa rastlarsan eğilerek al, kenara koy, ayağını vurarak kenara itme, onun da bir ruhu vardır, onu oraya bir koyan vardır!” anlayışına sahip mürşid-i kamillerin nezaketi lazımdır. 

Nakledilir ki Bayezid-i Bistamî (ks) Mekke’den dönüşü esnasında Hamedan’a ulaşınca bir miktar çörek otu aldı. Bundan birazını koyup Bistam’a getirdi. Bohçayı açınca çörek otunda birkaç karınca olduğunu gördü ve “Bunları yerlerinden ayırmışım!” deyip kalktı, onları tekrar Hamedan’a götürüp yuvalarının bulunduğu yere bıraktı. Bize Ariflerin Sultanı’nın karıncaya gösterdiği devasa nezaket lazımdır. 

Yine nakledilir ki Üftade Hazretleri (ks) müritleriyle birlikte kır sohbetine çıkmışken bütün dervişlerden çiçek toplamalarını ister. Bütün dervişler demet demet çiçekleri şeyh efendiye sunarken Aziz Mahmud Hüdayi (ks) sapı kırık solgun bir çiçeği takdim edince açıklamak mecburiyetinde kalmış: “Efendim size ne takdim etsem azdır. Lâkin hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam onu ‘Allah, Allah!’ diyerek Rabbini zikreder bir halde buldum. Gönlüm onların zikirlerine mani olmaya razı gelmedi. Ben de çaresiz, elimdeki, zikrine devam edemeyen, şu solgun çiçeği getirmek zorunda kaldım…” Bize Allah dostlarının ottan, çiçekten esirgemediği nezaket lazımdır…

Gel gelelim bugün taşın, çiçeğin, böceğin de canı olduğunu, kendi lisanınca Hakk’ı zikrettiğini bilerek sırf bu sebepten ötürü nazik bir muameleyi hak ettiğini kavramak şöyle dursun; bütün mevcudatı halk eden Mevla Hazretlerine karşı nezaket endişesi taşıyan kaç kişi var? 

Cenab-ı Mevla Hazretlerinin: “Sımsıkı tutunun!” buyurduğu, her iki cihanda da sefil ve perişan olmayalım diye bir kurtuluş reçetesi olarak bize gönderdiği din-i mübin-i İslam hakkında aralıksız konuştuğu halde “Söylediklerim nereye gidiyor?” diye düşünmeyen adam kime güveniyor? 

Yüzü suyu hürmetine âlemler yaratılan, ona hitap ederken sakın ola ki: “Birbirinize bağırdığınız gibi…” yüksek sesle konuşmayın diye ikaz edilerek sesinin tonuna kadar ayar çekilen insan, iki cihan güneşi Efendimiz’den bahsederken sergilediği sorumsuzluğu ve kabalığı nasıl izah ediyor?

Başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere diğer peygamberlerden, ehli beytten yahut sahabeden bahsederken onlara sadece isimleriyle hitap eden, Kur’an-ı Kerim’de övülmüş olduğu halde onları sıradanlaştıran akademisyen neyi amaçlıyor?

Herkesten evvel okumuş-yazmış adlarının önünde kocaman titriler bulunan zevatın bu nezaketten yoksun kaba müsteşrik üslubundaki ısrarlı tutumu kafaları karıştırdığı ve asıl niyetlerinin merak edilmesine yol açtığı gibi; halkın ekseriyetinin, Bişr-i Hafi (ks) hassasiyetiyle, O’nun adının yazılı olduğu kâğıdın yere düşmesine dahi tahammül edemeyen nezaketi teselli edicidir.

Cenab-ı Mevla Hazretleri bizleri başta kendisine ve Rasulü’ne (sav) olmak üzere bütün mevcudata karşı hassas ve nazik muamele edebilmeyi nasip eylesin, kalplerimizi, dillerimizi, hareketlerimizi katılık ve kabalık illetinden muhafaza eylesin.

Amin...

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort