JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 01 Mart 2017 10:57

HAKK’A ADANMIŞ HAYATLAR

Hakka Adanmış Hayatlr

Hakk'a Adanmış Hayatlar - Andelib

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Hakk'a Adanmış Hayatlar

 

Tende kalan bir can ile
Aşk ile pür iman ile
Biz Hazreti Kur’an ile
Peygamberin izindeyiz

İnsan Hakk’ın yanındaki değerini anlamak istiyorsa neyle meşgul olduğuna baksın, buyurmuş büyüklerimiz. Meşguliyet, isteklerimiz sonucu oluşur. Neye meylimiz varsa onunla uğraşmak hoşumuza gider. Sevdiğimiz işi yaparken zamanın nasıl geçtiğini de bilmeyiz. O anlar çok kısa gelir bize. 

İnsan, İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır. Bu fıtratı ona sevdirilmiş ve kolaylaştırılmıştır. Evliyaullahtan bir zat, yıllardır dergaha hizmet eden bir müridinin adını şakiler listesinde görür. Bu yolda nasibi olmadığını görünce onu yanına çağırmış ve durumu anlatmış. Bu yolda nasibin yok, git dünyanı yaşa, demiş. Derviş de söylenenlere uyup dergahtan ayrılır. Meyhaneye gitmeye niyetlenir. O sırada ezan okunur. Camiye gider, namazını kılar, zikirlerini yapar. Vakit ilerler, diğer namazın vakti gelir. Bir türlü ibadetlerden, zikirlerden vakit bulup yanlış şeyler yapamaz. İbadet, zikir o dervişin eti kemiği olmuştur artık.

Dergaha döner, durumu mürşidine arz eder. İsmi şakiler listesinde olsa dahi, bu dünyada Allah’tan (cc) mahrum yaşamak istemediğini söyler ve dergahta kalmak için müsaade ister. Mürşidi kamil onun bu hali sonucunda Hakk’ın yanında şakilikten saidliğe tebdil edildiğini görür ve müridini müjdeler. Hem dünyada hem de ahirette hiçbir karşılık beklemeden hayatını Allah’a adamak… Yunus’un mısraları da bunu dile getirse gerek:

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni 

“Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d 28) buyuruyor Cenabı Hak. Artık huzuru nerede aradığımızın farkına varma zamanı gelmedi mi? Dizginlenemeyen, tatmin olmayan, doyumsuz nefsin peşinde doludizgin koşan insanların haline bakın. Dünyanın şimdiye kadar görmediği vahşetler, sapıklıklar almış başını gidiyor. Huzura ulaşamayan insanlar depresyon girdabında boğuşmaktadır. 

Bu kısacık hayatımızda nereye koşuyoruz? İki kaş arası mesafeyi tuli emel görmüşler. Bizim emellerimize, arzularımıza hayat da yetmiyor. Dünyada gerçekleştirmeyi arzuladığımız o kadar emel var ki, hangisiyle uğraşacağımızı karıştırıyoruz. Yanı başımızda binlerce insan ölüyor, biz hâlâ ders almıyoruz. 

Çocuklarımıza telkin ettiğimiz hedefleri de düşünelim. Doktor, hakim, öğretmen… olma gayesiyle büyüttüğümüz yavrularımıza güzel bir müslüman olma arzusunu hangi bahara bıraktık acaba? 

Annesi, Hz. Meryem’i Hakk’a adamıştı. Daha çocuk yaşta onu mabede bıraktı. O yaşta çocuklarımızı gözümüzün önünden ayırmaya korkarken, annesi onu yapayalnız bir şekilde mabede gönderdi. Hz. Meryem öyle ihlaslı bir kul oldu ki, Cenabı Hak ona katından maddi ve manevi rızıklarlar nasip etti. Hakk’a adanan hayatlar… İslam tarihi Hz. Adem’den (as) günümüze birçok adanmış hayata şahittir. 

Değer verilmeyen, rahmet nazarıyla bakılmayan bu dünyayı, Hakk’a adanan hayatlar kıymetlendirir. Onlar yeryüzünün altını, gümüşü, yakutu, elması gibidir. Onlar, bu dünyanın en değerli mücevherleridir. 

Çölleşen hayatımıza, rahmet yağmurları gibidir onlar. Yeryüzünün kandilleridirler, aydınlatırlar karanlıkları. Onlar dağlar misali sapasağlam dururlar şu çalkantılı dünyada. Onlar bir ağaç misali dalları semada, kökleri derinlerde insanlığın hizmetindedir. Onlar pınardır, bitmez tükenmez bir kaynağa sahiptirler. Kim ki onlardan nasiplense abı hayata kavuşmuş olur. Onlar çöldeki vaha gibidir, susuzluktan ölmeye yüz tutmuş bizlere rahmettirler.

Günümüzün kapkaranlık dünyasında, Hakk’a adanmış hayatlar; bir yıldız gibi yolumuzu aydınlatır. Onların izini takip edenler; yollarını şaşırmazlar, yanlış yollarda kaybolmazlar. Tarihimizden o güzel insanları çıkardığımızda, ne kalır geriye? İmamı Azamlar, İmamı Şafiiler, İmamı Gazzaliler, Abdulkadir Geylaniler, Şahı Nakşibendiler, İmam Rabbaniler, Mevlana Halidler, Abdulhakim Bilvanisiler… Onlar, İslam bahçesinin en güzel gülleri… Onlar; ihsanın, irfanın erleri…

Allah dostlarının ilim, irfan, ihsan ve muhabbet deryasından nasipsiz kalınca İslam’ın birçok güzelliğini de kaybettik. Anlayışsızlık, muhabbetsizlik, cahillik, kabalık… her yanımızı sarar oldu. Allah dostları edeb timsaliydiler. Onlardan mahrum kalanlara bir bakın. Müslümanın vakur ve edebli halini göremezsiniz. Kütüphanelerde, sözlüklerde unutulmuş gibidir edeb.

Birileri aklımızı karıştırmak için bizleri Allah dostlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Sahte yaldızlı sözlerle kafaları karıştırıp müminleri şüpheye düşürmenin gayretinde oldular. Hakk’a aşık Allah dostlarından ayrı kalmak, yaşayacağımız en büyük bedbahtlıklardandır.

Anadolu’yu İslam beldesi yapan sadece savaşlar değildir. Anadolu’yu İslamlaştıran, hayatını Hakk’a adayan Allah (cc) dostlarıdır. Onlar Anadolu’yu İslam’ın güzellikleriyle nakış nakış donattılar. Anadolu, ilmin ve irfanın merkezi oldu…

Bir zamanlar yoksulluk artınca, “İstanbul’un taşı toprağı altın!” deyip birçok insan gurbet yollarına düşmüş. Onlar belki dünyalık peşindeydi fakat söyledikleri söz bir hakikatin ifadesidir. İstanbul; sahabeleriyle, evliyalarıyla, salihleriyle, alimleriyle her köşesi, her karışı altınla ve mücevherle dolu gibidir. 

Anadolu da her köşesiyle İslam’ın manevi değerlerini taşır bağrında. Konyasından Sivasına, Bursasından Erzurumuna, Trabzonundan Bitlisine hayatını Hakk’a adamış birçok insan gelmiş geçmiş bu diyarlardan. Onlar adeta İslam’ın mührünü Anadolu’nun kalbine vurmuşlardır. Bu mühür öyle kolay kolay kaldırılamaz. 

Son zamanlarda ülkemizde gerçekleşen bazı olayları da bahane ederek Allah dostlarına ve cemaatlere karşı bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde saldırı başlatılmış durumda. Oysa bunu yapanlar karşılarında nasıl bir güç olduğunun farkında değiller. 

Çankırı’da ezanın Arapça okunmasının yasak olduğu dönemlerde, gönül mektebi olan degahlarda yetişen bir derviş, bir köye sohbete gider. Ezanın aslını okuma arzusu içini yakıp kavurur. Evinde sadece bir ineği vardır. Ailesinin geçimine katkısı olan bu ineğini satarak köyün muhtarına ve imamına ses çıkarmamaları için para verir. Minareden ezanı aslına uygun olarak okur. Zulmün dayatmasına karşı iman kuvvetiyle gerçekleşen müthiş bir harekettir bu.

Köyden başka birinin şikayeti üzerine asker gelir ve bu dervişi tutuklar. Dokuz yıl hapse mahkum olur. Ama bu dokuz yıl ona doksan yılda elde edemeyeceği kemalat kazandırır. Derviş yaptığından hiç de pişman değildir. Tasavvuf mekteplerinde ezan aşığı, İslam aşığı, hayatını Hakk’a adayan dervişler yetişir. Allahına, Peygamberine, dinine aşık toplulukları yenemezsiniz. 

Anadolu, İslam’a aşık bir milletin vatanıdır. Bu millet köklerine, değerlerine döndüğünde ve bunları ihya etmeye başladığında hem kendine hem de dünyaya İslam’ın güzelliklerini yeniden yaşatacaktır inşaallah…

Ya Rabbi, Senin uğrunda yaşamayı bizlere nasib eyle…

Ya Rabbi, bizleri Mevlamızın, Peygamberimizin ve Kur’an’ın aşığı müminler eyle…

Ya Rabbi, dünyaya meyletmeden Hak yolda istikamet üzere yaşamayı nasib eyle… Amin…

 

Biz Kur’an’ın hadimleri
Pür imanlı ve zindeyiz
Bu yoldan dönmeyiz asla
Peygamberin izindeyiz.

 

Yazar: Andelib

 

Çarşamba, 01 Mart 2017 10:48

KORKU

Korku

Korku - Veysel ÖZSALMAN

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Korku

 

İnsan ve diğer canlıların davranışları arasındaki en büyük fark, insanın yaptıklarını düşünerek yapması ve bu fiillerin sebeplerini izah edebilmesi, yapıp ettiklerinin doğuracağı sonuçları hesaplayabilmesi yani fiillerinin müspet ve menfi mesuliyetini kabul etmesi… Kısacası aklıyla hareket etmesi olduğu gibi; davranışlarına önemli ölçüde hislerinin de tesir ettiği görmezden gelinemez. 

Bazı hisler kolayca zapt olunup kontrol altına alınabilse de, ister farkında olunsun isterse de gizliden gizliye bize hükmedecek ve ne yapacağımıza karar verirken bizi kontrolü altına alacak kadar şiddetli hislere de sahip bulunmaktayız. İşte “korku” çoğu zaman hareketlerimize istikamet veren kuvvetli hislerin en başta gelenlerindendir.

İnsanın içerisinde bulunduğu farklı durumlar netice olarak bazen aynı hissi uyandırabilir. Hatta aynı hissi uyandıran bu durumlar özü itibariyle birbirinin zıttı dahi olabilir. Mesela bir hırsızın yakayı ele vereceğini düşünerek korkuya kapılmasıyla bir hâkimin yanlış hüküm verme ihtimalini düşünerek korkuya kapılması durumunda olduğu gibi. Oysaki olayın özelinde birisi adaletin diğeri ise suçun temsilcisidir.

Kimi zamanda aynı his insanları birbirinden farklı şekillerde davranışlar göstermeye zorlayabilir. Mesela bir kişi korkularını itici bir güç olarak kullanıp harekete geçebileceği gibi bir başkası da korkudan inme inmiş gibi olduğu yere çivilenebilir.

Bu durum kişiden kişiye farklılık gösterdiği gibi aynı kişi için zaman ve faktörüne bağlı olarak da değişebilir. Yani aynı kişi bazen kendi kabahatleri için korkuya kapılacağı gibi bazen de adaletin tecelli etmeyeceği korkusunu hissedebilir. Yine aynı kişi korkunun eseri bir tahrikle taarruza kalkmışçasına hareket ederken başka bir korkuyla heykele dönüşebilir.

İnsanı kılıktan kılığa sokan “korku” esasen din tarafından övülen bir sıfattır. Bu övgü korkunun her türlüsünü ve her derecesini kapsamasa da seviyeli bir hayat yaşamak isteyen bütün insanların sahip olması gereken vasıflardan birisi de dinin bahsettiği korkuya sahip olmaktır. Bu korku “Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.” (Bakara 150) emrinden de anlaşıldığı gibi sadece Allah’tan korkmaktır.

Yine başka bir ayet-i kerimede: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar” (Fatır 28) buyurulurken bahsedilen korkunun âlimlerin bir sıfatı olduğu belirtilmektedir. Her güzel şeyde önderimiz olan Efendimiz (sav) de: “Ben sizin içinizde Allah’tan en fazla korkanınızım.” buyurmuştur. 

Eskiler de bu işin önemine binaen “Kork, Allah’tan korkmayandan!” diyerek Allah korkusunun ne büyük bir erdem olduğunu, kendisinde Allah korkusu bulunmayan bir kişiden her türlü fenalığın gelebileceğini ve böyle kişilerden uzak durulması gerektiğini bize bildirmek istemişlerdir.

Günümüz insanının da hayatına önemli ölçüde korkuları şekil vermektedir. Hatta günümüz insanı tam manasıyla bir “korkak”tır. O en çok kaybetmekten korkar. Para kaybetmekten korkar, şöhretini kaybetmekten korkar, oturduğu koltuğu kaybetmekten korkar, sağlığını kaybetmekten korkar, aklını kaybetmekten korkar, canını kaybetmekten korkar… Kısacası madde ve maddeyi kazanmak için lüzumlu olan bütün vasıtaları kaybetmekten korkar.

Sadece bu kadar mı? Hayır! Bütün bunlara ilaveten sohbet meclislerinden korkar, zikir meclislerinden korkar, fikir meclislerinden korkar, dini içerikli yayınları eline almaktan, evine götürmekten korkar… Altı üstü on beş sene öncesine kadar korkudan İslam’ın gizli kapaklı yaşanılmaya çalışıldığı memleket hangisidir?

Geçmişte korkusundan sakal bıyık bırakamayan, başını kapatamayan, çalıştığı yerde namaz dahi kılamayan hatta bunları yapan akraba ve arkadaşlarıyla görülmekten dahi tedirgin olan ve şimdi az buçuk da olsa etrafındaki abluka kalkmış, başına zorla geçirilen boyunduruğu çıkartarak azıcık da olsa soluklanma imkânı bulmuş o memleketin insanlarına şu soruyu sormak lazım: En baştan mı başlamak istiyorsunuz?

Şimdi asıl amacı ortaya çıkan bir papaz ve havarilerinden oluşan çetenin yaptıklarından sebeple, korkumuzdan bir köşeye sinmiş vaziyette cemiyetin eski haline dönmesini mi seyredeceğiz? Asla! Bizdenmiş gibi görünerek bizi içerden yıkamamışlarken, asli suretleriyle göründükleri vakitte onlara pabuç bırakmayacağız. 

Dün sohbet meclislerini dolduranlar, kendilerine bir yol arayanlar, “Biz de varız!” diyenler eğer bugün korkup köşesine çekilirse, “paralel din çetesi” doğrudan ulaşamadığı emellerine dolaylı yoldan ulaşmış olmaz mı? Asıl davası İslam’ı ve müslümanları baltalamak olan bu girişim bizi korkutup vaz geçirirse sahada yenilmiş olsa da hükmen galip sayılmaz mı? 

Nasıl ki korku istenilen vasıflarda bir hayat sürmek için gerekliyse cesaret de aynı ölçüde gereklidir. Mühim olan neyden ne kadar korkup nerede ne kadar cesaret sergileneceğini kestirmektedir. Bunu becerebilmenin tek yolu da insan-ı kâmili bulup onun hayatını kendimizinkine ölçü yapmaktır.

 

Yazar: Veysel ÖZSALMAN

 

Çarşamba, 01 Mart 2017 10:07

İKİNCİ YUSUF

ikinci Yusuf

İkinci Yusuf - Sâlik-i İrfân

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

İkinci Yusuf

 

Hamd âlemlerin Rabbi olan, Âlim olan, Âdil olan, Kâdir olan Mevla-i Müteal Hazretlerine olsun. 

Binler salat ve selam şefaatçimiz, sahibimiz, Efendimiz Ahmedü Mahmud Muhammed Mustafa Hazretleri’nin üzerine olsun.

Temizlenmek bireyin hayatının belki birinci ve en önemli adımı. Çünkü temizlik sağlığın, ibadetin… bütün hayırların anahtarıdır. Fıkıh kitaplarımız hep temizlik (gusül, teyemmüm, abdest) bahisleri ile başlar. Mükellef bir müslümanın camiye girecekse, namaz kılacaksa, Kur’an okuyacaksa veya Kâbe’yi tavaf edecekse guslü-abdesti olmalı. Mevlamız: “Allah temizlenenleri sever.” (Tevbe 108) buyururken Efendimiz (sav) temizleme biçimlerini ayrıntılı olarak ümmetine öğretmiştir. Beden temizliğinden başlayarak eşyaların, yiyeceklerin, elbiselerin, ikamet edilen yerin ve çevrenin temizliğine kadar bütün temizlik biçimleri önemsenmiş ve ashaba tavsiye edilmiştir. 

Mevlana hazretleri: “Ey İnsan! Sen duygun ve düşüncenle iki dünyaya da bedelsin; fakat farkında değilsin.” ifadesiyle aklın fiili olan düşünce ve kalbin fiili olan duyguya dikkat çeker. İşte beden-çevre temizliğinden daha içerde akıl ve gönül temizliğini de fark etmek, önemsemek gerekiyor. Cenabı Mevlamız bizlerden “salim bir akıl” ve “selim bir kalp” istemektedir. Salim bir akla ve selim bir kalbe sahip olan insanın her fiili ameli salih olacaktır. 

Hâce hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde “Fiilde günah yoktur.” buyururlarken kişinin yaptığı fiilin içindeki duygu ve düşüncenin önemli olduğuna işaret etmişlerdir. Konunun anlaşılması için -affınıza sığınarak- kişinin ailesi ile beraberliği meşru ve helal iken; yabancı bir kadınla beraberliğinin gayrimeşru ve haram olması, örnek verilebilir. Efendimiz (sav) hazretleri: “Yabancı bir kadının rahmine bırakılan bir meniden daha büyük bir günah bilmiyorum.” emri şerifleri ile işin vahametini dile getirmektedirler. Burada yabancı-namahrem olana bakış ve yönelişle günah gerçekleşmektedir. Kişinin duygu ve düşüncelerinin etkisi ile yönelişi, harekete geçmesi, yapıp etmeleri bir süreçtir. Hayrı da şerri de bu süreci dikkate alarak değerlendirmek gerekir. “Ameller niyetlere göredir.” ifadelerinde de bu başlangıca işaret vardır. Öyle ise birey olarak duygu-düşüncelerimiz Rabbimizin katında çok önemlidir. 

Bireyin olduğu kadar toplumun da arınma süreci vardır. Ümmet-i Muhammed’in bir parçası olarak Anadolu coğrafyasında yaşayan biz Türkler, bir arınma sürecinden geçiyoruz. Cenab-ı Mevlamız bu toplumun duygu-düşüncelerini evirip çeviriyor. “…kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği şekilde evirip çevirir.” (Müslim, Kader, 3) buyrulmuş. Her şeye gücü yeten Mevlamız, kudretini sebepler dairesinde tezahür ettiriyor. 7 Haziran ve 1 Kasım’da oyların iniş çıkışları, FETÖ’nün darbe girişimi, toplumun vatan-millet coşkusuyla liderine sahip çıkması ve el an %80 oranında FETÖ temizliğine verilen destek… Bu da bir süreç, toplumun içindeki münafıklardan arınma süreci. Devlet memurları kanunu değiştiriliyor: Ehliyet ve liyakatin yanına sadakat de ekleniyor. FETÖ’den hainliği tespit edilen memurlarla beraber, PKK terör örgütü ile de bağlantısı tespit edilen memurlar kamudan atılıyor. Geç bile kalındı; fakat bu arınma sürecinde sıkı bir değerlendirme yapılmalı, kişiler mağdur, mazlum edilmemeli. 

Öyle görülüyor ki İsmet Özel’in “Gâvurla mücadele eden müslümana Türk denir.” tanımı daha bir netleşecek. Cenabı Mevlamız bizleri maddi manevi temizlesin. Birlik-beraberlik versin. Millet olarak ümmet-i Muhammed’e sahip çıkabilmeyi lütfeylesin.

Geçen sayımızda Hz.Osman (ra) efendimizin hayatına bakıp dersler çıkarmaya çalışıyorduk. Onun müslüman oluşu ile ilgili paylaşımlarda bulunmuştuk. Osman efendimizin, babası Affan’ın vefatından sonra genç yaşta ticarete başlaması, babasından kalan yaklaşık üç milyon dirhemi, zekası, ticari becerisi ile arttırmasının yanında iffeti, hayâsının yansıdığı yüz güzelliği ile de Mekke toplumunda meşhur oluşu… Hatta o günlerde Mekkeli kadınların şöyle dua ettiği nakledilir: “Ya Rabbi! Sen nasıl Osman’ı sevdin ve sevdirdin ise benim oğlumu da öyle sevdir.”

Teyzesinin yönlendirmesi ve ticarette dostu-arkadaşı Hz. Ebu Bekir (ra) efendimizin vesile oluşu ile müslüman olduğu nakledilmişti. Hz. Osman, İslam’la şereflendiği sırada 34 yaşında idi. Müslüman olduğunu öğrenen amcası Hakem bin Ebi’l-As öfkesinden çıldıracak gibi olmuştu. Osman’ı bir direğe bağladı ve:

“Bu dini terk etmedikçe sana hiç yiyecek vermeyeceğim!” dedi. Fakat aç-susuz bırakılmasına rağmen ve babasından sonra amcasına hürmeti herkesçe bilinen Hz. Osman imanından taviz vermeyecek: “Ben burada ölsem bile Muhammed’in dininden dönmem!” diyecektir. Ölüm pahasına da olsa onun dininden dönmeyeceğini anlayan diğer akrabaları araya girerek Hz. Osman’ı serbest bıraktırdılar. (Tabakât, 3: 55; İnsânü’l-Uyûn, 1) 

O günlerde Hz. Osman’a amcası eziyet ederken Peygamber Efendimiz’e (sav) en şiddetli muhalefet yapanlardan biri de amcası Ebu Leheb’tir. Ailece düşmanlığı son noktaya getiren Ebu Leheb, Efendimiz’in (sav) davet için gittiği yerlere gidiyor: “Ben O’nun amcasıyım. Eğer O’nda bir hayır olsaydı O’na önce ben iman ederdim!” diyerek tebliğ çalışmalarını bozmaya çalışıyordu. 

Gerçek adı Abdü’l-Uzza olan Ebu Leheb (Alev babası-cehennemlik) risale-tin açıklanmasından önce oğullarına Peygamber Efendimiz’in kızlarını istemiş, Utbe ile Rukiyye annemiz, Uteybe ile de Ümmü Gülsüm annemiz nişanlanmıştır. Nübüvvetin izharından sonra ise Ebu Leheb, Efendimiz’e duyduğu hırs ve kinle oğullarını çağırarak: “O’nun kızlarını boşamazsanız benim oğlum değilsiniz!” tehdidinde bulunur. Bunun üzerine Utbe ve Uteybe eşlerini boşarlar. Bu arada Efendimiz’in diğer kızı Zeyneb annemizle evli olan Ebû’l-Âs İbni Rebî ise asla Zeyneb’ten ayrılmayacağını söyleyerek Kureyş ileri gelenlerinin tekliflerini reddetmiştir.

Beyhakî ve Ebû Nuaym, Ebû Nevfel tarikiyle onun babası Ebû Akreb’den naklederek şöyle derler: (Boşanma işinden sonra) Ebû Leheb´in oğlu Utbe gelip Peygamber Efendimiz’e (sav) sövmeye başladı. Hatta O’nun mübarek gömleğini çekiştirip yırttı. Peygamber Efendimiz de ona: “Allahım, yarattığın köpeklerden birini ona musallat eyle!” diyerek bedduada bulundu... 

Ebu Leheb, bezzaz idi. Bazı kumaşları oğlu, hizmetçileri ve vekilleri ile satılmak üzere Şam’a yollardı. “Oğlumu iyi koruyun, onun hakkında, Muhammed’in bedduasından korkuyorum.” diye tembih ederdi. Onlar da buna çok dikkat ederlerdi. Onu bir duvarın dibine oturtur, etrafına çok miktarda eşya yığar, üzerini de örterlerdi. Onu bu şekilde korumaya bir müddet devam ettiler. 

Bir gece konakladıkları yerin yakınlarına kadar gelen bir arslanın kükremesi ile Utbe müthiş bir korkuya kapıldı. Arkadaşları kendisine: “Bak, bizlerden hiç korkan var mı? Arslan kükremesi ile sen niçin korkuya kapılıp titriyorsun?” dediler. Utbe dedi ki: “Ben, Muhammed benim hakkımda beddua ettiği için korkuyorum. Vallahi yeryüzünde O’nun kadar gerçek, O’nun kadar duası makbûl birisi yoktur!” Sonra akşam yemeği konuldu. Utbe hiç yemedi. Sonra uyuma zamanı geldiğinde Utbe’yi ortaya aldılar, etrafına eşyalarını yığdılar kendileri de Utbe´nin etrafını çember halinde çevreleyip yattılar. Biraz sonra o kükreyen arslan gelip başlarını-yüzlerini koklamaya başladı. Sırasıyla hepsini koklayıp Utbe’ye gelince onu önce şiddetli hırpaladı. Utbe: “Ben size demedim mi? Muhammed’in bedduası beni mahvedecek!” diye feryad etti. İşte Utbe, son nefeslerinde ancak bunları söyleyebildi ve az sonra da arslanın pençesi altında can verdi.

Bu gelişmelerden sonra Hz. Osman, Rukiyye’ye talip olur ve onunla evlenir. O sıra Mekke’de müslümanlara yapılan eziyetler de artık had safhaya gelmiştir. Efendimiz (sav) Habeşistan’a hicret izni verir.

Müşriklerin zulmünden dolayı Habeşistan’a hicret eden 15 kişilik kafile arasında Hz. Osman ve Rukiyye annemiz de bulunmaktadır. Onların hicretleri Peygamberimizi çok duygulandırır. Rasûlullah (sav), Hz. Osman’ın herkesten önce yola çıktığını duyunca şöyle buyurur:

“Onların dostu ve hâkimi Allah’tır. Osman, Lût’tan sonra ailesiyle birlikte ilk hicret eden kimsedir.” (Tabakât, 3: 55; İnsânü’l-Uyûn, 1: 446; İstiâb, 4: 221) Bu hicretten üç ay sonra Mekkelilerin müslüman olduğu şeklinde yanlış bir haber üzerine Hz. Osmanlar geri dönerler fakat gerçeği gördüklerinde yüzden fazla müslümanla tekrar Habeşistan’a yola çıkarlar.

Buraya kadar Osman efendimizin hicret günlerine dek olan yaşantısını açmaya çalıştık. Efendimiz’in (sav), yüzünün güzelliği nedeniyle Yusuf-u Sani (İkinci Yusuf) dediği Osman efendimizin şefaati üzerimize olsun. Cenabı Hak onun iffetinden-hayasından bizlere de lütfetsin.

Amin, velhamdu lillahi Rabbil alemîn...

 

Yazar: Sâlik-i İrfân

 

Çarşamba, 01 Mart 2017 07:55

HALEP - MUSUL HATTI - 2

Halep Musul 2

Halep - Musul Hattı - 2 - İrfan AYDIN

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Halep - Musul Hattı - 2

 

Bismillahirrahmanirrahim,

Salat ve selam alemlere rahmet olarak gelen Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz’in, daha sonra diğer peygamberlerin, ehli beytin, ashab-ı kiramın, sadat-ı kiram efendilerimizin mübarek ruhlarına olsun. 

Musul ve Halep bizim misak-ı milli sınırlarımız içerisinde yer alır. Tıpkı Kerkük ve diğer beldeler gibi… Yaklaşık yüz yıl önce pasaportsuz gidip geldiğimiz iki belde bugün çok uzaklarda gibi gözüküyor. Sırf kardeşler ayrı kalsınlar diye oluşturulmuş suni sınırlar anlamını yitirmeye başladı. Yüzlerce yıl beraber yaşadıktan sonra akrabalar arasına tel örgü çekip iki uzak diyarın insanları yapmaya çalıştılar.

Evet, Hatay’ın altından Irak’a oradan da İran’a kadar uzanan bölge bizim misak-ı milli sınırlarımız içerisinde kalır. Bu bölge hem dinler tarihi açısından hem de stratejik olarak önemli bir bölgedir. Musul Osmanlı zamanında bilinen ilk petrol rezervlerinin olduğu bölgedir. Petrol nerede varsa orada bir kargaşa olmuştur. Petrolün bol olduğu bölgeler hiçbir zaman kendi kaderlerine bırakılmamıştır. Aslında Türkiye’nin bu zamana kadar tam olarak boğulmamasının sebeplerinden bir tanesi de ülkemizde bilinen zengin petrol rezervlerinin olmamasıdır. Bu ekonomik olarak kendi yağımızda kavrulmamıza sebep olmuştur. Türkiye, bazı petrol zengini Arap ülkeleri gibi Batılılara peşkeş çektikleri petrolden yalancı dünya cenneti kurmamıştır.

Bugünlere adeta tırnakları ile kazıyarak gelmiştir. Dikkat edilirse bölgede gerçek manada tek bir devlet vardır o da Türkiye’dir. Tabi bir de İran’ı sayabiliriz. Diğer devlet gibi gözüken sahte devletler Batının petrol bölglerini sömürmek ve aralarında paylaşmak için ortaya konulmuş devletçiklerdir. Bizim ile onların bir daha bir araya gelememeleri için her türlü önlem alınmıştı. Yüz yıldır devlet gibi görünen bu ülkecikler kendi iç sorunları ile boğuşmak zorunda bırakılmışlardı. Her devletin içerinde azınlık olanlar başa geçirilerek iç destekten mahrum bırakılmış ve sürekli dışarıdan destek görmek zorunda bırakılmıştır. Bu desteğin komşu ülkelerlerden gelmemesi için de komşu ülkelerle sorunlu bölgeler bırakılmıştır. Türkiye ile Suriye arasındaki Hatay sorunu gibi, Türkiye ile Irak arasında Musul sorunu gibi daha birçok ülke arasında suni sorunlar oluşturulmuştur. 

Gelinen noktada, özellikle de Amerika’nın bölgeye müdahalesi ve daha sonra ortaya çıkan Arap Baharı hadiseleri bölgenin yüzyıllık kodlarını bozmuştur. Tabi bu kodları baştan yapanlar bozmaya başlamıştır. Çünkü Türkiye bölgede yükselişiyle beraber etrafındaki ülkeleri domine etmeye başlamıştı. Yüzyıllık düzenin yürümediğini görenler yeni dünya düzeni kurmaya çalışmışlar fakat bunda da tam olarak muvaffak olamamışlardır. Şimdi top ortadadır, bölge Türkiye yönüne mi evrilecek yoksa Batılıların yeni dünya düzenine göre mi evrilecek?

Henüz işin başındayız, birçok şeyi söylemek için çok erken, fakat şunu söyleyebiliriz ki ne Türkiye yüz yıl önceki Türkiye’dir ne de Batılılar yüz yıl önceki gibidir. Yüz yıl önce rüzgar Batıdan esiyordu Batılılar her el attıkları işi başarıyordu. Bugün durum tersine doğru dönmeye başlamıştı. Artık rüzgar bizim arkamızdan esmeye başladı. Batı duraklama devrinin sonlarına doğru gelmeye başlamıştır. Tükiye ve onun önderliğinde İslam dünyası yükseliş döneminin başlarındadır. Devletler ve uygarlıklar da insanlar gibi doğar büyür yaşlanır ve ölürler. Bu sonlu dünyanın değişmez bir kuralıdır. Batının mimsiz medeniyeti sona doğru yaklaşmıştır. Evet “İstikbalde en gür seda İslam’ın olacaktır.” 

Geçen ay birinci bölümünü yayınladığımız Halep-Musul hattı yazımızda “Fırat Kalkanı” ve “Musul Harekatı”na değinmiştik, bunun sebepleri ve sonuçları üzerine yorumlar yapmıştık. Bu ayki yazımızda da bu yorumlarımıza ve analizlerimize devam edelim.

İdrak ettiğimiz muharrem ayı peygamberler tarihi açısından içerisinde çok önemli olayları barındıran bir aydır. Yine muharrem ayı, İslam tarihinin en önemli olaylarından biri olan Kerbela faciasının da yaşandığı bir mevsimdir.

Muharrem ayını idrak ettik ve yeni bir yıla başladık. Evet, muharrem ayıyla birlikte gelen yeni yıl acaba Türkiye ve dünya müslümanları açısından neler getirecek? Acaba Nuh’un (as) gemisinin karayla buluşması mı olacak, yoksa Hz. Hüseyin (ra) gibi Kerbela vakıasıyla mı karşılaşacağız? Müslümanlar açısından bu yıl kurtuluş ve selamet mi getirecek yoksa hüzün yılı mı olacak?.. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler..

Evet, güneyimizde sıcak gelişmeler yaşanmakta. Türkiye Fırat Kalkanı operasyonu ile Suriye’ye bizzat müdahele ederken Musul operasyonuna da müdahil olmak istemektedir. Artık savunmada bekleyip olaylar meydana geldikten sonra müdahil olmak yerine, atak oynayıp olayları başlamadan ve kaynağında kurutma dönemi başlamıştır. Unutmamak gerekir ki bu yeni dönem 15 Temmuz sonrası yaşanan travmanın bir sonucudur. Safralarını atmaya başlayan Türkiye artık daha kararlı bir şekilde olaylara müdahale edebilmektedir. Şimdi etrafımızda dönen olaylara bir göz atalım ve sebepleri üzerine yorum yapalım.

Petrol ve Gaz Savaşları:

Hatırlanacağı üzere bölgenin bir petrol ve gaz bölgesi olduğunu defalarca yazdık. Bölgedeki kavganın ekonomik, stratejik ve dini boyutları olduğunu yazdık. Petrol ve gaz hatları da ekonomik sebebin en önemli argümanı olmasıdır. Şimdi Suriye ve Irak’taki gelişmelere bir de bu açıdan bakalım. Yukarıdaki görüşlerimizi tamamlayacak uluslarası konularda yorum yapan Brezilyalı analizci Pepe Eskobar’ın bir analizini yazımıza ekleyelim.

Suriye bir enerji kapışması. Sorunun merkezinde 2 doğalgaz boru hattı tasarısının çetin jeopolitik rekabetinin yatmasıyla esaslı bir ‘Boru Hatları Ülkesi’ savaşı var. Her şey 2009’da Katar’ın Şam’a, kendi Kuzey Kubbesi Bölgesi’nden (İran’a ait Güney Pars bölgesine komşu) doğalgaz boru hattı inşa etme önerisiyle başladı. Tasarıya göre gaz AB’ye ulaşmak üzere, Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye’den zikzaklar çizerek Türkiye’ye kadar uzanacaktı.

Şam ise buna karşı rakip bir projeye imtiyaz vererek, 2010’da 10 milyar dolarlık İran-Irak-Suriye (İslami Boru Hattı) tasarısını seçti. Anlaşma resmi olarak Temmuz 2011’de, Suriye’deki trajedi sahnedeyken duyuruldu. 2012’de İran’la memorandum imzalandı.

Bu zamana kadar Suriye, Körfez Arap Ülkeleri İş Birliği Konseyi’nin petro-dolar kulübüne kıyasla fazla petrol ve gazı olmadığı için jeostratejik olarak pek önemsenmiyordu.Ancak işin ehli kimseler, bölgesel bir enerji koridoru olarak ülkenin öneminin farkındaydı. Sonrasında ciddi bir denizaşırı petrol ve doğalgaz potansiyelinin keşfedilmesiyle bu önem arttı.

İran kendi başına önemli bir petrol ve doğalgaz gücü. Brüksel’deki sürekli homurtular -10 yılı aşkın süre geçmesine karşın birleşik bir Avrupa enerji politikası bulunamadı- kıtaya Gazprom harici bir seçenek sunacak olan ideal strateji ‘İslami Boru Hattı’na yönelik arzularını gündeme getirdiler. Ancak İran, ABD ve AB’nin nükleer yaptırımlarıyla karşı karşıyaydı. Bu, en azından Avrupalılar için İran’ın nükleer dosyasına diplomatik çözüm bulmanın anahtar stratejik gerekçesi haline dönüştü. Batıya göre “rehabilite edilmiş” İran, AB için enerjinin ana kaynağı olabilirdi.

Yine de Washington’un bakış açısına göre jeostratejik bir sorunun varlığı devam ediyordu: Tahran-Şam ve nihai olarak Tahran-Moskova ittifakını bozmak. Washington’daki “Esad gitmeli!” saplantısı, Rusya-İran-Irak-Suriye ortaklığını (Suriye’de selefi cihatçılara karşı bizzat savaşan Hizbullah’ı da sayarsak 4+1 ittifakı) kırmayı amaçlayan çok başlı bir canavar. İran-Irak-Suriye boru hattı sadece çevre yolundaki ABD tebaasının kaybedecek olması sebebiyle değil bunun da ötesinde döviz savaşları terimleriyle konuşacak olursak petro-dolarları baypas edecek olması nedeniyle de kabul edilemezdir. Güney Parsı’ndan gelecek İran gazı, alternatif para birimleriyle alınıp satılacaktır.

Bunu, ABD çevresinde epey yaygın olan çarpık görüşle birleştirirsek, bu boru hattı Rusya’nın İran, Hazar Denizi ve Orta Asya’dan gelen gazı da kontrol etmesi anlamına geliyor. Gazprom, anlaşmanın bazı yönleriyle ilgilendiğini ancak bunun esas olarak bir İran projesi olduğunu açıkladı bile. Aslına bakarsanız bu boru hattı, Gazprom’a bir alternatif teşkil edecektir. Yine de Obama yönetiminin pozisyonu her zaman için “İran’ı dengelemenin bir yolu” ve aynı zamanda “Avrupa’nın gaz tedarikini Rusya haricinde çeşitlendirmenin bir yolu” olarak Katar boru hattını desteklemek oldu.

Türkiye Kavşak Noktasında

Katar’ın projesi, devasa ABD baskısı ve başlıca Avrupa başkentlerindeki lobi gücüyle, tahmin edilebilir şekilde çeşitli Avrupa ülkelerinin ilgisi çekti. Hat, Viyana’da tasarlanan ancak artık geçersiz olan meş’um Nabucco Doğalgaz Boru Hattı’nın bazı güzergahlarını da içeriyor. Yani, kesin olarak en başından itibaren AB, şu ana kadar Suudi Arabistan ve Katar’a en azından 4 milyar dolara (rakam artıyor) mal olan, Şam’da rejim değişikliği hamlesini destekliyordu.

1980’lerdeki Afgan cihadına benzer bir projeyle, Araplar, çok sayıda ülkeden cihatçıyı para ve silahla desteklerken stratejik bir aracıdan yardım aldılar. Afganistan’daki Pakistan örneğinin yerine bugün Suriye’de, seküler bir Arap cumhuriyetiyle direkt savaş halinde olan Türkiye var. İşler, elbette ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail’in her zaman için rejim değişikliğini hedefleyerek “ılımlı” ve başkaca muhalifleri envai çeşit örtülü operasyonla desteklemesiyle daha da güç bir hal aldı.

Oyun, yakın dönemde Doğu Akdeniz’de (İsrail, Filistin, Kıbrıs, Türkiye, Mısır, Suriye, Lübnan) denizaşırı doğalgaz ve petrol zenginliğinin keşfedilmesiyle daha da büyüdü. Tüm bu bölgenin 1.7 milyar varil petrol ve 122 trilyon kübik doğalgaz içeriyor olabileceği belirtiliyor. Ve bu Levant bölgesindeki keşfedilmemiş fosil yakıtların yalnızca üçte biri olabilir.

Washington açısından oyun açık: Rusya’yı, İran’ı ve “rejimin değişmediği” Suriye’yi Doğu Akdeniz’deki enerji zenginliğinden olabildiğince izole etmek. Ve bu, bizi şu aralar Su-24 uçağını düşürdüğü için Moskova’nın ateşi altında olan Türkiye’ye getiriyor.

Ankara’nın amacı ve aslında saplantısı, Türkiye’yi tüm AB için başlıca enerji kavşağı olarak konumlandırmak. 1-İran, Orta Asya ve son olaylara kadar Rusya (Türk Akımı projesi durduruldu, iptal edilmedi) gazı için bir transit bölge. 2-Doğu Akdeniz’deki ana doğalgaz ve petrol keşifleri için bir merkez. 3-Kuzey Irak’taki Federal Kürdistan Bölgesi’nden ithal edilen petrol için bir üs.

Türkiye, Katar’ın boru hattı projesinde başlıca kavşak olarak anahtar bir rol oynuyordu. Ancak şunu her zaman akılda tutmak gerekiyor ki Katar’ın boru hattı Suriye ve Türkiye üzerinden geçmek zorunda değil. Suudi Arabistan, Kızıl Deniz ve Mısır üzerinden de kolayca Doğu Akdeniz’e ulaşabilir. Yani, Washington’un bakış açısından görünen büyük resme göre, her şeyin ötesinde önem arz eden şey bir kez daha İran’ı Avrupa’dan izole etmek. Washington’un hedefi, kaynak olarak İran’a değil Katar’a; bağlantı üssü olarak da AB’ye Gazprom harici çeşitlilik kazandırmak için Türkiye’ye imtiyaz vermek.Bu, ABD’li Zbigniew Brzezinski tarafından Azerbaycan’da hazırlanan yüksek maliyetli Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesinin inşa edilmesinin arkasında yatan mantıkla aynısı.

Kesin olan şu ki jeoekonomik olarak Suriye bir iç savaşın çok daha ötesine geçerek baş döndürücü seviyede karmaşık bir satranç tahtası üzerinde oynanan korkunç bir ‘Boru Hattı Ülkesi’ oyununa dönüşmüş durumda. Oyunun büyük ödülü, 21. yüzyıl enerji savaşlarında büyük bir zaferi temsil edecek.

 

Yazar: İrfan AYDIN

 

çocuk toprak gibidir

Çocuk Toprak Gibidir Ne Ekersen Onu Biçersin - Yusuf-i Kenân

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Çocuk Toprak Gibidir Ne Ekersen Onu Biçersin

 

Yaratılmışların en değerlisi insandır. İnsan da dünyaya günahsız bir şekilde bebek olarak teşrif eder. Hayatının tüm safhaları onda bir iz bırakarak şekillenmesini sağlar. Çocuğun doğası toprak gibidir. Her bir adımın izlerini üzerinde taşır. Bu yüzden çocuk üzerinde atılacak her bir adımın hesabı çok iyi yapılmalıdır. Zarar ziyanları iyi tetkik edilmelidir. Çünkü bu izlerle kişilik oluşur. Nasıl bir insan çıkacağının göstergesi bu izlerin bileşkesinden ibarettir. Üzerinde nakış işlenmeye çalışılan kumaş misali model ne ise görüntü de ama öyle, ama böyle muhakkak ona göre şekillenecektir.

Toprak verimlilik derecesine göre, serpilen tohumun bereketini zaman içerisinde üzerinde gösteren, içerisinde hayat bulduğumuz bir zemindir. İnsanın hamurudur.Toprak bedenimizin geldiği ve gideceği yerdir. Ruhumuzun şekillenmesinde en etkili mayadır. Toprak zaman içerisinde insan için bazen yaşayacağı bir mesken olmuş, bazen bir rızık vesilesi, bazen de tamahının ve hırsının esiri haline gelmiş kavga ve savaş sebebi. 

Baktığımızda toprağın gerçekteki hakikati hep gölgelenmiş anlaşılamamıştır. Tarihi seyir içerisinde dünyadaki en kanlı savaşlar toprak yüzünden olmuştur. Hakikatte toprak görünen neden olmakla birlikte asıl sebep nefsî arzuların tamahkarlığından başka bir şey değildir. 

Halbuki toprak hep barışı, affetmeyi, hoşgörüyü, ivazsız garazsız sevmeyi, aşkı, dostluğu, her haliyle iyimserliği simgelerken bizdeki karşılığı hep entrika, yalan, kavga, kin nefret sebebi olmuştur. Bir karış topraktan sebep cinayetler işlenmiş, hatırlar kırılmış, gönüller yıkılmış, dostluklar bitirilmiştir. Topraktan gelip yine toprağa döneceğimizi bildiğimiz halde topraktan kaynaklı varlık ve üstünlük savaşları hep toprak üstüne cereyan etmiştir.

Toprak insan bedenini dahi içerisinde bulundurabilecek genişliğe sahipken, biz onda asla hakikatimizi bulamadık. Belki de toprağın hakikatinden yok denecek kadar az nasiplenebildik. Ama o her şeye rağmen sabırla, anlaşılmak ümidiyle hiçbir zaman hoşgörüsünü esirgemedi. Yerine göre gül verdi, çiçek verdi, güzel kokusuyla esans oldu, vatan oldu, yurt oldu. Üzerinde barınağımızı iskan edeceğimiz zemin oldu. Ama ne olduysa her zaman güzel olan hep o oldu.

Toprağı anlamanın yolu toprak gibi saf olmakla mümkündür. Toprak insan fıtratının hakikatidir. Toprak Hak ile bütünleşmektir. Fakat ne var ki toprak ile olmak için ölmeden evvel ölmek gerekir. Çünkü toprak insanın ebedi yurdudur.

Yaşarken hiçbir şeyini esirgemeyen yakınlarımızın bile, öldükten kısa bir zaman sonra ruhsuz kalakalmış bedenimize tahammül edemeyişine rağmen insana, hesapsız kitapsız ebedi kucak açan yine topraktır. Toprak en vefalı dosttur. Dünyadaki tüm vefalı dostluklar toprak ile hallenmişlerdir. Toprak hakikat aleminde dirilmenin yoludur. Toprak “Ölmeden önce ölmektir.” Sırrının dünyadaki yansımasıdır. 

Yaratıcımız Cenabı Mevla’nın, hilkatinin tüm güzellikleri toprak üzerinde zemin bulur. Ressamın seçtiği tuval ne kadar kaliteli olursa resmettiği görüntünün kalitesi de ona göre belirir. İşte toprak Allah’ın (cc) büyüklüğünü göreceğimiz bir başka alandır. Ama ne var ki görenedir, görene; köre nedir, köre ne!

İnsanın günahsız, lekesiz, tapataze olduğu, Hak’tan geldiği ilk dönemlerdir çocukluk dönemi. Bu sebeptendir ki kendisine acı ve ızdırap olacak ne yaparlarsa yapsınlar çocuk her şeye umutla bakar. Her yapılan kötülüğü çabucak unutur. Kalbinde kin, nefret besleyemez bile. Bu yüzden her çocuk dünyanın en kıymetli hazinesidir. Her şeyden önce keşfedilmesi gereken bir sırdır.

Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher olup, mum gibi, her şekli alabilir. Küçükken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Onun için; “Ağaç yaşken eğilir.” demişlerdir. Bunun gibi çocuk da neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı adet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara iman, Kur’an ve Allahu Teala’nın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana, baba ve eğitimine katkı sağlayan diğer bireyler ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her kötülüğün günahına, ana, baba ve hocaları da ortak olacaktır.

Aynı zamanda çocuğun zürriyetin, beşeriyetin devamı ve anne baba için diğer bir ömür olması Allah’ın bir lütfudur. Çocuklar, anne babalarının niteliklerini ve özelliklerini taşır. Dünya var oldukça onlar ile Allahu Teala’ya ibadet gerçekleşir ve yeryüzü imar edilir. Onlar sayesinde yardımlaşma ve dayanışma, birbirine merhamet etme, akrabalık ilişkileri ve iyilik yolları kurulur.

Kur’an-ı Kerim’de, nefislerimizi ve aile efradımızı, yakıtı insan ve taş olan cehennem ateşinden korumamız emredilmektedir. Elli-yüz senelik kısa bir hayat için evladımızı dünya felaketlerinden korumaya çalıştığımız gibi, ebedi felakete düçar olmaması için ahiretini de korumamız lazımdır. Bir babanın, evladını cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı, farzları ve haramları öğretmekle ve ibadete alıştırmakla ve kötü arkadaşlardan ve zararlı neşriyattan korumakla olur. Bütün fenalıkların başı, kötü arkadaştır. Kötü arkadaşları; onun küstah, yalancı, hırsız, ve saygısız olmasına sebep olabilir. Senelerce de bu kötü huylardan kurtulamaz. 

Ne zaman çocukta iyi bir hareket görülürse, onu takdir etmeli, mükafatlandırmalıdır. İnsanların yanında bazen onu övmelidir. Amcası benim çocuğum böyle yaptı, diyerek iyiye teşvik etmelidir. Bir kabahat işler veya kötü bir söz söylerse yapıcı bir şekilde sabırla ikaz edilmelidir. Kesinlikle çocuklar hele ki arkadaşlarının yanında azarlanmamalıdır. Sık sık azarlanan çocuk, yanlışa ve suça karşı cesaretlenir, gizli yaptıklarını açıktan yapmaya başlar. Yaptığı kötü işlerin zararı, kendisine tatlı dil ile sabırla anlatılmalı, ikaz edilmelidir. Yapılan iş, dine aykırı ise işin zararı, fenalığı ve neticesi anlatılarak, o kötü işe mani olmalıdır.

Her gün bir müddet oynamasına izin vermelidir ki, çocuk sıkılmasın. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy hasıl olur ve kalbi körleşir. Hiç kimseden para istemesine müsaade etmemeli, fazla konuşmaması ve büyüklere saygı öğretilmelidir. İyi insanların güzel hallerini anlatıp, onlar gibi olmaya, kötü insanların kötülüklerini anlatıp, onlar gibi olmamaya dikkat etmesi teşvik ve takip edilmelidir.

Çocuğa her istediğini almak ve lüks içinde yaşatmak uygun değildir. Büyüyünce de her istediğini ele geçirmeye çalışır; fakat bunda muvaffak olamayınca sükutu hayale uğrar, isyankar olur. Kendimiz helal yediğimiz gibi çocuklarımıza da helal yedirmeliyiz. Haramla beslenen çocuğun bedeni, necasetle yoğrulmuş çamur gibi olur. Böyle çocuklar da pisliğe, kötülüğe meylederler.

Çocuğa, israf etmemesi, kanaatkar olması öğretilmelidir. Bazen de yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır. Kötü yerlere gitmesine mani olmalıdır. Çocuk kötülerin yanında ahlaksız, yalancı ve hayasız bir kişilik kazanacaktır.

Her işi adet ve alışkanlık olarak yapmaması gerektiği, güzel bir niyetle, şuurla yapmasının lüzumu anlatılmalıdır. Mesela, yemekten maksat, kulun Rabbine ibadet etmesi, insanlara, vatanına, milletine faydalı hizmetlerde bulunması, insanların saadeti için çalışması olduğu öğretilmelidir. Dünyadan maksadın, ahiret için azık toplamak olduğu, zira dünyanın kimseye kalmadığı, ölümün çabuk ve ansızın gelebileceği anlatılmalı; “Ne mutlu o kimseye ki, dünyada iken ahiret azığı elde eder, cennete ve AllahuTealaya kavuşur.” demelidir. Küçük yaşında böyle terbiye edilirse, taş üzerine yazılan yazı gibi olur ve kolay kolay silinmez.

Teknoloji çağı olarak da isimlendirilen çağımız, özellikle haberleşme ve iletişim açısından çok hızlı bir şekilde gelişmektedir. İsteyen herkes dünyanın herhangi bir yerindeki başka bir şahısla sesli ve görüntülü olarak haberleşebilmektedir. Bu durum sosyal yaşamda hayatı kolaylaştırdığı gibi birçok tehlikeyi de barındırmaktadır. 

Gereksiz ve ölçüsüz olarak kullanılan internet ortamı gençlerimiz hatta küçük çocuklarımızın imanı, ahlakı, yaşantısı ve psikolojisi üzerinde birçok olumsuz etki bırakmaktadır. Bunun için aile büyüklerinin çocuklarının telefon, internet, bilgisayar kullanmalarını ve televizyon izlemelerini kontrol altında tutmaları gerekmektedir.

Çocuklarımızın günlük yaşamda zamanlarını nerede geçirdikleri konusunda mutlaka bilgi sahibi olmalıyız. Onların güvenli ortamlarda oldukları konusunda emin olmamız gerekir. Bunun için akşam ailece evde olduğumuz vakitlerde çocuklarımızın gün boyunca ne yaptıklarını, nerelere ve kimlere uğradıklarını, neler konuştuklarını sohbet ortamı içerisinde öğrenmeli ve varsa tehlikeli ve zararlı durumlar gündeme alınarak müdahale edilmelidir. Her sohbetimizde mutlaka haram, günah, İslam ve müslümanlara faydalı olma, ölüm ve ötesi ve İslam’ı öğrenme, öğretme ve yaşama konuları hatırlatılmalıdır.

Eğer çocuklarımızı İslamî bir ortamda ve İslamî istikamete yöneltmez ve üzerimize düşeni yapmazsak, yarın hesap gününde hesabımız görülüp kurtuluş beratını alsak bile, eğer çocuklarımız ihmal edilmiş ve cehenneme gidecekleri bir akıbetle karşılaşmışlarsa, yakamızdan tutup bizi de arkalarından sürükleyip cehenneme götürmeye çalışacaklardır. 

“Ya Rabbi, babalarımız ve annelerimiz bize, İslam’ı öğrenip yaşamamız için üzerlerine düşeni yapmadılar, yaptıklarımızın hesabını sormadılar, nerelere gittiğimiz ve ne yaptığımızın hesabını bizden almadılar. Bizi İslam’a yöneltmiş olsalardı, üzerimizde hassasiyetle durmuş olsalardı bugün bizler de cehenneme değil cennete gidecektik.” diye şikayette bulunacaklardır. Böylesi kötü bir akıbetle karşılaşmamak için çocuklarımız üzerinde titremeli, bütün dünyalık varlığımızı onların dünya ve ahiret kurtuluşlarına feda etmeliyiz. 

Rabbim! Çocuklarımızı kafirlerin, zalimlerin ve münafıkların hile ve oyunlarına karşı muhafaza et! Şeytan ve dostlarının hile ve oyunlarına karşı koru! Dinine birer hizmetçi kıl!

Allah’a emanet olun...

 

Yazar: Yusuf-i Kenân

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort