JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 03 Nisan 2017 11:15

Hâcegân Cemaati'nin Mefkûresidir;

Mefkûremiz

 

Hâcegân Cemaati'nin Mefkûresidir;

 

Ahkâm-ı Şeriyye'nin tatbîki,

Sünnet-i Seniyye'nin tenşîri,

ahlâk-ı hamîdenin tanzîmi, ilim ve irfânın talimi,

Hak ile bâtılın birbirinden tefrîki,

marufun ihyâsı, münkerin imhâsı;

ümmetin ve milletin mabeyninde taarruf, teâvun,

tesânud ve uhuvvetin bekâsı,

Allahu Zü'l-Celal ve'l-Kemal Hazretleri'nin rızâsı, likâsı,

Habîb-i Hüdâ Şefî-i rûz-i Cezâ'nın hoşnutluğu,

hasılı

efrâdını câmî, ağyârını mânî kılmak

için,

ezelden ebede

 

EVET, EVET, EVET...

 

 

Çarşamba, 01 Mart 2017 18:39

Mart 2017 Mukaddime

mart 2017 dergi

 

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Muhterem kardeşlerim, dergimizin bu ayki konusu millet olarak oluşan özgüvenin, nasıl özümüze dönmemize sebep olacağı izah edilmeye çalışıldı.

Özellikle son on beş yıl içerisinde Türkiye düşmanları ve İslam düşmanları tarafından çeşitli silahlar kullanılarak ülkemize bir hücum gerçekleştirildi. Her hücumu göğüsleyip bertaraf ettikçe halkımızda sağlam bir özgüven oluşmaya başladı. Darbe tehditleri, anayasa mahkemesi engellemeleri, e-muhtıra, Ergenekon örgütleri, Fetö, Pkk, Dhkp-c terörleri, ekonomik saldırılar, gezi kalkışmaları vs. bu tip saldırıların hepsini hem yöneticilerimizin dirayetli duruşları, hem de halkımızın direnişi ile elhamdulillah durdurmaya muvaffak olduk. Bu özgüven artık o kadar güçlü hale geldi ki 15 Temmuz’da tankları vücutlarıyla durduracak bir cesaretle, tarihte görülmemiş bir müdafaa örneği ile zirveye ulaştık. 

Bu hareketlilik devam ederken müslüman halkımızda inançlarına sahip çıkma açısından bir değişim oluşmaya başladı. İslami duyarlılık daha bir artmaya, düşmanlarını yakinen tanımaya başladılar. 

Bütün bunlar olurken elbette aklımızdan çıkarmamamız gereken en önemli husus Allah Teala’nın (cc) yardımıdır. O (cc) bizim önümüzü açmasa idi bizim bunları başarmamız mümkün değildi. Meseleye bu açıdan baktığımızda o zaman şu aklımıza gelmelidir ki, mademki bütün bu nimetler, yardımlar Rabbimiz katındandır, O zaman O’nun emirlerine daha sıkı bir şekilde sarılmalıyız. Yani oluşan özgüvenimizi öze dönüşe çevirmeliyiz.

Bilmemiz gereken şudur ki, bizim kökümüz Selçukludur, Osmanlıdır. Fakat özümüz asrısaadettir. Yani zahirde dedelerimiz, Alparslan’dır, Osman Bey’dir, Fatih’tir, Yavuz’dur. Batında dedelerimiz ise Hz. Ebu Bekir’dir, Hz. Ömer’dir, Hz. Osman’dır, Hz. Ali’dir ve ashabı kiramdır (rıdvanullahi teala aleyhim ecmain). Köklerimizle dirilmeye gayret ederken, o kökün içindeki öz olmazsa içi boş, meyve vermeyen bir ağaca benzeriz. 

Bunun içindir ki, asıl olan özdür. Yani asrısaadettir. Bir ayağımız orda, diğer ayağımız günümüzde olmak zorundadır ki özümüze dönmüş olalım. 

Cenab-ı Hakk’ın (cc) bizden yardımlarını esirgememesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz.

 

Size Kitabı ve Hikmeti

Size Kitab'ı ve Hikmeti Talim Edip Bilmediklerinizi Öğreten Bir Rasul Gönderdik - Tamer DOYMUŞ

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Size Kitab'ı ve Hikmeti Talim Edip Bilmediklerinizi Öğreten Bir Rasul Gönderdik

 

“Aklı tükettim. Gördüm ki, büyük sırrı kavramaya Peygamber’in ruh feyzine sığınmaktan, onun içinde erimekten ve teslim olmaktan başka çare yoktur…” (N. F. Kısakürek)

Rasulullah (sav) olmadan Kur’an’ı anlama, dini yaşama anlayışının yoğunlaştığı bir zamanda “Kutlu Doğum” münasebetiyle Efendimiz ile olan ilişkilerimizi ifade eden ayeti kerimelerden bazılarını anlamaya çalışacağız inşaallah. 

Hz. Peygamber müminlere Allah’ın bir lütfudur:

“Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmran164)

Hz. Peygamber müminlere canlarından daha sevimlidir:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha kıymetlidir. Eşleri de onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabı’na göre, birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bu Kitab’ta yazılı bulunmaktadır.” (Ahzab 6)

Hz. Peygamber âlemlere rahmettir:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü o, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe128)

“Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)

Rasulullah’a itaat:

“Biz her peygamberi (Allah’ın izniyle) ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa 64)

“Allah ve Rasulü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal 46)

“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik.’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” (Nur 47)

“Ama eğer (Allah ve Rasulü’nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler.” (Nur 49)

“Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler yahut Allah ve Rasulü’nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!” (Nur 50)

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasulü’ne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik!’ demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur 51)

“Müminler, ancak Allah’a ve Rasulü’ne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken O’ndan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Rasulüm!) Şu Sen’den izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Rasulü’ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için Sen’den izin istediklerinde, Sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan bağış dile; Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.” (Nur 62)

“(Rasulüm! ) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Al-i İmran 31)

“De ki: Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran 32)

Rasulullah’a itaat bağışlanmanın ve kurtuluşa ermenin sebebidir:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Peygamberi’ne inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hadid 28)

“(Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasulü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab 71)

“Kim Allah’a ve Rasul’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa 69)

Hz. Peygamber’e itaat etmeyenlerin itirafları:

“Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler.” (Nisa 42)

“Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zalimlerin: ‘Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım!’ diyecekleri gün hakkında insanları uyar: (Onlara denilir ki) Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına, yemin etmemiş miydiniz?” (İbrahim 44)

Rasulullah’ın beşer olmasının hikmeti:

“(Rasulüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. (Ey insanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesilesi) kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.” (Furkan 20)

“Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan suretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.” (Enam 9)

“Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasul gönderdik.” (Bakara 151)

“Bunun üzerine, kavminin inkârcı ileri gelenleri şöyle dediler: Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (Müminun 24)

Hz. Peygamber’e isyan:

“Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyan eder, (Allah’ın) sınırlarını (çiğneyip) geçerse onu da -içinde devamlı kalıcı olarak- ateşe koyar. Onun için hor ve hakir edici bir azap vardır.” (Nisa 14)

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir.” (Nisa 115)

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin, sonra bile bile emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.” (Enfal 27)

Hz. Peygamber’e karşı gelmek:

“(Rasulüm!) Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim Bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, Ben de sizin yaptığınızdan uzağım.” (Yunus 41)

“Onların dediklerinin hakikaten Seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar Seni yalanlamıyorlar fakat o zalimler, Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” (Enam 33)

“Zaten, kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların inanmalarını sırf, ‘Allah, peygamber olarak bir insanı mı gönderdi?’ demeleri engellemiştir.” (İsra 94)

“(Hâlâ) bilmediler mi ki, kim Allah ve Rasulüne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvalıktır.” (Tevbe 63)

Hz. Peygamber’e saygısızlık etmek

“Ey iman edenler, Allah’ın ve Rasulü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın ki, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar şüphesiz Allah’ın kalplerini takva için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. Sana odaların arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat 1-5)

“(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur 63)

Rasulullah’a karşı gelmenin kötülüğü

“Ey iman edenler! Müminlerin sırlarını müşriklere bildirmek suretiyle, dininize ve peygamberinize hainlik etmeyin, Sonra size emanet ettiği şer’i mükellefiyetlere bile bile hainlik etmiş olursunuz.” (Enfal 27)

“Gerçek, sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı) çözerse kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa (onun hükmünü ifa) ederse O da ona büyük bir ecir verecektir.” (Fetih 10)

“(Onlara tabi olanlar da o gün): ‘Ey Rabbimiz! Hakikat biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar!’ demişlerdir (diyeceklerdir).” (Ahzab 67)

“Kendilerine Kitab’tan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar!” (Nisa 44)

“Yoksa onlar, Allah’ın lütfunden verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna Kitab’ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.” (Nisa 54)

“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” (Hicr 3)

“Artık kim Allah ve Rasulüne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin 23)

“Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık ayetleri indirmişizdir. Kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır.” (Mücadele 5)

Allah ve Rasulü’nün hükmünü beğenmemek:

“Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.” (Nur 48)

Daveti duymaktan mahrum kalanlar:

“(Rasulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.” (Rum 52)

Ve bir başka ayeti kerimede şöyle buyruluyor:

“Eğer siz ona (Rasulullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe 40)

Öyleyse hangi manasıyla olursa olsun, seni tekrarlamak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz… Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu…

Sen; var oluşunun şerefine, Allah’ın topyekûn varlığı hediye ettiği ilk ve son varlık Nuru!

Sen, mukaddes hedef; Hak’tan gelen aşkın hedefi!..

Sen, en ileri rütbe, Allah’ın Sevgilisi olmak mertebesi!..

Sen, en güzel İnsan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!..

Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!..

(Necip Fazıl Kısakürek)

 

Yazar: Tamer DOYMUŞ

 

ideal olanlar insanı kamil yetiştirr

Beşeri İdeolojiler Fedai, İdeali Olanlar İnsanı Kamil Yetiştirir - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Beşeri İdeolojiler Fedai, İdeali Olanlar İnsanı Kamil Yetiştirir

 

Kıymetli kardeşlerim, bizler imanı kalbine yerleştirmiş mü’minleriz. Dünyevi veya uhrevi her işimizi kalbimizin yönlendirmesiyle yapma gayretinde olmalıyız. Bu manada Efendimiz’in; (sav) “Başkaları fetva verse de sen fetvayı kalbine sor.” (Dârimî, Buyû’ 2; Müsned, IV, 228) hadisi nebevisi, mü’minin kalbinin Hakk’a bağlı olmasının neticesinde ona verilen fetvanın öncelikle kalbini mutmain etmesi gerektiğini emir buyurmaktadır.

Bu kısa girizgâhtan sonra bu ayki konumuza dönebiliriz. Konumuz da kalb merkezli yaşamak ile yalın akıl merkezli yaşamak arasında nasıl bir fark olduğudur. Bunu anlamaya çalışacağız. Yani beşeri olanla ilahi olanın mü’min için nasıl bir karşılığı vardır, bunu izaha çalışacağız.

Bu manada başlangıçta birbirine yakın iki kelimenin anlamını irdelemeye gayret edelim. Bu iki kelime ideal ve ideoloji kelimeleridir.

İdeal kelimesi sözlükte; ulaşılmak istenen örnek, varılmak istenen gaye, ülkü, mefkûre, gaye-i hayal, en kusursuz, güzel ve olgun tasavvuruna en fazla yaklaşan… olarak ifade edilmiştir.

İdeoloji kelimesi ise; siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü olarak tarif edilmektedir.

Sözlük manaları bu şekilde olan bu iki kelimeye bizler bir mü’minin penceresinden bakmaya çalışacağız.

Öncelikle tarifinden de anlaşılacağı üzere ideolojik fikirler, anlayışlar tamamen beşeridir. Yani kendilerini feylesof, ideolog olarak tanımlayan insanların kendi toplumlarının ya da genel manada insanların ihtiyaçlarını inceleyip ortaya koymuş oldukları siyasi, ekonomik ve toplumsal yaşam biçimleridir. Kelime ilk olarak Fransız devriminden sonra kullanılmaya başlanmıştır. Batı dünyasının kendi din adamlarının nefsi uygulamalarının sonucunda dine karşı menfi bakışlarının da etkisiyle ortaya çıkan Fransız ihtilali, dini tamamen dışlayan fikirlerin doğmasına, dolayısıyla da beşeri ideolojilerin hadiselere bütünüyle hâkim olmasına sebep olmuştur. Kapitalizm, marksizm, liberalizm, laisizm gibi insan aklını her şeyin önüne geçiren sistemler geliştirmiştir. Böylelikle zaten tahrif edilmiş dinlerin, sosyal hayatı etkilemesinin önüne geçilmiş; neticede insan için yapıldığı söylenen, insanı özgürleştiği, bağlarından kurtardığı zannedilen, fakat insanı tanımayan kişiler eliyle esaslı bir sömürü düzeni kurulmaya başlanmıştır. İnsanı dinden kurtarıp özgürleştirme adına gücü elinde bulunduranların güçsüzleri sömürdüğü, ezdiği, yok ettiği zalim bir dünya düzeni kurulmuştur. Yani insanlar kilisenin tasallutundan kurtarılıp zalim insanların eliyle zulüm düzenlere teslim edilmiştir.

İsmet Özel “İdeolojik yaklaşımlarımız, bizimle ortak görüşleri bulunan yakınlarımız ve nihayet sahip olduğumuz düşünceleri günden güne haklı çıkaran (bizim bu haklılığa inanmamızdan ötürü) dünyanın akışı bizi bir tiyatroya hapsedebilir. İdeolojik saplantıların bir noktada kişinin varoluş güvenliğini sarsması sonucu delilik ortaya çıkar. Alelade bir kişinin de üzerine tiyatronun ağırlığının fazla yüklenmesi sonucu delirmesi mümkündür. Delilik tiyatrodan çıkmanın bir yoludur. Çünkü artık deli oynanan oyunu anlamlandıramamakta, kendini ne seyirci ne de oyuncu olarak bir yere koyamamaktadır. Tiyatrodan çıkmanın delirmekten başka yolu yok mu? Var. Tiyatrodan çıkmanın bir tek yolu var, o da “iman etmektir. (Zor Zamanda Konuşmak- Sf:108)” diyor.

Meseleye imani çerçeveden baktığımızda kendileri de yaratılmış olan ve Yaratıcı’nın (cc) tanıdığı gibi insanı asla tanıyamayacak olan beşer aklının insanlığa saadet getirebilecek bir sistem kurması elbette muhal olacaktır. Bundan dolayıdır ki müslüman bir fert asla beşeri ideolojilerin savunucusu olmamalıdır.

Bu noktada elbette ki ideal olanı tercih etmek zorundayız. Çünkü ideal olan ilahi olandır. İnsan beşer aklının kavrayamayacağı kadar donanımlı ve hususi yaratılmış bir varlıktır ve onu en mükemmel şekilde sadece yaradanı, halk edeni tanıyabilir. Bundan dolayıdır ki, insanın mutlu ve saadetli yaşayabilmesi o ilahi iradenin koyduğu kanunlar, nizamlar, yaşam biçimleri ile gerçekleşebilir. İşte ideal olan budur. Biz mü’minlerin ardına düşmesi gereken de budur.

Günümüz müslüman toplumlarında belki ideal olanın bu olduğu kabul ediliyor gibi görülse de pratikte hiçte böyle olmadığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık üç yüz yıldır beşeri ideolojilerin tasallutu altında kalmanın bir ezikliği olarak müslümanca yaşasak bile onlar gibi düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Oysa şöyle bir kıyaslama bile bizlerin gerçeği anlamamıza yardımcı olacaktır:

Efendimiz (sav) ve ashabının Rabbimizin (cc) ilahi emirlerine sıkı sıkıya bağlanmaları, yaşadıkları dönemin asrısaadet olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Bunu sadece müslümanlar değil, gayrimüslimler dahi, istemeseler bile, böyle kabul etmektedirler. Bu asrısaadet ile başlayan süreç bin yedi yüzlere kadar aynı kıvamda olmasa da devam etmiştir. Çünkü bu, ortalama bin yıl boyunca İslam’ın hâkim olduğu bölgelerde devletten en alttaki ferde kadar her kesimin ideal olanın Hakk’ın emirleri olduğunu ve saadetin sadece bununla mümkün olacağına inandığı ve bunun kıyamete kadar devam etmesi için her türlü fedakârlığı yaptığı bir dönemdi.

İşte bu böyle devam ederken bir kısım müslümanlar batının teknolojisini bahane ederek batının beşer ürünü fikirlerine meyletmeye ve bu fikirleri ilahi olanla sentez yapmaya başlayınca ilahi olanın yegâne sahibi olan Allah (cc) şeriatını kendi katına çekip müslüman coğrafyasını fitneyle baş başa bıraktı.

Tekrar günümüze dönersek bugün halen daha bu batıl sentezin içerisinde debelenmeye devam etmekteyiz. Ferdi yaşantılarımızda referansımız İslam olsa da toplumsal meselelere bakışımız beşeri olmaktadır. Çünkü bizler aşırı bir şekilde dünyevileştiğimiz ve dünya sevgisi gönlümüzü kapladığı için bakış açımızı batılıların anlayışından çeviremiyoruz. Bu yüzden de ideal olana değil, ideolojik olana yöneliyoruz.

Yazımızın bundan sonraki bölümünde -baş tarafla ilişkilendirmek kaydıyla- “müslüman ferdin bir fedai olmayı mı yoksa bir insanı kâmil olmayı mı hedeflemesi gerekir” sorusunun cevabı üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

Fedai kendini feda eden, canını hiçe sayan, bazen gözünü karartarak meselelerin üzerine giden kimse demektir. Genellikle başkaları tarafından yönlendirilirler. Meseleleri enine boyuna düşünmezler. Fedakârlık kelimesi ile fedai kelimesini de birbirine karıştırmamak gerekir. Fedailik genellikle güçle, kuvvetle alakalıdır. Fedakârlık ise yerine göre kendisinden beklenileni değil, o anda yapılması gerekeni yapmaktır. Fedailikte nefis ön plandadır. Fedakârlıkta nefsin üzerine basmak asıl hedeftir.

Örnek verecek olursak kendi doğrularıyla hareket eden ve yerine göre insanı hayattan koparacak kadar agresif olan bir fedai sonradan yaptığına pişman olabilir. Fakat Hazreti Ali efendimizin misali, savaşta tam öldürecekken yüzüne tüküren hasmını araya nefsi girer korkusuyla affetmesi ve sonuçta o kişinin İslam’la şereflenmesine vesile olmasıyla gerçek dirilişe ulaştırılması asıl fedakarlıktır.
Günümüzde bazı çevreler özellikle müslüman gençliğine dinimizin sadece savaş dini olduğu fikrini empoze etmeye çalışıyorlar. Küçük yaşlarından beri bir fedai gibi yetiştirilen körpe fidanlarımız bir taraftan gençliğin verdiği ateşle, bir taraftan da nefsin hoşuna giden taraflarıyla batının İslam içine soktuğu terörist örgütlerce ölüme gönderilmektedirler. (Kendi vatanlarını koruyan ya da bulundukları bölgelerde müslüman oldukları için zulme uğrayan Filistin’deki, Arakanda’ki, Doğu Türkistan’daki gibi kardeşlerimiz, gerçekten cihad kaçınılmaz olduğu için ibadetin en büyüğünü yapmaktadırlar ve can verdiklerinde de şehadetin en güzeline ulaşmaktadırlar. Bu mazlum ve çaresiz kardeşlerimizi bu manada yukarıda bahsettiklerimizin dışında tutuyoruz.)

Şurasını unutmayalım ki, İslam dini kendine iman etmeyenleri sadece öldürmek için Rabbimiz tarafından gönderilmiş bir din değildir. Rabbimiz bize bu mükemmel dini yaşayalım, tebliğ edelim ve insanlığın saadetini temin edelim diye göndermiştir. Efendimiz de (sav) kaçınılmaz olduğunda savaş emrini vermiştir. Medine döneminde yapılan Bedir, Uhud, Hendek savaşları tamamıyla müslümanların korunması ve Hakk’ın emirlerinin önündeki engellerin kaldırılması için yapılmıştır. Daha sonraki dönemlerde yapılan fetih hareketleri ise İslam’ın insanlığa sunduğu saadet, selamet ve adalet ortamını oralardaki -gayrimüslim dahi olsa- insanlara ulaştırmak için yapılmıştır. Bunlar basit bir toprak genişletme hareketleri olarak asla gösterilemez ve bunlar örnek alınarak sanki bütün gayrimüslimler yok edilmelidirler, bunun için de cihad yapmamız lazım anlayışı İslam’ı hiç anlamamaktır.

İşte bu noktada günümüz İslam toplumunda fedai olmak için mi, yoksa insanı kâmil olmak için mi gayret gereklidir, sorusuna elbette insanı kâmil olmak için gayret gerekir cevabını vermek gayet kolaydır.

Çünkü insanı kâmil muradı ilahidir. Cenabı Hak (cc) ilk insan olarak Hazreti Âdem’i (as) yarattı ve onu mükemmel özelliklerle donattı. Meleklerin hayreti karşısında ona kendi katından her türlü bilgiyi talim etti. Âdem’i (as), sulbünden gelecek olanlara mükemmel bir örnek haline getirdi. Daha sonra bu örnekliğin dünyadan ayrılması sonucunda insanlık bozulmasın ve Hak’tan ayrılmasın diye on binlerce peygamber gönderdi ve son olarak insanlığa Hazreti Muhammed Mustafa’yı (sav) uyulması gereken en güzel örnek olarak bahşetti. O (sav) ilk olarak etrafında bulunan ashabının tamamına ekmel bir örnek oldu. Onlar (rıdvanullahi teala aleyhim ecmain) bu ekmel örneği adeta kendilerine kopyaladılar ve aynen peygamberlerin sayısı kadar insanı kâmiller oldular. Sonrasında bu insanı kâmil ordusunu takip eden anlayışın devam etmesiyle günümüze kadar gelindi. Bu bin dört yüz yıllık zaman diliminde yüz binlerce kâmil insan yaşadı ve dünyadan göçtü.

Başta da belirttiğimiz gibi insanı kâmil Hakk’ın (cc) muradıdır. İnsanı kâmil olmak ekmeli tahiyyat olan Efendimiz’e (sav) benzemektir. İşte bu özellikteki muhterem zatlar ferasetleri ve basiretleri ile Hakk’ın muradına vakıf olabildikleri için bulundukları zaman içerisinde yapılması gereken en uygun iş ne ise onu yapmışlardır. Eğer ortam ilim öğrenmeye, müslümanların ahlaken gelişmesine, siyasi hayatın düzenlenmesine, teknolojik gelişmelere uygun bir ortamsa irşadlarını buna göre geliştirmişler ve insanlığa fayda sağlamışlardır. Yok, eğer müslümanların canlarına, mallarına, namuslarına, mukaddesatlarına saldırı varsa, vatan toprağının kaybedilmesi gibi ciddi bir tehlike varsa en büyük mücahid olup en ön saflarda müslümanlarla birlikte savaşmışlardır. Onların hali her zaman itidal üzere olmuştur. Her müslümanın canını aziz bilip onu korumak için mücadele etmişlerdir.

İşte bütün bu mülahazalardan sonra konumuzu toparlayacak olursak kısıtlı olarak yaratılmış insan aklının ürünü olan beşeri ideolojilerden sıyrılıp nefsimizi ve neslimizi muhafaza etmek için ideal olana yani ilahi olana, Allah ve Resulü’nün yolunda en büyük fedakârlık ve vefakârlık numunesi insanı kâmile yönelmeliyiz. Bu yönelişi sürdürürken Rabbimize bizi de insanı kâmil kılması için niyaz etmeliyiz. Hem hedefimiz bu olmalıdır hem de en güçlü bir şekilde buna gayret göstermeliyiz. Sonuçta kendimizi Hakk’ın muradı doğrultusunda donatmış olurken, insanı kâmillerin çoğalmasıyla da öncelikle İslam âlemine, devamında da insanlığa saadet ve mutluluk gelmesine vesile olmuş oluruz.
Allah’a emanet olunuz.

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım

Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım - Abdülkadir Visâli

Sayı : 107 - Aralık 2016

 

Nefsimizin Fedaisi Olmaktansa Rabbimize Kul Olalım

 

Bu ayki konumuz insanın yaratılış serüveni, bu dünyadaki gayesi; bunları anlayışı ve işleyişine göre ulaşacağı netice ile birebir alakalı bir mevzu. Aslında bu konuları işlememizi bize tavsiye buyuran Hâce Hazretleri’nin (ksa) bütün mevzuları bu hususla alakalıdır, fakat bazı meseleler var ki işin tam merkezinde, göbeğinde bulunmakta. İşte bu yılın son konusu olarak bize tevdi edilen, üzerinde düşünmemiz tavsiye edilen konu; “İdeal mi, kâmil insan mı; ideoloji mi, fedai mi?” meselesidir. Bu tefekkür sayesinde aklımıza, gönlümüze ikram olunanı maalkusur kelime kalıbına dökerek dergimizin kıymetli takipçileri ile paylaşmaya azmediyoruz, Rabbim gönlümüze, zihnimize, elimize bir inşirah lütfetsin… 

Yukarıdaki bu başlık bir sebep, sonuç ilişkisinden ibarettir. İdeal sahibi insanlar kemalat basamaklarını bir bir geride bırakırken, ideoloji bataklığına saplanan kısmetsizler kendilerini/hayatlarını bir hiç uğruna tüketen fedai gibidirler. İnsanoğlu bu dünyada ya kendi nefsine yahut nefsine kul olmuş başka bir kimseye kendini kullandırır; ya da Allah’a ve Allah namı hesabına yeryüzünde bulunan kâmil insanlara yâr olur, onlarla hemhal olarak neticede Cenabı Hakk’a kulluk keyfiyetine ermiş olur. 

Cenabı Hak bu dünya hayatındaki her şeyi bizim için halk etmiştir; “O öyle bir yaratıcıdır ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara 2/29) Bu ayeti kerimeyi “Sakın bu dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fatır 35/5) “Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20) ayetleriyle birlikte düşündüğümüzde ilk bakışta -hâşâ- bir tezat varmış gibi zannedilmekte. Hâlbuki aralarında bunun tam tersi, bir muvafakat bulunmaktadır. Bu ayetlerden anlaşılması gereken şudur ki dünyayı hem dünyevi hem de uhrevi menfaatimiz için kullanmakta bir beis yoktur. Üstelik Cenabı Hakk’a yakınlık kazanmak, O’na vuslat etmek için bu dünya bize gereklidir. 

Efendimiz’in (sav); “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyurmasının manası budur. Ahireti unutarak yalnızca dünyanın geçici nimetlerinden nemalanmak arzusunda olup dünyayı gönlüne sokanlar için ise “Dünya bir leştir.” buyrulmuş ve ikisinin arasındaki sınırlar kalın çizgilerle belirlenmiştir. Demek ki dünyanın iki yüzü var: Birincisi, ideal sahibi, kâmil insan olma yolunda bulunan kimseler için huzurlu yaşanan ve ahiret hayatı için hayırlı yatırımların yapıldığı yüzü. Böyle bir dünyanın insana faidesi çoktur. Zaten işin hakikati düşünüldüğünde müslümanın din ve dünyası birbirinden ayrı şeyler değil, aynı düzlemde olan şeylerdir. Çünkü her ikisinin de sahibi, Şari’i Hazreti Allah’tır. Müslüman her ikisinden de netice olarak Allah’a karşı sorumludur, bu yüzden din ile dünyasını birbirinden ayıramaz. Salih amel olarak namaz, oruç akla gelebileceği gibi dünyevi herhangi bir işin de en temiz şekilde yapılabilirliğini göstermek, en güzelini yapmak da salih ameldendir. İkinci yüzü ise ideolojik saplantıları olan, kendini heva ve hevesine feda eden, yani sadece arzusu dünya olan kimselerin insanlıklarından soyunduğu ancak malum mahlûkatın talip olacağı bir leştir. Böyle olursa da dünya talibini Allah’tan ayırır ki işte o zaman ne fena bir konak oluverir. İşte Mevlamızın bizi tahzir ettiği, uzak durmamızı murad ettiği dünya bu dünyadır.

İdeal sahibi, yani yeryüzüne gönderilen peygamberler ve velileri örnek alarak, kendilerine gıbta edip gün be gün onlara sureten ve sireten benzeme azmindeki insan, bazı şeylerin terkiyle bazı nimetleri elde eder. Bunu yapabildiği ölçüde imanda kemale, yakine, şühûda; amelde salaha; ahlakta övülmüş olana doğru irşad olur. Eğer terk etmesi gerekenleri terk edemez ise şu ya da bu ideolojinin esiri olur ki bu, Allah’a vuslat için elinde olan nimeti de kendini de feda etmesi demektir.

Büyüklerimiz buyurmuşlar ki nimeti terk eden nimete nail olur. Mesela zekât, sadaka ve infak hakkındaki ayetler hep bu manaya işaret etmektedir. Ayeti kerimede; “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, birre (gerçek iyiliğe) asla erişemezsiniz.” (Âl-i İmran 3/92) buyruluyor. Bizim en ziyade sevdiğimiz şey hiç şüphesiz nefsimizdir. Onun için nefsimizi Allah’a vermek, yani nefse olan muhalefetimizle, mücadele ve mücahedemizle onu Allah’ın emirlerine uyan ve O’na (cc) zorlanmadan/severek itaat eder hale getirmek bizim birinci dereceden vazifemizdir. Çünkü Rabbimiz; “Allah; müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır.” (Tevbe 9/111) buyurarak hayatımızı sadece kendisine hasretmemiz hususunda adeta bize kesin bir vazife vermiştir. 

Gerçi biz Rabbimiz’in “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf 7/172) sorusuna “Belâ” (Araf 7/172) cevabını vermekle bunu peşinen taahhüt etmiş olduk. Dolayısıyla adeta kendi çıkarlarımız için değil de Allah namı hesabına yaşayacağımızın sözünü, mahiyetini bilmediğimiz bir zeminde ve anımsayamayacağımız kadar uzak bir zamanda vermiştik. Bu sözümüzü unutmadan yaşadığımız müddetçe dareyn saadetine, cemâle, visale ereceğimizi Rabbimiz’den ümit ederiz. Bazı müfessirler bu ayeti (Âl-i İmran 3/92) neticede Allah’ın sırrı maiyyeti (beraberlik sırrı) vardır, diye tefsir etmişler. Bu, el hak doğrudur. Çünkü birrin/hakiki iyiliğin en kemâl noktası şüphesiz Allah ile birliktelik halidir.

Fânîyi terk eden bâkîye nail olur, buyurmuş büyüklerimiz. “Yer üzerinde bulunan her şey fânidir. (Bir gün mutlaka yok olacaktır.)” (Rahman 55/26) buyurdu Rabbimiz. Bu dünya fânîdir, nefis de fânîdir. Âlem-i ahiret de bâkîdir, Cenabı Hak da bâkîdir. Aklıselim, kalbi selim olan insana yakışan odur ki bu fânîyi, geçici olanı; bâkîye, ebedi olana tercih etmesin. Bir başka ayette de “Benim ayetlerimi az bir bedel karşılığında değişmeyin.” (Bakara 2/41) buyrulmuş. Efendimiz (sav) insanın ezelden ebede yolculuğunda dünya hayatını bir konak yerine, gelip geçen yolcunun dinlendiği bir ağaç gölgesine benzetmiştir. Dolayısıyla yolcu kalacağı konak yerine, dinlendiği ağaç gölgesine ne kadar kıymet verir, tefriş eder ise bizim de dünyaya bakışımız böyle olmalıdır. Efendimiz (sav) başka bir hadisinde ise “Dünyada kalacağın kadar dünyaya, ukbada kalacağın kadar ukbaya çalış.” buyurmuştur. 

Nefsin kötülüğünü, ahlak-ı rezilesini, hiddet ve gadabını terk eden Cenabı Hakk’a kurbiyyet kazanır, buyrulmuş. Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de belli kıssaları bizlere bildirerek bizim anlayacağımız şekilde hadiseleri aktarmış, bunlardan ders alarak hayatımıza yön vermemizi bize emir buyurmuştur. Bu kıssalardan bir tanesi de yaradılışımıza işareten atamız Hazreti Âdem’in (as) cennette başına gelenlerle alakalıdır. Malumdur ki Hazreti Âdem’e yediği bir dane, cilve-i Rabbani, tuzak oldu amma sonra bu cilve ne hikmetlere vesile oldu. Bizim de danemiz dünyamızdır. Bu dünya da bize tuzaktır. Eğer biz de atamız Âdem gibi bu tuzağı muradı ilahiye uygun olarak değerlendirebilirsek bizim de sebebi saadetimiz olur. 

Âdem’in (as) muradı ilahiye uygun hareket etmesini de biz büyüklerimizin sohbetlerinden şöyle işittik: Âdem (as) dünyaya gönderildikten sonra Allahu Teâlâ’nın ağaca yaklaşmaması hususundaki muradına uymamaktan yana yaptığı yanlışı kendi üzerine aldı. Sürekli istiğfar edip gözyaşı dökerek nedametini Allahu Teâlâ’ya arz etti. Bununla birlikte -Hakîm’in de Müstedreki’nde bildirdiği gibi- bu pişmanlığını kuvvetli bir vesile ile affına mesned etmek istedi ve Efendimiz’in (as) mübarek isminin hürmetine Allahu Teâlâ’dan hatasının bağışlanmasını talep etti. Bu mübarek isme müştak olan Rabbimiz, Hazreti Âdem’i ve annemiz Hazreti Havva’yı affetti. Üstelik Hazreti Âdem’i bir de vahiy ile destekleyerek onu nebiler silsilesinin serhalkası olmakla şereflendirdi. Bu da Rabbimiz’in engin merhametidir. Tabi bunları yaparken -hâşâ- içinden bir hesapla hareket etmedi Hazreti Âdem. Şunu yaparsam böyle olur, şuna erişirim, bunu elde ederim, demedi. Böyle bir şey asla düşünülemez. Çünkü onu Safiyyullah olarak tesmiye etmişti Rabbimiz, adeta ilahi hitap ile temize çıkarmıştı. Zaten biz hep bu safiyetimiz kaybettiğimizden geldi, başımıza ne geldiyse. 

Bu hususun daha iyi anlaşılması için şöyle bir misal de verir büyüklerimiz: Avcılığı ile ünlenen doğan, evvela tuzağa düşer. Sonra gördüğü talim ve terbiye sayesinde efendisinin/padişahın makbulü ve merğubu olur. Öyle ki padişah onu kolunun ve başının üzerinde taşır. O vakit onun marifetiyle nice kuşlar avlar. Biz de amelin usulünü, yerli yerince yapılmasının gerekliliğini bilirsek, tıpkı o doğan gibi Rabbimiz’in hüsnü kabulüne layık oluruz. 

Tam burada Pîr-i Tâhî efendimizin damadı ve serhalifesi Şeyh Fethullah efendimizin silsiledeki ferdlerinden biri olan “Şahbâz” namını hatırlamakla büyüklerimizi yad etmek çok yerinde olur. O da Abdurrahman Tâhî Hazretleri’nin yanında yetişmiş, kendisi de vakti geldiğinde nice talipleri yetiştirmek üzere posta oturmuş ve irşada başlamış. Ona “şahbâzi’t-tarîkat-tarikatte hünerli bir avcı” buyrulmuş. Yüce himmetleri ile manen kabiliyyetli kimseleri keşfedip onların tarikat-i aliyye ile şereflenmesi hususunda çok gayretli bulunmuşlar. Rabbimiz bizi onlara bağışlasın. 

Biz de gayret edersek bu dünyada bulunmamız bizim için bir felaket değil, bilakis Allahu Teâlâ’nın Zâtı’na yol olacak bir saadet vesilesi olur. Nitekim Hazreti Âdem’in imtihanı saadetine, kemaline ve necatına vesile oldu. Âdem (as) mertebe-i hilafeti cennet değil burada, bu bela ve imtihan yurdunda buldu. 

Yalnız her şey bu dünyada oluyormuş, bir daha mı geleceğiz, diyerek tamamen dünyaya dalmaktan geri durmalı; dünyaya olan meyil ve muhabbetimiz sebebiyle Mevlamızdan uzaklaşıp mahrum olmamalıyız. Bu hususta nefsimizin bizi hayırla kandırmasından endişe etmeliyiz. Kabzasından çıkmış keskin bir kılıç gibi olan dünya, neresinden tutacağını bilemeyenler için gayet tehlikeli olmakla birlikte erbabının elinde düşmanlarını alt etmeye yarayacak muazzam bir yardımcıya dönüşüverir. Onun için dünya ile meşgalemiz de Allah için olmalıdır. Başka türlü ondan hayır ummak muhaldir. 

Şurası da bir gerçektir ki dünya hayatını yerinde kullanıp hayır elde etmek için kişinin dert sahibi olması gerekir. Öyle bir dert ki insanı gündüz kaim, gece saim, her dem kullukta daim eder. Bu yolda yürüyenlerin hem derdi çok olur hem-derdi az olur. Yani hem yükü ağırdır, hem de yükünü paylaşacağı, kendisi ile aynı derdi paylaşan yol arkadaşı nadir bulunur. Bu dert ulvi bir dert. Sahibini olgunlaştıracak, ham olanı pişirecek, pişmiş olanı yakacak bir dert. Öyle bir dert ki, sahipleri onu dermana değişmemişler. Onun için Mevlânâ Câmî Hazretleri bu derdin ehemmiyetine işaret ederek; “Her derdin bir dermanı var amma bî-derd olanın dermanı yok.” buyurmuşlar.

İnsanın derdi ne olursa olsun, o derdi gayret ve himmetle inşaallah hakiki derde; Mevla’ya kul olma, O’nu razı etme derdine döndürür. Başka bir şair de “Leyla, Leyla derken Mevlayı buldu.” diye tarif buyurmuş bu hakikati.

Ümmet-i Muhammed’in bugünkü ferdleri olarak belki en büyük problemimiz bu dertten nasibimizin az olmasıdır. Hele ki zahiren yerine getirdiğimiz birtakım ibadet ve taatımız da varsa bu iyice gözümüzü kör etmekte, dertsizlik hastalığımızın farkına varmamıza perde olmakta. Niyazı Mısrî Hazretleri buyurmuşlar ya “Savm u salât u hac ile sanma biter zâhid işin/İnsanı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş.” 

Hâlbuki kendimizi azıcık muhasebe etsek ne kadar hasta olduğumuzu anlarız. Demiyoruz ki iyi yönlerimiz yok. Fakat cehaletimizle ilmimizi, gafletimizle huzurumuzu, ataletle sa’yimizi, seyyiatımızla hasenatımızı, ahlakı zemimemizle ahlakı hamidemizi düşündüğümüzde velev ki müspet yönlerimiz ağır bassa bile diğerlerinden üzerimizde bulunduğu sürece tam manasıyla bir temizlikten, arınmışlıktan söz edemeyiz ki bu da bizim hasta olduğumuzun göstergesidir.

Hasta olduğunu kabul eden kimse ise tedavinin çaresini aramaya bakar.

İşte bu çareyi arayanlar hayırlı bir idealin peşinde, sıratı müstakim üzere, nimete nail olmuş insanların izinde, gün gün olgunlaşarak hayırlı bir neticeye; irfana erişirler ki bu, kâmil insanların vasfıdır. Bu çarenin peşine düşmeyen, üstelik hastalığının farkında dahi olmayan, bir de kendini manen sıhhatli zannedenler ise maalesef bu ideolojik saplantının içerisinde kendilerini, manevi şahsiyetlerini nefislerinin ve şeytanın iğvaat, vesvese ve desiselerine feda ederek iki cihanda da hüsrana uğrarlar. 

Hak Teâlâ Hazretleri bizi bize bırakıp da nefis ve şeytanımızın fedaisi, hizmetkârı haline getirmesin. Kamil insanlarla beraberlikle şereflendirsin, onların da hizmet etmekle övündükleri din-i mübin-i İslam’a bizleri payende kılsın.

Âmin.

 

Yazar: Abdülkadir Visâli

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort