JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Bir Taraftan İslam'ı Neşrederken Bir Taraftan İmanı Kaybediyoruz - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 111 - Mart 2017

 

Bir Taraftan İslam'ı Neşrederken Bir Taraftan İmanı Kaybediyoruz

 

Sual: Çay sohbetinde bazı sufi eserlerinden bahsettiniz. Tasavvufta derinleşmiş insanlardan konuş-tunuz. Biz derinleşemediğimizden dolayı yakınıyoruz. Geçen bir yerde sohbetleşirken bir arkadaş da fazla derine dalma, demişti. Bazı insanlar da bizim derine dalmamızdan korkuyorlar. Bu konular hakkında ne buyurursunuz? 

Cevap: Aklın yolu birdir, elbette yüzme bilmeyen bir insan derine dalamaz. Ama eğer insan kendine güveniyorsa, yüzmeyi de güzel biliyorsa o da sığ bir yerden zevk alamaz. İster ki dalabildiği nispette dalsın. Çünkü suyun üstünde pek bir şey yok. Ne varsa suyun dibinde var. Her türlü mücevherat suyun derinliklerinde saklıdır. 

Dediğim gibi tasavvuf bir derinlik, enginlik, zenginlik… İnsanların korkuları var… İnsanlar aslında kendi ihdas ettikleri şeylerden korkuyorlar. Kendi vehimlerinden, kendi şeklerinden, kendi hayallerinden, kendi cehillerinden korkuyor. 

Bunları zıtlarıyla değiştirememişler. Şekki bırakıp yakini elde edememiş. Çünkü o yakin derinlik istiyor. Cehli bırakıp irfanı elde edememiş, irfana ulaşamamış. Gafleti bırakıp uyanıklığa, erdemliliğe ulaşamamış. Dolayısıyla da göremediği, bilemediği bu derinliklerden korkuyor. O yüzden derine dalma diyor. Çünkü insanlara hep şu korku verilmiş; derine dalarsan bir şeylerini o derinlerde bırakabilirsin. Yani bir şeyler alırsın ümidi yok, bir şeylerini kaybedersin korkusu var. Kazanca göre ayarlanmamışız biz, kayba göre ayarlanmışız. Dolayısıyla sürekli korkumuz kayıp… Yani derine dalarsan aklını kaybedersin… Korku bu değil mi? Ama ne kazanacağını bilemiyor. Dedik ya ona göre yetiştirilmemişiz. Bize göre kazanç sadece dünyevi hayattadır. Kazanç dünyevi meselelerde. Kazanç bunlarda var, başka bir kazancı bilmiyoruz. O yüzden dünyanın dışındaki her şeyden korkuyoruz. 

Bakın umumda olan Allah korkusu, Allahımızın korkmamızı istediği için, “Korkun!” diye buyurduğu için değil. Allah’ı bilemediğimiz için korkuyoruz. Biz bilmediğimiz her şeyden korkuyoruz. 

Bilinçli bir korkuya sahip değiliz. O bilinçli korku takvadır. Bilinçsizce bir korku hamasi duygudur. Bu yüzden de Hakk’a yaklaşamıyoruz. Korku olduğu için Hakk’a doğru adım atamıyoruz. Hakk’ın ipine yapışamıyoruz. 

Enginleştikçe, derinleştikçe bu yersiz korkulardan sıyrılacağız. Kişiler bilmedikleri şeylerin düşmanıdır. Bu genel bir çerçevedir. İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar, bilmedikleri her şeye karşıdırlar. Bu toplum ismen müslümandır, örfen de müslümandır. Anasından, dedesinden, nenesinden gördüğü şekliyle müslümandır. Sen ona, onun görmediği, onun bilmediği ama hakikatte var olan İslam’ın ölçülerini anlatırsan o senin anlattığın İslam’ı reddedecektir, karşı çıkacaktır. Böyle bir İslam’ı benimsemeyecektir, kabullenmeyecektir. 

Nitekim de öyle değil mi? Bu toplumun şeriata düşman olması, şeraitçilere düşman olması bilmediklerinden değil mi? 

Bu anlamda biz Allah’tan değil nefsimizden korkmalıyız. Bizi her şeyden, herkesten çok seven, daha müşfik, daha merhametli olan ve her şeyimizi üzerine almış olan bir varlıktan bu kadar korku anlamsız değil mi? Halbuki bize tuzak kuran, bizi sürekli yanlışa sevk eden, bizden kötü şeyler isteyen, kötü şeyleri yapmamız için bizi zorlayan nefsimiz… Biz nefsimizle can ciğer kuzu sarmasıyız ama sözde Cenabı Hak’tan müthiş korkuyoruz. Çok dengesizlik var. 

Toplumumuzda şehircilik yayıldıkça insanlar doğadan uzaklaşıyor, her yer beton yığınına dönüşüyor. İnsanlar belki bir nefeslik oksijene gün gelecek hasret kalacaklar. Yeşili belki sadece suni olarak, boyalarda vesairede göreceğiz. Bir tarafta güya insanın refahı artıyor ama insan sıhhatini ve iç huzurunu kaybediyor. 

Bugün de baktığımızda toplumlarımızda İslam hızla yayılıyor. Sözde bir İslamlaşma seyri, serüveni var. İslam hızla yayılırken iman da bir o kadar zayıflıyor. İnsanların İslam’a inanma problemleri var. Bu problem aşılamıyor. 

Bugün bakın birçok televizyon kanalında reytingden dolayı İslamî programlar var. Artık bunları o kadar ileri boyutlara götürmüşler ki ilahiyat profesörleri televizyonlarda rüya tabirlerine başlamış, rüya tabir ediyorlar. Dedim belki birkaç gün sonra muska da yazacaklar, buna da başlayacaklar. Çünkü müthiş bir gelir var bundan. Bakın izleyin bu profesörlerin programlarını, bayanlarla birlikte yaptıkları programlarda tamamen rüya tabirleri var… Geçen baktım birisi insanlardaki olan isimlerin esma-i ilahi ile olan irtibatlarını anlatıyor. Artık bu noktalara kadar varmışlar. Böyle manevi ilim sahalarına açılıyorlar… Bunu kime anlatıyorsun? Kadın da eline şeker verilmiş bir çocuk heyecanıyla “Benim ismimim karşılığı ne?” diye soruyor… 

İslamî programlar bakın bu kadar yaygınlaşmış. Artık üniversitelerde profesör bırakmadık, her birini bir kanala abone yaptık. Her kanalda okuyanını mı ararsın okumayanını mı ararsın; özünden Türk olanını mı, olmayanını mı ararsın… her kanalda bir tane var. 

Peki, bu kadar yaygınlaşan İslam ama imana baktığımızda insanların bu İslam’a inanma problemi var. Dolayısıyla yaşama problemi var. İslam herkesin bilgisinde kalmış… Kandil gecelerinde camileri dolduran, Miraç Kandili’nde, Berat Kandili’nde, Ramazan-ı Şerif’te iftar programlarını dol-duran binlerce insan var... Televizyonlarda görüyorsunuz Sultanahmet’te program yapı-yorlar… Allah rızası için düşünün bunların kaç tanesi orada akşam namazı kıldı/kılıyor? Gece geç vakitlere kadar o programları dinliyorlar, kaç tanesi yatsı namazını kılıyor? Teravih kılıyorlar mı? Onlara bu programları yapan hocaefendi bu konuda onlara bir şey söylüyor mu? Maalesef… Alan razı, veren razı… Yaşama problemi var; çünkü esasında inanma problemi var. 

Ben geçmişte bir cenazede rütbeli bir askere, bir kurmay albaya sormuştum. Cenazeye geldi, namaz kılmadı. 

-Albayım, buraya kadar zahmet ettiniz, dedim. Buraya kadar geldiniz, niçin namaza iştirak etmediniz? Üstelik de millet namaz kılarken beklediniz. Ne olurdu siz de namaz kılsaydınız, dedim. 

-Prensip meselesi dedi. 

-Nasıl bir prensip? 

-Ben cenaze namazına gelmedim dedi, ben cenaze törenine geldim bu yüzden de kılmadım. Ben kendime dürüst olmak zorundayım, dedi. 

Takdir ettim adamı. Dedim, bak şuurlu bir kafir, müthiş bir gavur... 

Şimdi o insanları düşünün; onlar nereye gelmişler… Kandilde camide olan insan, kandilin ertesi günü acaba nerede? 

İnanma problemi, beraberinde yaşama problemini getiriyor ama beri taraftan da bakın İslam bu kadar yaygınlaşıyor. Biz bir taraftan İslam’ı neşrederken bir taraftan imanı kaybediyoruz. Biz bir taraftan başörtü mücadelesi verip başörtü mücadelesini kazanırken tesettürü kaybettik, ortada tesettür diye bir şey kalmadı. Ama başörtü davası kazanıldı, serbest oldu; ortaokula kadar başörtüsünü indirdik. Ondan sonra onu moda piyasalarına çıkardık, tesettür defileleri yapmaya başladık. Derdimi anlatabiliyor muyum?

İslam korku ile ümidi dengelemiş ama biz bu dengeyi tutturamıyoruz. Korkumuz kadar ümidimiz yok. Korkumuz kadar şevkimiz yok, güvenimiz yok. İşte bu yüzden hep kuru çaylarda boğuluyoruz, derinlere dalamıyoruz. 

Sahabenin haline baktığımızda onlar Cenabı Peygamber’e gelip şöyle diyorlardı: “Ya Rasulallah! Bize öyle bir nasihatte, öyle bir vasiyette bulun ki bu adeta hayatımızı doldursun. Onu yaptığımızda başka bir şeye ihtiyaç kalmasın. Biz onunla amil olduğumuzda, o vasiyetle hemhal olduğumuzda hayatımız için başka bir şeye ihtiyaç kalmasın…” 

Hayatlarını bütün bütün dolduracak bir hakikat istiyorlardı Allah’ın Rasulü’nden. Boşluğa tahammül edemiyorlardı. Kendileriyle, nefisleriyle olmaya tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden Allah’ın Rasulü’nden yardım istiyorlardı; bize öyle bir şey ver ki hayatımızı doldursun, boşluk olmasın. Dolayısıyla da başka şeylere rağbetimiz, meylimiz kalmasın. Başka bir şeye ihtiyaç kalmasın, ifadesini bu anlamda anlıyoruz. Ve onlara ne buyruluyor idiyse de onu canlarına minnet bilip kurtuluş reçetesini aldıklarına inanıyorlardı. Yaşadıkları sürece Cenabı Peygamber’den öğrendikleri o hakikatten asla taviz vermiyorlardı. 

Bir oruç meselesinde bile böyleydi. Cenabı Peygamber visal orucu tutuyordu. Üç gün, dört gün, bir hafta yemiyor, haftada bir iftar ediyor. Hazreti Muaviye bunu görünce bu konuda Rasulullah’tan izin istedi. Hazreti Muaviye, Rasulullah’ı biraz zorladı. Gençti, sıhhatliydi, Rasulullah’ı zorladı… Cenabı Peygamber müsaade etmedi: “Beni Rabbim doyuruyor, sen tahammül edemezsin.” buyurdu. Bu dört gün olsun, üç gün olsun zorladı. En son Cenabı Peygamber ona Siyam-ı Davud’u tavsiye buyurdu. Hazreti Davud’un orucunu: Bir gün ye, bir gün tut… Ona devam etti Hazreti Muaviye.

Cenabı Hak da ona uzun bir ömür verdi. Artık o kadar yaşlandı, takatsiz kaldı, pek fazla bir şey yiyemez oldu ama buna rağmen o orucu asla terk etmedi. O zamanın hekimleri diyelim, tıptan anlayan insanlar veya o dönemdeki sahabenin ileri gelenleri dediler ki oruç tutma; dayanamıyorsun. Ben de biliyorum, dedi. Rasulullah (asv) bana dayanamazsın dedi, ben bu kadar yaşayacağımı bilmedim. Keşke Cenabı Peygamber’e itiraz etmeseydim. O, pazartesi perşembeleri tut, buyurmuştu bana. Keşke O’na itiraz etmeseydim.. Ama O’na sordum, O da bana emir buyurdu. Artık o emri ben ölene kadar terk edemem, buyurdu. Sanki bana farz gibidir, Peygamber’in emridir bu. Ben zorladım, O da bana müsaade buyurdu, ölsem de artık ben bundan vazgeçemem, diye orucuna devam etti. 

Bu bir örnek… Onların iman, amel, ittiba, teslimiyet veya hayatı doldurma anlayışı bu. Hayatı bütün bütün İslamlaştırma; A’sından Z’sine kadar… Bugün biz de belki bunları çok konuşuyoruz, sahabileri konuşuyoruz ama sahabileri yaşamıyoruz arkadaşlar. Onlar dilimizdeler, gönlümüzde değiller… Onların faziletlerini konuşuyoruz, kemalatlarını konuşuyoruz, kerametlerini konuşuyoruz ama müslümanlar olarak asla yaşadıkları hayata talip değiliz, o hayatı yaşama azminde, arzusunda değiliz. 

İşte bunlar ortaya dökülünce çok derine dalma deniliyor. Tasavvuf derinlik ama bugünün mutasavvıfları -istisnalar kaideyi bozmaz- ne denli tasavvufun derununu idrak edebilmişler?.. Tasavvufun derinliğine mi dalıyorlar, felsefenin derinliğine mi? Bunu da birbirinden ayırt etmek durumundayız. 

Bugün birçok sufi söylemlere baktı-ğımızda bunlar felsefi yorumlar. İslam’ın ruhundan gelen, vahyin manasından süzülen hakikatler değil. Günümüzde de böyle bazı meşhur sufiler var. Basından da fitnevizyondan da bunları takip edebilirsiniz. Baktığınızda ortada olan bütün mesele felsefe…

 

Pazartesi, 01 May 2017 10:27

Mayıs 2017 Mukaddime

Mart 2017 2

Sayı : 113 - Mayıs 2017

 

Kıymetli Kardeşlerim,

Türkiyeli müslümanlar olarak nisan ayı içerisinde önemli bir imtihanı Rabbimiz’in (cc) yardımı ve inayetiyle başarıyla tamamladık. Bu manada Cenab-ı Muînimize (cc) nihayetsiz hamd ve şükrümüzü sunuyoruz. 

Elbette gönül isterdi ki, daha yüksek bir yüzde ile başarı sağlansın. Fakat bu da bizim için gayretimizi artırmamıza vesile olabilir. Fikirlerimizi karşı tarafa anlatma azmi verebilir. Henüz Cenab-ı Hakk’ı tam manasıyla razı edebilecek kıvama gelemediğimiz düşüncesiyle emirlerine daha bir ihlâsla sarılarak, yasakladıklarından ise çok ciddi bir tehlikeden kaçar gibi uzaklaşarak hayatımıza yön verebiliriz. Bu da bize şer gibi görünen şeylerin arkasından nasıl bir hayır doğacağını görmemize sebep olabilir.

Bu hayırlı başarının ardından manevi temizliğimize vesile olacak olan Ramazanı Şerife de yaklaşmış durumdayız. İnşaallah mayıs ayı içerisinde Berat-ı Şerif gecemizi idrak edip beratımızı alarak Ramazanı Şerife girmiş olacağız. İhlasla tutacağımız oruçlar ve yapacağımız salih ameller sayesinde Rabbimiz celle ve âla hazretleri bizleri Kadir Gecesi’ne ulaştırsın. Bize verilen bütün nimetlerin kadrini bilme şuuruyla bayrama kavuştursun.

Cenab-ı Hak, Berat-ı Şerifimizi ve Ramazan-ı Şerifimizi mübarek eylesin. Tüm İslam alemine hayırlar getirmesini lutfeylesin, bizim bayramımızı vuslatıyla şereflendirsin. 

Allah yâr, kalpler beraber olsun.

 

Cumartesi, 01 Nisan 2017 10:16

Nisan 2017 Mukaddime

Nisan 2017 2

Sayı : 112 - Nisan 2017

 

Dergimizin kıymetli okuyucuları,

Yoğun bir manevi ve siyasi ortamın yaşanacağı Nisan ayına girmek üzereyiz. Receb-i Şerife girerek ilk mübarek gece olan Regaib-i Şerifi idrak ettik. Nisan ayı içerisinde de hem Mirac-ı şerifi, hemde Kutlu doğum haftasını Rabbimizin izniyle idrak edeceğiz. Bunun yanında da bu mana atmosferinde kendimizi temizlemeye ve Ramazan-ı şerife hazırlanmaya çalışacağız. Cenab-ı Hak Ümmet-i Muhammedi gafletten uyandırıp, gayret versin, inşaallah...

Bütün bu manevi atmosfer devam ederken, ülkemizde adeta bir varolma mücedelesi içine giriyor. 16 Nisan’da yapılacak olan halkoylaması Allah’ın lutfu ve keremiyle Türkiye müslümanları için bir dönüm noktası olacak. Bu noktada müslümanlar olarak yanlışa düşmemeye çalışmalıyız. Her şey gözümüzün önünde oluyor. Kim neyi destekliyor, kim neye karşı ayan beyan ortadadır. Bütün ehli küfür, ehli nifak hayır tarafında duruyor ve her türlü imkan ve silahlarıyla saldırıyorlar. Bu bile bizim safımızı seçmemize yardımcı olacak bir gerçektir. 

Yüzelli yıldır bizi yalanlarıyla avutmaya çalışan batı ve siyonistler artık müslüman Türklerin uyanarak imanının gereğini yapmaya başladığını gördükleri için çıldırıyorlar. Halkımız da bunları görerek iyice meselesini anlamaya başlayıp sağlam bir duruş sergileyince Rabbimiz’in (cc) yardımı adeta aşikarlaşıyor. Küfre karşı Hakk’ın yanında durmak rahmet kapılarının açılmasına vesile olacaktır, inşaallah...

Bu duygu ve düşüncelerle Rabbimize sığınarak ümmeti Muhammedin bize bağladığı ümidi kırmamak için bize yakışanı yapalım ve küfrün beline kuvvetli bir darbe vuralım. Allah yâr, gazamız mübarek olsun.

 

Mayıs 2017 Dergi

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

Gülzâr-ı Hâcegan Dergisi'nin MAYIS 2017 sayısı çıktı.

 

HÂCE HAZRETLERİ’NİN (ksa) “İNSAN, ALLAH (CC) YANINDA GÖNLÜYLE İNSANDIR” Başlıklı sohbetlerinde:

''Kainatın halıkı, ilahı Allahu Teala’dır, dolayısıyla insanın asli vazifesi de O’na kulluğu mükemmelleştirmektir. İlim bunun en güzel vasıtasıdır, en güzel sebebidir.

Derslerde çocuklara bunu da vermeye çalışalım. Yani ilmin gayesini, ilmin ne için okunması gerektiğini… Bu anlamdaki mana anlaşılamazsa gence abesle iştigal gibi gelir. “Niye bu emek, niye bu zahmet, niye bu kadar uğraş…” gibi gelebilir. Ama bilse ki bu öğrendiği şeyler kurbiyyetin sebebidir, Allah’a yaklaştıracak olan vesilelerin âzamlarındandır, o zaman dört elle sarılır, onun zerresini zayi etmez. İlmin bir harfinden, bir harekesinden geçmez. Varlığıyla onu tutar. 

Gençler! Cenabı Hak insanlığa iki büyük nimet vermiştir. İnsanlık ancak bu iki nimetin kıymetini bilip onlara layıkıyla sahip olursa varlığının şükrünü yerine getirmiş olur. Yoksa nankörlükten çıkamaz. Ne kadar okursa okusun, ne kadar yazarsa yazsın şükrü yerine getirmemiş olur. İman da o iki şeyden mürekkeptir. İnsanı mümin kılan bu iki kavramdır.

Veda Hutbesi’nde de Hazreti Peygamber bize bunları bıraktığını ifade etmiştir. Yani O’na adeta Cenabı Hak veriyor, O da Hak adına bunları bize emanet ediyor. Bizi zengin kılacak, bizi Allah’a yakın kılacak, yaklaştıracak, Allah’ın rızasını elde etmemizi sağlayacak en büyük sermaye bu iki şeydir. Bu ikisi olmadan o hayatın kemal bulması mümkün değildir. 

O iki şeyin biri Kur’an-ı Kerim, biri de adeta kendisi: sünnet-i Rasulillah, kendi yaşantısı. Kur’an’ın tefsiri olan kendi yaşantısı... Bazı kaynaklarda da bu ehli beyt olarak zikrediliyor. Ehli beyt de olsa aynı şeydir, ehli beyt de Peygamber’in devamıdır. 

Kur’an-ı Kerim; “Kur’an’ı” tarif ederken onun bir zikir, bir ilim, bir nur olduğunu ifade etmiştir. Yani aydınlatıcı bir güneş, unutturmayan, unutulması mümkün olmayan bir bilgi; zikir bu anlamda… Temizleyici, tezkiye edici, arındırıcı… Kur’an’da Kur’an’ı anlatan daha farklı ifadeler de var ama özetle Kur’an-ı Kerim’i Rabbimiz bir bilgi kaynağı olarak bize tanıtıyor. İlim diyoruz buna…

Rasul-i Kibriya’yı tanıtırken de bize ahlakın membaı olarak gösteriyor: “Sen mükemmel, muazzam bir ahlak üzeresin.” Efendimiz de kendini tarif buyururken: “Ben ahlakı tamamlamak için gönderildim, güzel ahlak üzere gönderildim.” diyor. Yani ahlakın mürşidiyim, muallimiyim buyuruyor. 

İnsan için iki kaynak bu: Birisi ilim, bir diğeri ahlak. Dedik ya, iman da bu ikisinden oluşuyor. “La ilahe illallah Muhammedurrasulullah”. Tevhid, bilmeyi gerektiren bir hadisedir. Muhammedurrasulullah örnek alınması gereken birisidir, numunedir. Birisi bilginin kaynağıdır, adeta tevhid Kur’an’ı tarif ediyor; Muhammedurrasulullah da Efendimiz’i temsil ediyor, ahlakı temsil ediyor. 

İlim kadar biz ahlakı da baz almazsak sahil-i selamete ulaşamayız. Ahlakımız da mükemmel olmak durumundadır. Çünkü Rasulullah buyuruyor ki: “Yarın kıyamette, cennette bana en yakın olacak olanınız ahlakı en güzel olanınızdır.” “İnsanın malayaniyi terk etmesi onun müslümanlığının mükemmelliğindendir.'' Buyuruyorlar.

 

Netice-i Meram bölümünde Şems-i Tâbân; “Ramazan ve Oruç” ve Andelib; “Oruç Rahmet Kapısıdır” başlıklı makalelerini okuyucularımızla paylaşıyorlar.

DERGİMİZİN DİĞER YAZILARI İSE ŞÖYLE:

 

Tamer Doymuş - Berat Kandili

Sefa Afacan - Fıkhî Hükümlerin Kaynakları -2 Sünnet

Sâlik-i İrfân - Fitne Günü Bu Şahıs Hidayet Üzere

Veysel Özsalman - Utanmak

Yusuf Fuad - İstikamet Üzere

İrfan Aydın - Ramazan Gelirken

A. Mesud Çınar - Şeytanın Düşünce Sistemi: Tağut

Yusuf-i Kenân - Çocuklarda Sorumluluk Bilincini Geliştirmek

Şeb-i Vuslat - Dil ve Afetleri Gıybet Etmek - 3

Nurten Özen - Ezelden Ebede Ahde Vefa

Gönül Pınarından - Mutluluk Nedir ki...

Şura Oğuz - Var Olan Her Şey Bir Şeyi Öğretmek İçindir

 

Rabbimiz Celle ve Âlâ cümlesinden razı olsun, ümmet-i Muhammed’i müstefid kılsın. Âmin…

“Mü'minin Hayatı Ta’lim, Tatbik Ve Tebliğden İbarettir” anlayışıyla hizmetine devam eden Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere Allah'a emanet olun...

 

Cumartesi, 06 May 2017 09:20

YİĞİT DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKAR

 yiğit düştüğü yerden kalkar

Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar - Vahdettin ŞİMŞEK

Sayı : 110 - Şubat 2017

 

Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar

 

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda cihad eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide 54)

Muhterem kardeşlerim; bu ay dergimizde dikkat çekmek istediğimiz konu dünyadaki İslam düşmanlarının ve içimizdeki işbirlikçilerinin ülkemize topyekûn saldırmaları hakkında olacaktır.

Hepimizin malumudur ki, bizim ecdadımız İslamiyet’i kabul ettikten sonra, sadece bu yüce dinin bir bağlısı olarak kalmayıp yüzyıllarca bayraktarlığını yapmıştır. Özellikle Selçuklular ve daha sonra gelen Osmanlılar; Avrupa’da ve dünyanın diğer bölgelerinde İslam denince akla gelen ilk milletler olmuştur. İmparatorluk seviyesine gelmiş ve o zamanki deyimle üç kıtaya hâkim devletler o zamana kadar kurulmuş imparatorlukların hayal bile edemeyecekleri bir ihtişama ve medeniyete kavuşmuşlardır. Bu gücü ve ihtişamı da elbette ki İslam’a olan bağlılıklarıyla elde etmişlerdir.

Şurası tarihi bir gerçektir ki, İslam dini, Kâinatın Efendisi (sav) tarafından kendileri de Arap ırkından olmaları hasebiyle ilk olarak Araplara tebliğ edilmiştir. Yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda Araplar dolayısıyla sahabe efendilerimiz (rıdvanullahi teala aleyhim ecmain) İslam’ı hem kabul etmişler hem en mükemmel şekilde yaşamışlar hem de tüm Arap yarımadasına hâkim kılmışlardır.

Bu ebette ki Efendimiz’in (sav) pak vücutlarının onlarla beraber olmasıyla olmuştur. Çünkü O, Allah’ın peygamberi olması dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın (cc) -lâ teşbih- zatıyla onlarla birlikte bulunmasına vesile olmuştur. Elbette ki sahabe efendilerimizin yüksek gayretleri de asla göz ardı edilemez.

Fakat Efendimiz (sav) Refiki’l-Â’la’ya yükselmelerinin akabinde Arap yarımadasında hemen irtidat hareketleri baş göstermiştir. Dinden çıkanlar, yalancı peygamberler ve onlara uyup İslam’ı terk edenler büyük kitleler oluşturmuştur. Daha sonraları Emevî saltanatı ve Abbasî saltanatıyla kavmiyetçilik veya kabilecilik hastalıkları İslam toplumunun kalbine saplanmıştır. Bu asabiyetlerin neticesinde Hulefa-i Râşidin’den üçü şehit edilmiştir. Ehli beyt ne Emevîler ne de Abbasiler döneminde rahat yüzü görmüştür. Hazreti Hüseyin efendimiz ve yanındaki yetmiş peygamber evladı hunharca katledilmişlerdir. Hatta her şeyi onlara bırakıp siyasete karışmayanlar dahi -hâşâ- potansiyel tehlike görülüp şehit edilmişlerdir.

Bunun neticesinde de Cenab-ı Hak adeta İslam’ın koruyuculuğunu onlardan alıp Türklere vermiştir. Çünkü bu millette müslüman olduktan sonra öyle bir peygamber ve ehli beyt sevgisi oluşmuştur ki Cenab-ı Hak da Habibi’nin yüzü suyu hürmetine bu milleti dünyaya hakim kılmıştır.  

Hâce Hazretleri’de (ksa) yakın zamanda konuyla ilgili şöyle buyurmuşlardır: “Millet olarak şunu söyleyebiliriz ki Türk milleti Allah’ın aslanıdır. Allah bu milleti seçmiştir. Tarihin seyri içinde Allahu Teala Türk milletini seçmiştir. Onlar Allah’ın ve peygamberin askeridirler. Her ne kadar bugün yönümüzü batıya çevirmiş olsak da temelimiz böyle. Ama biz bir şekilde bu temele inmek zorundayız. Yapacağımız binayı bu temelin üzerine yapmak durumundayız. Temelle bağlantılarımızı çok sağlam atmalıyız. Temel güçlü deyip de bu temelin üzerine bir şeyler yükselsin diye bekleyemeyiz. Bunu biz yapmak zorundayız. Bunu Araplar kaybetti. Bu yüzden sanki bütün nehirlerin suların denize akması gibi Cenabı Hak bütün beyliklerin bütün emirliklerin gönüllerini onlara meylettirmiş, tarihte birleştirmiş Selçukluları oluşturmuşlar. Osmanlı böyle oluşmuş, Allahu Teala kalpleri yönlendirmiş. 15 Temmuz’da yaşanan şey de budur yani sanki Cenabı Hak yeniden böyle geçmişten gelen bir şeyi Tayyip Erdoğan’a hediye etti. Allahu Teala Selçuklu’nun kuruluşu gibi Osmanlı’nın kuruluşu gibi Cenabı Hak bütün muhaliflerinin kalbini ona meylettirdi. Bu dönem CHP bile ses çıkaramadı. Şimdi neler yapıyor. MHP bütün muhalifliklerinden vazgeçti. Allahu Teala hadisenin dilinden buyuruyor ki yeniden Selçuklu iktidarı oluşturuluyor. Osmanlı iktidarı oluşturuluyor. Temelin üzerine eski binanızı kurun. Bunu o kefereler söylüyorlar. Yani ne diyorlar; şimdi başkanlık, yarın halifelik diyorlar. Allahu Teala doğruyu onlar vasıtasıyla söyletiyor.”

İşte önemli olan Hâce Hazretleri’nin buyurduğu gibi bu sağlam temel üzerine heybetli ve haşmetli bir binanın yapılmasıdır. Çünkü Osmanlı ve Selçuklu bu binayı İslam hükümlerine mükemmel bir hürmet ve bağlılıkla kurmuşlardı.

Bu binanın kurulması Kur’an’a hürmetle olmuştur. Şu ibretli vaka bunun delidir:

Osmangazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz’in (sav) neslinden gelen Şeyh Edebâli’ye misafir olur. Gece istirahat için kendisine ayrılan odanın duvarında asılı olan Kur’an-ı Kerim’i görünce: “Ben bu Allah kelamının olduğu yerde nasıl yatarım!” diyerek ona hürmeten ellerini bağlar ve sabaha kadar Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya görür: Bir ses ona şöyle der:

“Mademki sen Kur’an-ı Kerim’e hürmet ettin, senin evlatların da nesilden nesile şan ve şerefe nail olsun ve insanlar arasında hürmet görsünler.”

Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca Kur’an’ın emirlerine imtisal etmiş ve onun ulvi hakikatlerini kendine rehber etmiştir.

“Dört yüz çadırlık bir aşiretin” dünyaya adalet, huzur ve refah getirecek büyük bir imparatorluk olması elbette sadece kaba kuvvetle olmamıştır. Her şeyleriyle Allah’ın ve Rasulü’nün emirlerine amade olmuşlardır.

Bütün bu saltanat ve ihtişama rağmen, her şeyden ibret ve hisse almasını bilen padişahlar, bu fani dünyanın geçici güzelliklerine aldanmadılar. Her doğuşun arkasından bir batışın, her yücelikten sonra bir çöküşün olacağını çok iyi idrak ettiler. Müslüman olmayıp fakat ehli insaf olan bazı tarihçiler bile bu hakkı teslim etmişlerdir.

Bir tarihçi olan Bernard Lewis şöyle der:

“Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki, adeta kendi varlığını İslam’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memalik-i İslamiyye idi, hükümdarın adı padişah-ı İslam’dı, ordusunun adı asakir-i İslam’dı, din adamlarının adı şeyhü’l-İslam’dı.” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev: Metin Kıratlı, V. Baskı, Ankara 1993)

İşte dedelerimizin İslam’a bağlılığı, Efendimiz’e (sav) ve O’nun ehl-i beytine sevgileri; onları erişilmez bir şerefe nail etmiştir. Özellikle Peygamber nesline olan hürmetleri, onları koruyup kollamaları, savaşlara giderken onları yanlarına getirerek dualarını almaları ve mukaddes emanetlere hürmetleri onları bu büyüklüğe ulaştırmıştır.

Ne zaman ki, bu bahsedilen güzelliklerden uzaklaşılmış, Batı ve dolayısıyla batıl hayranlığı baş göstermiş, önce duraklama ardından da gerileme ve yıkılma dönemleri gelmiştir. Âdetullah gereği her kemalin bir zevali olması gerektiği gerçekliği de ortaya çıkınca küfür yükselmeye ve müslümanlar üzerine hâkim olmaya başlamıştır. Bu yaklaşık olarak yüzyıl devam etmiştir.

Bugün ise bu milletin evlatları yeniden tarihteki köklerine dönmeye başladılar. Tam istenildiği gibi olmasa da İslam’a bir bağlılık ve Peygamber Efendimiz’e sevgi beslemeye başladılar. Siyasetçisinden, akademisyeninden, eğitimcisinden ve en önemlisi halkından büyük bir çoğunluk ümmet-i Muhammed’in ümitle beklediği sahibin kendileri olduğunu idrak etmeye başladılar. Müminlere karşı şefkatli ve merhametli olmaya, onların dertleriyle dertlenmeye çalışıyorlar. Ehli küfrü tanımayı ve onlara hak ettikleri şekilde muamele etmeyi öğreniyorlar. Bunun neticesinde Cenabı Hakk’ın yardımını hak etmeye başladılar. Yiğit düştüğü yerden kalkar atasözünü kendilerine şiar edinerek bunun gereğini yerine getirmeye azmettiler.

Nihayetinde bizleri çok dikkatlice izleyen ehli küfrün dikkatini çektiler. Çünkü onlar biliyorlar ki; eğer Türk milleti yeniden her şeyiyle İslam’a döner ve buna göre bir siyaset izlerse, bizleri ortaçağ karanlıklarına mahkum ederler. Elimizdeki bütün imkanları alır, Güçlendikçe sömürmeye çalıştığımız milletleri özgürleştirir, sömürecek kimse kalmayınca da bizim sonumuz gelir.

Onlar bunu anladıkları için her şeyleriyle bize saldırıyorlar. Daha da saldırganlaşacaklar. Türkiye’nin önünü kesmek için her yolu deneyecekler. İşte tam bu noktada biz Türkiyeli müslümanlar olarak din-i mübin-i İslam’a sımsıkı sarılırsak, Peygamber Efendimize ve O’nun sünnetine aç insanı ekmeğe sarılması gibi sarılırsak Rabbimiz de (cc) bizi görünmeyen ordularıyla destekler ve o keferelerin elleri boş kalırlar.

Son olarak Allahu Teala nurunu tamamlayacağını vad buyurmuştur. Bizler katılsak da katılmasak da bu gerçekleşecektir. Çünkü Cenab-ı Hak vadinde hulfetmez. İş ki bunu bizimle gerçekleştirsin.

Cenab-ı Hak hakkımızda hayırlısı ne ise bizim için lütuf buyursun. Amin...

 

Yazar: Vahdettin ŞİMŞEK

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort